Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6. Bölüm

@mehmetrauf

Suat ara sıra gözlerini dikişinden kaldırıp yeşil köpüklü denizde beyaz yelkenliyle uçan kotraya bakarak dalgın, yalnız, meşguldü. Kalbi daimi bir halecanla onu işini bırakıp gözleriyle sandalı takip ve taharriye sevk ediyordu. Süreyya’nın verdiği teminata rağmen şiddetli rüzgârlarda teknenin devrileceğinden korkuyordu.

Sandalın geldiği gündenberi Süreyya rüzgâr buldukça fırsatı kaçırmıyor, hemen balkona çıkıp sandalcıya sesleniyordu. Bu ses Suat’ın şimdi kâbus-i hayatı olmuştu. Sükûn-i hayatında bir fırtına merhametsizliğiyle tekerrür ediyordu. Evvela beraber bulunmak için beraber çıkmak istemişti, fakat deniz onu harap ediyor, günlerce sersem bırakıyordu. Onun için burada karşıdan onun gezdiğine bakarak bin helecanla beklerdi. Kendini aldatmak için eline aldığı dikiş bazen dalgınlıktan yanlış oluyor, sonra sökmeye mecbur kalıyordu. Süreyya her zaman kendini götürmeye uğraşıyordu. Evvela bir-iki gün ilk sersemliklerin geçtiğine güvenip, onun sözünden de çıkmak istemeyerek gitmişti, fakat tekerrür ettikçe baş dönmesi o kadar çoğalmıştı ki artık mümkün değildi. Hatta havalar iyi oldukça bile tahatturuyla midesi bulanıyordu.

Eğer tehlikeden korkmasaydı, Süreyya’nın kendini bırakıp gidişine yine memnun olacaktı; onun canının sıkılmasından pek endişe ediyordu. Hayatını sade kendi huzuruyla işgal edemediğini hissetmeye başladığı zamandan beri eğlenmesi için her şeye razı olmuş, ta umk-i ruhunda sızlayan ufak bir yarayı yalnız kendisine saklayarak sükût ve sabretmişti.

Buraya geldikleri zaman sandal bahsi olmadığından, yenilikle bir küşayiş ve heves hasıl olmuştu fakat her gün o revnak biraz daha soluyor, o küşayiş biraz daha teverrüm ediyor, her gün biraz daha iniyordu. Bazen bunun sonunu bir çukur gibi, hayalinde birden kararan nihayetsiz ve karanlık bir boşluk gibi görüyor, bir raşe-yi hirasla üşüyerek melul kalıyordu.

Gözleri dalgın, dikişi dizlerine bırakmış, dimağını yırtarak geçen bu fikir üzerine “Ne yaparım Yarabbim, ne yaparım?” diye düşündü. Ne olacağını kati muhakkak olarak görmemekle beraber o çukur hissi onu tedhiş ediyordu. Bu korku ona sade Süreyya’sız, onsuz kalmak suretinde tecelli ediyordu.

Tekrar başını kaldırıp denize baktı; gözleriyle uzun uzun sandalı aradı ve onu nihayet orada, dalgaların arasında, köpüklere bulanarak, bir tarafa eğilmiş yatmış, kırmızı bayrağı rüzgârla çırpınarak, o tarafa doğru geliyor görünce tekrar kalbi hopladı. Süreyya’ya şikâyet edemiyor, onu men etmek istemiyordu. Kendisi anlasaydı, ah Suat’ın kalbinde ne elemler, ne hasretler olduğunu anlasa da öyle hareket etseydi!

Evde kalırsa daha ziyade canı sıkılacağından korktuğu için cesaret edip bir şey söyleyemiyor, muğber olacağından, hiddetleneceğinden korkuyordu. Fakat bir gün
sandaldan da bıkacak değil miydi? Sandal da onu sıkacaktı, o zaman ne yapacaktı?

Tekrar o yara, o küçük yara feryat etti. Ah niçin ona kifayet etmiyordu? Niçin ona her şeyi unutturamıyordu?

Erkek kalbi kadınların kalbinden ziyade talepkâr olmak bir haksızlık değil miydi?

Buna karşı sükût ve tahammülden başka yapılacak bir şey olmadığını düşünmek ve sükût ve tahammülün bu kadar güç olduğunu görmek onu eziyordu. Evvelden ricaya lüzum göstermeyen Süreyya şimdi gittikçe tezayüt eden bir mülatafa altında her arzusuna karşı gelebiliyor, Suat’ın istemediği şeyleri bile yapıyordu. Bu latife her türlü zevahiri hüsn-i muhafaza ederek işi ciddiyetten kurtarıyordu. Ne olursa olsun, ricası kabul olunmuyor ve arzusuna muhalif şey yapılmış oluyordu. Halbuki onun için Süreyya’nın daha vücut bulmamış arzularını bile gözlerinden okumak bir zevk, bir saadet mertebesinde bir şeydi.

