Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@mehmetrauf

Bundan sonra geçirdiği günler, birkaç günün kâbusundan sonra birçok senelerden beri tanımadığı bir hayat-ı inbisat oldu. Sükûn ve rayiha içinde denizle, semayla yaşayarak, kendini gittikçe daha çok deraguş eden bu mahrumiyete teslim-i nefs ederek, bütün ihtiyarı bir incizapla yapılarak, günlerin tevalisine bigâne kalıyordu. Sabah seferlerinin, kotra gezmelerinin, rüzgârın, güneşin yorduğu vücutları, denizin terennümatının uyuşturduğu asapları, hararetten kamaşan gözleriyle eve avdet edince oradaki hab ve zılal, midelerine o hazırlanmış yemek, kendilerini bekleyen tebessüm bir marize bir şifa gibi oluyordu.

Öğleden sonra ara sıra rüzgâra bir atalet geldikçe bu temmuz sıcaklarında üçü birden balkonun koltuklarında yastıklara gömülerek uyuklarlardı. Necip artık burasını kendi evi gibi telakkiye mecburiyet görmüştü. Bu tarafı
bırakmamak için Tarabya’da otele inmek istiyordu. Orasının medhini işite işite arzu hissediyordu fakat Süreyya’nın mevsimi beraber geçirmek teklifi bu haber üzerine o kadar musir ve muannit oldu ki kabule mecbur kaldı.

Behice Dadı bu tembel saatlerinin bazen bir eğlencesi oluyordu. Kutusu, kibriti, tablası elinde gezerek gelir, kendine ikram edilen koltuğu bırakarak yerde bir küçücük mindere yerleşerek cigarasına dalardı. Süreyya “Fayrap başladı!” diye tutturdukça o da “Ya sizin dan dun hiç bitmiyor mu?” diye piyanodan şikâyet ederdi.

Suat her gün uğraştıkça parmakları maharetini buluyordu. Azıcık otursalar, biraz sükût devam etse Necip bir nazar-ı istirhamla Suat’a bakar, o hemen kalkarak latif tebessümüyle “Hangilerini bakalım, bu gece?” diye sorardı. Böyle diye diye hemen bir sıra hasıl olmuştu. Birine birçok zaman meftun olduktan sonra onun ihmal edildiği oluyordu fakat henüz yeni gelen havaların hepsi dinlenmemişti. Necip bunlar için rica ediyor, Suat vakit bulamadığından şikâyet ediyordu.

Onlar piyanoda meşgulken Süreyya da dadıyla alay eder, erkekler cigara dumanlarında dinlenerek sükût ederler, ara sıra artık sabredemeyerek kaçmak isteyen dadının teşebbüsü Süreyya’nın men edişi hepsini güldürürdü.

Necip burada öyle saniyeler geçirdi ki hiçbir vakit unutamayacaktı. Musiki ruhunun bütün kabiliyet-i pervaz ve iştiyakını tahrik ediyor, onu ihtiyaçlarla, sevda ve feda-yı can ihtiyaçlarıyla, tatmin edilmesi muhal olduğu için tatlı başlayıp galeyan ettikçe elim olan ihtiyaçlarla boğuyordu.
Ekseriyetle bu bir hüzünden ziyade bir iştiyak, bütün ele geçmeyecek güzel şeylere meshurane bir incizaptı.

Sonra teşekkür için yanına gittikçe bazen gözleri notalardan Suat’ın ellerine, oradan çehresine insibab ediyordu. O zaman bu ellerin nesc-i haririsi, bu çehrenin sükûn-i melekanesi, bir katre-yi musikiyle meşbu-i şiir olan gözlerin siyah ve mahmur nazarı onu bir an düşündürerek aklına kendi izdivacını getiriyordu. Ona baktıkça, onun gibi bütün hülyalarına muvafık birini bulmak muhalini meyusiyetle düşündükçe Süreyya’yı bu kadar saadetinden dolayı tebrik ediyor ve onun kadar bahtiyar olamayacağını hatırlayarak içi eziliyordu. Onda o kadar mükemmeliyetler görmeye başlamış, muhayyilesiyle onları o dereceye getirmişti ki bu nefis kadının karşısında, bu dudaklardaki hatt-ı sakin-i ibtisamın, bu gözlere ara sıra gelen neşe-yi sualle pür halecan safvet-i şuhanenin huzurunda ağlamak istiyordu. Ah, Süreyya’yı ne kadar bahtiyar buluyordu ve buna mukabil kendine kim bilir nasıl bir kadın rast gelecekti? Lakin evlenecek miydi? Bu artık iyice mukarrer miydi? Onun gibi birini bulmak muhal olunca niçin evlenmeliydi? Ve onun gibi olsa diye düşünürken bir an oldu ki “Ya o rast gelseydi...” diye düşündü. Bu o kadar şedit ve elim bir heyecan oldu ki “Ah, o benim olsa ölürdüm!” diye inledi.

Bir müddet bu fikri terk edemedi. Bu onu zapt ve teshir etti. Suat onun olsaydı... Bunu düşünerek kendisi için bir hayat tanzim ediyor ve bu saadete hayalen bile tahammül edemeyip elim, zebun bir incizapla bitap kalıyordu. Onun hayatına karışarak yaşayacağı anları, onunla birlikte geçecek günleri, onun ömrüne sahip olarak, ona herkesten daha yakın olarak yaşayacağı hayatı, onun kendine muamelesi bir zevç gibi muamelesi... İşte bunlar onu öldürüyordu. Suat kendine de Süreyya’ya hitap ettiği sesle, ona baktığı nazarla, onu sevdiği muhabbetle sevse, baksa, söyleseydi Yarabbi... Bu fikri tamik edip saatlerce düşündükçe harap oldu kaldı. Evvela sahiden öyleymiş gibi aldanarak mest ve mahmur kalıyordu. Sonra Suat’ın samimi hitaplarında bile hayalindekinin yanında nasıl bir bigânelik olduğunu görerek içi eziliyordu. Bazen o sesle, “Necip” diye sade ismiyle çağrıldığını işitir gibi olurken Suat’ın kendine hitap edince sakinleşen sesinin “Necip Bey” deyişi onu öldürüyordu. Süreyya’ya bakarken pür şefkat olan nazar kendine initaf ederken o kadar gayr-i mahsus bir an içinde sanki kesb-i cemadet ediyordu.

