Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9. Bölüm

@mehmetrauf

Suat başını dikişinden kaldırıp kapıdan giren Necip’e bakarak “Ooo, sizde bir hazırlık var!” dedi. Öbürü eldivenlerini giymekle meşgul, sakin göstermeye çalıştığı bir sesle “Evet, kaçıyorum” diye cevap verdi ve teessürünü göstermemek için birçok işler, gezilecek yerler, çoktan beri ihmal ettiği dostlara dair masallar söylüyor, mecburiyetlerinden bahsediyordu. Halbuki hakikat-ı halde burada kalmak için canını verdiği halde işte kaçıyordu. Zira artık burada yaşamaya sabır ve tahammülü, kuvvet ve metaneti kalmamıştı. Hele bu son hafta onun için tahammülün fevkinde eza veren bir hayatla geçti. Buradaki hayatının ihanet olduğunu kendine daima ihtar eden seda-yı derunu iskat etse bile artık gıdasız hayatı bir işkence olan incizabıyla, Suat’ın bir zaman kendini mest eden huzuruyla şimdi harap olarak, o kadar yorulmuş, ezilmişti ki artık bu gece sabaha kadar uyuyamayarak çektiği ateşler arasında kaçmak ona bir çare-yi yegâne-yi halas göründü.

Evet, ne olacaktı? Burada dursa ne olacaktı? Bu kati ve cevapsız suali belki bin kere nefsine irat etmiş, azap ve hıyanetinden başka bir şey olmayan bu hayatın sonu olmadığını daima düşünmüştü. Şimdi gittikçe elinden kaçan idaresinin, daima tezayüt eden sersemliğinin sevkiyle gayr-i kabil-i tamir bir şey yapmamak, bir bilmeyerek, bilemeyerek ağzından kaçıracağı söz, atfedeceği nazarla her şeyi keşfettirip haklı bir nefret ve istikraha hedef olmamak, o kadar saf ve temiz nazarı bir raşe-yi nefretle kendine matuf görmemek için bir çare varsa, kaçmak olduğuna karar verince rahat etmişti. Zira son zamanlar onun önünde, gözlerinin önünde dururken içinden kaynayan feryat arzularına mukavemet artık pek güç oluyor, bunun her şeyi göze aldıracak bir feveran oluvermesinden korkuyordu.

Evvelden, ta ilk günler aklına yine bu çare gelmişti fakat o zaman metanetine güveniyor, bu kadar zaaf ummuyordu. Hissiyatının mukavemetsuz letafetine esir olup tehirlerle, tedbirlerle kendini aldatarak oturuyordu fakat şimdi o zaman gibi hareketinin yalnız fenalığından korktuğu için değil, hissiyatının müheyya-yı feveran olup keşfolunacağından titrediği için kaçıyordu. Ve bu iki temayül arasında uykusuz geçen gecelerinde bin türlü kararsızlıklarla ezilirken daima idare-yi nefs etmek mecburiyeti onu hasta ediyordu. Uyuyamayacağını bilerek gecelerin takarrübünü artık muhakkak bir azabı bekler gibi haşyetle karşılıyordu. Evvela onu düşünmek, bir teferruda saatlerce kalarak bütün saatlerini ona hasrettiği halde bıkmayarak, zamanı kâfi bulmayarak düşünmek için, onun nazarlarını, sözlerini, tavırlarını, kokularını tahattur edip bu eldiveni koklamak için mesut olarak sabahlara kadar uyumazken şimdi artık bu saadet-i marizane evham ve tahayyülatla kaçmış, humma ateşlerinde sabahlara kadar çırpınarak zor yaşamaya başlamıştı. Ve gündüzleri onun bir raşe-yi buy-i neseviyetiyle ağlayarak, haykırarak “Lakin ölüyorum, kurtarın beni artık!” diyecek kadar yanarak geçiriyordu. Onun Süreyya’ya öyle bakışları, öyle hitapları oluyordu ki muhatabı için sakin bir kabule mazhar olduğu halde kendini kahrediyordu. Ah bunun bir tanesi için canını nasıl sevine sevine verirdi.

