@mehmetrauf
|
Necip bu sefer bir hafta mütemadiyenPazarbaşı’nda kaldı. Sabahları Süreyya’nın ibramına mukavemet edemeyerek kotrada ona refakat ediyordu. Süreyya’nın kotra hevesi kendisine her şeyi ihmal ettirecek raddeye gelmişti. Haziran meltemleri pek çok eğlendiriyordu, her gece havaya bakıp güya yarınki rüzgâra dair keşfiyatta bulunmaya çalıştıkça Necip’le Suat birbirine bakarak gülüşüyorlardı. Havanın rakit olması onu kudurtuyor, artık akşama kadar rüzgâr için cihetler kollayarak sıkılıyordu. İki defa hava yarı yolda, öğleye doğru kalmış olduğundan saat yedide yemek yemişlerdi. Süreyya buna bir özür bulmak için “Ne yapalım, her keyfin bir zahmeti vardır!” diye sade omuz silkiyordu. Bir defasında Suat da refakat etti fakat öbür günler sandal pek erken çıktığı için işini bırakamayarak gelemedi. Necip bir saat daha beklenirse onun da işi biteceğini görerek Süreyya’nın bunu yapmayışına taaccüp ediyordu. Geldikleri zaman Suat’ı dikişle meşgul, yemeği kendilerine muntazır bulurlar, yemekten sonra tekrar balkona çıkılınca Süreyya ancak yarım saat sabredilip nihayet sandalcıya işaret verir, Suat’la Necip kendisini alıkoymak isterler fakat muvaffak olamazlardı. Bir defa bin icbarla evde alıkoydular fakat o gün hep kotra ahıyla ofuyla geçtiğinden onlar da muztar kaldılar. “Ben sizin piyanonuza karışıyor muyum, siz de beni bırakın” diyordu. Süreyya çıktıkça Suat’la Necip ya karşıda seyran eden sandala bakıp konuşuyorlar yahut piyanoyla meşgul oluyorlardı. Bu haziran bade’z-zevallerinde sandal bahsinden girilerek afaki dolaşan musahabeler esnasında Suat’ın mekânet ve letafetine hayranlığı, tabiatındaki hilm ve sükûna meftunluğu takarrür ediyordu. Sonra piyano onlar için büyük bir eğlenceydi. Suat, Necip’in getirdiği notaları sabahları yalnız kalınca meşk ediyor, öğrenirse akşamları ona çalıyordu. Bazen öğrendim zannettiklerini onun yanında beceremeyince kızıyor, “Ben işte iki sabahtır sizin için uğraşmıştım” diye hırçınlanıyordu. Ballo in Maschera’dan bir potpuri vardı ki bazı parçalarındaki letafet ve halavete Necip doyamıyor, “Bunu bir sene mütemadiyen dinlerim” diye gülüyordu. Fakat sonra bundan derin bir surette mest oluyorlardı. Traviata’dan “Melek Kadar Saf”, Aida’dan “Ah Benim Kederim, Sana Merhamet Versin”, Faust’tan “Artık Geç Oldu, Adio!” parçaları böyle olmuştu. Manon Lescaut onları en çok meshur ediyordu. Üçüncü perdenin finali olan “Yok, Ben Çıldırmışım; Bak, Nasıl Ağlıyorum” parçası birçok tekrar ediliyordu. “Ah Manon!” diye Necip terennüm ediyor, piyano ağır ağır inleyerek onlara her şeyi unutturuyordu. Sonra şen havalar geliyordu. Traviata’nın medhali, Carmen’in marşı, dördüncü perdenin medhali Necip’i bayıltıyordu. “Ah Cavalleria Rusticana” diye yalvarıyordu. Fakat Suat bunun ancak Şarabiye’siyleLola’nın Şarkısı’nı kolay bulmuştu. Asıl büyük parçaları, sicilianasıyla intermezzosunu peşrevle dua parçasını tecrübe etmek istedikçe birbirine karıştırıyor, “Bir ay çalışmak lazım” diye tehir ediyordu. Buna mukabil kolay parçalar teakup ediyordu. Verdi, ikisinin de en çok tercih ettikleri yegâne bestekârdı. Onun için eserlerini perestiş ederek dinliyorlardı. Şimdi şimdi Puccini’yi de beğeniyorlardı. Suat bir sene Manon Lescaut’ya el sürmediğini söyleyerek gülüyor, “Hiçbir şey ummadımdı” diyordu. O zaman bu musiki merakının esasını anlatıyordu. Babasının kırkından sonra nasıl olup da bir Avrupa seferini müteakip viyolonsele merak ederek kızını nasıl uddan, kanundan men ile piyanoya çalıştırdığını anlatıyordu. Ve