@mekikelebegi
|
* Keyifli okumalar diliyorum sevgili dostlarım. Kendinize güzel bir ortam oluşturduysanız ve hazırsanız başlayalım bakalı. Oy ve yorumları unutmayalım. Her satır için tepkilerini merak ediyorum :)
* 24.10.20024✒📌
1. BÖLÜM *Garipti işte... Onun adı ay çiçeğiydi, ben de aydım ama o güneşe bakıyordu. Öyle bir gariplikti bizimkisi...*
7 Mart 1997 - İstanbul ( Yazarın anlatımıyla)
Bugün tam yirmi dört haftalık olmuştu Deniz. Onca zorluğa rağmen karnında büyüyordu bebeği. Ferhunde son zamanların en duygusal anlarını yaşıyordu. Sıcacık ellerini doladı büyümüş göbeğine. İçine serpilen huzur tohumları yüreğini kaplarken derin düşünceler eşliğinde kat ettikleri maziye daldı.
Uzun yıllar önce bir sahil kenarında tanımıştı Mustafa’yı. Hem de mistik bir olay sayesinde. İstemsizce güldü. Minik bedeninin can hıraş çırpınışı geldi aklına. Onu kurtarmak için gelen kişilerden birinin şu an sevdiği adam olması hayatın tesadüfen sunduğu aşklardan biri olsa gerekti. Üstelik ilk aşkı ,tek dayanağıydı Mustafa. Çok geçmeden de hayatlarını birleştirmişlerdi. Şu an karnında ondan bir parçayı taşımak huzur vericiydi. Sakince karnından ayırdığı elleri önünde serilen toprağı örseledi. Çorak kuraklık suyla harmanlandı. Bir tohum daha ekledi aralarına. Çapayla yığdı üzerine toprağı.
"Bak," diye fısıldadı minik oğluna. Sanki yanındaymış gibi. Sanki karşısında merakla onu dinleyen minik bir erkek çocuğu varmış gibi.
"Bunlar tohum. İleride hepsi toprağın yüzüne çıkacak. Çiçek açacak. Etrafına renk verecek. Tıpkı senin gelip de bizim yuvamıza renk vermen gibi. Birlikte büyüyeceksiniz. "
“Senin için her şeyi yapabilecek ve seni gözünden sakınarak büyütecek bir baban olacak. Babanın adı Mustafa. Gözleri boğulmak üzere olduğum deniz kadar derin. İnsanı içine çekecek cinsten.”
“Bizim hikayemizde hep bir mavi var oğlum. Bizim babanla olan aşkımızın filizleri denizde yeşerdi. Mavi bir denizin ortasında, evet. Ve bir şey daha söyleyeyim mi? Babanın gözleri de mavi oğlum. Hem de öyle bir mavi ki bakıp da boş geçmek mümkün değil. Belki de bu yüzden adın Deniz. Benim hayatımda hem öldüren, hem yaşatan olduğun için Deniz. Dalgalı sularda benim orman yeşillerime karışan maviler olduğu için Deniz. Yani bu renk hatta bu deniz kelimesi, bizim uğurumuz gibi oldu. Ben de dedim neden oğlumun adı da Deniz olmasın?”
Bakışlarını göbeğinden ayırıp dikkatlice ayaklandı genç kadın. Oğlu büyüdükçe onun da hareketleri kısıtlanıyordu. Çapayı ve çiçek tohumlarını girişteki malzeme odasına bıraktı. Son günlerde epey yoruluyordu. Yüremeye bile mecali kalmıyordu neredeyse. Ufak tefek bir kadındı Ferhunde. Boyu bir altmış ya var ya yoktu. Hamilelik ona yaramış olsa da hala yaşıtlarına göre fazla zayıftı. Buna rağmen bedeniyle barışık bir haldeydi ve böyle olmayı seviyordu.
Paytak adımlarla ikinci kattaki evlerine girdi. Kendisini salondaki koltuklardan birine sırt üstü bıraktı. Elleri her zamanki yerinde , oğlunun üzerinde durdu. Bir müddet sonra görüşü bulanıklaştı, yeşilleri kapanmaya yeltendi usul usul. Çok geçmeden sert bir kapı çarpma sesi işitti. Korku hüzmesi tenine vururken kalbinin bütün odacıkları endişeyle doldu. İrkildi bedeni. Uykusundan sıçrayarak uyandı.
Gelen eşiydi. Mustafa içeriye adımını atar atmaz yatak odasına yöneldi. Gergindi. Eline geçirdiği valize aceleci tavırlarla doldurmaya başladı kıyafetleri. Artık bu koca şehir onlar için güvenilmez bir ortama dönüşmüştü. Ferhunde zarar görmemeliydi. Hele daha doğmamış oğlu Deniz, hiç görmemeliydi. Tez elden götürmeliydi ailesini buradan.
Mustafa, beynini yiyip bitiren bu düşüncelerle boğuşurken genç kadın dikkatli adımlarla ancak kalkıp yatak odasına gelebilmişti. Kısa süreli kocasının hareketlerini süzdü kapıya yaslanıp. Bir anlam veremedi bu duruma. Bildiği kadarıyla tatil veya seyahat planları yoktu. Mustafa bu kadar telaşlı bir adam hiç olmamıştı. Huzur dolu sesi eşini fısıldadı.
“ Mustafa,” dedi ilgiyle.
Bir çekmeceden diğer çekmeceye koşturan adam ancak eşini fark etti. Doldurduğu valizi kapattı, Ferhunde’nin yanına geldi. Valizi koridora açılan kapı eşiğine bırakırken karşısında yeşilleri meraklı, tedirginlik barındıran bir kadın duruyordu.
"Gitmemiz lazım Ferhunde,” diyebildi soluğu taşar bir vaziyette. "Hem oğlumu hem de seni götürmem lazım buradan. Peşimizdeler."
Şoka girmiş gözlerle kocasına bakakaldı Ferhunde. Neden gitmeleri gerekiyordu, peşlerinde olanlar kimdi anlam veremiyordu. Düne kadar her şey yolundaydı oysaki. İncecik kirpikleri inip kalktı defalarca. Mustafa bu duraklama sonrası işine dönerken , yana yakıla her şeyi toparlarken ancak kendisine gelebildi Ferhunde. Birkaç defa gözlerini kırpıştırdı yine.
"Ne ?"diye sordu meraklı yüz ifadesiyle.
Küçücük bir fısıltı edasında çıktı sesi.
"Ne demek gidiyoruz, nereye gideceğiz, hem peşimizde olanlar kim Mustafa ?"
Bu kez daha yüksek ,daha çetin bir tonda. Soruları arka arkaya bir trenin vagonları gibi sıralandı. Ses gelmedi Mustafa’dan.
“Mustafa, yanlış bir şey yapmadın değil mi?”
Sadece sustu Mustafa. Karısına tek bir kelime edemedi. Nasıl derdi borç batağına düştüğünü. Tefeciden borç alıp ödemeyi bile beceremediğini. Onca yalan söylemişti Ferhunde’ye. Bu zehirli sarmaşığın eninde sonunda boynuna dolanacağı belliydi. Önüne koyduğu yeni valizi doldurmaya devam etti kendini kaybetmiş bir şekilde. Ferhunde sorgulayıcı bakışlar eşliğinde eşini incelemeyi sürdürdü. Bu iş hiç iyi yerlere gitmiyordu. Elleri titriyordu ilk önce. Evet ,elleri. Yıllardır bir kere bile böyle titrememişti halbuki. Birbirine dolanıyordu ayaklarıyla. Mavilerinde huzursuzluk serpiliydi. Korkuyordu. Mustafa alışık olmadığı bir duyguyla tanışıyordu. Korkuyla...
"Mustafa bir şey demeyecek misin?” diye sordu sabırsızca Ferhunde.
Genç adam delirmiş gibi oradan oraya gidiyor, kendi kendine bir şeyler tembihliyordu. Ne bulduysa ufacık valize tıkıştırmaya çalışıyordu. Dışarıdaki seslere laf yetiştirecek ya da açıklama yapacak durumda hissetmiyordu. Ferhunde ise daha fazla dayanamadı. Yaklaştı. Küçük elinin incecik parmakları Mustafa’nın çökük omzunda yer buldu.
"Mustafa. "
Arkasını döndü bu dokunuş sonrası Mustafa. Ölüm korkusu akıyordu gözlerinden. Bir köşede debelenen ruhu bağırıyordu çığlık çığlığa. Dalgındı, irkilerek Ferhunde’ye dönüşü yorgun bir omuz çöküşüyle devam etti. Artık bir şeyler söylemesi gerekiyordu. En azından Ferhunde’nin bakışları bu beklentideydi.
"Neler oluyor, anlatmayacak mısın?"
Derin bir nefes aldı. Mustafa’nın gök gözleri eşinin endişeli orman gözlerine karıştı. Kısa bir süre devam etti bu bakışma. Ferhunde defalarca kez aynı soruları , aynı meraklı yüz ifadesini genç adamın suratında çevirdi, durdu.
"Ben..."diyebildi kalın dudakları. Tek bir ben... Gerisini getiremedi. Ne dese onu da bilemedi. Islattı dudaklarını. Başka bir cümleyle yeniden başlamayı tercih etti. Anlatmak her halükarda zor olacaktı. Önce karısının küçücük ellerini kalın parmaklarına doladı bekletmeden. Eğikti başı. Suçluydu. Ferhunde hamileydi. Bu duyduklarını ne kadar kaldırabilir, kaldırabilir mi onu da bilmiyordu. Zaten epey bir süredir sağlıklı bir hamilelik geçirsin diye durumu gizlemeyi tercih etmişti.
"Hani geçen aylarda bir yatırım işine girmiştik. Hatırlıyor musun ?"
"Evet, "dedi Ferhunde. Bu yatırıma girmeyi de ortağı ile birlikte bu evde kararlaştırmıştı Mustafa. Şaşalı bir sofrada dostlarının gözleri önünde. Büyük de bir getirisi olacaktı. Çok para vardı bu işte. Haddinden fazla çok. Haliyle servetinizin bir kısmını da oraya aktarmanız gerekiyordu. Mustafa'nın kendisini hırslarına fazla kaptırması muhtemeldi.
"Hatta kredi çekmiştiniz, para konusunu hallettiğimizi söylemiştin,” diye ekledi.
"Hallettim. Evet, hallettim ama..."
"Ama, "dedi Ferhunde’nin sabırsız sesi cümlenin devamında. Tedirginliği daha da arttı. Kuşku sarmıştı dört bir yanını. İlk defa ilişkilerinde laflar bu kadar uzuyor, konular bu kadar saklı kalıyordu. Sabrı tükenmek üzereydi. Bir an önce neler döndüğünü öğrenmek istiyordu. Bacakları titriyor, uyuşuyordu. Belki panikatağı olmasındandı bu, belki de anksiyetesinin tavan yapmış olmasından. Düşünecek değildi.
"Bunu kredi çekerek yapmadık," dedi Mustafa tek nefeste. Göğsü inip kalkıyor, kalbi gittikçe ağırlaşıyordu. Eve gelirken şakaklarında yer edinen boncuk boncuk terler çoktan kurumaya yüz tutmuştu. Ferhunde’nin sorgu dolu bakışları biraz daha alttan sardı, asılı kaldı maviliklere.
"Kredi için şartlar uygun değildi," diye devam etti Mustafa. "Bu yüzden Ahmetle ben borç almak zorunda kaldık. Bu kadar büyük miktardaki bir borcu da bize ancak bir tefeci verebilirdi."
Boğazına kocaman bir yumru oturdu Ferhunde’nin. Göğsüne düşen ateş topu bütün vücuduna yayıldı. Elleri Mustafa’nın ellerinde titredi. Direncini kaybetti. “Ne! “diye yükseldi bir anlığına. Başı bilinçsizce hareketlendi. Gözleri seğirdi hafiften. İdrak gücü yeniden özüne döndü. Bir sağına bir soluna volta atarak, elleriyle başını avuçlayarak yürüdü. Patladı en sonunda.
“Sen ne söylediğinin farkında mısın?”
"Ne demek tefeciden borç aldık Mustafa! Sen tefeciden borç almak ne demek biliyor musun? Ödeyemediğin her saniye o para faize binecek demek. Zaten çığırını aşmış olan borç on katına çıkacak demek. En önemlisi de canın demek canın. Onların acıması olur mu Mustafa? Nasıl yaparsınız bunu? Hiç mi aklınız yok?”
"Bilmiyorum! Bilmiyorum!" dedi ne yapacağını bilemeyen köşeye sıkışmış bedeni.
"Ahmet günlerdir ortada yok. Parayı alır almaz anlaşmıştık. Yarı yarıya ödeyecektik borcu. Ama kaçmayı başardı, sıvıştı aradan. İzini bulamıyorum. Bütün borç üzerime kaldı Ferhunde. İhaleden alacağımız proje parası da gitti. Battık. Beş kuruş kalmadı cebimde. Tanıdığım kimse bu parayı bize veremez. Şimdi de kurtulamıyorum. Kaçmak zorundayız anlıyor musun? Kendim için değil, yemin ederim değil. Bunların sağı solu belli olmaz. Gerekirse işi kan akıtarak çözerler. Oğlum ve senin için yapıyorum her şeyi."