Halbuki kendi ağzında sade onun ismi vardı fakat resmi olarak “Suat Hanım” değil, “Suat” “Suat”, fısıldayarak, ah ederek çıkan “Suat”, söylerken meserretle yalvaran, şükran ve saadetle, hararet ve iştiyakla yalvaran bir “Suat” ismi vardı ve ruhu onu bu hitaplarla deraguş etmek hararetiyle yanarken ona kemal-i sükûnetle hitap etmek bir eza oluyordu. Böylece kendine hitap edemedikçe o ismi kendi kendine söylemeye, ona yalnızlıklarda hitap etmeye başladı. Bu memnu bir şeyin gizlice yapılması saadetiyle onu mest ediyordu, dudakları daima titriyor, daima o isimle titriyordu. Odasına kaçıp binlerce kere “Suat... Suat...” diye ah ettiği oldu.

Sonra birden korktu; nasıl bir giriveye girdiğini, bunun bir cinayet olacağını gördü. “Son günlerde çok meşgul oldum... Onun tesiri. Geçer” demekle beraber yine bunun ne kadar ehemmiyetli olduğunu inkâr edemiyordu. Fakat fikrinin elinde o kadar esir-i bitaptı ki bu zevkinden mahrum kalmaya tahammül edemiyordu. Bunda onu mest edip ihtiyarını bayıltan bir cazibe, bir saadet vardı ve kendi eliyle saadetini reddedecek kadar faaliyeti, ruhuna o kadar tahakkümü yoktu. O ruhuna hiçbir zaman tahakküm edememiş, her zaman onun elinde bir oyuncak olmuştu. Böyle birçok mahmum iştiyak zamanlarını tahattur ettiğinden “Bu da onlar gibi geçer” ümidindeydi. Bir de hiçbir veçhile bunun fiile müncer olmayacağını, sade arzu ve hasretinden ibaret kalacağını biliyordu. Ona şiir ve sevda daima, daima bir iptila lazımdı. Hiçbir kadını sevmediği zaman sevmeyi sever, bunun için daima kadınlığa müptela bulunurdu. Birçok kadınlara böyle namus ve iffetin yahut adem-i imkânın iskat ve nihayet mahvettiği temayüllerle haftalarca mahmum kalmıştı.

Kendinde asla fikr-i hıyanet, şaibe-yi maddiyet bulmuyordu. Güzel bulmadığı vasıtalarla maksadına nail olmaktan nefret ederdi. Halbuki bu arzusunun vücuduna mustarip olmaksızın tahammül edemezken onun en ufak bir tezahürüne hayatını feda eder de yine razı olamazdı. O sade bir esir, ruhunun esiriydi. Esir-i ihtiyacı, fikrinin esir-i incizabıydı. Bugün Sürey‑ ya’nın müdafaa-yı namusu için, Suat’ın ismeti için kendinde nefsini en büyük tehlikelere ilka etmek kabiliyetini görüyordu. Ve işte bunun için, yalnız ruhen müncezib olup maddiyetten külliyen mütecerrit olduğu için bu arzusunu bir hıyanet addetmiyordu. Düşündükçe Suat’ı değil, onun ruhunu, sade ruhunu sevdiğini görüyordu. Bu büsbütün başka bir aşk, yeni bir aşktı. Onu ele geçmeyecek, temellük edilemeyecek, binaenaleyh başka hiçbir kadında bulunamayacak şeyleri için, rayihası, nazarı, tebessümü için seviyordu ve bu rayiha sinesinin nefesiymiş kadar cansuz, nazarı o kadar pak, tebessümü o derecede masumdu ki bu sakit ve hürmetkâr perestişten, bunlara karşı kalbinde hasıl olan perestişten men-i nefs etmek kail olunacak bir fedakârlık değildi. Onun için bu bir nazar için hayatlar verilecek pak ve mesut bir iştiyak-ı ruh oldu, ona o kadar cereyan-ı serbest verdi.

Fakat bu incizabın da tahakkümleri, hodkâmlıkları, hevesleri hasıl olmaya başlıyordu. Süreyya’yı Suat’ın maddiyatına malik görmekten müteellim olmak aklına gelmemişti fakat onun maneviyatına olsun malik olmak, sade kendi malik olmak gittikçe mukavemet edilemez bir arzu, bir ihtiras halini alıyordu ve bu ihtirastan keskinleşen dikkatiyle Suat’ın ruhundan bir zerrenin bile Süreyya’ya temayülünü hissetse, taharrüşlerle mustarip oluyordu. Bu bir kıskançlık mıydı? Dudakları bir takallüsle acılaşarak “O eksikti!” diyordu.