Adi bir hürmetin ne gibi safahattan geçip şimdi hayatında kökleşen bir aşk-ı azîm ve dehhaş olduğunu düşünerek kendinin bu kadar meyl-i iptilayla bu neticeyi anlaması, onun tevessüüne meydan vermemesi lazım geldiğini itiraf ediyor, “Evet, kaçmalıydım, kaçmalıydım!” diye yumruklarını kafasında sıkıyordu. Ve şimdi yalnız ondan değil, kendinden de kaçmak lazımdı. Zira ondan kaçmakla kendini ateşten kurtaramayacağını görüyordu. Nereye gitse, ne yapsa bunun mümkün olmadığını, onu unutmak için birçok günler geceler böyle uykusuz, mahmum, müzebzeb yaşamak mecburi olduğunu, hele bundan sonra ondan uzak, bin esef, bin azap içinde köpekler gibi sürüneceğini düşünerek “Cezadır, ah cezadır!” demek istiyor fakat önünde hayatı ancak ölümle kurtulmak kabil olan bir işkence gibi görünüyordu.

Bu hal içinde ara sıra boğazını yakarak gözlerini ıslatan yaşlar da vardı. Kendini böyle bir giriveye girdiği için pek zavallı görmekten, bu elim çaresizlik içinde medetsiz, ümitsiz çarpınmaktan mütehassıl yaşlar ki hep aksi olarak onların yanındayken gözlerini yakıyordu.

Bunun için balkonda kotranın flokuyla Süreyya atılıp “Ne? Kaçmak mı? Mümkün değil!” dediği, Suat hafif bir seda-yı esefle “Ama kabil değil... Şaka söylüyor, bizi korkutuyor” diye tekrar ettiği, kendi azimetinin onlar için adeta bir musibet gibi telakki olunduğunu gördüğü zaman hem Süreyya’nın iyiliğine hem Suat’ın sözlerine bakıp birden hüngür hüngür ağlamak, “Lakin bırakınız kaçayım Allah aşkına! Zira ölüyorum, burada sizin yanınızda ölüyorum” demek için şedit bir arzu duydu.

“Evet, bırakınız kaçayım” diyecekti. “Zira buradaki hayatım meşum bir şey oldu. Ben sefil, menhus bir adamım. Sizin bu kadar iyiliğinize karşı ben alçaklık ediyorum, fakat bilseniz ne zavallıyım.”

Ve zavallılığını kabil değil ispat ve izhar edemeyeceğini görüp meyus kalıyordu.

Süreyya kalkıp pardösüsünü elinden almak istedi; dikişini dizine bırakmış, kalkmaya müheyya duran Suat tekrar ederek “Mahsus yapıyor. Hiç yoktan böyle kaçmaya ne lüzum var?” diye istirham ediyor, o gözler kendine bu sefer sabit bir nazar-ı ricayla bakıyor ve baktıkça mukavemet edemeyip gidemeyeceğinden, “Peki, kalayım” diye döneceğinden, hatta kalmak arzusunun yavaşça büyüdüğünden korkarak, sebatta güçlük çekiyordu. Ve birden buradan, ondan, onun bu melek gözlerinden, bu peri sesinden cüda kalınca nasıl evladını gömmüş nineler gibi yanar bir kalple kalacağını hissederek bir derin sızı duydu ve pişman olarak kalbinin içinden “Ah, kal deseler...” diye inledi fakat o kadar ısrar onlara kâfi görünmüş, Suat “Bari yakındagelirsiniz ya?” diye sormaya başlamıştı. O zaman artık her şeyin bittiğini, katiyen gitmek lazım geldiğini görüp harap oldu. Onu bir daha görememek azabı, onun kendisi için ne kadar yabancı, rabıtalarının ne ehemmiyetsiz olduğunu, Süreyya onun zevci olduğu halde kendisinin ne kadar uzak bir adam olduğunu görmek hirmanı onu mahvetti. Gözlerini dolduran yaşları göstermemek için “Elbette, elbette, yakında...” diyerek döndü, kaçtı.

O kadar zaman Necip’e o kadar alışmışlardı ki bugün onun yokluğu ikisini de işgal etti. Birçok şey onu yâda vesile olacak bir hayat sürmüşlerdi. İkisinde de o olsa söylenecek sözler, o olsa söz söyleyecek fırsatlar oluyordu. Süreyya “İnsan gariptir, nasıl birbirine alışıyor” diyordu. Sonra yemekte “Biliyor musun, ben mahzun olmaya başlıyorum” dedi. Bu hüzün bir parça Suat’ta da vardı. Necip onların hayatını latifeleri, sözleri, refakatiyle işgal ve taltif etmiş, melallerinin refik ve tesellisi olmuştu. Bunu o gidince anlıyorlardı. Görüyorlardı ki o olmasa sıkılacaklarmış. Suat yalnız kalınca son zamanlarda kendini istila etmiş olan hüzün ve kasvete daha gömüleceğini ve bu hal ile Süreyya’nın daha sıkılacağını düşünüyordu. İki kişilik böyle bir hayat-ı sakit Süreyya’ya değil, kendine bile artık yorucu geliyordu. Artık o gömüldüğü büyük fütur içinde mücadele için de kuvvet bulmuyordu. Bir çare olmadığını bile bile uğraşmak, hayatlarını şenlendirmek için yorulmak artık elinde değildi. Sade kendinin bunlara vakf-ı zihin ve vücut edip Süreyya’nın bihaber çocuklar gibi yalnız oyunlarıyla meşgul olarak hiç ehemmiyet vermeyişine hiddetlenmeye başlıyordu. Evvelden onda her şeyi ninesine bırakan bir çocuk hali görür, bunu severdi. Şimdi bu hal onu gittikçe münfail ediyordu.