dışarıda köpüren rüzgârla perdeler oynarken güneşin verdiği ılık mahremiyet içinde, böyle asude ve mesut bu musiki sermestliği içinde unutuyor, kendini, dünyayı, her şeyi unutuyordu. Süreyya’nın avdeti onlar için bir işaret gibi olurdu. Hemen hazırlanırlar, gezmeye çıkarlardı. Suat gülerek “Dadı, sen de gel” der, fakat Behice Dadı yalıda beklemeyi tercih ederek “Siz gidiniz kızım. Haydi, Allah keyfinizi artırsın, efendilerim” diye çekilirdi. Artık bu hemen takarrür etmiş gibiydi. Her akşam Kavak yoluna çıkıyorlardı. Orada karakolu geçince küçük bahçeye girdikleri de oluyordu. Her zaman Süreyya kapıdaki levhayı gülerek okur, “Bahçe-yi letafet- nüma!” derdi. Burası Necip’in kavlince Boğaz’ın en latif bir mevkiiydi. O kadar ki başka her yeri unutuyordu. Burada öyle bir medd-i nazar vardı ki ondan daha muhteşem hiçbir şey olamazdı. Deniz ayaklarının altında bütün infialatıyla serilmiş, tebessüm eder, ufuk birbirlerini kovalayarak temevvüç eden tepe silsileleriyle mavileşerek dumanlanırdı. Kendi kendine istiğrap ediyor ve başka türlü izah edemeyince buna sadece bir aksülamel diyordu. Uzun müddet kalabalık içinde yaşadıktan sonra şimdi bu ihtiyac-ı sükûn pek tabiiydi. Bütün bir kış nihayeti acı bir kinle biten bir münasebetin peşinde Beyoğlu kasırgasının naçiz bir gubarı gibi olmuştu. Şimdi ruhunda, vücudunda sükûn ve ümid-i ihtiyaç vardı. Sonra buradaki samimiyet ve mahremiyet, bu ismet ve sükûn, bu yanlarında insanlığın fenalıklarından şüphe ettirerek onu unutturan sükûn-i melekane kendisini bütün levslerinden teşfiye ediyordu. İnsanlar hakkındaki tecarüb-i merdümgirizanesindeki şiddeti tamim ederek vasıl olduğu netayiç ona şimdi pek zalimane, pek kati görünüyordu. Böyle şeyler hakkında kati hükümler vermek kadar budalalık olmadığını teslim ederek o halini haksızlık addediyor, bütün Suat gibi ulvi kadınlardan kalben af diliyordu. Suat’ın safvet ve sükûnla dolu nazarı onu ağlatacak kadar müteessir ediyordu. Bütün çehresinde, dudaklarında, nasiyesinde öyle bir hale-yi ismet görüyordu ki evvelden beri bu şeylerle çok meşgul olduğu için olanca ehemmiyetiyle takdir ediyor ve “Herkes de benim gibidir değil mi?” diye tecrübekâr geçinenlere gülüyordu. “Hep kabahat tamim ve istintaçta!” diyordu. “Münhasır bir nazarla bakıp tamim etmek. İşte bir cinayet! Oh, beni affetsinler.” Sonra asıl bunun cezasını kendi çektiğini düşünerek kalben azîm bir ihtiyaçla ân-ı saadetin artık hululünü temenni ediyordu. Asıl mesele onun gibi bir zevce bulmaktı. Tereddüt ediyordu. “Nasıl, bu mümkün olur mu acaba?” Onun gibi biri, kendi şüphelerini, elan tedavi edilemeyen bütün Hep bu fikirle meşgul olduğu için bir akşam yine Büyükdere’den gelirken Süreyya bir vesileyle kendisine “Evet, evlenmeli azizim” deyince titredi. Sonra gülmeye başladı. Üç ay evvel izdivacın o kadar aleyhinde bulunan Necip, on altı yaşında bir mektepli gibi şimdi onu takdis ediyordu ve işte buna gülüyordu. Evlenmek şimdi ona bir büyük saadet gibi geliyordu fakat aldanmak, yanılmak zihnini tedhiş ediyordu. Suat gibi bir zevce tahayyül ederken, burada hep gözünün önünden bir namütenahi kocalı kadınlar alayı geçiyor, o zaman bir dakika yine eski Necip olarak omuz kaldırıyordu. Bu esnada bir gün, erken kalkamadığı için kendisini evde bırakıp gitmiş olan Süreyya’ya sureta darılarak, hakikat-i halde odanın müşemmes gölgesinde dikişiyle meşgul olan Suat’ın karşısında cigara içen Behice Dadı’nın yanında oturmayı tercih ederek uzanmış bakıyor, Suat’ın dikişini seyrederek bu sükûn-ı aileye