Aralarında Süreyya’nın iştirak etmediği yalnız bir musiki vardı. Bir gece kendilerini gaşyeden Ruy Blas’tan “O dolce volutta” düettosuyla sükûn-i leyl içinde nerede bulunduklarını unutacak derecede geçen dakikalardan sonra musiki bitmiş, dönmüşlerdi. Süreyya’yı koltukta uyuklar buldular. Necip taaccüp ediyordu. Suat sadece bir “Musikiyi sevmez ki...” dedi ve Suat’ın sesinde öyle acı bir esef hissetti ki bundan derin derin mesut oldu. Demek ikisi de sade bir şeyi seviyorlardı. Ve o kadar seviyorlardı ki onunla dünyayı, dünyanın her şeyini, hatta onu, Süreyya’yı unutuyorlardı. O zaman sade ikisinin ruhu yalnız, hemaguş dolaşıyorlar, orada yalnız kalıyorlar, Süreyya bile oraya gelemiyordu. O zaman musiki ona başka manalar, başka vazifelerle görünmeye, ruhların müellifi, kalplerin mülhimi gibi gelmeye başladı. O bir cihan, bir cihan-ı perestiş oluyor ve orada Suat’la beraber olmak, bu fena dünyada olmamışlarsa hiç olmazsa orada birleşmiş olmak, onu mest ve bihuş ediyordu.

Fakat bir gün “Ben ne yapıyorum?” demeye başladı. “Ah! Çünkü insanım, beşeriyet, adaliyet.” Lakin niçin bu fikirlere düşmeli, niçin elinde olmayarak nefret ettiği hıyanet ve levs âlemine girmeliydi? İçinde bulunduğu girivenin nasıl bir uçuruma müntehi olduğunu bazen onların yanında, Suat’a bakarken içinin nasıl “Seni seviyorum, seviyorum!” diye haykırmak için yandığını hissedip zebun kaldıkça inliyordu. Bunun fikriyat bertaraf edilirse, kanun-i beşeriyet nazarında nasıl hainane bir muamele olduğunu gördükçe ve çoğala çoğala bu ateşin nasıl iltihap kesp edeceğini düşündükçe iki muhal arasında çırpınmaktan mütevellit bir humma içinde kalıyordu.

Onda her meleke bir kere kesb-i faaliyet edince marazi bir tehalükle tezayüt ederdi. On beş gün mütemadiyen bu hissine esir olduktan, sairleri hep iskat ve imha edip yalnız onun hükümran olmasına, her türlü vesvese ve endişenin susmasına o kadar alıştıktan sonra şimdi havf ve telaşa o kadar zebun oldu ki bu kendini kendinden nefret ve istikraha sevk ederek perişan ve tebah etti. Birden uçurumun zulmet ve ateşine düşmüş kalmıştı. Onun bütün levslerinde boğuluyorum zannediyordu. Nasıl muhiş bir çaresizlikle, nasıl avdet ihtimalinden mahrum bir yeisle düşmüş olduğunu anlıyordu. Bu sırf esiri olduğu için bir fenalık melhuz olmadığını, niyetinde fesatlık bulunmadığı için korkulmayacağını beyhude temine uğraşıyordu. Bunların itiraf edilemeyecek, keşfedilse itham olunacak şeyler olduğunu reddedemeyerek “Ne yapmalı?” diyordu. Fakat kaçmak, bu çare-yi yegâne, buradaki hayat-ı sükûn ve incizabı bırakıp yine o kâbus ve izdiham içine girmek. Bu elinde olmayan, ihtiyarıyla yapamayacağı bir fedakârlıktı. Son tehlikeye kadar oturup sonra kaçmaktan başka çare yoktu. Halbuki hiçbir zaman tehlike o dereceye gelmeyecekti.

Bunlar tereddütleri, tereddütler düşünceleri mucip oluyor, gecelerini fırtınalı yapıyordu. Sabaha kadar uyuyamadığı bu gecelerden sonra tekrar görmek, tekrar onun afak-ı enzarında yaşamak, ne olursa olsun yaşamak ümidiyle her şeyi unutuyor, tuluyla beraber gelen bir sükûnla ona da kâbuslardan sonra sabah hafif sisli fakat saf ve berrak infilak ediyordu.

Bir karar vermeyi yine geceye tehir ederek sade halden endişnak, sade mahrum-i ihtiyar, sade müncezib kalıyordu. Onun sesini öyle bir dinleyişi, onun yürüyüşünü öyle bir hissedişi, onun gözlerinin önünde öyle bir yanışı vardı ki bazen şevk ve iştiyaktan, bazen yeis ve ibtiladan haykırmak arzularını güç yeniyordu. Onu evin her yerinde gezerken hissediyor, nasıl bir sükûn ve mülayemetle evin bir melek-i müvekkeli olduğunu takdir ediyor, takdis ediyor, sonra gelip Süreyya’nın yanına, gözlerinde bir nazra-yı ateşin-i irtibatla oturunca, gelirken kalbini hoplatan inbisat ve neşe kırılarak mecruh ve nalan kalıyordu. İçinden durup dururken “Senin, senin için, senin gözlerin için ölüyorum!” diye haykırmak isteyen arzuları iskat edip ona sükûnetle hitap etmek onu bitiriyordu. Birçok zaman pek betaetle teessüs eden aşkı bu safhaya girdikten sonra hatvelerini o kadar tesri etmişti ki bir kere kendi kendine itiraf ettikten sonra şimdi onu senelerden beri seviyormuş ve bunu biliyormuş zannedecek derecede aşkın ummanına dalmış görüyordu.

Ve bu tereddütleri zahiri kararlar, kararsızlıkları tehirler takip ettikçe günler geçiyor, İstanbul’a gitmeyeli yirmi gün oluyordu. Hakikat-i halde bu mücadelelerle beraber her gün kendini bir gün evvelden daha az emin bularak gittikçe iradetinin hastalandığından, gittikçe tehlikeye takarrüp ettiğinden endişe ediyordu. Sonra bir gün “Lakin mademki onun bir şeyden haberi yoktur, olmasının ihtimali de yoktur” dedi ve kendisini tatmin etti.