İki adım geriledi Ferhunde. Çoktan dinlediklerini hazmetmiş, orman yeşili gözlerinden intihar yaşlarını akıtmıştı. İnkar sarmıştı odayı. Koskoca altı yılın bir boşluktan ibaret oluşu. Etrafa saçılmış güven kırıntıları. Dört yanı denizlerle çevrili ıssız bir adanın çaresizliği. Yalan...İlk kez duyduğu ve hayatının en büyük yalanı. En güvendiğinden, en sevdiğinden gelen. Beklenmedikti. Bu onun için fazla beklenmedik bir şoktu.
“Yaptığın beni ve oğlumu yuvasından ayırıp, başına ne geleceğini bilmeden arkandan sürüklemen mi?"
“Ferhunde anlamıyor musun, başka çaremiz yok. Evi bulmaları an meselesi.”
Ellerini karısının az önce çektiği ellerine kenetledi Mustafa. Ferhunde çekmeye kalkıştı, Mustafa inatla yapıştı. Bu inatlaşma devam ederken iki göz birbirine kenetlendi. Durdular. Zaman da dursun istediler. Bir daha saniyeler milim kıpırdamadan kalsa ne olurdu ki, olmaz mıydı? Olmadı elbette.
Ferhunde kendisini yavaşça dizlerinin üzerine bıraktı. Biraz daha dikilmeye mecali yoku. Mustafa ne yapardı , nasıl bu beladan kurtulurdu bilmiyordu ama onları korumak zorundaydı.
"Söz veriyorum ikinize de zarar gelmesine izin vermeyeceğim," diyebildi güven aşılamak isteyen sesi.
“Sen,” dedi Ferhunde’nin hıçkırıklar içindeki ağlamaklı sesi bu kez. “Sana bir şey olursa Mustafa?”
Mustafa karısının simsiyah saçlarına hafif dudaklarını dokundurup öptü. Mavilerine dolanan göz yaşlarını zor zapt ediyordu. Dolu doluydular. Sadece akmak için bir işaret bekliyor gibiydiler. Olumsuzca başını salladı.
“Beni düşünme Ferhunde,” dedi net sesi. Önündeki minik suratı avuçlarının arasına aldı. İki yanındaki parmaklarıyla yaşlarını silerek okşadı. “Ben senin için bir seçenek olamam Ferhunde. Anladın mı beni? Ben canın ve oğlumuz varken senin düşüneceğin bir noktada olamam. Senin düşünmen gereken yalnızca onu nasıl dünyaya getireceğin ve o zamana dek kendini nasıl koruyacağın. Beni ben düşüneceğim. İkinizi de korumak için elimden ne geliyorsa yapacağım. Bu canımdan olmamı gerektirse bile. Size bir şey olmayacak. Ben bunun sözünü verdim Ferhunde.”
“Tamam mı?"
"Sana da söz veri-"
Koridoru dolduran kapı tokmağı sesi konuşmanın kesilmesine neden oldu. Mustafa korkuyla yatak odasından koridora açılan kapıya baktı. Bu kadar çabuk bulmuş olamazlardı değil mi? Ferhunde’yi henüz buradan uzaklaştırmadan gelmiş olamazlardı. Hızla kalktı oturduğu yerden. Tam bakmak için gidiyordu ki dizlerinin üzerinde oturan Ferhunde bileğine asıldı kocasının. Korkulu ve titrek bakışlarla yalvardı. ‘Gitme,’ dedi bir nevi.
"Mustafa."
Yaralı bir ceylan gibi süzülen karısına baktı Mustafa. Pek bir şey demek gelmiyordu içinden. Ne dese boştu. Farkındaydı. Olaylar bu noktaya geldiyse sebebi oydu. Büyük bir hatanın bedelini iki masuma ödetemezdi. Onları koruyabilmek adına öğütledi Ferhunde’yi.
"Burada kal Ferhunde. Ne olursa olsun ,başıma ne gelirse gelsin sakın bu odadan çıkayım deme."
Usulca karısının önüne çöktü. Üzüm gibi kapkara saçları parmaklarını teğet geçerken en kıyamayan bakışlarından birini attı. Kapı tekrar sert bir darbeyle sarsıldı üst üste. Takmadı. Biçimli kalın dudaklarını karısının alnına yasladı. Koklayarak öptü. Mavileri Ferhunde’nin yeşillerine değdi.
"Bakıp geleceğim sadece,” diyebildi. Umduğunun da o olması tek temennisiydi.
Başını sallamakla yetindi genç kadın. Gittikçe ondan uzaklaşan Mustafa’nın sıcaklığı da kayboldu. Ahşap beyaz kapı üzerine kapandı. Sonrasında birkaç dakikalık bir sessizlik sardı etrafı. Duvarlar gerildi. Koridorlar lâl oldu. Ayağında beyaz terlikler ,üzerinde kışlık triko elbise yatağın üstüne yığılmıştı Ferhunde. Başı yatak başlığına dayalı, eli yüreğinde bekliyordu. Derken tok bir ses ulaştı kulaklarına. Sonra sert birkaç darbe. Huzurla perçinlediği evinin duvarlarında Mustafa’nın inlemeleri yankılanmaya başladı.
Sesi gayet iyi tanıyordu. Hızla kapıya yapıştı ama kolu indirip çıkmaya cesaret edemedi. Yumruk sesleri, tekme sesleri, bağırış ve inlemeler ruhuna işledi. Her saniye biraz daha acı çekti, biraz daha çaresizce süzüldü göz yaşları yanaklarından. Gönlü, kocasının yanı başında darp edilmesine razı olmadı. Alnını kapıya yaslamış ağlarken yeşilleri karnına indi. O şişmiş bölgeye dokundu. Oğlu vardı, artık orada düşünmesi gereken bir can vardı. Deniz'i vardı. Naif dokunuşlarla okşadı göbeğini.
"Özür dilerim," dedi dışarıda kocasının acı dolu bağrışları onlara karışırken.
"Özür dilerim anneciğim. Özür dilerim bebeğim."
Duvarları delen bir inleme daha eklendi.
“Affet anneni.”
"Nolur affet beni. Bunu yapmak zorundayım."
“Dışarıya çıkmak zorundayım. ”dedi Ferhunde.
“Belki ‘Bencil’ diyeceksin bana, belki de ‘Ne biçim bir anne bu’ diyeceksin. Sitem edeceksin, anlamayacaksın. Ya da bunları hiç yaşayamayacağız.”
“Ama şartlar ne olursa olsun kendime engel olamayacağım. Bu kapının arkasında çaresizce beklemeyeceğim.”
"Yoksa...”
Duraksadı. Aklında gerçekleşmesini inkar ettiği olayı, Mustafa’nın ölümünü dile getirdi.
“ Yoksa doğduğunda bir baban dahi olmayacak." diyebildi pürüzlü kırık sesi.
Sert bir hareketle açtı kapıyı, duvara şiddetle çarptı. Ferhunde olabildiğince hızlı adımlarla bir eli oğlunda ilerledi. Her adımda etrafını sarmaladı tekme sesleri. Mustafa’nın inleme dolu bağırışları. Kapıyı aralamıştı ki bütün gürültü kayboldu. Buz gibi namlu çoktan doğrulmuş hedefindeki varlığı delip geçmeyi bekliyordu. Kocaman açılan gözleriyle bir silaha bir de hedefteki yüzü gözü kan içindeki Mustafa’ya baktı Ferhunde. İki tane izbandut gibi adamı arkasına aldı. Geçti ölümün önüne.
Silah şu an tam da Ferhunde’nin göğsünü işaret ediyordu. Bütün bakışlar üzerine toplanmıştı. Mustafa korkuyla o haline rağmen doğrulmayı denedi. Karnına saplanan ağrıyla başarısız oldu. Karısına inlemekle yetindi sitemini. Ancak bütün riskleri göze almıştı Ferhunde.
"Ferhunde,” dedi dişlerinin arasından.
"Ferhunde, ben sana içeride kal dedim. Nasıl çıkarsın!”
Göz ucuyla Mustafa’yı taradı yeşilleri. Burnundan boylu boyunca bir kan sızıntısı uzanıyordu. Kaşında derin bir yarık ve daha göremediği iki güne moraracak tekme izleri belki de. Nasıl çıktığını kendisi de bilmiyordu. Bir seçim yapması gerekiyordu. Ya içeride kalacak babasız bir çocuk büyütecekti ya da dışarıya çıkıp gerekirse kendisi de ölecekti.
"İşimiz seninle değil , karnındakine yazık olmasın. Çekil önümüzden."
Karşısındaki adamın uyarısıyla başını o yöne çevirdi Ferhunde. Çenesi kasıldı. Kirli sakallarla sarmalanan sert mizacı yine sert bakışları karşıladı. Elinin biri koruma içgüdüsünden sebep karnındaydı. Sesini düz tutarak konuştu. Kendisi küçücüktü ama mangal gibi bir yüreğe sahipti.
" Şu gördüğün adamı vurursan eğer, o zaman yazık olacak karnımdakine," dedi parmağı Mustafa’da iken.
"Borcunu ödeyecekti. "diye atıldı diğer adam. Onun da karşısındakinden farkı yoktu. Tehditkârdı, kalın bir duvar gibiydi.
"Ödeyeceğiz borcunuzu. Ama kocamı bu hale getirerek bunun mümkün olabileceğini nasıl düşündünüz anlamadım."
"Üç ay oldu," dedi tok bir ses. Ferhunde ürkekçe tekrar karşısına odaklandı. Silahı daha sıkı kavradı adam. "İlk iki ayı Nevzat Abi geçiştirdi. Sıkışıktır dedi. Ama bu üçüncü ay. Hala faiziyle ödenmemiş bir borç var. Parayla değilse kanla silinir bu borç. Kocan sınırı çoktan aştı. Uyarıları dikkate almadı. İyi niyeti suiistimal etti. Bunun da bir bedeli var."
Tetiğe yüklendi bu cümlelerin ardından.
"Ferhunde çekil,” diye atıldı Mustafa.
Silah patlamak üzereydi. Genç kadın değil çekilmek adım atmaya bile razı değildi. Gözü kararan adam vurmakta kararlıydı, bu yönde almıştı emrini. Ufak bir baş işareti sunarak adamlarına Ferhunde’yi işaret etti. Hareketlendiler.
"Dokunmayın ona !"
Mustafa bir kez daha yerinden kalkmayı denedi. Olumsuzdu. Oğlunda huzursuzluk seziyordu Ferhunde. Bu gergin ortamdan Deniz de nasibini almıştı. Son dakikalarda oldukça rahatsızdı bebeği. Kollarına yapışan iki el sakinleşmesine hiç de yardımcı olmuyordu. Sürüklenmeye başladı.
"Yapmayın, "dedi sol gözünden yanağına süzülen yaşla. "Lütfen, yalvarırım yapmayın. "
"Mustafa’yı bizden ayırmayın, nolur," diye haykırdı.
“Üç kuruş yüzünden babasız bir çocuk mu büyüttüreceksiniz bana!”
Kollarındaki en ufak gevşemede harekete geçmesi gerekiyordu. Mustafa’nın gözleri önünde katledilmesine izin veremezdi. Kimsenin beklemediği bir olay yaşandı o an. Bir arbede tetiklendi. Ferhunde her şeye rağmen tüm gücünü kullanarak o iki elden bulduğu ilk boşlukta bir yağ gibi kaydı, kurtuldu ve silah tutan adama yüklendi. Bu derece savunmasız bir kadından umulmadık bir hareketti. Ciddiye almadıkları için sıkı tutmamış olmalıydılar. Beklemeden kollarına yapıştılar. Vücudu inanılmaz bir kuvvetle çekiliyordu artık. Ferhunde inatla yapıştı. Karmaşanın arasında kalan silah sürekli yer değiştirdi. Bir aşağıya indi namlunun ucu ,bir yukarıya çıktı. Bazen Mustafa’yı, bazen de Ferhunde’yi gösterdi. Canına tak eden adam hiddetle itti genç kadını. Dengesini kaybeden Ferhunde ikinci katın merdivenlerinden birinci kata kadar oğlu Denizle beraber yuvarlandı. Mustafa sürünerek feryat etti.
“Ferhunde," diye bağırdı.
Boğazını yırtarcasına tek bir ismi sahiplendi dudakları.
“Ferhunde.”
“Bir şey yapın, “dedi çaresizce. “Hadi lütfen, görmüyor musunuz karım hamile. Bir şeyler yapın!”
Mustafa’nın bağırışı sürerken girişte sarı saçlarıyla bir kadın belirdi. Ferhunde’de olan bakışlar sesleri duyup gelen kapıdaki kadına evrilirken işlerin büyüdüğünün farkındaydılar. Komşuları Sezin Hanımdı bu. Kahve gözleri bilincini kaybetmiş hamile Ferhunde’ye indi. Evin ikinci katında yer edinen kara giyimli adamlara baktı. Ortamın son derece ısınmış olmasıyla silah işlevini göremeden yerini buldu. Üç adam aceleci adımlarla yanından geçip binayı terk etti.
Son sözleri “Burada bitmedi Mustafa,” olmuştu.
“Burada bitmedi...”
“Sezin Hanım, yalvarırım ambulans çağırın,” diye yırtındı Mustafa.
Geride kalan tehlikede olan bir bebek ve tüm evi saran Mustafa’nın direktifleriydi.
Dakikalar içerisinde bir ambulans geldi kapı önüne. Ferhunde son derece dikkatli bir şekilde ambulansa alındı. Baş ucunda biricik eşi: Mustafa’sı, karnında hayata tutunmaya çalışan bebeğiyle hastaneye ulaştılar. Araç acı sirenlerini durdurdu, kapılar açıldı. Ferhunde aynı titizlikle içeriye alınırken Mustafa getirilen tekerlekli sandalyeye oturdu. Halihazırda bekleyen kadın doktorun hızlı adımlarına ürpertici hastane havası eşlik etti.