meftun oluyordu. Suat ara sıra bir-iki söz söyleyerek, ikide birde başını çevirip dalgın gözleriyle sandalı arayarak dikişini dikiyordu. Arkasında ince siyah çizgili bir keten gömlek vardı. Saçları başının üstünde kestaneye yakın rengiyle dalgalanarak bir bulut gibi kümeleniyordu. Bu o kadar güzel bir levhaydı ki “Bişüphe dikiş kadınları güzelleştiriyor” diye karar verdi, eski Necip sesini işittirerek “Fakat düşündürüyor!” dedi. Evet, vakıa Suat dalgındı fakat ikide birde başını çevirip bakarken gözlerindeki endişe, sandalı görünce öyle bir sükûna tahavvül ediyordu ki bundan dalgınlığının sebebini anlamak kolaydı. “Ah ne kadar seviyor!” diye düşündü ve kalbi sıkıldı. Zira kendinin böyle bir zevcesi olsa bile, Süreyya gibi sevileceğini tayin edebilir miydi? Ve bir söz sırası düşünce ona söyledi. Hep izdivaç hakkındaki fikirlerini anlattı. Suat kendinden, onun kendine nasıl bir ilaç, nasıl bir kuvvet-i kalp olduğundan bahsetmek, “Peki, evleneyim ama bana sizin gibi, kendiniz gibi birini bulunuz” demek istiyordu. Fakat söz ağzında dolaşıyor, bir türlü çıkmıyordu. Sıkıldığına taaccüp ediyor, bunda bir mahzur görmemek istiyor, lakin bir türlü o kelimeleri telaffuz edemiyordu. Buna dadı bir mâni olamazdı, o dinlerken bile anlamıyor gibi bakardı. Hem ondan gizlemek için hiçbir sebep göremiyordu. Bunun için onun kendinde nasıl bir tebeddülü mucip olduğu, içinde yaşadığı azîm çölde kendisine nasıl bir vaha-yı ümit içinde olduğu bahsinde uzun uzun dolaştığı halde neticeyi söyleyemeyerek tereddüt etti. Suat bunları sakitane dinliyordu. Kadınlar hakkında Necip’in suizanlarına, şüphelerine gülerek “Ooo, hiç öyle değildir. Aman ne kadar aldanmışsınız!” diyordu. Onun tanıdığı kızlar vardı ki hepsini beğeniyordu ve böyle kolay beğendiği için Necip şüphe ediyordu. Suat nihayet “Söyleyiniz bakayım, nasıl bir kız istersiniz?” dediği zaman dondu kaldı. Omuzlarını kaldırarak “Nasıl olursa olsun” dedi, “asıl lazım olan halidir.” O zaman Suat tekrar sordu, tafsilat istiyordu. O halde ki nihayet mecbur olup “Sizin gibi olsun” dediği zaman Necip kendi de sebebini bilmeyerek kızarmıştı. Suat alelade sakin olan çehresi hafifçe kızararak sükût etti, sonra başını kaldırıp “Teşekkür ederim” dedi, “fakat iltifatı başka bir zamana saklayınız da...” O zaman asıl güç şey yapılmış olduğundan söyledi, evlenmekten çekindiğinin sebebi onun gibi bir kadına rast gelememek korkusu olduğunu anlattı. O söyledikçe Suat’ta mahcubiyet zail oluyordu, “Çok...” diyordu. “Çok, siz görmemişsiniz. Tabii göremezsiniz. Teveccühünüzü israf ediyorsunuz; neler var, neler.” Ve mahzun, boynunu bükerek tekrar ediyordu: “Neler!” Evet, neler vardı fakat işte Necip onların hepsini görmüş, ancak Suat gibi olursa yaşayacağına karar vermişti. Onun için bir kadın kadar düşünen Suat’ın bu husustaki sathi fikirlerine bakarak bunları bile onun hakkında beslediği güzel fikirlere yakıştırıyor, bir süs gibi telakki ediyor, “Fenalık görmemiş, levs bilmiyor” diyordu. Sonra anladı ki Suat “hali” sözünden zarafet ve nefaset anlamıştı. O zaman izah etti ve bu izahı uzun sürdü. Birer birer, vukuatla göstererek ondaki tabirin mefkudiyetinden “meleklik” dediği şeyleri anlattı ve bunun bir kadın için nasıl bir güzellik teşkil ettiğini, hilm ve sabrı, mihribanlığı sükûn ve tebessümüyle bir kadının nasıl daima şayan-ı perestiş olacağını tarif etti. Suat “Nasıl, bir kadını sabır ve tahammülü için mi seversiniz?” diyordu. Necip tekrar izah etti. Bunun kadınlığı nasıl tezyin ettiğini, sükûn ve tebessümün