Zira o, Suat, hiçbir veçhile bu fikirlerden haberdar olmayacaktı. Onun nazarında bir raşe-yi nefret görmektense ölümü tercih etmeyi saadet sayardı ve bunu düşününce “O halde?” diye emin olmaya çalışıyordu. Fakat emniyet de, ıstırap da münhasıran hükümran olamayarak tevali ediyordu. Her şeyi unutup sade nefsine mağlup olduğu zamanlarda bile, artık her türlü vesveseden azade teheyyücatla mesut olması lazım gelirken içinin sıkıldığını, yine bir rahatsızlığın payidar olduğunu, küçük bir elemin evvela belirsiz fakat yavaş yavaş muannit ve muacciz bir ısrarla takarrür ettiğini görüyordu. Bu evvelden sade onu sevdiğini düşünmekle mesut olurken şimdi o saadetin de ne kadar öksüz ve naçiz oluşunu düşünmekten geliyordu. Onun da bu fikirlere iştiraki saadetini uzak ve muhal bir bahtiyarlık gibi gördükçe “Ah bu mümkün olsaydı... Hayatım bahasına olsun fakat mümkün olsaydı” diye söyleniyordu.

Bütün hayatı saniyelerine kadar Suat’a mevkuf ve münhasırdı. Gece uykularında ne görse, ne düşünse mutlaka ona ait oluyordu. Hatta başkalarını bile görse, sabah uyanınca onu görmüş zannediyor ve Suat’ı daima Süreyya ile birlikte görürken böyle hülyalarının keyfi yanı sıra ona sahip olmak bir saadet oluyordu. O zaman rüyadan hakikate dönmek azabı başlıyordu. Onu sahiden görmek arzusuyla bu azabı da seviyordu. Bazen aşağı inip beklediği halde onun henüz zuhur etmediği olurdu. O zaman mükâlemede dalgın, dinlediğine gayr-i vâkıf, söylediğini anlamayarak, perişan kalıyor, sonra onun takarrübünü, ayak sesini işitmeden hissederek, odaya girerken kızarıyor, kalbi çarpıyor ve onun hitabına karşı bayılarak kalıyordu. Söz söylediğini görünce, gözlerinin kendine initafını hissedince, kendini idare edememekten korkuyordu.

“Bir idaresizlikten bak ne oldu?” diye şimdiye kadar böyle olunca vakit geçtikçe bunun nasıl dehşetli bir hal alacağını düşünerek tehevvür ediyor, “Lakin bu sade bir hıyanet, en büyük alçaklık” demek istiyordu. Fakat ondaki muhtelif Neciplerden biri bunu söylerken bir diğeri gülerek “Bey tiyatro oynuyor!” derdi; bir diğeri ikisine de bigâne kalarak muhalif davranır, sade onu, saadetini, Suat’ını düşünürdü. Ve kendisi bu muhtelif şahsiyetlerin elinde oyuncak, sefil, şimdi buna şimdi ötekine münkad ve ram olarak, iradesiz, bir şey yapmak ihtimali olmaksızın gidiyordu. Ve korkuyordu. Ara sıra kendi zulmet-i ruhuna bakıp ne hainliklere kadir olduğunu görerek kendinden korkuyordu. Süreyya’ya baktıkça, onun emniyet ve muhabbetine karşı nasıl fikirlerle meşgul olduğunu düşündükçe onun hakikati keşfetmesi ihtimaline karşı ölümden başka bir çare görmüyordu. Başka hiçbir şey ona karşı hicabını mahvedemezdi.

O, Süreyya, her türlü fikir ve şüpheden azadeydi; zevcesine son derece emniyetle Necip hakkındaki muhabbeti birleşerek onu temin ediyordu. O sandalıyla, yelkeniyle, yarışıyla meşgul, rüzgâra rabt-ı hayat etmiş yaşıyordu. Dalgın mı, ciddi mi, havai mi olduğu fark edilemeyecek bir hali vardı. Evde kaldıkça Behice Dadı ile şakalaşarak, Suat’ı öfkelendirerek, Necip’in piyano çılgınlığıyla eğlenerek tembel bir ömür sürüyordu. Şimdi de bir balık merakı gelmişti. “Ah bir ay daha geçse, ağustosu da bir atlatsak” diyor, o zaman geceleri lüferciliğin doyulmaz bir eğlence olduğunu anlatarak şimdiden seviniyordu.

Suat’a gelince, o gittikçe elim olan garipliği içinde puyandı. Hayatın saadetlerinin nasıl gayr-i kabil-i tahlil ve his, nasıl gayr-i kabil-i idare naçiz şeylere merbut olduğunu, karşıdan muhakemesi pek kolay görünen fakat ellerinde nasıl oyuncak olarak kalınan şeylerle muhtel olduğunu görerek yeis-i azîmle şaşırıyordu. Yine aynı şerait dahilinde bir sene evvel hayatını o kadar mesut ve müreffeh görürken bugün tarif ve iraesi gayr-i kabil şeylerle gözleri açılıp hayatını görmek, ehemmiyet verilmeyip tevekkül gösterilecek yerlerde ciddi davranmak seyyiesiyle bir saadetin değil, her hayatta olduğu gibi saadet rengini muhafaza eden bir saadetsizliğin kurbanı olduğunu, hayatının artık fark edilen bu yarasıyla geçeceğini pek acı acı görüyordu. O gittikçe fark ettiği halde men etmek elinden gelmeyen bir öksüzlük içinde, asabiyetle hakikati fazla görerek yaşıyor, Behice ile Necip’in hayatlarında nasıl bir rabıta, yalnızlıklarına nasıl bir refik, eğlencelerine nasıl bir muavin olduklarını görüp “Demek onlar olmasa ben yalnız, yapyalnız kalacağım. Söz bulamayacağız, bütün bütün sıkılacağız, hayatımız tahammülsüz olacak” diye Süreyya’nın anlamayışını, her şeyi kendine bırakıp öyle havai şeylerle meşgul oluşunu affedemiyordu.