" Bebeğimiz kaç aylık ?"diye sordu.
Titreyen kalın dudaklar, hezeyan bakışlar hızla yetiştirdi cevabını.
"Altı ayını yeni doldurdu," dedi Mustafa.
"Altı," dedi ambulansta durumu öğrenen sağlık çalışanı.
Ameliyathanenin kapısına kadar geldiklerinde durduruldu Mustafa. Oysa ne kadar girmek isterdi arkasından, ne kadar onu iyileştirme gücünün kendisinde bulabilmeyi dilerdi.
"Siz burada kalın," dedi doktor seri hareketlerle gözden kaybolurken. Ameliyathaneye giren sedyede dondu kaldı maviler. Uzun bir müddet öylece bekledi genç adam. Yaraları için pansuman gerekliydi. Gitmedi. Belki de vücudunda oluşan morluklar ciddiydi. Bakmadı. Karnındaki sancıdan kat be kat büyük bir acıyla mücadele ediyordu. Biri eş, diğeri evlat.
Zamanında bir tatil merkezinde tanışmıştı Ferhunde’yle. Suda boğuluyordu yüzme bilmeyen kadın. Yardıma giden üç beş kişiden biriydi Mustafa. Bilseydi yaşatmak için kurtardığı kadının ölümü olacağını mücadele eder miydi böylesine? Bakar mıydı orman yeşili gözlerine?
Bakmıştı. O orman yeşiller kendine geldiğinde nasıl baktıysa mavilere, oğlunun adı da kocasının gök gözlerinden yadigar kalacaktı onun için. Ferhunde’ye bakmak çok zahmetli bir işti en başında. Ona yetişemiyor, sevgisine erişemiyordu. Yıllar geçse de değişmeyen tek şey buydu belki de. Ferhunde’ye layık olamadan zahmete girişmeye devam etmek. Mustafa artık hiç mi layık değildi o orman gözlere, ona zarar mı veriyordu?
Düşünceleri son buldu. Beyaz ameliyathane kapısı aralandı. Odağını oraya çevirdi. Az önce Ferhunde’yi içeriye alan doktordu bu kadın. Ne kadar süredir beklediğini bilmiyordu ama epey yorgun görünüyordu. Başındaki bonenin ve yüzünde asılı duran maskenin yerini terk edişini izledi. Koridoru tekerlek sesleri doldurdu. Sandalye bir taraftan orta yaşlarına varmış kadın doktor bir taraftan yaklaştı birbirine.
"Durumu nasıl doktor hanım, oğlum nasıl, karımın ciddi bir şeyi var mı?"
Doktor sakince ve derin bir yutkunuşla genç adama dikti bakışlarını. Durumlar pek de iç açıcı değildi. Bıkkın bir nefes aldı. Konuşmaya başladı. Taşıdığı önlüğün getirileri her zaman olumlu yönde olmuyordu. Böyle durumlarda insanların gözlerinde az da olsa beliren o umut kırıntılarını yok etmek doktorluğun verdiği berbat görevlerden biriydi.
"Eşinizin durumu iyi Mustafa Bey. Vücudunda ufak tefek çarpmaya bağlı doku zedelenmerli mevcut sadece. Ama bebeğiniz için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim maalesef. Oğlunuzu almak zorunda kaldık. Henüz yirmi dört haftalık ve çok küçük. Akciğer gelişimini bile tamamlamamış durumda. Umudunuzu kırmak istemem ama bu haftalarda doğan bebeklerin yaşama şansı çok çok düşük. Bunu hepimiz biliyoruz. Yoğun bakıma alacağız. Ardından kuvöz süreci başlayacak. Kuvözde gelişimini tamamlayana kadar kalmak durumunda. Umarım bu sürece dayanabilir. Oldukça yıpratıcı bir süreç bekliyor anlayacağınız eşinizi ve sizi."
Her bir cümlede biraz daha solan maviler duyduklarını zorlukla kavradı. Aylarca mutluluktan havalara uçmasını sağlayan o varlık şimdi de hüzne boğuyordu onları. Mustafa yutkunamadı.
"Eşim,” diyebildi sadece. Sesi ağlamaklı geliyordu. "Onu ne zaman görebilirim?"
Doktor, "Ameliyatı bitti,” dedi ciddiyetle. "Normal odaya alınsın ,uyanınca hemşireler size haber verecektir."
Bilgilendirme sonrası yanından ayrılan kadını umursamadı Mustafa. Açılan ameliyathaneye tekrar döndü. Derken minik bir sima belirdi önünde. Saçları yok, minicik bir ağız, normalden kat kat küçük eller. Gözleri kapalı, ufacık bir bebek. Tek başına nefes dahi almayı beceremeyen, savunmasız bir bebek. Deniz bebek.
"Neden bu kadar erken geldin ki !"diyebildi sitemle. "Daha kendimi bile ayakta tutamıyorken şimdi seni mi ayakta tutmak için mi mücadele edeceğim ?"
Bu anlarda inanmasa da kendine o mücadeleyi verecekti Mustafa. Sıkıca sarılacaktı minik ellere. Ferhunde canı pahasına kucaklayacaktı oğlunu. Anne sıcaklığı ile bütünleşecekti Deniz bebek. Ve onca zorluğa rağmen serpilerek büyüyecekti belki de.
Zamanın sert kamçıları sırtına bir bir inerken hapsolduğu düşünceler yakasına yapışmış çekiştiriyordu Mustafa’yı. Omuzlarındaki bu ağır yük, bu çekilmeyesi çile ve bu duvarlar fazla geliyordu bedenine. Az da olsa sakinleşmeye ihtiyacı vardı. Bunu yapabilecek tek güç, soluklanabileceği tek beden oydu. Arkada beliren Ferhunde. Yüzü solgun, orman yeşilleri kayıp, düşkün bir Ferhunde. Gözleri doldu duygusal bir harmanlanmayla. Uzun bir zamandan sonra boncuk boncuk döküldü yaşları.
Geliyordu Ferhunde. Açılan iki beyaz kapının arasında belirmişti. Ancak o Mustafa’dan daha bir güçsüzdü. Şimdi kime sarılacaktı Mustafa? Kimin omzuna yaslanacak da teselli bulacaktı? Bu kez tüm bedenler yıkıktı. Ne Deniz bebekti güçlü olan, ne şu tekerlekli sandalyedeki Mustafa ,ne de boylu boyunca uzanan Ferhunde. Koca bir enkazın yarım kalan farklı duvarlarıydı onlar. Atınç ailesiydi.
Hızla sedyenin bir ucuna yapıştı Mustafa. Bakışları baygın yatan Ferhunde’yi bir an olsun bırakmadı. Odasına kadar eşlik etti. Gelen bir hemşire yardımıyla yaralarına bakıldı. Artık zorlukla da olsa yürüyebiliyordu. Zaten onun bedenindeki yaraları tedavi etmek kolaydı. Mustafa güçlü bir adamdı. Asıl sorun oğlu o kadar güçlü müydü?
Sarsak adımlarla evine yani Ferhunde’sine döndü. Yavaşça kapıyı araladı, içeriye girdi. Baktı. Zaten ufacık olan bedene dakikalarca baktı öylesine. O da ona bakıyordu. Bekletmedi. Gitti yanına kadar. Yeni yeni kedisini bulan Ferhunde kurumuş dudaklarını ıslattı. Kısık sesi fısıldadı.
"Mustafa,” diyebildi.
Güçlükle çıkmıştı bu cümle ağzından. Elleri anne içgüdüsüyle karnını sarmalamıştı. Ve oradaki boşluk bariz bir şekilde ortadaydı. Orman yeşillerine endişe sızdı hemen, göz pınarları yaşla doldu. Ölüm, canlı bir bedende ancak bu kadar belirgin durabilirdi. Akan yaşları, mor göz altlarına yakılan birer ağıt gibiydi. Bedeni morgdan alınıp getirilmiş ceset yığınından farksız, onu tamamlayan mucizeden uzaktı.
“Kimse bir şey söylemedi.”
"Bebeğim, “diyebildi. "Bebeğim!"
"Sakin ol. Sakin ol Ferhunde. "
Korkuyla sordu genç kadın. İçini saran evladını koruyamama ihtimali, suçluluk duygusu şimdiden peydah olmuştu. Çıkmamalıydı. O halde kesinlikle çıkmamalıydı o odadan. Ama artık çok geçti. Duygularına engel olmak o kadar kolay olmamıştı. Bir de bu duyguları engellemek sevdiği adama karşı söz konusu olunca öylece beklemek imkansızdı.
"Öldü mü? Mustafa doğruyu söyle. Bebeğim öldü mü?"
Kollarına sarılan elleri yavaşça tutu Mustafa. Başını salladı olumsuzca. Onun da gözleri Ferhunde'ninkilerden farklı değildi. Deli gibi gülümsedi o an. Genç kadın bir nebze olsun rahatladı. Alık alık baktı.
"Yaşıyor. Ölmedi , hala yaşıyor."
Ferhunde’nin de yüzünde bir buse belirdi.
“Yaşıyor mu?”
"Nerede o zaman, neden yanımda değil ?"
"Bebeğimiz çok erken dünyaya geldi Ferhunde. Bu yüzden çok küçük. Kendi kendine nefes dahi alamayacak kadar küçük hem de. Yoğun bakıma aldılar, ondan sonra kuvöze alacaklar. Normal bir bebek gibi olana kadar orada kalacak."
"Yaşayacak değil mi Mustafa, onu kucağımıza alabileceğiz? "
Hafif başı eğildi Mustafa’nın. Buna net bir cevap nasıl verilirdi, bir anneye böyle bir cümle nasıl kurulurdu hiç bilmiyordu. Sadece doktorun cümleleri serpildi aklına.
'Henüz yirmi dört haftalık ve çok küçük. Akciğer gelişimini bile tamamlamamış durumda. Umudunuzu kırmak istemem ama bu haftalarda doğan bebeklerin yaşama şansı çok çok düşük.’ demişti doktor.
“Mustafa,” diye mırıldandı Ferhunde. Bu kez Mustafa'nın elleri onun kollarındaydı. Dokunuşu hisseden genç kadın dikkatle Mustafa'nın dudaklarından dökülecek kelimeleri bekliyordu.
"Henüz yirmi dört haftalık Ferhunde. Görsen o kadar güçsüz ki, ama ben inanıyorum. Yaşayacak bizim Deniz'imiz. Sen nasıl hayata tutunduysan şu incecik bedeninle o da tutunacak. Sen de inan. Şimdi gelecek beyaz önlüklü bir doktor. Bir sürü şey sayıp dökecek önümüze. Biliyorum ne diyeceğini ben onun. Ama sen sadece burana inan tamam mı?"
Parmağı kalbini gösteriyordu.
"Çünkü sadece sen inandığında güç bulacak bebeğimiz. Onunla arandaki bağ hepimizden kuvvetli. Sen bir annesin artık, olur mu Ferhunde? Yaşama ihtimali ne kadar düşük olursa olsun orada zor da olsa nefes alan bir bebek var. Ve o bebeğin tek ihtiyacı annesi, yani sensin. Çok fazla hata yaptım, bir bataklığın içindeyim saplanıp kalacağım belki de kim bilebilir. Ama sonucu ne olursa olsun, ne kadar hata yapmış olursam olayım bundan sonra bu kötülüklerin size uzanmasına izin vermeyeceğim. Bu da bu gök gözlü adamın yemini olsun.
***
Küçük bir yetimhaneydi burası. Surlara benzer duvarları olan ve bir girenin bir daha çıkamadığı mini bir hapishane. Burada mutlu olmak ya biblo gibi odanıza bırakılan birkaç sahipsiz çocuğa ya da sizi evlat edinmek isteyen ailenin sıcaklığına bağlıydı. Ancak kimileri için başka mutluluk arayışları da söz konusu olabilirdi tabi.
Uğur.
Onun için mutluluk demek bu yetimhanenin Çin Seddini anımsatan kocaman duvarlarını geride bırakmak demekti. O arkadaşlarına nazaran sessiz, etkinliklere katılmayan, kafasının dikine giden, serseri bir çocuk olmuştu hep. Yedi kez bu kalenin duvarlarını aşmış, yetimhaneden kaçmayı başarmıştı.
Kaybolduğu için bir müdüre ve iki memura soruşturma açılmıştı. Vakti geldiğinde gitmişti de. Evlatlık verildiği iki aile de onun yıldırma politikalarına daha fazla dayanamayıp yurda geri bırakmıştı. Hatta güvenlikler o büyüdüğünde yetimhaneden çıkış işlemleri yapılırken kurtulmalarının şerefine lokma döktürmüş, şarkılar eşliğinde göbek atmışlardı.
Uğur, o yaşına kadar hep bir gün ailesinin bir şekilde toparlanıp yan yana, el ele yetimhanenin kapısında belireceği günü beklemişti. Bu bekleyiş boşunaydı. Ancak küçücük aklı bunu kavrayamayacak kadar toydu. Ona yapılanları bile bile sürdürmüştü bu uzun bekleyişi. Bir pencere önünde, olgunlaşıncaya dek.
Küçükken o bal rengi gözleri dünyayı farklı görmekteydi. Çünkü o bir çocuktu. Çocukluk , olmazlara inat edip sadece masallardaki gibi mutlu sonlara liyakatten ibaretti. Yoksa kim madde bağımlısı bir anne ve eve uğrama zahmetine bile girmeyen sarhoş bir babanın gelip onu alacağı günü beklerdi, değil mi ?