Bazen kendisini böyle mustarip, şikâyete salahiyettar addetmek bir haksızlık olduğunu iddia etmek isterdi fakat küçük bir takım hadisat yalnız teakup ve tevalilerinden mütevellit bir netice itibarıyla kendini mustarip ettikçe bu iddia sükût ederdi. Kendinde zevcine karşı bazen bir iğbirar görüyor, sonra böyle biriken iğbirarların Süreyya’nın bir an-ı samimiyetiyle bir nevazişiyle mahvolduğunu görünce, ona ufak haksızlıkları için değil, nevazişsizliği için münfail olduğunu itiraf ediyordu.

Hizmetçi kızın “Necip Bey geldi” demesi bu yalnızlık, bu endişe arasında ona birden sevinç verir gibi oldu.
O kadar bunalmıştı ki Necip’in bu ansızın gelişi onu pek memnun etti; “Ah ne iyi ettiniz de geldiniz vallahi!” diyordu. Necip elinde bir tomar kâğıtla ayakta durarak Süreyya’yı soruyordu. Suat, eliyle denizi gösterdi. Necip “Hâlâ sandal paralanmadı mı, Allah aşkına?” dedi. Suat “Aman ne diyorsunuz?” diye kalbini tutuyordu. Necip gülerek “Yok efendim, hani şu bir gece bir bora çıkar da...” diye ihtiyatsızlığını tamire uğraşıyordu.

Suat “Çağıralım mı?” diye balkona geçerek elinde dikmekle meşgul olduğu gömleği karşıdan yukarı doğru geçmekte olan sandala uzun uzun salladı. Necip “Acaba gördü mü?” diye soruyor, Suat sükût ederek Süreyya’yı çağırmak için bir bahane bulduğundan memnun, bu memnuniyet için Necip’e müteşekkir, ara sıra durup sonra tekrar sallıyordu. Birdenbire sandalda bir başka hareket müşahede olundu. Yelkenin yapraklayarak sandalın döndüğünü, sonra oradaki buruna doğru gelmeye başladığını gördüler.

Suat “İşte geliyor!” dedi.

Necip elindeki kâğıtları sallayarak kendini göstermek istiyordu.

Beklerken oraya oturdular. Necip niçin beraber çıkmadıklarını soruyordu. Suat bu suale hafifçe kızararak ve sebep söylenince Süreyya’nın o halde bile kendini yalnız bırakmasını istiğrapla telakki etmesinden utanarak “İşim vardı da...” dedi, sonra yalan söylemekten daha mahcup, ilave etti: “Denizde tutuyor da...” ve sonra kızardığını göstermemek için “Onlar ne?” diye kâğıtları gösterdi. Necip elindekileri uzatarak “Sizin için” dedi.

Suat kâğıtları açmakla meşgulken, Necip ayakta ona bakarak şu notalar için ne kadar telaş ettiğini düşünüyordu. İki seferdir unuttuğu için bu sefer mutlaka getirmeye karar vermişti. Sabah vapuruyla Boğaziçi’ne gitmek niyetindeyken vapurda aklına bunlar gelince dönmeye mecbur olmuş, Beyoğlu’na çıkıp onları almak, yemek yemek için öğleye kadar kalmıştı.

Suat sevinçle “Oo, bunlar nota” dedi.

Necip, notasızlıktan şikâyet ettiği için getirdiğini söyledi.

Suat memnun, birer birer karıştırıp isimlerini okuyordu.

“Oo, Norma, Otello, Manon Lescaut, Ernani, Lucrezia Borgia, Sapho, Romeo ve Juliet... Ah ne güzel... Bu da ne? Bu da Gounod’un... Ah ne güzel!... Fakat ne güç Yarabbim, ne güç! Ben bunları beceremem ki... Kabil değil.”

Sonra bir takımlarını daha açtı:

“Oo, bunlar burada vardı ya... Traviata, Faust, Carmen, Mascotte, Rigoletto... Bunlar burada hep var... La Forza del Destino...”

Necip hepsi hırpalanmış olduğu için tekrar aldığını söylüyordu. Suat o kadar memnun ve müteşekkir kalmıştı ki Necip de memnun oldu. Nihayet Suat teşekkür ederek “Artık uzun baş ağrılarını hak ettiniz” dedi.

“Ben de onu rica edecektim.”

Aşağıdan Süreyya’nın sesini işittiler, balkonun kenarına çıktılar. Süreyya sandalda lakayt bir elbise, güneşten kavrulmuş bir çehreyle yukarı bakıyor, fesini sallayarak “Hoş geldin. Bakalım, bir haftadır neredeydin a kuzum?” diyordu. “Haydi, gel gezelim” dedi, sonra Necip’in başka güne tehiri ricası üzerine kendi yukarı çıktı.