bitap ve makhur erkekler için nasıl bir kuvvet ve tesliyet olduğunu tarif etti. Bunu ancak yemek esnasında anlayabildi. Orada bu bahis bir daha Süreyya’nın yanında tekrar edildi. Suat izdivaç bahsini açmış, anlatıyordu. “Onun için müşkül!” diye karar verdi. Süreyya “Niçin?” diye sorduğu vakit Necip bir an “Benim gibi istiyor” diyeceğini düşünüp bilmeyerek kızardığı halde Suat bir müddet tereddütten sonra sadece “Pek müşkülpesent de...” diyebildi ve bu Necip’in kalbini bir müddet titrettikten sonra, o sözü Suat’ın ketm etmesi o kadar memnun etti ki bir saniye bütün ruhu haz içinde kaldı. Aralarında böyle bir şeyin bir sır oluşu onu o kadar mest ediyordu ki hep bunu düşünüyor, uzun uzun meşgul oluyordu. Fakat iki gün sonra bir şey oldu ki bütün sükûn-i ruhunu tarümar etti. O gün öğleden sonra üçü birden yine bahçeye gidiyorlardı. Bu, Boğaz’ın köşeleri bucakları dumanlarla dolup denizin hararetten bitap serildiği sıcak bir gündü. Ancak bahçede otururlarsa hararetin şiddetinden biraz kurtulacaklarını, orada biraz hava bulacaklarını zannetmişlerdi. Bahçenin yolunda yürürlerken karşıdan bir gencin geldiğini gördüler. Delikanlı bu kadar tenha bir yerde birisi hanım olmak üzere üç kişinin nazar-ı dikkati altında bulunmaktan mütehassıl gibi hafif bir sıkılarak geçti. Bu güzel, zarif, ince bir delikanlıydı. Geçince Süreyya, Suat’a “Bu kim Suat, tanıyor musun?” diye sordu. Kendisini birkaç kere daha gördüğünü zannediyordu. Ara sıra şurada burada rast geldikleri olmuştu. Hatta dün Necip yanlarındaki yalının iskelesine sandalla çıkarken görmüştü. Birden tahattur ediyordu kibir gün vapurda rast gelmiş ve onun, vapur Yenimahalle’den kalkıp aşağı doğru dönmek üzere Pazarbaşı’na takarrüp ettiği zaman, yalılara pek dikkatle bakması nazar-ı dikkatini celp etmişti. Necip bunlarla meşgulken Suat Süreyya’nın sualine “Bilmem!” diye cevap verdi ve Necip’e bu mülahazalar arasında bu çocuğun her gün karşılarına çıkmasının ehemmiyet vermeyerek sebebini ararken öyle geldi ki Suat bu sözü söylemek için bir an tereddüt geçirdi. Ve bu kâfi geldi. Bir anda, o zaman bir saniyede eski Necip, şüpheli, asabi, muzlim Necip tekrar uyandı. Kadınlardan öyle hıyanetlerle, öyle aldatılmış, bazılarını o kadar istihfafla aldatmıştı ki şimdi kalbine bir yılan girmiş, Suat’tan başka hangi kadın olsa şüphe edecek bir kabiliyet kesp etmişti. Hatta ona bile, mahza şüpheye terk-i nefs etmekteki itiyat ve meclubiyetiyle, Suat için bile kendi kendine “Sakın...” diyordu. Süreyya’nın suali, gencin telaşı, Suat’ın hafif bir tereddütle, serairle nemnak çıkan sesi, dudaklarını ıslatan tebessüm... Bunlar şüpheyi tahrik ediyorlar ve o zehrini kalbine isale ediyordu. “Ah ben budalayım, divaneyim” dedi; bunda hiçbir münasebet, bu faraziye için hiçbir sebep yoktu. Kendinden bir ikrahla kaçmak isteyerek “Hem mümkün değil, mümkün değil!” dedi fakat eline geçen her naçiz sebeple icad-ı âlâma o kadar alışmış, onu öyle bir zevk mertebesine çıkarmıştı ki faraziyesini mümkünmüş gibi tasavvur etmeye koyuldu. Bu evvela yavaşça sokularak, nevazişlerle, ricalarla dinlemeye icbar ederek gayriihtiyari varit olan bir sürü suallerle başladı. Bunlar öyle şeylerdi ki dinledikçe düşündürüyor, şüphe etmek mecburi oluyordu. Ve şüphe gelir gelmez, sade bir ihtimalle takarrür eden bu faraziyeyle bir azab-ı ateşin içinde yanmaya başlıyordu. Suat’ın başka birini sevmesi ihtimalinin, onun safvet ve ismetinden hasıl olan bu şüphenin zehirli tırnakları vardı ve bunlar dokundukları yeri ateş gibi