Uğur bekledi. Çok bekledi. Hatta defalarca kez ezbere bildiği evinin yolunda, kapısının önünde. Gerçekleri hazmetmesi on yılını aldı. Genç bir delikanlıya evirilen bedeni artık hiç olmadığı kadar güçlüydü. Ailesi ise çoktan silinip gitmiş, keskin bir mürekkep yerine adi bir kurşun kalemin zincirine vurmuştu.
Zirveye ulaşmak için, önce bir dağın eteklerine uğramak zorundaydı Uğur. Geçmişte. Şimdi o sancılı günlerden birindeydik. Uğur’un dur durak bilmediği, minik bedeniyle bembeyaz duvarların arasına hapsolduğu günde. Henüz dağın eteklerinde.
Bal rengi gözleri penceredeydi. Yüzü her zamanki gibi asık, bakışları her zamanki gibi beklenti dolu. Hafif de bir asabiyet sezmek mümkündü. Ters bir çocuktu Uğur. Televizyon odasında alt kattaki yemekhaneden gelen çatal kaşık sesleri eşliğinde oturuyordu. Kahverengi koltuğun tepesine kurulmuş, dizlerinin üzerine dikilmişti. Başlık kısmına ellerini koymuş üzerine de bükük boyunlu başını yerleştirmişti.
Yalnızlığı çok uzun sürmedi. Memurlardan biri yemek sırası bekleyen çocuklara ardından da ufaktan dolmaya başlayan masalara göz gezdirdi. Bütün odaklar Uğur’a çevrilmiş durumdaydı. Çünkü sürekli kaçıyor, buraya oldukça uzak olan ve Karşı Yakada bulunan evlerine gidiyordu. “Dikkatinizi ondan ayırmayın,” diye günde defalarca kez tembihliyordu onları müdür bey.
Kerime'nin adımları hemen yemekhaneyi geride bırakmıştı. İçinde peydah olan telaş gittikçe artıyordu. Merdivenleri çıkmaya başladı. İlk katın koridorunu topukluları dövüyor, bu ses gittikçe Uğur’a yaklaşıyordu. Oturma odasının önüne kadar gelip hızla geçerken bir saniyeliğine tanıklık ettiği görüntüyle geri döndü. Gülümseyerek boynunu büküp kollarını göğsünde bağladı. Yüreği ferahladı. Arkası dönük oturan miniğine baktı. Bu kez kaçmamıştı. Şaşkındı Kerime.
“Uğur," dedi yumuşacık sesi. Adeta bir annenin veremediği sevgiyi aşılamak ister gibi sıcaktı. Gözlerini devirdi Uğur. Cevabı ise en çekilmezinden bir tonda geldi. Kimseyi sevmiyordu bu yetimhanede. Özellikle anne gibi davranan ve onlara acıyarak baktığını düşündüğü bu kadınları.
“Yine ne var Gebeş Kaplumbağası Kerime?” diye sordu beklemeden ve bıkkınca.
Güldü genç kadın. Yavaş yürümesinden ve bazen alık alık bakmasından dolayı bu ismi bulmuştu Uğur ona. Gebeş Kaplumbağası Kerime.
Birkaç adımda pencerenin önünde bulunan koltuğa kadar ulaştı Kerime. Uğur'un bal rengi gözlerini bir an olsun ayırmadığı o noktaya baktı. Odak noktası güvenlik kulübesiydi. Tahmin etmek çok zor değildi. Kaçmamıştı, ancak bu akşama kadar burada uslu uslu oturacağı anlamına da gelmezdi. Güvenlik yemek yemeye gidecek, Uğur ise bulduğu ilk fırsatta aradan sıvışacaktı. Tekrar önüne döndü genç kadın.
“Neden yemeğe gelmiyorsun bakalım ufaklık ?” diye konudan bağımsız bir soru yöneltti. Elini tam Uğur’un saçlarını okşamak için kaldırmıştı ki biraz daha koltuğun köşesine kaçtı minik çocuk. Tam bir uyuzdu. Ters ters baktı yine serseri. Ardından “Ufaklık değilim ben. Kocaman adam oldum,” diye çıkıştı.
Sonra “Türlü var bugün,” dedi bilmiş bilmiş. “Türlü sevmiyorum ben, öğrenemedin mi daha?”
“Unutmuşum, ”diye cevapladı onu Kerime. “Evet, sen Türlü yemiyordun.”
Yeni bir öneri sundu.
“Ama pilav var, ondan yersin. Hem ayran da getirmişler halka tatlısıyla,” dedi.
Uğur, yüzünü dönüp bakma zahmetine bile girişmedi. Gözleri hala oturduğu yerden net bir şekilde görünen güvenlik kulübesindeydi. Burun kıvırdı bu cümleyle beraber.
“Pilavı çok kuru yapıyorsunuz," diye çıkıştı. “Geçen gün az daha boğazıma duruyordu. Ayranla da zaten doyamam, sonra o tatlı da çok şekerli. Çocuklar için zararlı.”
“Sen baksana şu dişlere,” dedi ağzını açıp inci gibi dişlerini ortaya sererek. “Kıskançlığından ölüyorsun değil mi Kerime? Bembeyaz. Beni şekerli yiyeceklere alıştırıp dişlerimi çürüteceksin.”
Kerime’nin de ağzı aralandı bu kez. Ancak onunki dişlerini sergileme isteğinden değil şaşkınlığını gizleyememiş olmasındandı. Kaşlarını çattı, tip tip baktı Uğur'a. Bu komplo teorileri nereden buluyordu anlamış değildi. Hafif bir gülümsedi. Keyifle dürttü koltuğun köşesine kurulan miniğini.
“Bahanen de hazır.”
Hemen olumsuzca ve ciddiyetle başını salladı bu cümle sonrası Uğur. Bal rengi gözleri güneş alevi gibi alazlandı.
“Bunlar bahane değil Kerime, aşçılar yemek yapmayı bilmiyor,” dedi yine bilmiş bir tonda.
“Kaç defa dedim size, bir kovamadınız şu beceriksiz kadını!”
Güldü Kerime. Uğur’un bu davranışları inanılmaz derecede hoşuna gidiyordu.
“Ama pilav kuru olduğu için değil sen ağzına gereğinden fazla doldurduğun için boğazına duruyordu ,” dedi.
Gözlerini devirdi Uğur. “Ailem de bana fazla bakıyor diye mi bizi ayırdınız?”
Ortaya bir bomba misali düşen bu soruyu beklemiyordu genç kadın. Sustular. O ne diyeceğini bilemeyerek Uğur da Kerime’nin ne cevap vereceğini bekleyerek sustu. Hüzünlenen bakışlarına aşağıya doğru kıvrılan mırtmış dudakları eşlik etti. İlk defa başını çevirdi, genç kadının çakır gözlerine uzun uzun baktı. Modu aniden düştü.
“Burada hep ailesini bilmeyen, annesi babası olmayan çocuklar var Kerime. Ama ben, benim annem babam var. Evim de var. Ben neden burada kalıyorum? Yetimhaneler sahipsiz çocuklar için değil mi? Ben ne öksüzüm ne de yetimim. Evet, annem her gün yemek yapmıyordu. Dağınık bir evimiz vardı. Geç saatlerde beni bakkala gönderiyorlardı. Veli toplantılarıma gelmiyor, derslerime yardım etmiyorlardı. Babam içiyordu, yalan yok. Üç dört gün eve gelme zahmetinde bile bulunmuyordu adam. Bu da doğru.”
Beklentiyle dolandı Kerime’nin gözlerinde o gözleri.
“Ama biz bir aileydik Kerime. Ne olursa olsun yan yana geldiğimizde iyi kötü mutlu olabiliyorduk. Annem istediğinde güzel yemekler yapabiliyordu. Hatta çok zekidir benim annem, biliyor musun? İstese ödevlerimde bana yardım da eder. Kızıyor, azarlıyor, bazen çekilmez olduğumu bile söylüyor. Olsun. Yine de seviyordur beni. Babam da seviyordur. O da kurtulur bu illetten. İçmez. Çok zor değil ki. Elbet bir gün beni özleyecekler, alacaklar buradan. Ben onların oğluyum. Bir tanecik, tek oğluyum. Gelmezlerse ben gideceğim. Hiç biriniz bana engel olamazsınız.”
Derin bir nefes aldı Kerime. Koltuğun koluna poposunu yerleştirip dudaklarını ıslattı. Uğur merakla onun ağzından dökülecek kelimeleri bekliyordu. Oysa elini uzatıp birkaç kez Uğur’un saçlarını okşamayı tercih etti. Ancak bu durum fazla uzun sürmedi çünkü Uğur Kerime'nin elini iteledi.
“Seni almaya geldiğimizde on bir kilogramdın,” dedi Kerime. “Bütün değerlerin düşmüştü. Tuvalete bile gidemeyecek durumdaydın, güçlükle nefes alıp verebiliyordun. Hatırlıyor musun o günü? Seni almaya geldiğimiz günü. Evde kimse yoktu. Allahtan duyarlı bir komşunuz vardı da durumu aile bakanlığına ve yetkili mercilere bildirecek kadar bilince sahipti. Seni o gün kucağıma aldığımda ve o harabe gibi evden çıkardığımda ilkin öldün zannetmiştim. Ne ellerinde, ne bedeninde en ufak bir güç kırıntısı yoktu. Solukların hissedilmiyordu bile. Kalp atışların çok yavaştı. Monitöre bağladığımızda oradan duyduğumuz ses bir ufaklığın yaşamına son anda yetişmenin sevincini veriyordu bize.”
Bunca sözü umursamadan tek bir cümleye takıldı Uğur. Ters ters baktı bal rengi gözleriyle. “Ben ufaklık değilim !” Diye çıkıştı. “Ailem bana bakar.”
Kerime’nin yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. “Bazen,” diye başladı cümlesine. “Aileler çocuklarını büyütürken zorlanabilir Uğur, yardıma ihtiyaç duyabilirler. Hele senin gibi ilk ve tek bir çocukları varsa bu durumun olması kaçınılmazdır. Bence onlara zaman tanımayız. Henüz yeni bir bireyle karşılaşıyor olmaları ve tecrübe kazanmamaları sizin bir araya gelmeniz için engel olmamalı. Onlara sorumluluk bilincini kazandığında ve iyi birer ebeveyn olduğunda elbette seni ailenle ayırmamıza gerek kalmayacak. Ailenin sana bakabileceğini ben de biliyorum.”
Sorgu dolu bir mırıldanmayla Uğur girdi söze. Kerime, gözleri önünde onun kendini üç kuruş bile etmeyecek bir aile için harap etmesine dayanamıyordu.
“Ne zaman bakacaklar? Ne zaman bu hapishaneden tahliye olacağız Kerime?”
Peşi sıra sert bir çıkışta bulundu. “On bir ay oldu,” dedi. “Koskoca on bir ay.”
“Ailen düzelene kadar,” dedi Kerime beklemeden. “Onlar sağlıklı ve bilinçli bir ebeveyn olmaya karar verirlerse eğer seni çok kısa bir sürede buradan alabilirler. Kapısına kadar koşa koşa gittiğin evin önünde saatlerce beklettiler seni. Baban hala aynı. Hatta artık haftada bir uğruyor evinize. Annen desen o da pek farklı sayılmaz. O illeti bırakmamış, bu kesin. İkisi de halinden memnun. Artık ayaklarına dolanan bir çocukları yok çünkü.”
“Sus," dedi Uğur kabullenemeyerek. “Sus. Devam etme.”
“Susmam gerçekleri ne kadar değiştirecek ?” dedi Kerime. “Çocuklarını o kadar düşünüyor olsalardı bir gün seni görmeye gelmezler miydi? Gittiğinde kapıları açmayan ya da evde hiç olmayan bir annen olur muydu? Ya da en ufak bir çaba göstermezler miydi oğullarını almak için, değişmeye çalışmazlar mıydı?”
“Napayım ?” diye sordu Uğur. Gözlerinden isyan yaşları akıyordu. “Kötü de olsa annem, babam onlar benim. Ben bir çocuk değil miyim Kerime? Ne kadar anlatsan da anlamam dediklerini. Bir annem bir de babam var. Hayırsız olsalar da var. Gelip beni almasalar da istemeseler de hallerinden memnun da olsalar benim için anne ve babalar onlar. Dokuz yaşındayım ben daha. Dokuz yaşında bir çocuğun ailesini istemesi hakkı değil mi?”
Kerime usulca başını salladı. Büyük bir ciddiyetle Uğur’u dinlemişti. Dokuz yaşındaki bir çocukla iki yetişkin insan gibi konuşuyordu şu an. Garipti onun küçük boyuna rağmen böyle laflar etmesi.
“Haklısın," diyebildi. “Ama keşke benim çocuğum olsaydın, senin böyle mutsuz olman beni çok üzüyor,” diye mırıldandı. “O kadar çok istedim ki senin gibi bir oğlum olsun.”
Uğur bu kez anlamayarak baktı Kerime’ye. Kerime ise aylar önce yaptığı düşük nedeniyle duygusal bir yapıya büründü. Uğur’u ilk gördüğünde sanki kaybettiği bebeğinden bir parça bulmuş gibi hissetmişti. Onun gözleri önünde üzülmesine, kendini yiyip bitirmesine dayanamıyordu. Hele ailesine gitmek için kaçtığı zamanlarda başına bir şey gelir diye aklı çıkıyor, yüreği sıkışıyordu. Acı gerçek ise ne annesinin ne de babasının umurunda bile olmamasıydı. Bunu defalarca kez Uğur’a dolaylı yoldan anlatmak istese de minik çocuk kendisini kapatıyor, durumu inkar ediyordu.