Sonra birdenbire korku geldi. Ona hayatlarından Süreyya’yı bıkmış görmek endişesi garip bir aksi tesir vererek sade Süreyya’dan değil, şimdi kendinden de korkutuyordu. Hep bunlar Süreyya’nın bıktığı için değil, kendisinin de bıktığı için gibi geliyordu. Hayatını söyleyecek, saadetle yaşanılacak bir hayat gibi görememek endişesi bir telaş oluyor, birkaç zamandır zihnini işgal eden şeyler gayr-i mahsus bir zehirle tesir ederek onu ne derece harap ettiğini gösteriyordu.

Bu, vukuunda evvel tahtülarz radlarıyla musibet-i atiyeyi ihbar eden bir zelzele hirası gibi oluyordu. Lakin önlerindeki hayatı, muhakkak felaketi görmemek için buna lakayt kalıp çocuklar gibi bugün yelkene, yarın ava, öbür gün balığa heves etmek için insan ne kadar insafsız olmalıydı? Bu her gün böyle geçe geçe artık bir gün zaman kâmilen geçmiş bulunacak, ihtiyarlık onu çürütecekti. Lakin buna tahammül etmek için insan ne olmalıydı? Bu hezimeti sükûn ve tahammülle şimdiden bile bile beklemek ona pek acı geliyordu.

O zaman hatveler tevali ediyordu. Hayatım ziyan oldu diyemiyorsa da ziyan oluyor hiss-i müthişiyle endişe-yi elimiyle zebun kalıyordu. Ve Süreyya’nın bunu fark etmemesi gitgide çoğalan bir infial tevlit ediyordu. Bu fütur ve hiddet buhranlarını nedamet ve girye takip ediyor, o vakit Süreyya’yı suçsuz görüp hakkındaki ithamları def ediyor, onun tarafından affedilmek ihtiyaçlarıyla ona sokuluyor, gözlerine dolan yaşları gizlemek için uğraşıyordu.

Ah o zaman bu kadının kalbinde nasıl bir bürkan-ı elem olduğunu hissetse, gelip gözlerine bakarak “Yine gidiyor musun?” diyen dudakların nasıl bir “Yok gitme, ölüyorum” diye ağlamak ihtiyacıyla titrediğini fark etseydi. Fakat hayır, o bu gözlerdeki meal-i endişeye, bu dudakları korkutan ateş-i istirhama bigâne, sade kendi fikriyle meşguldü. O kadar ki Suat içini yakan şeyleri anlatamamak ateşiyle bir imaya bile cesaret edemiyordu. Kaç kere “Lakin...” diye başlayıp bunları mümkün olduğu kadar anlatmak için hazırlandı. Bunların birçoğunda tabiatına külliyen muhalif olan uzun tevdiat-i iktidarsızlığı, diğerlerinde gülünç bulunulmak, tedavisiz bir surette reddolunmak, fikirleri istihfaf edilmek korkusuyla, saatlerce mücadelelerle beraber sükûta, kederlerini yalnız kendine saklamaya mecbur kaldı.

Süreyya’nın “Lakin sen ne oluyorsun Suat? Bir tuhaflığın var” dediği zamanlar oluyordu. O zaman söylemek arzusuyla kalbi çarpıyor, sonra tekrar cebr-i nefsle bir bahane bulup baş ağrısından bahsetmek için uğraşırken gürleyerek ağlamak arzularıyla pençeleşiyordu. Bunların böyle son derece şiddet kesp ettiği saatler olduğu gibi, hayatı geldiği gibi kabul ettiği zamanları da oluyordu fakat bir şey onu, hayatını muzlim ve meyus görmeye sevk ediyor gibi o zamanlar da “Lakin ben bedbaht değil miyim? Niçin böyle lakayt duruyorum?” diye mateme sevk-i nefs ediyor, tekrar onu bir zevk-i bibahayla işgal edip lezzetle zehirleyen fikirlere geçiyordu. Evvelden iş görürken bunları düşünemez, işini bitirince dalardı. Fakat sonra sonra adi işleri bile yaparken düşünmeye alıştı. Artık bu her kalıba, her renge girebilen bir meşguliyet-i fikriye, bir halet-i ruhiye oldu.