İşte dadısı da yarın öbürgün bağa gitmek istiyordu. Sonra Necip de gitmek isteyecekti. Hayatını onların zindanlarına vakfedemezdi ya! O zaman Süreyya daha sıkılacak, arkadaşsız, eğlencesiz, kim bilir ne olacaktı? O zaman artık yanına varılamayacaktı. Kendisi de bunların muavenetinden mahrum, refiksiz, istinatsız kalacağını, bugün her şeyi yaptığı ve arkadaşlar bulduğu halde böyle olunca, yarın onlarsız bütün bütün gıda-yı melal olup kalacaklarını düşünerek artık mücadeleden bitap, endişelerle zebun, her şeyi bırakmak, hepsinin içinde hüngür hüngür ağlayarak “Lakin halime bakınız!” demek ihtiyaçlarıyla muazzep oluyordu. “Beni mesut ve rahat görüyorsunuz değil mi? Fakat bakınız, işte ağlıyorum. Demek ki ne mesut, ne rahatmışım. Oooh, rahat değilim; hiç, hem hiç değilim. Saadet nerede?” Ve izahat vermek lazım gelince bir şey söyleyemeyeceğini, bir sebeb-i ciddi bulamayacağını görerek bunalıyordu.

Deniz mevsimi üçünün de hayatına yeni bir neşe serpti. Önlerinde bir deniz hamamı vardı ki evin sahibi burada kendi otururken çattırmış, sonra yıktırmamıştı. Yalnız bir kışın tahribini tamir etmek icap ediyordu. Süreyya denize
bayılıyordu. Necip zaten pek severdi. Suat ihtidaları pek telaş ve heyecan geçirmişse de artık alışmıştı. Yalnız dadı odadayken bile denizdeymiş gibi çırpınarak “Aman Allah esirgesin!” diyordu. Bin ibram ve ricayla onu denize götürdüler. Daha kapıdan karanlık bir gözle sulara bakıp titreyerek yalvarıyordu. Artık her sabah her akşam girmek bir âdet oldu. Ve sabahleyin uykunun rehavetiyle, akşam yorgunluğun tozuyla deniz asaplarına bir şifa-yı azîm tesiri veriyordu.

Necip, Süreyya’ya “Gel senin kotrayı şuraya sokalım da bari tehlikeden biraz masun olsun“ diyor, sonra gülerek ilave ediyordu: “Şaştığım bir şey varsa, o da hâlâ şunun sıkı bir sağnakla tepetaklak olmamasıdır.”

Ve Suat’ın korkan gözlerindeki karartıya bakarak “Yok korkmayın, korkmayın. İlk İstanbul’a gittiğim zaman Süreyya’ya bir mantar yelek alacağım. Ne olur ne olmaz. O zamana kadar da keramet sandalın” diyordu.

Süreyya kızar, sandalın bir yat, bir üç ambarlı gibi denize dayandığını, evvelki gün İstinye önünde bir yarışta küpeşteye kadar yattığı halde içeri bir damla su girmediğini, parası olsa satın alacağını anlatmaya başlardı. Bir gün Büyükdere’den gelirken yine bu bahis oluyordu. Sandalın Suat’ın hayatında bir küçük memnuniyetsizlik olduğunu anlayan Necip artık onu kendine müteveccih görmek için daima bu bahsi kurcalardı. Suat, iştirak fikrini nazarıyla söyleyip teşvik ederek sükût ediyor, sandal meselesinde Süreyya’nın böyle cevapsız kalmasını zevksiz telakki etmiyordu. Birden arabaları bir köşede durmaya mecbur oldu. Dört-beş araba birbirini takip ediyor, kalabalıktan bunun bir gelin alayı olduğu anlaşılıyordu.

Süreyya, Necip’in sözlerine cevap veremediğini görünce kurtulmak için bundan istifade etti:

“Senin nene lazım sandal mandal Allah aşkına! Sen kendi evlenmene baksana; sonra ihtiyarlayacaksın da... Bak, her köşede bir düğün var” dedi.

Ve bu söz Suat’ı da, Necip’i de hüzün ve sükûta sevk etti.

Necip gözleri önünden birer birer geçen arabaları görmeyerek teftiş ederken kendisi için evlenmek nasıl bir ceriha olduğunu düşünüyordu. Onun için izdivaç... Lakin bu hıyanetsiz mümkün müydü? Onun için izdivaç Suat’ın kendisini sevmesiydi. Onun o kadar güzel ve ateşîn olan gözlerinin itiraf-i meydanıyla mümkün müydü? Halbuki bu, bir ölüm kadar büyük bir şeydi.

Suat, o, bu gelinin şimdi ne kadar bahtiyar olduğunu düşünüyordu. Düşünüyordu ki bu gelin ne kadar bahtiyardı ve ne kadar bahtiyar olacaktı. Bir sene, iki sene, belki daha ziyade hayatı mesut ve şatır geçecekti. O zaman kendi ilk senelerini görüyordu. Bu günle mukayese ederek teellümle bu geline gıpta ediyordu. Kendini onun yerinde görüp gelinlik hissiyatını tekrar yaşayınca ağlamak arzusu duydu. Şimdi o zamandan ne kadar, ah ne kadar uzaktı! Artık avdet etmesi imkânsız olan o hayatı, hayatını gömmüş bir ölü haliyle görüp mahzun ve meyus kaldı. Niçin Yarabbim, niçin artık o hayat ölmüştü? Hem bir daha gelmeyecek surette... Niçin bir daha o mümkün değildi? Bir kere mi olacaktı? Böyle hayatı sevdiren, her şeyi güzel gösteren o hayat, o büyük neşe... Artık onlar gitmişti, öyle mi?