“Ben Gebeş Kaplumbağası Kerimelerin çocuğu olmam," dedi Uğur burun kıvırarak.
Düşüncelerinden sıyrıldı, küçük bir kahkaha attı dolu gözleriyle genç kadın. Sustular. Kahveler ve bal rengi gözler birbirinde gidip gidip geldi. Uğur’un bakışları yeniden oraya, güvenlik kulübesine döndü. Kerime de baktı aynı noktaya.
“Yine kaçacaksın değil mi?” Diye soruverdi.
“Çok bile durdum,” dedi Uğur.
Ne kadar da açık sözlüydü. Keyifle mırıldandı Kerime.
“Bugün bir güvenlik daha alacak müdür bey.”
Uğur umursamadı. Gözleri halen demir kapının önündeki güvenlik kulübesindeyken cevap verdi genç kadına. Kerime bu cevabı hiç beklemiyordu.
“Ne güzel,” demişti gayet sakin bir tavırla. Üstüne bir de şikayet etti. “Zaten bu güvenlik yaşlı ve epey de salaktı. Kaçmak kolay oluyordu. Desene dişime göre birilerini bulacağım.”
Kerime şaşırarak baktı Uğur'un bu rahatlığına. Küçük çocuk üzerindeki uzun göz hapsini fark edince güldü. Harbiden dişleri kıskanılacak derece güzeldi.
“Neee," diye mırıldandı. “Öyle değil mi? Sen de öylesin, buradaki çocuklar da öyle, hatta müdür, öbür çalışanlar, hepiniz öylesiniz.”
“Hayır,”dedi Kerime. “Bu bizim salaklığımızdan değil, senin sokak fırlaması, deli kaçması bir çocuk olmandan kaynaklanıyor. Hatta müdür bey senin bir çocuk olmadığını bile iddia ediyor artık. ‘O kadar önlem aldım, duvarların üzerini telledim, kamera sayısını üç katına çıkardım, güvenlik de var, hala kimseye görünmeden kaçmayı nasıl başarıyor’ diye sorguluyor.”
“Bunları sorgulamak yerine zaaflarınıza bakın,” dedi Uğur. “Hatırlıyor musunuz size ilk geldiğimde bir teklif sunmuştum.”
Başını salladı Kerime. Hatırlamaz mıydı, gayet iyi hatırlıyordu. İlk günkü gibi hafızasındaydı o an. ‘Bak müdür,’ demişti Uğur makamın önündeki koltuğa en keskin bakışıyla ve ağır abi pozlarıyla oturarak. ‘Bana haftada üç gün ailemi gösterin. Ben de burada uslu uslu kalayım,’ diye bir öneri sunmuştu. Ancak müdür elbette ki kabul etmemişti bu teklifi.
“Hatırlıyorum,” dedi Kerime. “Haftada üç gün ailene gitmenin karşılığında uslu bir çocuk olacaktın.”
“Evet. Ama siz bu teklifi kabul etmediniz, “ dedi Uğur. “ Eğer kabul etseydiniz ben ailemi görecektim siz de her gün benim kaçma eylemlerimle uğraşmayacak, peşimden sürüklenmeyecektiniz. Her kez bir şey yapar Kerime. Kimi zaman isteyerek kimi zaman zorla kimi zaman da zaaflarıyla. Ben size tek seferlik bir öneri sundum. Ve bu isteyerek oldu. Ama siz büyük bir akıl tutulması yaşadınız, kabul etmediniz. Zorla yapmanıza da imkan yok. Bu ortada. Ne zaman ki sizin eksik yanlarınızı yani zaaflarınızı buldum kendi isteklerimi gerçekleştirmeye başladım. Çünkü ailem de benim zaafım Kerime. Bir insanı güzellikle ve zorla terbiye edemiyorsan zaaflarıyla terbiye edeceksin. Zaaflar, dışarıya gösteremeyeceğin sana karşı kullanılabilecek en tehlikeli silahlardır. ”
Herkesin bir zaafı vardı hayatta. Herkesin hassas bir noktası. Uğur'un da en büyük zaafı ailesiydi o yıllarda. O gün yine kimseye görünmeden, gizliden gizliye, kameralara yakalanmadan surları anımsatan duvarları geride bırakmıştı. Sokaklarda özgürce dolaşmış en sonunda evinin kapısına kadar gelmeyi başarmıştı. Bu ilk değildi. Son da olmayacaktı. Uğur, gerçekleri kabul edene dek sürecekti koşuşturmaları. Zaaflarının aslında hayal kırıklığı olduğunu öğrenene dek.
***
Sabahın alacakaranlığı yerini güneşin sıcak dokunuşlarına bırakmaya başlamışken tugayın koridorlarında en ufak bir ses ibaresi yoktu. Uğur cephanelik ve sosyal alan olarak iki bölüme ayrılan odada, deri koltuklardan birindeydi. Koltuk, geceden beri üzerinde oturan bu adam yüzünden deyim yerindeyse çökmüştü. Kafası öne düştüğünde bal rengi gözleri bir kez daha kaydı uyku açlığıyla. Bilgisayar ekranı bulanıklaşırken çok geçmeden toparlanmayı başarmıştı. Bir iz arıyordu Uğur. Topladığı ve dosyaya eklediği bilgiler zaten herkesin bildiği ortada olan materyallerdi. Onların hiçbir işe yaramayacağı aşikârdı.
Uyku sersemi halini bir kenara bıraktı, çenesini ovuşturdu. Karşısında oturan askerine değdi gözleri. Kısık gülüşünde bile gamzesi çıktı hemen ortaya. Yunan tanrıları görse el pençe divan dururdu. İşte bir asi fırtınası İpek duramamıştı. On ikiden vuramadığı tek hedef Uğur olsa gerekti. O da vuramayacağından değil vurmak istemediğindendi.
İhsan Yarbay tugaydan ayrılır ayrılmaz Kamil’i çağırmıştı Uğur. Askeriyeye yeni gelen erlerden biriydi Kamil. Biraz göbekli, yemeğinden asla taviz vermeyen, doymak da bilmeyen, hafif ahmak, ana kuzusu bir erdi anladığı kadarıyla. Kafası koltuğun tepesine serilmiş, elindeki eski gazeteyi incelerken ağzı açık uyuyakalmıştı. Uğur kafasını dağıtmak adına bilgisayardan bir aksiyon filmi açtı. Sesini yükseltti. Ardından ileriye sarıp istediği yerde, bir çatışma sahnesinde durdurdu filmi. Taramalı bir silah sesi ortamı sararken kısa sürede Kamil’i de uyandırmıştı.
İlkin uyku mahmurluğuyla bir şey de anmayarak “Komutanım yatın, ”dedi Kamil. Bu arada bedenini koltuğun arkasına atıp saklanmayı da ihmal etmedi. Peşi sıra bilgisayardan bir komut geldi. Ekrandaki adam kaşlarını çatmış, son derece cesur bir şekilde diktatörlüğünü konuşturdu.
“Atın silahları. Elleriniz kaldırın,” dedi.
Kamil anında ellerini kaldırdı. “Bende silah yok, bende silah yok. Ateş etmeyin. Lütfen ateş etmeyin,” dedi telaşla. Bir altına işlemediği kalmıştı. Korkudan kan şekeri bile firar edebilirdi. Odayı saran loş ışıklar bir garip göründü gözüne. Zangır zangır titrerken toprak rengi gözleri komutanındaydı. Bembeyaz dişlerini ortaya serdi, güldü Uğur. Kamil komutanına kınayıcı bir bakış attı.
“Komutanım atsanıza silahınızı, vuracaklar şimdi sizi,” diye çıkıştı. Filmdeki silahlı adamlardan birisi yavaşça kıvama geldi. Ağır hareketlerle ve temkinli davranarak silahını beton zemine bıraktı. Diğer adam ise ondan daha cesur olacak ki indirmedi silahını. Ancak geride kalan saniyeler aleyhine işliyordu. Bu cesaret onu canından edebilirdi. Zira düşmanının sabrı taşmak üzereydi.
“Sen, sana söylüyorum duymuyor musun?” Diye sordu adam.
“Komutanım size söylüyor duymuyor musunuz!” dedi Kamil yalancı bir öfkeyle.
Uğur bir şey demedi. Daha da güldü. Sarıya yakın kumral saçları loş ışıkta o gülüşü tamamlayan en büyük etkendi. Fazlasıyla dikkat çekici görünüyordu, hele ki o şanlı üniforma üzerindeyken.
“Kafana kurşunu yemek istiyorsun herhâlde,” dedi adam bu kez.
Kamil beklemeden “Herhâlde,” dedi hak verircesine.
İnanılır gibi değildi. Adam silahını bırak diyordu, komutanı dokunulmazlığı olan milletvekili gibi rahatça oturuyordu. Üstüne üstlük bir de pişkin pişkin sırıtıyordu. Gerçi insan bunu vurmaya da kıyamaz dedi Kamil içinden. Aksine vurulurdu. Pek de yakışıklıydı zalımın oğlu. İki oda bir salon bir de balkon göbeği de yoktu onun gibi. Kıskanmamak elde değildi.
Birkaç repliğin ardından taramalı silah sesi ortamı yeniden sardı. Kamil küçüldükçe küçüldü koltuğun arkasında. Çok geçmemişti ki araya bir de jenerik müziği girdi. İşte o anda çaktı Kamil durumu. Sesler dışarıdan değil bilgisayardan geliyordu. Alınarak kalktı yerinden. Gözlerinde inandırıcılıktan yoksun bir hayal kırıklığı vardı. Koltuğa oturmaya yeltendi. Gazetesini aldı.
“Aşk olsun komutanım,” dedi alınganlığından taviz vermeyerek. “Hiç uyuyan insan böyle uyandırılır mı?” Diye sordu.
“Ya aklım sıçrasaydı?”
Bu komplo teoriyi de ortaya atınca Uğur’u daha bir gülme tuttu. Gözlerini ovuşturdu. Artık uykusuzluktan etrafları kızarmaya başlamıştı ve batıyordu. Ciddiyetsiz bir soru yöneltti.
“Senin aklında çekirge mi yatıyor Kamil, neden sıçrasın aklın?”
Gazeteyi aralayıp Deniz Üsteğmen’in olduğu haber sayfasını bulunca komutanına tip bakışlardan birini yolladı Kamil. Hiç kale alınmıyordu. Uğur ise filmi durdurup yeniden arama sekmesini açtı ve internet haberlerini okumaya devam etmek için hazırlandı.
“Koca koca çekirgeler sürü olsun da buradan ta fizana kadar kovalasın sizi komutanım.”
Bedduasına karşılık keyifle sırıttı Uğur. Kamil’in bu absürt imtiyazları hoşuna gidiyordu. Rastgele seçtiği köklü bir haber sitesinden iki bin üç yılındaki Yüzbaşı Sancak Kutluay olayını buldu. İşler haraptı. Soldu gülümsemesi. Bu gidişle çekirgeler değil İhsan Yarbay kovalayacaktı onu. Barçın'ın iyi kötü bir şeyler bulması gerekiyordu. Eli kulağındaydı.
“Merak etme Kamil. İhsan Yarbay çekirgelere fırsat vermez. Bu şereften mahrum bırakmaz kendini. Hatta götüme teneke bağlar, sokaktaki çocukları da sınıra kadar arkamdan kovalatır. Yedi köye reklam eder beni o.”
Gülme sırası Kamildeydi. Eğlenceli diyaloglar ortamın uykulu halini rafa kaldırmıştı. Kapının tıklatılmasıyla yüzler oraya döndü. Geleni tahmin etmek hiç zor olmadı. Vücuduna tam oturan üniformasıyla ve her zamanki ciddiyetiyle girdi Barçın. Omzunda ufak sayılabilecek boyutlarda bir çanta vardı.
“Nolur bana elle tutulacak bir şey bulduğunu söyle Barçın,” dedi Uğur yalvarır gözlerle.
Barçın ifadesiz yüz hatlarını koruyarak ikisinin arasındaki tek kişilik boş koltuğa oturdu. Omzundaki çantayı indirip masaya bırakırken onun da uykusuz olduğu şiş göz altlarından belliydi. Sabah Uğur’dan aldığı emir sonrası bitmek bilmeyen bir telefon trafiğinin ve derin bir araştırmanın içerisindeydi. Aradıkları ise bir zaaftı. Evet, bir zaaf. Farkındaydı Uğur. Deniz Üsteğmen’in Hakkari’ye kendi isteğiyle gelmesine imkan yoktu. Zorla getirseler ilk fırsatta Uğur’un ardından bütün askeriyenin topuğuna sıkar sonra da hiçbir şey olmamış gibi o evden bozma kulübesine geri dönerdi.
Çocukluğundan kalan en yüce tecrübe, aklından silinmemiş bir an olarak duruyordu. Zaaflar...
“Bir insanı güzellikle ve zorla terbiye edemiyorsan zaaflarıyla terbiye edecektin. Zaaflar, dışarıya gösteremeyeceğin sana karşı kullanılabilecek en tehlikeli silahlardır.”
Deniz Üsteğmen için de durum değişemezdi. Bir şey olmalıydı. Kalbini sıkıştıran, hayır diyemeyeceği, onun için her şeyi göze alabileceği, uğruna tüm vazgeçişlerini gerçekleştirebileceği bir şey. Zor bir hayat yaşamıştı Deniz Atınç. Daha bebekken başlamıştı hayatla girdiği çetin mücadele. Mutluluğu, yazın ortasında bir su damlasının buharlaştığı zaman dilimi kadar kısa sürmüştü.