“Başka gün filan diye yine yarın kaçarsan” diyordu, “malum ya, biz artık Suat’la karar verdik; kapının anahtarı elimizde.”

Necip gülerek “Ben görmeyeli iyi yanmışsın” diyordu.

Suat serzenişle:

“Bir haftadır sandaldan çıktığı yok ki. Ben de öyle kavrulacaktım ya... Fakat ciğerlerim kopuyor zannettim, sandal dalgaların arasında küt küt baş vurdukça. Fakat burada kalmakla daha rahat oluyorum zannetmemeli. Akşama kadar bin telaş, bin heyecan...”

Süreyya fesini bir tarafa atarak:

“Malum ya Necip” dedi, “kadınlar daima heyecan, daima telaş ederler, daima sinirleri rahatsızdır ve başları ağrır.” Sonra elini tutup sıkarak:

“Ey, sen hoş geldin bakalım. Ne haber? Bir haftadır ne yaptın, nereleri gezdin?” dedi.

Necip anlattı, buradan gittiği cumartesinden beri ne yaptığını söylüyordu. Evvela “Büyük havadis!” diye bağa gittiğini söyledi. Bir gece o “taş ocağına” gitmişti. Hacer pek merak ediyordu. Hatta birkaç gece için gelmek bile istiyordu. Fakat Fatin’in bu aralık işleri o kadar çokmuş ki getirdiği büyük defterlerle geceleri bile meşgul oluyormuş.

Süreyya gülerek “Gitmeye ihtimal kalmasın diye yapar” diyordu. Sonra soruyordu: “Annem niçin gelmiyor?”

Suat o hep anlatırken elindeki notalarla meşgul, başını kaldırdı:

“Evet, evet, hanımefendi gelecekti, vaat ettiydi.”

Halbuki beyefendiden kurtulmak imkânı olmadığını hepsi biliyordu. Beyefendi bir zevcden ziyade bir efendi olan kocalardan olduğu için, hiç kimsenin keyfine bir saatini feda etmek istemediğinden, hanım bir-iki gün gelip burada kalamıyordu. Haber göndermişti, o kadar gelmek istiyor fakat mümkün olamıyordu. Asıl o kendileri niçin gelmiyor diye soruyordu. Hacer “Kışa gelecekler ya, şimdi niçin uğrasınlar?” diyordu.

Süreyya kabararak “Kışa mı? Öyle budala bulurlarsa...” diyordu. Sonra Necip’e de sorarak “Biz kışın da burada otururuz değil mi, ne dersin Necip, olur mu acaba?”

Necip pek tasvip ediyordu, kışın buraları bütün bütün tenhalığıyla o kadar hoş olurdu ki... Başını çevirip Süreyya’ya bakarak “Sade can sıkılır” diyordu. “Kitap, kitap, kitap, kitap... Dünyanın bütün gazetelerine abone olmalı. Bir hafta gelen gazeteleri öbür haftaya kadar okuyamamalı. Sonra havalar iyi olunca...”

Süreyya da asıl onun için istiyordu. Havalar iyi olunca yazın tozundan, sıcağından gezilemeyen bütün bu civarın ormanları, koruları hep gezilir, keşfedilirdi. Balıkçılık da vardı, hem kim bilir daha neler çıkardı?

Sonra Fatin’i sordu:

“O ne yapıyor bakalım, ne söyledi?” dedi.

O da Süreyya’yı merak ediyordu. Necip’e “Borç kaça çıktı acaba?” diye sormuştu. Yazın borç edip kışın İstanbul’da pinekleyerek ödemek ona pek tuhaf geliyordu. Sonra pantolonunu çekerek “Gençlik, heves... Ne olacak?” diyordu.

Süreyya, Suat’ın elinden kâğıtları alarak “Miskin herif... Kışın buldular, budala gibi oraya kapanacağız” diye mırıldandı.

Dalgın dalgın notaları karıştırıyordu. Sonra onları lakaydane bir tarafa bırakarak “Başka ne haber?” dedi, “Sen vaktini nasıl geçirdin?”

Necip lakaydane:

“Her vakitki gibi!”