O zaman bir takım âdetler tevellüt etti. Musikiyi epeyce ihmal ediyordu. Gezmeye de hiç iltifat etmiyordu. Bir iki kere mahza Süreyya’nın teklifini de reddetmiş olmamak için kabul etti, çıktılar. Fakat Suat’ın dalgınlığı Süreyya’nın da sükûtunu mucip oldu. Eve sersem, yorgun avdet ettiler. Süreyya şimdi yarış için yelkende birkaç tamir yaptırmıştı. Evvelden pek beğendiği sandala şimdi kusurlar buluyor, bunların kabil-i tebdil olmayan şeylerine öfkeleniyordu. Artık epeyce fikrine koymuştu. Bir sandal yaptırmak lazım gelse, bunun için mukarrer bir planı vardı. Ve ara sıra, herkesi de kendi gibi aynı şeye meraklı düşünüvermek safiyetiyle, uzun uzun Suat’a bunları anlattığı oluyordu. Suat bunları dinlerken Süreyya’nın yüzüne bakıp söylediklerini asla duymayarak Lakin böyle bihaber, hep kendi havasıyla meşgul olmak için insanın ne olması lazım geleceğine tahayyür ederdi. Bunları gördükçe Süreyya’yı tanımayacağı gelirdi. Ona yabancı görünüyor ve hayret ederek “O kadar zaman ben bu adamı tanımayarak yaşamışım, hem de son derece yakın bir hayatla” diyordu. Pek zahiri şeylere aldanıp verilen kararların hayatımızda ne derin tesirler hasıl ettiğini, Süreyya’nın da her şeyi bilirim derken nasıl hiç beklemediği tabiatları çıktığını görüp “Ben onu bilmiyormuşum, başka bir adammış. Nasıl yaşadım Yarabbi, nasıl?” diyordu.

Sonra avdet, nedamet, tahtıe-yi nefs takip ederdi. Bunun hep yalnızlığın seyyiatı olduğunu gördükçe daha sıkılıyordu. Piyano çalmak istiyor, konuşmak için hizmetçiye sözler buluyor, komşularla rabıtayı düşünüyordu. Acaba Necip niçin gelmiyordu? O olsaydı kendilerine bir arkadaş çıkardı. Onun bir haftadır toplanmış hikâyeleri bulunurdu. Necip’in darılıp gitmesi ihtimali fikrini işgal ediyor, her türlü düşündüğü halde onun darılmasına bir sebep bulmuyordu. Fakat o azimetteki garabet nazar-ı dikkatinden dûr kalmıyordu. Artık usanıp gitmek de vardı. O zaman ona hak vermek istemekle beraber eğlendiği müddetçe istifade edip rahatı muhtel olunca kaçmasını bir kabahat diye görmek için bir meyl-i derun hissediyordu. Ah bu dünyada herkes kendini, sade kendini, hatta başkalarının zararına olarak kendini mi düşünürdü? Şimdi o kim bilir nerelerde, Süreyya işinde, dadısı bağda eğlenirken kendisini birinin olsun düşünmemesi, yalnız bırakması, merak etmemesi, anlamaması pek acı geliyordu.

Bu esnada bir gün Necip gelmişti fakat o da rahatsızlığından şikâyet ediyordu. Hiçbir yerden zevk almadığını söyleyip hayat hakkında pek bedbin görünüyordu. Artık usandığını, bunun evleninceye kadar böyle sürükleneceğini bile bile yaşamaktan artık bulantı geldiğini anlatıyordu. Suat aynı halet-i ruhiyede bulunduğu bu zamanda onun hayatın renksizliğinden, lüzumsuzluğundan şikâyetlerini memnuniyetle dinledi. Necip sekiz gün geçerek, perişan, kararsız, sefil, hiç niyeti yokken bir gün vapura binivermiş, her iskelede çıkmak arzusuyla mücadele ederek nihayet buraya gelmişti. Ve burada birden Suat’ın önünde bulunup, bu temiz gözlerin, bu biraz zayıflamış saf simanın huzurunda kendine açtığı korkunç yaranın bütün acısıyla ağlamak istemişti. Lakin onun bir kabahati yoktu. İşte Suat’a validesi gibi hürmet ediyor, işte Süreyya’yı kardeşi gibi seviyordu. Önünde kendi safvet-i ruhuna tahakküm eden bu levse karşı tuğyan ediyordu. Artık burada geçen o güzel günlerin bitmiş ve bunun kendi hıyanetiyle bitmiş olduğunu görüp “Ah insanlar niçin böyle fena olmuşlar? İyilik arzusuyla beraber bu fenalığın ne lüzumu vardı?” diye şikâyet ediyor, “Güzel ve ulvi bir kadının yanında insan her türlü fikr-i mesaviden uzak olarak niçin beyaz ve masum yaşamamalı? Nedir bu beşeriyetteki, umk-i mevcudiyetimizdeki taaffün, bu çamur, bu fırtına? Bu levsin safveti daima tekrar kalkmamak üzere cerihadar etmesi niçin?” diye inliyordu.