Bir zaman gelip sadakat ve muhabbetle beraber sevileni artık mesut edememek, ona kifayet etmemek fikri onu
telim ediyor, kabahati asıl kendine bularak ara sıra tuğyan edip Süreyya’yı haksız bulduğu için, kendi haksızlık ettiğini görüyordu. Sonra kendi de müttehem olmayıp kabahatin cereyan-ı ahvalde, idaresi kimsenin elinde olmayan hayatta olduğunu bininci defa olarak görüp anlamaktan mütehassıl füturla tekrar yaşamak, daha yaşamak arzularının muhali önünde yaşayıp geçmiş olmak, tekrar o genç kalple, genç emellerle o seneler gibi yaşayamamak azabıyla zebun kalıyordu. Demek bitmiş, onun için artık her şey bitmişti; demek artık katiyen karar vermek lazım gelecekti ki seneler, hep çoğalan bir melal ve füturla geçerek ihtiyarlık bir gün onu çürütecekti. Hem de yaşamamış olarak, henüz yaşamak üzere zannolunurken... Her şey bitmişti, öyle mi?

Sonra Necip’e bakarak düşünüyordu ki o önünde böyle birkaç sene-yi saadeti olan bir mahlûktu ve bunun için memnun oluyordu. Necip’e karşı hissettiği rabıta onun böyle bir saadete namzet olmasıyla kendisini memnun ediyordu. Fakat onun da korktuğu gibi bir zevceye düşmesi ihtimali fikriyle meşgul oldu ve bunu hüsn-i niyetle bertaraf edip zevç ve zevce onları uygun ve mesut görünce bir gün gelip onların emellerinin, arzuların gençliğini elden kaçırarak yorgun, melul kalacaklarını, rayihaları, renkleri, bütün feyz ve şetaretiyle cuşan olan baharın yerine bile mutlak bir gün renksiz bir hüzün ve kasvet kaim olduğunu, her şeyin mahva, intifaya mahkûm olduğunu acı bir yeis içinde hissetti.

Ve ilk defa burada gelen bu fikir, onu hiç terketmeyen bir müziç hastalık oldu. İlk zamanlar bunu tabii olarak düşünüp bu fikrin kalbine verdiği acılıkları katre katre tadarken, bir gün oldu ki yalnız kalıp rahat rahat onu düşünmek istemeye, hatta düşünmek için cebr-i nefs etmeye kadar vardı. Bu bir nevi bati intihar gibi, bir nevi zehirlenme gibi oluyordu. Her şeyin ilk mebzuliyet-i amal ve elvanından sonra tedrici bir intifayla hüzün ve melale, kasvet ve zulmete gidişi onu damla damla öldüren bir muhaddir gibi geliyor ve kendisi buna kurban olduktan sonra bunun sade kendisi için olmayıp böyle umumi bir kanun olduğunu görmekten acı bir tesliyet buluyor, garip bir mesti-yi füturla kalıyordu.

Öbürleri “Ne oluyorsun, dalgınsın?” dedikçe bir cevap bile vermeye lüzum görmeyerek dudaklarını “hiç” makamında bükmeyi kâfi buluyordu ve dikiş, düşünmeyi meşgale halinde gösterebildiği için artık elinden düşmez oldu. Maahaza herkesin kendi haliyle şu farkı vardı ki onun hayatının baharı geçtiği halde birçokları henüz ümit ediyorlardı. Onun için bahar-ı teehhül de başlıyor gibi geliyordu. Kendi bütün feyiz ve küşayişi hep o zamandan bed’ ettiği için şimdi Necip de ne kadar meyus ve merdümgiriz görünüyorsa görünsün evleneceği için onu yine mesut görüyordu.

Bütün bu fikirler arasında bir rakkas gibi kalbini havf ve füturla ezen kendi mukayese-yi hayatı daima
tekerrür ediyor, bazen namütenahi bir kasvet ve melal, sonra acı bir havf ve telaş, her şeyin, bütün emellerin, ümitlerin, şebap ve saadetin zalim bir taannütle mutlaka elden kaçacağını, işte elan kaçmakta olduğunu, bir şey yapmak ihtimali olmaksızın artık hayatının bitmiş olduğuna karar vermek lazım geldiğini görerek zebun kalıyordu.

Bütün bunlar tabii tebessüm ve nezaket altında gizlenmeye uğraşılan hunin mücadeleleri mucip oluyordu ki asabını daha yoruyor, uzun baş ağrıları, dermansızlıklar, hazımsızlıklar, hep birden neşesizlikleri mucip oluyordu. O hale geldi ki sade müfrit bir temarruz rikkatiyle tefriki gayr-i kabil anat-ı hayatını bin manayla tahlil etmek sebebiyle, ufk-i hayatında bir bulut yokken, asude bir ömür içinde bir kurban-ı alam olup kaldı.

Bunlar vakıa Süreyya’nın düz, meşgul gözünden kaçıyordu fakat Necip endişnak nazarıyla, rabıta-yı şeditesinin sevk ettiği meşguliyetle kederleri olduğunu görüp bir sebep bulamayarak azîm füturlar içinde fırtınalar tasavvur ediyor, bir başka erkek düşünmesi ihtimali ruhunu yakıyordu. O zaman Suat’ı hürmete layık görememekten korkuyor, onu mevki-i ulviyetinden sukut etmiş
görmemek için bunu düşünmemek istiyordu. Ve eğer Suat kendisi için bir his besleseydi, nazarında yine o mevki-i hürmette kalacağını görerek “Ah hodkâmlık, sanki böyle olunca başka bir şey mi yapılmış olacak?” diye gülüyordu.