Yaş altı. Her şeyden habersiz soğuk bir Ankara sabahında yüzündeki gülümsemeyle karne almaya gidiyordu. En sevdiği arkadaşı, Gökçe’si yanında. Ancak evde babasının girdiği bunalımdan bir haber. İçinde dairesine girip karnesini anne ve babasına göstermek isteyen bir çocuğun heyecanı var. Koşuyor ayakları. Önüne ne geleceğini bilmeden koşuyor hem de. Apartmanın merdivenlerini döven adımları yankılanmaya devam ederken sonuna biraz daha yaklaşıyordu. Karşısında tabanlarını dağlamak için bekleyen bir kıyametin köz yığınları vardı. Peki ya minik Deniz? Maalesef o henüz bunları fark edemeyecek kadar küçüktü.
Bir kapı mesafesi uzağındaydı felaket. Açtı, durdu. Can paresi belirdi ilk yerde. Annesi Ferhunde. Boynunu yarıp geçen bir kurşuna esir olmuş hareketsizce yatıyordu. Henüz bedeni bunu idrak edemeden bir acı tebelleş oldu omzuna. Aldığı yarayla sızlandı, minik eli o noktaya uzandı. Omzuna attığı parmaklarına kırmızı renkli bir sıvı bulandı. Kandı bu. Ancak düştüklerinin aksine çok fazlaydı. Gülüşlerini söndürebilecek kadar fazlaydı. Dizlerinin üzerine çöktü, yüz üstü serildi halının üzerine.
Üç ceset çıkarıldı o gün o evden. Biri annesi, diğeri babası ve öbürü ise idolü: Sancak yüzbaşısı. Gözlerinin önünde kara torbalara konulup götürdüler birer birer. Sıcacık yatağından alınıp onlarca sahipsiz çocuğun olduğu bir binaya bırakılmak oldu kaderi. Belki de Uğur’un en içselleştirdiği konu buydu. Sekiz ve altı yaşında, kocaman dünyada silinip giden iki ruh. Yetimhane günleri dün gibi aklındaydı. Komutanı ise onun yaşadıklarının bin mislini yaşamıştı. Ömründe gördüğü en çok kanı, özenle büyütüldüğü o sıcacık yuvada görmüştü. İnsan düşünmeden edemiyordu. Hayatta her şeyini kaybetmiş bir adamın nasıl bir zaafı olabilirdi ki?
“Teyit etmen gereken şeyler var,” dedi Barçın. “Elle tutulur olup olmadığına sen karar vereceksin.”
Parmakları arasında beliren şey eski bir yıllıktı. Uğur önce masanın üstüne bırakılan yıllığa ardından Barçın’ın çekik gözlerine baktı. Kalın karton kapağı araladı ve onlara lazım olan sayfayı buldu Barçın. İki siluet belirdi önlerinde. Biri tatlı, tombik yanaklı, saf bir erkek çocuğu diğeri ise kâkülleri ve kocaman gözleriyle gülümseyen cimcime bir kız çocuğuydu. Sağdaki sayfada Deniz Atınç soldaki sayfada Gökçe Kutluay. Sancak Yüzbaşının kızı Gökçe Kutluay. Soy adını görür görmez Uğur’un sorusu diline vurdu.
“Sancak Yüzbaşının kızı değil mi bu?”
Barçın onayladı onu. Kamil parlayan gözlerle yıllıktaki fotoğraflara bakıyordu.
“Ah canım, pek de tatlılar,” dedi mahalle arasında geleni geçeni süzen teyze moduna bürünerek. Uğur askerine dönüp tip bir bakış atarken bocalayarak yerine sindi, gazetesine odaklandı. Bir sonraki ilgi çekici diyaloğa kadar da başını kaldırmaya cesaret edemedi.
“Yalnızca aynı apartmanda oturmuyorlarmış, aynı okula gidiyorlarmış,” diyebildi Barçın.
Çantadan bu kez bir albüm çıkardı. Sayfaları aralayıp tek tek Deniz ve Gökçe’ye ait fotoğrafları gösterdi. Kadraja giren onlarca çocukluk fotoğrafı bir mazinin hatırlatıcısıydı. Bir masa vardı ortada. Etrafında renkli kartonlarla etkinlik yapan çocuklar. En köşede Deniz ve yanında ona bir şeyler anlatmaya çalışan minik, aksi Gökçe. Diğerinde bir soba başı, üzerlerinde kışlık kıyafetleri var. Isınıyorlar. Başka bir karede puf minderlerin üzerinde oturuyorlar. Gökçe’nin elinde bir masal kitabı. Yanında meraklı elalarıyla ve ilgiyle onu dinleyen bir adet Deniz Atınç. Parmağını fotoğraflardan birine bastırdı, gözlerini Uğur’un bal rengi gözlerine dikti Barçın.
“Bak şuraya,” dedi ciddiyetle. Ardından “Ne görüyorsun ?” Diye sordu.
Uğur anlamayarak fotoğraftaki ikiliye baktı. Sınıfın köşesinde bulunan boşluğa ay şeklinde dizilmiş sandalyeler ve tam ortada öğretmenleri vardı. Bal rengi gözleri sandalyelerinde oturan on beş minik çocuğu taradı. Aradığını bulması çok uzun sürmedi. Yan yana yer edinmiş iki bedenden Gökçe öğretmenini dinliyor Deniz ise küçük kızı habersizce izliyordu.
“Bir şey mi görmem lazım?” Diye mırıldandı Uğur.
Barçın tekrar sayfaları çevirdi. “Şimdi şu fotoğrafa bak,” dedi işaret parmağını fotoğrafın üzerine bırakarak. Baktı Uğur. Başka bir fotoğrafı çevirdi Barçın. “Bak bu mesela,” diye mırıldandı. Ardından bütün sayfaları hızlıca tamamladı. Rastgele bir resmi açıp durdu.
“Hep yan yanalar,” diyebildi. “ On beş tane boş sandalye var ve onlar birlikte oturmayı seçiyor. Bütün etkinliklerde beraberler. Oynadıkları her oyunda, çekilen fotoğrafların hepsinde ayrı kaldıkları bir an yok.”
Kamil girdi söze.
“Belki de birbirlerinin çocukluk aşkıdırlar, ”dedi hayran hayran.
Anında Kamile döndü Uğur. “Senin aşkın da birazdan incelemediğin o gazete olacak.”
Gözlerini devirdi Kamil. Gazeteyi kaprisli bir şekilde düzeltip tekrar işine dönmeye yeltendi. “Siz de hep bize kızıyorsunuz komutanım,” dedi dertli dertli. “ Götünüz üç buçuk atıyor ama İpek Hanıma gelince pamuk tarlası oluyorsunuz.”
“Yediririm o pamuk tarlasını sana.”
Midesinden gelen uyarıyla ve açlıktan dört köşe olmuş haliyle komutanına baktı Kamil. “Pek de lezzetlidir o şimdi. Hatta tam da hasat zamanı. Ne zaman gidiyoruz komutanım? Diyarbakır’a gidelim olur mu? Orada verim bu yıl daha fazla diyorlar.”
Hep bir ağızdan kahkahalara gömüldüler. Barçın bile ciddi tarafını bir kenara bırakıp gülmeye başladı. Sabahın beşinde bir yandan uykusuzluk, bir yandan stres, bir yandan atışmalar ve Kamil’in aç gözlülüğü derken kafalar iyice güzelleşmişti. Kademe kademe azalan kahkahalar yerini toplu bir ciddiyete bıraktı. Boğazını temizledi Barçın.
“Kamil halkı olabilir,” diye mırıldandı.
“Nasıl?”
Şaşkınlık dolu bir soru firar etti Uğur’un dudaklarından. Deniz Üsteğmen birine aşık olacaktı ,komikti. Barçın masanın üzerine bıraktığı çantadan bir fotoğraf daha çıkardı. Fotoğraf bir mezuniyet gününe aitti. Gökçe elinde bir demet çiçek ve başında kepiyle kürsüde konuşma yapıyordu. Fotoğrafın çekilme açısı kürsünün yanında karşıdaki koltukların bir kısmının da görünmesini sağlamıştı. Barçın, oturanların arasından birini kalemle yuvarlak içine aldı.
“Bu adamı tanıyor musun?”
Uğur gözlerini kıstı, dikkatle çıkış kapısına en yakın koltukta oturan adama baktı.
“Deniz komutanım bu,” dedi beklemeden. “Ama neden böyle giyinmiş anlamadım. Sanki gizlenmeye çalışıyor gibi. Şapka takmış, gözlük desen yüzünün yarısını kapatmış, giyim tarzı değişmiş. Normalde böyle giyinmez. Çene kemiklerinden ancak tanıdım.”
“Gizlenmeye çalışmıyor,” dedi Barçın. “Bildiğin habersiz gelmiş ve gizleniyor. Görünmek istese görünürdü.”
Çantaya yöneldi. Siyah bir kart ve üzerinde beyaz kalemle yazılmış not belirdi nasır tutmuş elinde. Barçın bu notu Ankara Gölbaşı İlçe Emniyet Müdürlüğünden almıştı. Şöyle yazıyordu siyahın koynundaki beyaz satırlarda :
Bir sandal var. Deryanın kuytu köşesinde ona mahrum, ona muhtaç, çürük bir iskelede esir. Elleri kolları bağlı, öylece bekliyor birinin gelip halatı çözmesini. Zamanın hatırından pas tutan ip itinayla çözülüyor. Ve dönüp kalıyor o noktada sandal. “Beni tutan bu nezelmiş halat parçası mı yoksa korktuğum deryanın güçsüz vücudumu alabora etmesi mi?”
“Hoş geldin kutsal filozof,” dedi Uğur ‘buyur buradan yak’ dercesine. Notu Barçın’a doğru iteledi. Kamil gazeteyi yüz hizasından dizine sesli bir şekilde indirdi. Ciddiyetle öne eğildi, elini düşünür gibi çenesine yasladı. Barçın ve Uğur bu hareketlilik sonrası o yöne baktı.
“Aslında sandal bağlı olduğu için denizden mahrum kalmıyor,” diye atıldı. “İpten kurtulmak istese gayet zorlanmadan kurtulur. Sanki denizin büyüklüğünden ve kudretinden korktuğu için o halatı bahane ediyor gibi komutanım.”
Bal rengi gözlerini yine belertmeye kalktı Uğur. “Kamil sen filozof musun aslanım,” dedi. “Sen kişisel gelişim uzmanı mısın? Psikolog musun sen Kamil? Senin işin şu an bu notta yazanları yorumlamak mı?”
Barçın müdahalede gecikmedi. Onun aradığı notta yazılanlar veya neyi ifade etmeye çalıştığı değildi. Ayrıntılara gömülmeye gerek yoktu.
“Benim bilmek istediğim bu notta yazanların neyi anlatmak istediği değil. Bu notu kimin yazdığı?”
Notu alıp Uğur’a doğru kaldırdı. Çakır gözleri keskin bir tonda baktı.
“Şimdi bana şunu cevabını ver Uğur, bu el yazısı Deniz Üsteğmene mi ait?”
Uğur Kamil’den gözlerini ayırdı, biraz düşündü. Deniz komutanının el yazısını en son iki yıl önce görmüştü. Nota biraz daha yaklaştırdı bedenini. Zihni geçmişini yoklayıp bir karara vardı. “Evet, ”dedi olumlu bir şekilde başını sallayarak. “Yanlış hatırlamıyorsam onun el yazısı. Ne oldu?”
Bir zafer gülüşü hakim oldu Barçında. Anlatmaya başladı. Aradıkları zaaf bir kadındı.
“Gölbaşı İlçe Emniyet Müdürlüğüne Gökçe tarafından üç kez şikayette bulunulmuş. İki bin on beş, iki bin on dokuz ve iki bin yirmi üç. İddia ettiğine göre on yedi yıldır bu not ve yanında bir saksı menekşe her ayın dokuzunda kapısına bırakılıyormuş. Ve bir hafta önce yine aynı not ve çiçekler kapısına gelmiş. Gökçe, bunu bırakanın kim olduğunu araştırıyor. Ancak bir şey çıkmadı. Çünkü çiçekçi sürekli değişmiş. Para elden teslim edilmiş. Adamları bulup sorgulamışlar, hiçbiri de hiçbir şey bilmiyorlar. Ya çok iyi tembihlenmişler, ağızları sıkı. Ya da gerçekten bildikleri bir şey yok. Ortada itirafçı olmayınca olayın üstü zamanla kapanmış.”
Uğur yerinde dikleşti. Hafif güler gibi oldu. Şoke olmuş yüz ifadesi ve sevincini sergilemek istemesi büyük bir duygu karmaşasını da beraberinde getirdi. “Sen şimdi aradığımız zaafın bu kadın olduğunu mu söylüyorsun?” Diye sordu. Kamil ise donup kalmıştı duydukları sonrası.
Elindeki notu, fotoğrafı, albümü ve yıllığı çantaya koydu Barçın. “Öyle söylemiyorum. Zaten öyle,” dedi net bir biçimde. “Ama asıl konu bu değil. Asıl konu Gökçe’nin iki hafta sonra buraya, Hakkari’ye gelecek olması. Kız jeoloji mühendisi olmuş Uğur. İhsan Yarbay’ın da yeğeni sayılır. Olay daha yeni, muhtemelen Deniz komutanın da haberi yok. Bunu iletme görevi de bize düşüyor.”