yakıyorlardı. “Ya öyleyse, Yarabbim, ya bu sahihse?” diyordu. Bu ihtimal onu sahihmiş gibi mustarip etmeye başlayınca Suat hakkındaki emniyetinden bilmeyerek uzaklaşmış oluyordu. Ona bakarak bu gözlerin, bu dudakların böyle mülevves hıyanetlerin kadını olmadığını düşünmek, Suat’ın bütün o kadar zamandır hayran olduğu melekliğini tasavvur etmek istiyor, “Nasıl olur, başkaları için peki fakat onun için kabil değil” demeye uğraşıyordu. Onun her günkü hayatını göz önüne getirerek bu hayatta öyle ihtimaller mevcut olmadığını tekrar ediyordu. Fakat o sualler, o hain sualler tekrar kulaklarına, tekrar ruhuna sokuluyor, tevali ediyordu. “Kadın değil mi?” diyordu. Onları ne zaman insan kâfi derecede anlamış, tanımış olurdu? Öyle olmasına ne mani vardı? Zahirî bir sebep, bir işaret yoksa bile herkes bilmez miydi ki kadınlarda böyle şeyleri gizleyebilmek için ne hain kabiliyetler, suhuletler, ne muvaffakiyetler vardır! Sebep, lakin kadınlara hıyanet için sebep sormak kadar budalalık olur mu? Bu onlar için bir ihtiyaç, aldatmak, hıyanet etmek, tabiibir vazife-yi hayatiye gibi değil midir? Ah, onlar böyle levslerle aldattıklarına, kendilerine, büyük, temiz ruhlarına aldananlara acaba nasıl bir nazarla bakarlar, Yarabbim! Bunlara bir cevap lazımdı. Bu cevabı aradıkça hatta Suat’ın hayatında bile böyle bir harekete kabiliyet buluyor, kadınların gayr-i mantıki, muamma oluşları onu sebepler icadına sevkederek artık vakalar uydurmaya başlıyordu. “Sahiden böyle bir şey olsaydı?” diye yanarak tasavvur ederken, delikanlının evvelden verilen haberler üzerine orada burada karşılarına çıkması, hatta bugün Suat’ın kendilerini buraya getirmesi de belki hep onun için olduğunu düşünmek onu harap ediyordu. Ah hepsi mi, hepsi mi öyleydi? Hepsi mi kadındı? Onun da böyle bir şey yapması, yapabilmesi mümkündü, öyle mi? Birçok zaman kendisi için “kadın” kelimesi sade saçma, hain, kuş beyinli manalarına gelmişti ve şimdi tekrar kadın kelimesini o manada kullanınca bunu o kadar zaman hayran-ı ismeti olduğu Suat’a tatbik etmek ona acı, pek acı geldi. “Kabil mi Suat, sen, sen de böyle şey yapar mısın? Sen de mi çamursun, Yarabbim, sen de mi Suat?” diye sormak istiyordu. Ve bunun böyle olmaması için bir sebep bulamayışı, kendini temin edemeyişi pek fena geliyordu. Ah ne kadar yazıktı! Bu kadar güzel, temiz, büyük bir ruhun da esir-i hevesat kalıp düşmesi, çirkinleşmesi, kirlenmesi ihtimali... Ah, ne kadar yazıktı! Niçin böyle oluyordu? İnsanın hayatını temizliği, safveti, ismeti için feda edebileceği bir kadın bulmak ne kadar güç olduğunu düşündükçe kalbi ağlayacak kadar derin bir acıyla sızlıyordu. Sonra Süreyya’ya bakıyor, onu bihaber, masum, şüpheden muarra gördükçe “Zavallı Süreyya!” diyordu. Her şey, bütün onların kâşane-yi saadeti, o kadar zaman nazarında büyüttüğü, taziz ettiği bu kâşane-yi iffet üzerine yıkılıyor, altında kalıyor zannediyordu. Zaten var mıydı? Bir kâşane, bir saadet, bir iffet var mıydı? Hiçbir yerde yoktu ve budala, bunun olmadığını, hiçbir yerde olmadığını bildiği halde burada var zannetmişti, öyle mi? İşte kendine bir ders! Fakat o bundan da istifade etmeyecek, ah, o hâlâ akıllanmayacak, hâlâ ruh-i şairinin sefil bir baziçesi olacaktı. Muhakkak diye kabul etmemekle beraber, esas kabul edilmiş gibi teferruatı düşündükçe, tecrübeleriyle bu teferruatı o kadar canlı, o kadar hakiki tasavvur ediyordu ki bunun hakikatine aldanarak şimdi esasa bile inanır gibi oluyordu. Suat için hiç aklına getirmediği bu levsler şimdi bir tesadüfle, bir