Düşünüyor, düşünüyor, Suat’ın bu haline bir sebep arıyordu. Süreyya ile aralarındaki münasebatı tetkik ediyordu. Bunda vakıa eski itilafı göremiyordu fakat evvelden onların hayatına şimdiki gibi girmiş değildi. O zaman bile bu kadarcık ihtilaflar zaruri, tabii geliyordu. İki mizaç ne kadar mütevafık görünürse görünsün böyle geceli gündüzlü beraber geçen, senelerce devam eden beraberlik hayatında birtakım ihtilaflardan mustarip olmak mecburiyet tahtında geliyordu. “Bu mizaçlar ya ikisi de galip olup daimi bir mübareze halinde bulunur yahut biri diğerini esir-i hükmü eder.” diyor, bu esaretin ara sıra tuğyanları olsa bile Necip hilkaten hassas ve rakik olan Suat’ta bir hiss-i marazinin neseviyet delaletiyle nasıl ebad-ı mahufe alacağını keşfedecek bir halde olmakla beraber bu hiss-i marazinin ahval ve tabayiini tayin edemediğinden herhalde meçhuliyet içinde kalıyordu.

Bazen Suat’ı böyle ezilmiş tutan sebeb-i meçhule karşı gayzalud bir kıskançlıkla yoruluyordu. Bu kendisini her şeyden çok yıkıyor, ateşîn bir kin içinde zehirleyerek ihtizar içinde bırakıyordu. Bazen de Süreyya’ya bakarak ona sade Suat’ın zevci olduğu için değil, derin ve ateşîn olmayan tabiatı için de haset ediyordu. O her halinde düz, samimiydi. Fenalık düşünmeyerek, hatta birbirini nakzeden bazı şeylerinde bile samimiyet ve muhalesetle davranarak, yaptığı şey fena olsa bile etrafta hasıl etmek ihtimali olan tesirleri uzaktan evvelden göremeyerek, endişesiz, belasız yaşıyordu. Mutlaka faaliyeti bir şeye sarf etmek istenilen bir sinne gelmiş olduğu için o zamana kadar çoğu bir şey yapılmayarak geçen senelerin biriken temayülatı birden tezahür ederek onu böyle sandal gibi şeylere meftun tutuyordu.

Ona şimdi de bir kotra merakı gelmişti. Sandal artık kendine miskin görünüyordu. Tarabya’da olacak yarıştan bahsederken İngiltere’den gelme birkaç kotra sayıyor, bunları uzun uzun tarif ederek “Ah insanın öyle bir kotrası olmalı ki...” diyordu.

Sonra Suat’a dönerek:

“O zaman sen de gelirdin. İçinde kamaraları, yemek salonu, her şeyi var. Adeta bir gemi. İnsan karısını alınca kalkıp Marmara’ya çıkar. Mudanya, Yalova... İstersen Midilli, İzmir.”

Suat gülerdi:

“Devr-i âlem için çıksak nasıl olur acaba?” derdi.

Necip de söze karışır, gömüldüğü köşesinden “Yok, eğer küçük bir yat olsaydı...” şartını kordu.

O zaman uzak memleketlerden, uzak şeylere mahsus şiir ve aheng-i elvana meftuniyetle onların güzelliklerinden bahsederler, adaları birer birer geçerek İtalya sevahiline kadar uzaklaşırlardı. Kendilerini bir İtalya limanında gemilerinin zincir gürültüsü içinde tasavvur ederler, “Ah ne iyi olurdu!” derlerdi. Bunlara Suat da iştirak ediyor, “Bilmem ama yine deniz tutar mı?” diye Necip’e soruyordu. O daima böyle, daima Suat’la olabilmek saadet-i muhayyilesinin yanında bunun için hakkı, hayatının müsaadesi, o kadar saadeti olmadığını düşünüp “Lakin bu böyle ne olacak?” diye başını taşlara vururcasına meyus olarak muazzep ve ezilmiş kalırdı. Her gün ateşinin daha çoğaldığını, bir gün artık onun altında feryat etmek mecburi olacağını büyük bir endişe-yi hirasla görüyordu.

Süreyya bu haşmetlerin yanında pek miskin bulduğu sandalı için, Suat ise nerede olsa, nasıl olsa hayatının aynı tuhm-i harabiyle mahmul olduğunu düşünerek üçü de muhtelif şeylerden aynı melale düşüyorlar, muhtelif şiddetlerle böylece esir-i kasvet oluyorlardı.

Bazen geceleri de çıkıyorlardı. Suat dümene geçer, erkeklerden biri kürek çekerdi. Ekseriya birkaç sözle bozulan bir sükûtun devam ettiği bu seferlerde denizin, semanın, ehval-i sevahilin arasında, bazen mehtabın nurlarına, bazen zulmetin dalgalarına gömülerek, denizin bir kadın sinesi gibi pür rayiha ve bakir vücudunda, Büyükdere’ye kadar inerler, sonra avdet ederlerdi. Avdetleri sükûti, muzlim olurdu. Herkes fikir ve melalini yüklenerek odalarına çekilirler, birbirlerini ve kendilerini yorgun olmakla aldatarak melallerini böyle setretmiş olurlardı.

Fakat Necip gittikçe nefsine karşı idaresinde aciz kaldığını görüyordu. Zira onun rabıta-yı şeditesi bu hale geldikten sonra tahammülsüz bir meshufıyete müşabih hararet alıyordu. Onda bu kadar tenemmi eden bu incizap artık tegaddiye ihtiyac-ı şedit hissediyor ve ona, onun ruhuna hülul ihtiyacıyla tehalük gösteriyordu. Her zaman onun yanından ayrılmamak endişesi şimdi ona karışmak galeyanlarına müncer oluyordu.

Nihayet bu bir hezeyan-ı havas haline geldi. Bir gün geç kalkmış, deniz hamamına geçmişti. Çırpına çırpına koşuşan, çarpışan dalgalar, hamamın içinde büyüyen, akseden sesleriyle gayr-i muntazam bir hava çalıyordu. Vücud zevk-i memulün sevkiyle şimdiden bir rehavet-i latife içinde uyanır uyanmaz tekrar fikrini işgale başlamış endişelerinin dalgınlığıyla soyunurken, serin deniz havasının içinde birden ölüyorum zannetti. Etrafını onun rayihası sarmıştı.