Omuzlarından büyük bir yük kalkmıştı Uğur’un. Bilgisayarını kapatıp soğumaya yüz tutmuş kahvesinden bir yudum daha aldı. Saatlerdir diken üstünde oturuyor gibi oturduğu koltukta şu an hiç olmadığı kadar rahattı.
Takılı kaldığı cümleyi seslendiren ve girdiği şoktan ancak çıkabilen Kamil, “On yedi yıl, ”dedi. “Kapısına menekşe bıraktırıyormuş. Adam kapısına on yaşından beri menekşe bıraktırıyormuş. Bulunmayı istemediği için her seferinde farklı bir çiçekçiden ama not aynı, el yazısı aynı, tarih aynı. Her ayın dokuzu. İnanabiliyor musunuz komutanım?”
Zaten uykusuzluktan bir hayli yanan gözlerini askerine dikti Uğur. Kahve fincanı dudaklarında kalakalırken aldığı yudumu yavaşça yuttu. Aynı yavaşlıkla fincanı önlerindeki masaya bıraktı. Yine belertti o bal rengi gözlerini. Saatlerdir askerinin eline verdiği gazeteyi incelemesini beklemişti. Sinirlenmemek elde değildi, çünkü o gazete hariç her şeyle ilgilenmişti.
“İnanabiliyorum,” dedi.
Sesi yüz ifadesine nazaran oldukça sakin, oldukça naif ve yumuşaktı. Bunların yanında bir miktar da alay sezmek mümkündü. “İnanabiliyorum elbette, neden inanmayayım, ”diye devam etti. “Ama sen de şuna inan Kamil,”dedi ayağa kalkınca.
Komutanının dev cüssesi loş ışıkta karşısına zebellah gibi dikilince ve üstüne gölgesi vurunca sorusunu yöneltti Kamil. Ses tonu bir tutam tedirginlik barındırıyordu. Oturuşunu düzeltmeyi de ihmal etmedi.
“Neye komutanım?”
Uğur’un kötü bakışları bir seviye daha atladı.
“Komutanım şöyle bakmasanız,” dedi Kamil tırsarak. Öyle bir bakıyordu ki Yusuf gibi güzel olsa millet ilk gözlerine takılır, değil ellerini başını keserdi korkudan. Bir adım attı Uğur. Bilmemezliğe vurdu. Bakışlarının o da farkındaydı.
“Nasıl bakıyorum?”
Kamil söylesem mi, söylemesem mi ikilemiyle boğuşurken hazırcevaplılığından da taviz vermedi. Dilini tutmayı asla başaramayacaktı. “Yani Allah affetsin,” diye mırıldandı. Delilikle cesaret arasında ince bir çizgide gidip gelmekteydi. “Çok da baby face bir adamsınız komutanım. Ama kız olsaydınız şu bakışı görünce Kanuni altı ay haremine girmezdi.”
Uğur bu cümle sonrası afalladı. Barçın ise nadir gülüşlerinden birini daha feda etti. Gözlerindeki öfke dağılırken yüzü de yumuşamak için ilk adımı atmıştı. O kadar mı felaket derecede kötü bakıyorum diye düşünmeden edemedi. Barçın’a dönünce gerçekten durumun vahim olduğunu anladı. Sinirleri bozulmuştu. Yarım bıraktığı cümleyi gündeme taşıdı.
“Tamam, bakmam,” dedi başından savar gibi. “ Dur ama şimdi konuyu dağıtma, ”diye çıkıştı. “Şu koca göbeğini nasıl delik deşik edip havasını indiriyorum ona inan. Belki Kanuni de gelip bu olaya şahitlik etmek ister.”
Bir adım attı askerine doğru. Kamil ürkerek baktı. Uğur üstüne geldi. O koltuğunda geriledi. Adete bir gerilim filminin ortasındaydı. Üstlerine vuran bu sarı ışıklar ortamın havasını koyulaştırmaya devam ediyordu. Beceremiyordu şu dilini tutma işini. Komutanı bir adım daha yaklaştı.
Barçın, “Korkutma çocuğu,” dedi gülümsemeye çalışarak.
Mesafe iyice azalmıştı. Uğur Kamil'in üzerine doğru bir atak yaptı. O da ayağa kalktı, yapılı vücudunu koltuğun arkasına atmayı başardı. Kamil ayağa kalkınca Uğur'un yaptığı hamle boşa çıktı. Barçın ilk defa doya doya güldü. Yerinden kalkıp çantasını omzuna aldı, ışıkları söndürmek için düğmelere yöneldi.
Kamil’in boş yeriyle bakıştı Uğur.
“Gel buraya,” dedi ciddiyetten yoksun sesiyle. Saklamaya çalıştığı tatlı bir tahammülsüzlük vardı. Gülmemek için mücadele veriyordu. Deri koltuktan ayrıldı. Kalkarken üstünü başını düzeltmeyi de ihmal etmedi.
Kamil, “Ben gelmesem komutanım,” dedi çekingen bir tonda. Geriye doğru giden adımları yavaşlamıştı. Cümlesini düzeltti. Tereddütle bir öneri sundu. “Yani geleyim gelmesine de sonra gelsem. Yarın, sonraki gün, mesela sonraki hafta, hatta bir sonraki ay falan.”
Sert adımı yere vurduğunda ve Kamil’e biraz daha yaklaştığında “Şimdi gel,” dedi Uğur.
Olumsuzca başını salladı askeri. Komutanının hiç tahammülü yoktu. Koltukların etrafında seyrekleşen adımlarla dolanıyorlardı. “I-ı, şimdi gelirsem göbeğimi mıncırırsınız,” dedi telaşla. Öyle kalın parmakları vardı ki etini koparmadan bırakmıyordu komutanı.
Bir adım daha attı Uğur.
“Mıncırmam, hadi gel.”
İnandırıcılıktan oldukça uzak bir performanstı. Barçın burnundan güldü, Kamil de inanmadı zaten. Önce adımlarını hızlandırdı ardından koca göbeğini sallaya sallaya kaçtı. “Gelemem,” diye bağırdı kaçarken. “Hiç kusura bakmayın. Gelemem komutanım.”
Uğur da peşinden koştu.
“Kamil buraya gel,” diye bağırdı.
Koltukların etrafında turladılar. Onların neşeli koşuşturmalarını Barçın gülümsemeler ve ara ara odayı saran kahkahalar eşliğinde izledi. Durgunlaştı yüzü. Uğur, koskoca üsteğmen olmuştu ancak çocuktan kalır yanı yoktu. Geçmişteki yara izlerini kapatmayı başarabilmişti. Uzun bir süre sürdü koşuşturmaları. Kamil göbeğine rağmen epeyce dayanmıştı. Uğur, “Bu bir emirdir,” dediğinde ise anında durmuştu. Yorgundular. Yeni bir dönemin başlangıcı için ellerinde büyük bir koz vardı. Işıklar kapandı. Tugayın koridorları derin bir sessizliğe gömüldü. Yataklarına girip derin bir uykuya daldı bu üçlü. Öğlene kadar dinlenecek, sonra Hatay'a doğru yola çıkacaklardı. Artık dengelerin değişme vakti gelmişti.
***
(Hatay)
“Bir kutu al eline, içerisinde sayısız kibritin olduğu. Ve bir kibrit yak tükendim dediğin yerden. Bitti mi? Bir tane daha yak ama sırtını döndüğün bataklığa yüzünü de dönme. Başını çevirip de oraya bakma. Yürü. Yaktığın o küçük kibritin peşini bırakma, arkana bakmadan yürü. Biliyorsun, kibrit fazla ışık saçmaz, geride bıraktığın karanlığı aydınlatmaz. Kısa sürelidir. Fark ediyorum. Ben şu an bu cümleleri kurarken bile bir kibritin daha söndü. Duruyorsun yerinde. Müşkül bir durumdasın. Adımların geriye gittiği takdirde parmak uçlarında beliren sönük, isli o boynu bükük kibrite alış. Şayet bu teklifi reddediyorsan alışmak istemediğin tekliflerin senin için bir avantaja dönüşeceğini unutma. Bir kibrit yak yeniden. Adım boyların sınırlı kalacak ancak hedefe yaklaştığının bilincindesin. Bekli de bu uğurda bütün kibritlerini feda edeceksin. Ama şunu bil ki kazandığın zaferler, el feneriyle gittiğin ışıklı yollardan daha tatlı gelecek.”
Uğur, bu güzel satırlara müdahale etmekte gecikmedi.
“Kamil, seni tatlı tatlı uyarıyorum aslanım. Şu kitabı sesli okuma!”
Kitabın son paragrafıydı. Kamil arka koltukta oturduğu için rahat bir şekilde gözlerini devirdi. Yumuşak bir akşam üstü vardı Hatay’da. Avanos dağlarına sıra sıra dizilmiş ağaçlar, bu sıcak havada rüzgarın dallarına çarpıp soluklanmasını bekliyordu. Tatlı notlarla gelen orman kokusu ciğerlerini saran eşsiz birer esanstı. Güneş, yeryüzünü sahiplenmekteydi. Barçın bu uzun yolculuğu uyuyarak, Uğur araç kullanarak, Kamil ise kitap okuyarak geçirmişti. Gözleriyle okumayı sevmediği için ara ara dudaklarını çalıştırmaktan geri durmuyordu.
“Emredersiniz komutanım,” dedi bozulmuş bir şekilde. Göğsü gerindi. Bilmiş bilmiş başladı konuşmaya.
“Ama sizin de bu türde kitaplara alışmanız gerekiyor. Düşünce yapınız, vücut diliniz, anlama kabiliyetiniz ve kendinizi ifade ediş tarzınız hiç yeterli değil. Yaşıtlarınızı örnek alın derim. Mesela Barçın komutanım. Bedeni, yüz ifadesi ve davranışları takdir edilesi. Kendi fikrimce kişisel gelişiminizi tam olarak tamamlayamamışsınız komutanım.”
Başını diş bileyerek sallamaktan geri durmadı Uğur.
“Ben o boşluğu seninle tamamlayacağım.”
Barçın’ın gözleri aralandığında huysuzca yanında oturan bedene baktı. Bölük pörçük bir uyku uyumuştu yolculuk süresince. Tam gözleri kapanıyordu Kamil sesli bir şekilde kitap okumaya başlıyordu. Uğur alçaltmaktan aciz kaldığı ses tonuyla kulaklarını iğneliyordu. Laf yarışı uzadıkça sinir fonksiyonlarının zedelenmesi muhtemeldi. Fazla mesaideydi bugün sabrı. İmtihan büyüktü. Araç sarsıntısıyla beraber gelen baş ağrısı bir migren ağrısı kadar adiydi. Bozuk yolları saymamasına imkan yoktu. Hele o kalın kaşları çatılmaktan yüz şeklini bile değiştirmişti.
“Bir uyutmadınız,” dedi kızgınlıkla. “Çocuklarım daha az didişiyordu.”
Güldü Uğur. Ona bakan harlanmış bakışları umursamadan güldü hem de.
“Tabi,” diye atıldı. “Aldın mis gibi uysal yengeyi, çocukların da akıllı uslu doğdu. Ben ne yapacağım devrem? İpek deli ben deli. Çocuklar da deli doğarsa muhtemelen 664. tarihi Kırkpınar Yağlı Güreş müsabakaları bizim evde düzenlenecek.”
“İpek Hanım sizi almaz komutanım,” dedi Kamil.
Yüz ifadesi sinir bozacak derecede rahattı.
“Yanlış anlamayın,” diye devam etti. “Çok yakışıklısınız. Boy desen var, pos desen var. Omuzlarınız üç artı bir daireye bedel. Kaslarınız sıkı, taştan hallice. Gülüş desen mermi gibi. Lakin İpek Asteğmen yalnız sizi değil hiçbir erkeği almaz. O tam bir amazon kadını.”
Hayran bakışlarla anlattı Kamil. Askerine atabileceği en kötü bakışı attı Uğur. Boşta olan elini arka koltukta oturan Kamil’e doğru uzattı ancak yakalayamadı. Kamil koltuğun köşesine kadar kaydırdı bedenini. Komutanı moral bozukluğu ile önüne döndü.
“Aman,” dedi. “Aman, her şeyi de bil. Eksik kalma, her şeyi de bil.”
Durdular. Ortam suskunluğa gömüldü. Uğur yan tarafını kaplayan camı açtı, dışarıyı dikkatli bir şekilde süzdü. Saptığı orman yolu anladığı kadarıyla burada bitiyordu. Karşılarında doğanın ta kendisi vardı. Karşılarında ağaçların hüküm sürdüğü ve küçük bir akarsuyun akıp gittiği bilmedikleri bir coğrafya vardı. Barçın dağılan gözlerini ve uyku sersemi halini yenmeye çalışıyordu. Yan tarafındaki camdan dağları kıskaca aldı.
“Niye durduk?” Diye soruverdi.
“Yol buraya kadar,” dedi Uğur. “İleriye araba çıkmaz. Bundan sonrasını yayan bir şekilde devam edeceğiz, iniyoruz.”