Fakat onun gözlerinin siyah, siyah ve elim nazarlarında kendinin ruhunu eriterek cezbeden bir güzellik, onu bir saniyede sersem ve bitap bırakan bir füsun vardı ki hatta buna mukavemet edememekten bile elim bir haz duyuyordu. Artık vücudu ruhunu alil edecek kadar bitab-ı mukavemetti. Mukavemet edememek ona son cazibe, son neşe gibi geliyordu. Arzu bütün melekatını zebun bırakacak dereceye gelmişti. Onun rayihasıyla ölmek için yanına sokulduğu oluyordu. O zaman müskir bir zehir istişmam ediyor gibi sararıp ölerek titriyordu. Ve deniz, bir kere girince terk edemeyecek kadar onu işgal ve cezbediyordu. Süreyya şikâyet ederek “Necip, hastalanırsın” dedikçe o “Ah hastalansam, bari onun için hastalansam...” diye düşünüyordu. Onun için ölmeyi tasavvur ediyor, son saatte onun da bundan haberdar olup melek gözleriyle geldiğini, başucuna gelip o “Biliyorum, benim için... İşte seni onun için seviyorum” deyişini işitir gibi oluyordu.

Ve onlar beraberken fark ettirmemek için o kadar şen görünüyor, sükût ve zulmete kapılmamak için o kadar şetaret ve neşe gösteriyordu ki Süreyya ve Suat kahkahalarla gülerek “Aman Necip Bey!” diyorlardı. Bunun için, iki gün kalıp üçüncü gün yine birden ısrarla kaçmak isteyince onlar için, hele yalnız kalmaktan korkan Suat için bu pek acı oldu. Necip’in ısrarına taaccüp ederek fakat tekrar bir gün için vaat almayınca bırakmadı. O zaman tekrar yalnızlık hayatı başladı. Karı koca bir daha gelince onu koyuvermemeye karar veriyorlardı. Suat onu işgal için sevdiği havaları meşk etmeye başladı. Cavalleria Rusticana’nın onun o kadar “Ah, Lola Biyanka!” “Sicilyana”sıyla, dua parçasıyla birçok meşgul oldu.

Ona haber vermeden bir gün bunu çalacaktı. Bunu şimdiden düşünerek onu mütehayyir edeceğinden memnun oluyordu. Necip ona bu operadan daima son derece bir meftuniyetle bahsetmiş, birkaç havasını terennüm etmişti. Ve bunu piyanosunda çalarken musikinin mişvar-ı enindarına kapılıp bütün ruhuyla onun meclub-i şiir ve ahengi oluyor, Santuzza’nın dilhıraş ve müellim feryatlarını gerçekten işiterek medhuş kalıyordu. Ah bu musiki onu ne kadar, ne kadar öldürüyordu! Musikiyi dünyanın birinci ve en yüksek bir zevki addeden Necip’e ne kadar hak veriyordu. Bunlarla meşgul olurken bütün bir hafta kendini o zehirle helak eden hain tasavvurlardan halas olduğuna memnun da oluyordu.

Fakat dadının vürudu her şeyi harap etti. Uzun müddet görmediği hanımını birikmiş hikâyelerinin güzelliğiyle saatlerce yorduktan sonra bağa dair tafsilat verirken Hacer’den bahsetti ve birçok mukaddimelerden, neticelerden dolaşıp esas meseleye girmek için tereddüt ettikten sonra Hacer’in, Necip’in yalıya bu kadar devamını manalı bulduğunu ima etti. Hacer ona Necip’i sormuştu. “Hâlâ orada mı?” demiş, aldığı cevaba “Maşallah, Allah mübarek etsin. İnsanın Süreyya gibi vurdumduymaz bir beyi olduktan sonra” demişti.

Loading...
0%