ihtimal farzıyla, onun için de mümkün olduğunu kabul etmek mecburiyet-i elimesiyle ezilirken Suat “Ne oluyorsunuz, dalgınsınız Necip Bey?” dedikçe “Burası o kadar güzel ki insanı melul ediyor” diye cevap vererek “Nasıl mümkün olur ki bu saf ses başka birine hitap etsin ve bundan mesut olsun da bunu gizleyebilsin?” diyordu. Ve böyle, onların hayatını, Suat’ın kendilerinden gizlediği bir hayat-ı âşıkânesini varmış da kendisi bunun şahidiymiş gibi her türlü teferruatına kadar görür gibi, o hayatıonlarla beraber yaşıyormuş gibi oldukça, onlarla gizli mektuplar, haberlerle yahut vedada tekrarlarla, ricalarla titreyerek verilen kararlarına Süreyya ile kendinin nasıl oyuncak olduklarını gördükçe haykıracak kadar mustarip oluyordu. Suat’ın mahmum iştiyaklarını, ona aşkını göstermek için nasıl her şeyi feda etmek, her şeyi istihfaf etmek yeminlerini, titreye titreye nasıl beklediğini, nasıl aradığını gördüğü zamanlar nasıl mesut olduğunu, ona kalbinin nasıl bir hamle-yi saadetle atıldığını ve bütün bunlar içinde kendisinin nasıl hakir olduğunu, hiçbir mevkii olmadığını görüyor ve ölüyordu. Evet, ölüyordu. Evvela Süreyya’ya acımakla başlayan hissiyatı, şimdi kendinin de bir oyuncak olmasından galeyan etmiş, hırs, ıstırap, istikrah merhametsiz bir ateşle onu yakmaya, tehevvür ve gazap onu kudurtmaya başlamıştı. “Ah eğer sen de yalansan Suat, eğer sen de hainsen... O halde kime tutunmak? Neye inanmalı?” diye ağlayacağı geliyordu. Ah nasıl anlıyordu, iki aydan beri güya müşahede-yi vakayiye, tecarüb-i ciddiyeye mebni teessüs eden bina-yı felsefesinin, onu azîm bir nefha-yı tesliyetle teşfiye eden, yaşamaya cesaret ve ümit veren bütün tasavvuratının birden ne kof, ne gülünç bir surette vahi olduğunu nasıl anlıyor, onların enkazı altında nasıl harap oluyordu. Ah hepsi de boş, hepsi mi haindi? Demek hepsi bilaistisna hain olabilirdi? Her şey boş, hep felsefeler, itikatlar, meslekler, hepsi... Lakin bu kadınlardan bir tane bulmayacak mıydı ki bir ihtiyac-ı ulviye meftun ve meclup, muhayyel mealiye mütehassir, bu levslerden müteneffir, pak ve garra yaşasın? Hiç, hiçbir tane? Halbuki o bu imkânsızlığı kabil zannetmişti. Hayatın hatt-ı hareketine dahl-i küllisi olan efkârın ne kadar bizim ruhumuza uydukları, ihtiyaçlarımıza tevafuk ettikleri için hasıl olması ve nasıl işte sadece onun için doğru addeylediklerini tekrar teslim etmeye mecbur olması, dünyada sabit, mütevazin bir hakikat, bir fikr-i ulvi olmayıp zamana, mekâna, şahsa göre hep boş, hep bi-mana kalışlarını tekrar görmesi onu eziyordu. Suat’ı öyle görmüştü. Çünkü ruhunda öyle bir ihtiyaç, bir iştiyak-ı ismet vardı. Şimdi kendi büyüttüğü, kendi yükselttiği gaye-yi hayalinin ne kadar kendinden büyümüş, gayr-i mevcut, mevhum bir şey olduğunu görüyordu. Eve gidince demin bir ihtimal derecesinde kalabilen şey bir hakikat haline pek kolay girdi. Evin her günkü hayatında ancak şimdiki gözleriyle bakılırsa görülebilecek, bu fikir ve şüpheyi tesis ve takviye edecek şeyler görür gibi oluyor, her köşede bir zıll-ı serair var gibi geliyordu. Suat’ın hayat-ı ehliyesinde, işlerinde, gidip gelişlerinde, kayboluşlarında, evvelden bir mana verilmeyen fakat şimdi epeyce mana verilebilecek haller vardı. Yukarı hizmetini görür, oradan tedarik edilmiş bir Rum hizmetçi kız vardı ki böyle işler için yaratılmış gibiydi. Pencerelerde, kapılarda, odaların tenhalığında hep bu hayatı teshil eden bir tevafuk göze çarpıyordu. Kendinden iğrenerek fakat içi yandığı için arzusuna mukavemet edemeyip gizlice