Bu Necip’in Suat’tan malik olduğu yegâne şey vücuduydu. Bu kendisine daima sinesinin nefesi gibi gelmişti. Bu ne bir çiçeğin, ne bir yaprağın hülasa-yı ıtrıydı. Bu malum olan hiçbir kokuyu andırmaz cansuz bir rayiha, bir şey, bir nefesti ki Necip onun ruhunun rayihası zannediyordu. O kadar emsalsiz, o kadar samimi bir rayihaydı. Bunda Suat’ın bütün hafaya-yı mahremiyeti, bütün neseviyeti pür halecan bulunurdu. O kadar kadından, o kadar Suat’tan nebean ediyordu ve şimdi denizde bu rayiha ona bir vücut hararetiyle memzuç geliyordu. Tahassüsü o kadar şedit oldu ki vücudu titreyerek bitap kaldı.

Bu nereden geliyordu? Ondan evvel denize girmiş olduğu için mi kalmıştı? Denizin, rüzgârın telatumu bunu nasıl dağıtmamıştı? Ve suyun içine girdiği zaman şimdiye kadar bunu düşünmediğine istiğrap ederek, onun da burada, bu su içinde yıkandığını düşünmek bütün ihtiyarını helak ve zebun eden bir zaaf ve rehavete sevk ediyordu. Bulutlar içinde, sermest ve bihuş, kendini suyun içine bırakarak, nihayetsiz bir mesti-yi havas içinde onu burada, suyun arasında, deniz elbisesinin nim sakladığı omuzu, kolları, gerdanıyla görerek bayılır gibi kalıyordu. Bu hissini idame için gözlerini kapayarak suyun kendini nevazişleriyle sebh ettiren kuvvetinin üstünde sallanarak, mahmum, hayatından bihaber, medhuş kalıyor,
onu öyle görmeyi tasavvur ettikçe, kokusunu hissettikçe denizin içinde nihayetsiz âmaka uçuyorum zannını veren bir sarhoşlukla sersemleşiyordu.

Nihayet çıktığı zaman bu kendisini denizin delice bir tehalükle isteyecek, hâlî vakitlerini tenhalara kaçıp ona binlerce ateşîn hitaplarla, bu sefahat-ı tasavvuratla meşgul olmaya hasredecek hale girdi. Onu en ince, en mahrem kadınlıklarına kadar düşünerek, hararetinde, ruhunda ölüyorum zannederek “Ah ölsem...” diye saadetinin ancak o zaman tamam olacağına inanıyordu. Ve onun kokusuyla, yavaşça ona yaklaşıp ensesinden onun ıtır-ı vücuduyla sersem olduğu zamanlar, serapa sarsılarak ağlamak, boğulmak, düşüp ölmek ihtiyaçlarıyla, bunları yapmamak için cebr-i nefs azaplarıyla uğraşıyor, bir saniyede bin tahassüse, fikre, hayale esir olarak, bir işkence olan fakat onu yine mesut eden ihtilaçlara duçar oluyordu.

“Canım, bu ne kadar deniz merakı!” diyen Süreyya’ya “Bir sandalım var diye bütün denize sahip çıkamazsın ya!” diye latife ederken hakikat-i hali düşünmekten kendini men edemeyerek canavarlığına şaşıyordu. Zira onunla konuşurken, ona hitap ederken hakk-ı namusunu dehşetli bir cinayetle suistimal ettiği fikrinden katiyen muarraydı. Ve böylece kendisine herkesi cani demeye salahiyetleri olduğunu kabul ettiği zamanlardan bir fark bulmuyor, seyl-i tahassüsatına o kadar kapılıyordu.

Bu akşamüstü Tarabya’ya kadar gidip dönmek için çıkıyorlardı. Necip yalnızca inerken piyanonun üstünde Suat’ın şemsiyesiyle eldivenlerini gördü. Bir anda bu eldivenlerde onu koklamak emeline tahakküm edemedi ve titreyerek eğildi, bunları ağzına götürdü. Oh, her zaman havada olan bu rayiha işte şimdi elindeydi ve eldivenlerin nesci o kadar onun eli gibi nerm ve rakikti ki sahiden onun ellerini kokluyormuş gibi geliyordu. Bir an oldu ki bunları alıp saklamak ne büyük bir saadet olduğunu acı bir hasretle düşündü ve bir cinayet yapıyor gibi titreyerek, sapsarı, bunların birini cebine soktu.

Suat ikisini beraber diye aldığı eldivenin bir tane olduğunu ancak arabada fark etti. Aceleyle birini almış olmak ihtimalini başını sallayarak reddediyordu. Şemsiyeyle beraber ikisini de piyanonun üzerine koyduğunu ve oradan alırken piyanonun üstünde başka bir şey kalmadığına dikkat ettiğini söylüyordu. Süreyya “Belki arabaya gelirken düşürmüşündür” dedi. Necip bir ibzal-i kelamla Süreyya’ya bir şeyler anlatıyor, Suat’ı düşündürmemek için tuhaflıklarla birtakım sualler buluyor, onun dalgın düşünüşünden korkuyordu. Suat “Tuhaf, acaba ne oldu, besbelli öyle” dedikçe sanki eldiven cebinden çıkarak “Buradayım!” diyecekmiş zannediyor, yüreği hopluyordu.

Ve bu eldiven unutulduğu zaman onun yegâne malı, mal-ı kıymettarı oldu. O pür hayat bir el, sanki Suat’ın eli gibi geliyordu ve bunun eline malik olmak Necip’i saadetinden çıldırtıyordu.

Loading...
0%