Fakat yalan söylüyordu. Çünkü bir haftadır her tarafta gezdiği halde hiç bu kadar sıkılmamıştı. Evvela Beyoğlu’na gitmiş, oranın mevsimi olmadığına kabahat bularak Ada’ya geçmişti. Üç gece orada otelde kaldı. Otel hakikaten seçme bir halkla lebalep doluydu. Kalabalık evvela kendisini işgal eder gibi oldu. Tanıdığı birkaç çehreyle rabıta peyda etti, bazı yenilerle kesb-i muarefe etti ve bir müddet orada iyice bir zaman geçireceğine zahip oldu. Evvela kafile kafile dolaşmalar, Hıristoslar, Nizam Yolları onu eğlendiriyor, bir ressam ailesinin üç kızıyla hoş vakit geçiriyordu. Fakat sonra birdenbire avdetle tekrar bu hayattan bir iğrenme geldi. Herkesle konuşurken, gezerken, susarken bütün hissiyat-ı kalbiyelerini mübalağalarla siyahlatarak keşifle onlardan ve kendinden bir iğrenme hissediyordu. Herkes samimiyetini bir başka zamana saklıyormuş gibi burada sanki hususi bir hüviyet peyda ediyorlardı. Böyle bile bile biriyle görüşürken, ondan bir takım itirafat dinlerken, her şeyin, sözlerin, tavırların, sesin, evet sesin bile sahte, mevki için, o zamana göre alınmış şeyler olduğunu görmekten mütevellit bir istikrahla sonraları yemeğini yer yemez balkonun bir köşesine çekilmeye başlamıştı.

Ve içinde daimi bir çırpınma, ruhunda daimi bir raşe-yi heyecan vardı. O sese, o nazara ait bir heyecan ki etraftaki kadınların böyle şeylere ne kadar bigâne olduklarını görmekten müteneffirdi zannolurdu. Bütün bu melal ve kasvetin arasında bir sevinç, durup dururken hücum eden bir neşe oluyordu ki ne olduğunu düşündükçe sebebini bulamıyordu. Merak ediyor, bu sebebi arıyordu. Hayatında yapacak, kendini mesut edecek hiçbir şeyi yoktu.
O zaman birden Boğaziçi’ni görüyordu. Evet, bir orası vardı, yalnız oraya giderse, sıkılmayacağını hissediyordu. Fakat bunun için bu kadar heyecanı fazla görüyor, onu başka bir sebebe atfetmek istiyordu. Herhalde orayı şiddetle arzu ediyordu. Oranın mahmur ve müzehher ufukları, nücumla pür helecan semaları, berrak ve yeşil denizleri... Hep onları istiyordu. Onları, bahusus orada, o safvet ve ismet içindeki hayat-ı ruhiyesini istiyordu. Cumartesi ancak öğle yemeğinden sonra koyuvermişler, hafta içinde yine beklediklerini söylemişlerdi. Onların söyledikleri gibi yapmak pek de saygıya uymayacağını itiraf ediyordu. Ve bu ufak bir mücadele oluyor, ruhu orasını isterken saygı menediyordu. Bu mücadele bir hafta devam etti.

“Perşembe günü giderim” demiş bulundu ve bu kararı verdikten sonra o günü garip bir tehalükle bekledi. Artık rahatsızlığı geçmiş, sade intizar kalmıştı. Evvelki kadar rahatsız olmadığının bir sebebi de bu perşembe günü gitmek olduğunu gördükçe istiğrap ediyor, pek işgal-i zihin etmediği, tamik etmediği halde de düşündükçe “Garip, garip” diyordu.

Perşembeye kadar Ada’da duramadı; oraya pazar günü geçmişti, salı günü oradan çıktı. Hiç olmazsa yukarıya havadis götürmek için bağa gitmek istiyordu. Bağda daha ziyade bunaldı, orada evvelki gibi neşe kalmamıştı. Evvelden, ayda yılda bir oraya uğradıkça sıkılmaz, güzel vakit geçirirdi. Bu sefer bir buçuk gün orada harap oldu. Akşama kadar esneye esneye ölüyordu. Hacer kendisine darılmıştı.
“Onlarla müttefikan bize oyun edersin ha?” diye ciddi münfail olduğunu gösterir bir nazarla bakıyordu.

“Artık tabii oraya sık sık gidersin değil mi?” diye soruyordu ve bunu sorarken gözlerinde öyle bir sebat-ı nazar vardı ki Necip bunda bir fena mana görmekten titredi.

Hanımefendide yine o sükûn ve tebessüm, yine o herkes için vakf-ı zihin ve vücut etmek hali vardı. Uzun uzun oğlunu, gelinini soruyor, gidip görüşemediği için şikâyet ederek “Onlar olsun, ara sıra gelmeli değiller mi?” diyordu.

Necip bağda perşembe sabahını güç etmiş ve ilk trenle inmişti fakat notalar için Boğaziçi’ne ancak öğleden sonra gelebildi.

Ve bu tafsilatı işine geldiği gibi tahrif ederek anlatıp Ada hayatını biraz tantanayla tarif ettikten sonra sükût ettiği zaman Süreyya “Ey, haydi bir yere çıkalım. Gezmeyecek miyiz?” dedi.

Loading...
0%