tecessüs ettikçe bir alamet, artık hiç şüpheye meydan vermeyecek, onu hakikatle ruberu tutacak bir eser görmekten bir raşe-yi hiras hissediyordu. Odasına kapanıyor, üzerine vazife olmadığı için ehemmiyet vermemesi lazım geldiğini düşünerek başka şeylerle meşgul olmak istiyordu fakat bir fikir onu gelip zapteden ve tatlı olduğu için terkedilemeyen, pek çok acı olduğu için o kadar tatlı gelen bir fikir vardı ki ona terk-i nefs etmemek elinden gelemiyordu. O delikanlının nazarıyla kendilerini görüyordu. Bu evvela o kadar kesif bir acılıkla kendini yaktı ki “Öldürürüm!” diye söylendi. Evet, kendinde o çocuğu öldürebilmek kabiliyetini görüyordu. Bazen bir avdet oluyordu, aynanın karşısına geçip elleriyle şakaklarını yumruklayarak “Suat, Suat... Lakin bu nasıl mümkün olur? Oh,değildir. Ben fena, fena bir adamım...” dediği oluyordu. Fakat Suat’a dikkat ettikçe onu tanıdığı gibi değil, pek başka türlü bir kadın görüyordu. Onun sükûnunda, hilminde korkunç fırtınaların rad ü berkini görür gibi oluyordu. Ve bu sinede sahiden müstesna bir kadın, bir fırtınalı kadın kalbi bulunup da böyle rastgele bir çocuğa teslim-i iradet edişini, onun için herkesi, her şeyi feda edecek bir hale gelişini, etrafı kırmızı görmeden düşünemiyordu. Ve biçare Süreyya, bihaber, saf, hep bunları yükleniyordu değil mi? Kendisi bile o kadar muşikaf, o kadar durendiş olduğu halde hiçbir şeyden şüphe etmemiş miydi? “Çünkü kadın, çünkü Delila!” diyordu. Çünkü bu iş için vücut bulmuşlar, çünkü kadınlık demek aldatma bilmek olduğu için ne kadar çok kadın olurlarsa, o kadar kolay aldatabileceklerdi. Ve Suat, Necip’in nazarında kadın, her manasıyla, her inceliğiyle, bütün şiirleri, bütün levsleriyle, her kabiliyeti, her temayülüyle kadın, en yüksekleri kadar büyük kadındı. Bari bir büyük, mukavemet edilmez, senelerin söndüremeyeceği ateşli bir rabıta olsaydı, bari böyle bir ateş özrü olsaydı. Hayır, öyle olamazdı. Buraya geleliden beri şu üç ay içinde böyle yapmak, bu meyl-i sefile ram oluvermekten başka bir şey değildi. Öbür gün akşamüstü, yine delikanlı sandalla yalının önünden geçiyordu. Necip odasından aşağı bakınca balkonda Süreyya ile Suat’ı gördü. Suat gayet tabii bir tavırla sandala baktı. Sandal uzaklaştıkça Suat gözüyle takip ediyordu. Çocuk ikide birde başını çevirip arkasına bakıyor, korkuyor gibi bir eser-i ihtiraz gösteriyordu ve perdenin arkasından bakarken, dalgın Süreyya’nın yanında, Suat’ın gözlerinde bir tebessümpervazını hissedince, zaten sıkılan, sıkılan göğsünde bir taharrüş duydu. Haykırmak, bir şeyler yırtmak, birini öldürmek ihtiyacıyla zebun, Fakat oradan ayrılmanın azabını teşditten başka bir şey olmadığını yolda anladı. Orada oldukça her şeye mani olmak, vücuduyla her şeyi muhal bırakmak, hiç olmazsa orada bulunup emin olmak ihtimali vardı. Şimdiyse bütün füshat-ı evhamına dalmış olduğundan her türlü tasavvurlarla gaybubetinden bile bir istifade olabileceğini düşünüyordu. Bu fikirlerle hayatı bir zehir oldu. Ne yapsa bu siyah fikirlerden nefsini kurtaramıyor, bunun kendi hayatına nasıl gaddar bir darbe olduğunu görüyordu. Artık ruhu harap, gıdasız, hayatını nasıl sürükleyecek, kendine nasıl bir guşe-yi sükûn bulacaktı? Artık hiçbir kadına itimat etmeyecek, hiçbir yemine inanmayacak, hiçbir göze aldanmayacaktı. Üç gün nerede ve nasıl yaşadığını bilmeyerek yandı. Dördüncü gün bir arkadaşının anlattığı hikâye üzerine, aklına Tarabya’daki otele gitmek geldi. Bu sene oranın pek eğlenceli olduğu temin olunuyordu. Fakat Süreyya’dan aldığı bir mektup bu kararını hemen icraya mâni oldu. Süreyya yazıyordu ki:
“Suat aklıma getirdi. Zaten erkeklerin bu hususta ne kadar ihmalci olduğumuzu tekrara hacet yok. Meğer bu temmuzun üçüncü günü bizim altıncı sene-yi izdivacımızmış. Bunun için küçük bir aile şenliği yapmak istedik ve aile efradından, düşündük düşündük, davet etmek için bir seni bulabildik. Anneme de haber gönderdim ama gelemeyeceğini biliyorum. Sana programı yazamayacağım, bu daha ziyade ümit verir de tehalük edersin.”
“Biçare Süreyya!” dedi; onu sandalıyla, programıyla, sene-yi izdivaciye masalıyla ne kadar gülünç ve bunun için ne biçare buluyordu! Lakin kendisi de gülünç, kendisi de biçare değil miydi? Bunun için evvela kendini bile aldatmak isteyerek, orada bulunup görmek, emin olmak, böylece azabını son dereceye getirmek zevki için koşmak isterken, sonra hemen o gün izin alıp doğru Tarabya’ya otele dönmeye ve bu işte kendine ait hiçbir şey olmadığı için artık düşünmemeye karar verdi. Suat’ı göreceği zaman kalbi çırpınıyordu. Onun berrak gözlerinin önünde bir ağlamak ihtiyacıyla ezildi. O bilakis şen, bugün için süslenmiş ve ah ne kadar güzel olmuş, anlatıyordu. Hanımefendi gelememişti. Hatta dadısını bile göndermemişti. Bugün Süreyya’nın geldiği vapurda beklemişlerdi. Bunun için sade üç kişi kaldılar. Süreyya ile Suat o kadar şen, o kadar mesut görünüyorlardı ki Necip karşılarında muhafaza-yı ubuset etmemek için yoruluyordu. Fakat yemeğin sonunda bir söz, bir hamlede içilen ve o anda hayat ve şifa bahşeden bir kâse-yi şifa gibi oldu. Bütün ıstırapları sönüp yerine azîm bir rahattan, emniyetten mürekkep bir huzur ve tesliyet geldi. Süreyya Suat’ın kabahatlerini tadat ederken birdenbire “Ha, asıl büyüğünü unuttum. Bilsen Necip, Suat artık esrar kumkuması olmuş. Meğer benden neler gizliyormuş” diye anlatmaya başladı. Bu Suat’ın keşfedip kendine söylemediği bir komşu muaşakasıydı. Vakıa Süreyya da bunu biraz şüphe eder gibi olmuştu. Bir delikanlının buralarda çok dolaştığını fark etmişti. Necip iptida kendi kendine, Süreyya’nın şüphesi üzerine uydurulan bir hikâye dinliyorum zannetti fakat bir gece uyumak üzere bulundukları bir zamanda peyda olan bir gürültüyle nasıl korktuklarını Süreyya anlatınca artık şüphesi kalmadı. Bu oğlu dışarda olan bir kayınpederin gelininin sevgilisini pencereden mektup verirken görmesi üzerine hasıl olan şamataydı. Süreyya katılarak anlatıyor, Suat’ın bunu çok evvel keşfetmiş olduğunu söyleyerek çatalını kaldırıyor, “Görüyorsun ya, benden gizlemiş” diye şikâyet ediyordu. Fakat Necip dinlemiyordu. Nagehani bir tecavüzle başına hücum eden kandan boğuluyorum zannediyordu. Bu, tahammülünün fevkinde bir meserret oldu, deli gibi söylenmeye başladı. Kalbini tutarak “Değilmiş... Değilmiş... Şükür Yarabbi!” diyordu. Kendi kendine “Ah canavar! Ah haydut!” diyordu, “Suat, Suat, ah beni affet. Fakat hayır etme; bilsen etmezsin, bilsen benden nefret edersin. Ben dünyanın en temiz meleğinden şüphelendim” diyordu. Birdenbire karşıdaki aynada kendisini gördü. Mütegayyir çehresinde gözleri o kadar garip bir nazarla bakıyordu ki durdu. Bu gözler sanki aynadan kendine “Niçin?” diye bakıyor gibi geldi. Evet, bütün bu ateşlerin, kıskançlıkların sebebi neydi? Hem gayr-i müesses, gayr-i müspet olarak? Sonra, onun ismini söylerken, böyle, sadece “Suat” diye söylerken bu zevk-i azîm, bütün bu heyecanlar niçindi? Gözleri camit, karanlık, bakıyordu. Bir an oldu ki aynadan kendine bakan gözlerinden korkarak geri çekildi. Sapsarı olmuştu. |
0% |