Kapılar eş zamanlı açıldı. Asker botları yeri sarsarken derenin sesi kulaklarındaki ağırlığı hafifletti. Uğur, aracın arka tarafına yöneldi. Barçın da bu sarp kayalıklarda ilerleyecekleri bir yol aramaya başladı. Yüzünü yamaca döndü. Ağaçları dansa kaldırarak gelen rüzgar şakaklarına bıraktığı serinlikle taçlandırdı onu. Bir seraptı sanki ikindi vaktinde. Sıcağa meydan okuyan gerçek bir serap. Hakkari’ye nazaran iklim daha iyiydi. ‘Şimdi İskenderun sahilinde olmak vardı’ diye yakındı. Bu havanın tadını çıkaracak süreyi elbette ki bulamadı. Uğur’un tiz sesi duyuldu arabanın arkasından. Söylediği ismi tahmin etmek zor olmadı.
“Kamil !”
İçine çektiği soluk ciğerlerine tutuldu. Aldı, veremedi. Aksine nefesini tutup ölmek istedi Kamil. Kararından dönmesi kısa sürdü. Meraklı bakışlarının yerini yılgın bir hal aldı. Omuzları düştü. Bu dağ başı da dahil olmak üzere hiçbir yerde rahat yoktu. Toprak rengi gözleri, sert mizacıyla boy gösteren Barçın'a kaydı. Gözlerinden bile komutanının sormak istediği soruyu anlayabiliyordu. Aynı soruyu o da sordu. Soru basitti aslında. ‘Yine ne halt yedin?’
Açıkçası bunu o da bilmiyordu. Uğur komutanını sinirlendirecek bir şey yaptığını kesinlikle düşünmüyordu. Hızlıca arabanın arka tarafına ilerlediğinde buraya gelirken hazırladığı çantanın açık olduğunu ve Uğur’un çatık kaşlarıyla çanta ile bakıştığını gördü. Kendisine doğru gelen askerini fark etmekte gecikmedi Uğur.
“Kamil," dedi.
Sesi kulağa son derece merak barından bir tonda geldi. Sanki bir konuda aydınlanmayı bekliyordu. Kamil gayet soğuk kanlı, saf ve ciddiydi. Diyaframına nüfuz eden hava, göbeğini de bir miktar içe çekmişti. Hanesine bir puan daha yazdırdı. Artık Uğur onu kâle alabilirdi. Koyulaşan sesi dudaklarını parçaladı.
“Efendim komutanım?”
“Ayıptır sorması biz on bir tane el bombasıyla nereye gidiyoruz aslanım ?”
Barçın, asker adımlarıyla onlara yaklaştı. Gülümsemesi, sert mizacında en parlak gün batımına eşdeğerdi. Disiplininden ödün vermemekte ısrarcıydı. Gardını düşüren iki şaklaban en büyük düşmanıydı. Ve bu konuda yenilmemek içten bile değildi. Kamil bir an bile düşünme gereği duymadı.
“Deniz Üsteğmeni getirmeye gidiyoruz komutanım. Bana da güzel bir çanta yap içinde her şey bulunsun dediniz.”
Barçın’ın gülümsemesi sesli bir hal aldı. Kamil yine yapmıştı yapacağını. Tugayın içindeki cephaneliğin bir ayağını buraya taşımıştı. Çantadan sekiz tane şarjör, üç silah, on bir el bombası, altı sis bombası, üç gaz maskesi, üç kasatura, iki top ip ve sekiz tane konserve yemeği çıkmıştı. Bunların ufacık çantaya nasıl sığdığı ise merak konusuydu.
“Biz bu mühimmatı yerine koymazsak ordudan atılır, üzerine bir de ordu malı kaçırdık diye hapse gireriz diyeyim size.”
Barçın’ın gülerek söylediği cümle Uğur’u da güldürdü. Bir de utanmadan sekiz konserve yemeği almıştı. Kesinlikle doymuyordu. Yemek bir yana dünya bir yana diyordu Kamil.
“Kamilcim sen bu mühimmatlarla Deniz Üsteğmeni sağ getirebileceğimize emin misin ?” Diye sordu Uğur. Kendisiyle dalga geçildiğini anlayan Kamil masum bir moda büründü. Gözlerini kaçırdığında, yüzü düştü. Anında savunmaya geçti.
“Ben nerden bileyim komutanım. ”dedi. “Siz öyle sağlam bir çanta yap içinde fazlası olsun eksiği olmasın deyince işte-"
“Tamam tamam ”dedi Uğur askerini bölerek. Kamil haksız da sayılmazdı. Bordo bereli bir adamla mücadele edeceklerdi. Öfkesi yüreğini parçalayan bir adamla. Geçmişi onu tehlikeli bir adam olmaya itiyordu. Bu gittiği günden bu yana bariz bir şekilde ortadaydı. Kolay olmayacaktı. Donuk bir hal alan bal rengi gözleri, Uğur’u sancılı geçen o günlere götürmüştü. Yatmadan önce ağzına aldığı Deniz Atınç ismi Kamil’i korkutmuş olsa gerekti. Çantanın içerisine uzanan üç el, gerekli olan bütün malzemeleri yanına aldığında kapıları kapattılar.
Barçın, “Buradan,” diyebildi akarsu boyunca ilerleyen bozuk yolu göstererek.
Güçlü adımları yere vurduğunda altı kilometrelik yolun başlangıcını yapmıştı. Güneş ışınları yavaş yavaş yer yüzünden elini eteğini çekiyordu. Ortamı saran en diri ses Kamil’in derin nefes alışverişleri ve oflayıp puflamalarıydı. Sahaya çok çıkmadığı için iki adımda tıkanıp kalıyordu. Göbeğinin yarısı erimişti. Midesi kazınmaya başlamış, arada guruldayıp komutanlarını güldürdüğü bile olmuştu. Toprak rengi gözleri ise onların tam aksine uyanıktı.
Yüz hatlarına oranla büyük ve güzellerdi. Bulunduğu tepeden etrafı dikkatlice süzdüğünde çok uzak bir noktada fark ettiği kulübemsi şeyi komutanına göstermek istedi. İrtibat kesmemişlerdi, birbirlerinden ayrı bir şekilde Deniz Üsteğmenin oturduğu o küçük kulübeyi arıyorlardı. Dudaklarına dayadığı mikrofona sözlerini dökmek için hazırlanmıştı ki Uğur komutanından gelen hışırtılı garip sesle doğu kanadına yöneldi.
Aynı dakikalarda Barçın’ın da hızlı adımları yerdeki otlara eziyet etmekteydi. Kısa bir sürede geldiği mesafeyi kapatmayı başarmıştı. Uğur’un arama yapacağı bölgeye koştu. Yapraklı bodur çalıları heybetli cüssesiyle devirdi. Sert çehresi bir kış gecesi sıcaklığı gibi eksilere düştü.
Gelmişti. Onlar Deniz'i bulamadan o onları bulmuştu. Aradıkları komutanları tam karşısındaydı. Ayaklarında asker botlarını anımsatan siyah botları tozla kaplıydı. Bacaklarını saran yine aynı renkteki kargo pantolon herhalde başka bir adama yakışmazdı bu denli. Beyaz tişörtüyle ve beyaz teniyle adeta kararmaya başlayan havaya meydan okuyordu. Ne ela ne de tam olarak yeşil denilebilecek gözleri ketum görüntüsüne yumuşak bir hava katmıştı. Güçlü bilekleri ve heybetli bedenin önünde ondan biraz daha kısa olan Uğur vardı. Şakağına değdi değecek namlunun ucu patlamaya hazır bir bombaydı. Rehin alınmıştı. Deniz, Uğur’u rehin almıştı.
Barçın tam silahına davranıyordu ki Deniz Üsteğmenin ölüm kokan naif sesi ortama giriş yaptı. “Sakın öyle bir hataya düşeyim deme Teğmen!”
Barçın durdu. Uğur ona o Uğur’a bakıyordu. Kısa bir sessizlik çöktü. Kamil’in nefes nefese gelişi gergin ortamı bir nebze olsun sakinleştirirken içinde bulundukları duruma olumlu bir etki yapamadı. Tedirgince beklediler. Deniz Üsteğmen, “ Atın silahlarınızı ”dedi.
Kimse bu emri dikkate almadı. Bir göz münakaşası yaşandı. Alacakları karar çok uzaklarında değildi. Barçın ve Kamil silahlarına uzandılar, rastgele önlerine attılar. Ardından kasaturalarını çıkardılar kılıflarından. Aynı şekilde onlar da silahların yanında yerini aldı, toprakla buluştu. Uğur'un durumu diretilmelere müsait değildi. Hele ki Deniz Üsteğmen gibi bir adam söz konusuysa işin sonunu kestiremiyordu insan.
“ Ellerinizi kaldırın, yavaş bir şekilde önüme doğru yaklaşın, ”dedi Deniz.
Otoriter sesi hakimiyet istiyordu.
“Emredersiniz komutanım ”dedi Kamil kekeleyerek ve boş bulunarak.
“Ben senin komutanın değilim asker" dedi Deniz net bir dille.
Uzun zaman olmuştu bu kelimeyi duymayalı. Garibine gitmişti. Çok değil, yalnızca iki yıl önce komutanım diye hitap eden onlarca askeri vardı. Eski günlerin burnunda tütmemesine imkan yoktu. Mesleği bırakalı iki yıl olmuştu ancak çok şey almıştı ondan. Geri gelmeyecek kadar, unutulmayacak kadar çok şey. Bunlardan en büyüğü Senaydı. Sıcak bir yuvaya adapte olmaya çalışırken inatları uğruna Senayı kaybetmişti. On dokuz yaşında, hiçbir şeyden haberi olmayan bir kız çocuğu hak etmemişti bütün bunları. Göğsüne tebelleş olan sancı onu rahat bırakmayacağa benziyordu. Artık ne sıcak bir yuvası ne sıcacık yatağında uyuyan bir kardeşi vardı.
Kamil, duyduğu uyarı sonrası. “Tamam komutanım,” diye mırıldandı.
Yaptığı yanlışın farkına vardı. Alnına vurdu. Komutanım dememesi gerekiyordu ama yine demişti. Yüzünü ekşitti, gözlerini yumdu. Panikledi. “Yani ben komutanım demek istemedim komutanım da ortamın gerginliğiyle şey olunca ondan dedim komutanım. Yoksa ne münasebet komutanım size deme dediğiniz şeyi söylemek. Haşa, ben öyle-”
“Dediğimi yap asker!”
Sustu. Tırnak ucuna kadar deli gibi titriyordu. Kalbi hızlı çarpıyordu, gözleri kıpır kıpırdı. Gergin ortamlar hiç ona göre değildi. Barçın komutanın arkasından yürümeye başladı. Deniz’in dibine geldiklerinde Uğur da dahil oldu onlara. Böylesine aşık bir adam nasıl olur da bu kadar sert ve duygusuz görünürdü anlam veremiyordu. Sesi bir sahil kenarı kadar huzur verirken üstelik.
Göz açıp kapayıncaya kadar eski, tek odalı bir kulübenin önüne gelmişlerdi. Merdivenleri çıkıp ahşap zemini gıcırdatarak balkonda dikildiler. Üniformalara kaydı Deniz Üsteğmenin bakışları. Yeşil ve ela arasında mekik dokuyan gözleri karşısındaki üç silueti süzdü. Derin bir nefes aldı.
Bir kumaş parçasıydı. Bir üniformaydı. Bir renkti. Yeşilin en kanlı tonuydu. Öyle keskin uçları vardı ki sardığı bedende derin izler bırakmadan çıkmıyordu. Ağırdı. Kalbine suçluluk hissettirecek boyutta bir yükümlülüğü vardı. Bunu göze alabilecek denli güzel oluşu inkar edilemezdi. Hazır hissetmiyordu. Şanına şan katan üniforması eziyet etmekteydi ona. Bir kez daha kolayı seçti. Görmezden geldi. Yanından , yakınından uzaklaştırdı.
Soyunun, ”dedi itiraz kabul etmeyerek.
Kamil tir tir titremeye devam ederken dudaklarını ancak aralayabildi.
“Tövbe tövbe.”
“Adam iyice niyeti bozdu,” dedi Uğur yalnızca Barçın’ın duyabileceği şekilde. “Sen emin misin bunun Gökçe kızı sevdiğine?”
Cevap gecikmedi.
“Artık ben de emin değilim.”
Uğur Barçın’a Barçın kendisine gözlerini kırparak bakan Kamil'e göz gezdirdi. Başta kimse bu cümleyi tam olarak anlamak istemedi. Yanlış mı duyduk diye düşündüler. Tek bir cümle, tek bir gür ses yerlerinden sıçramalarına neden oldu.
“Ne diyorum ulan ben, soyunun !”
Kamil ellerini anında üniformanın düğmelerine götürmüştü. Usulca açmaya başladı. Parkasının ardından gömleğini de çıkardı, yere attı. Asker tişörtüyle kaldı. Onu da sıyırdı üzerinden. Gömme balkonları anımsatan göbeği hepten peydah oldu. Kamil’in bu halini görünce Uğur ve Barçın da mecbur soyunmaya başladılar. Altlarındaki pantolonları dışında her şey çıkarılmıştı. Gözlerini o noktaya dikti Deniz Üsteğmen. Pantolonları kast ederek “Onları da" dedi.
“ Komutanım !”
“ Yok atık, iyice saçmaladınız.”
Barçın’ın iğneleyici tondaki cümlesine Uğur’un inanmadığını belli eden tepkisi eklendi. Utana sıkıla mırıldandı Kamil.
“Arkanızı döner misiniz komutanım?”
Bu komik soruya Uğur’un kahkahalarla gülmesi gerekiyordu. Barçın ise çoktan sert çehresinden taviz vermeliydi. Ancak dut yemiş bülbül gibi baktılar Deniz Üsteğmene. Oysa o hiçbir tepki vermemiş sakince arkasını dönmüştü. Bir müddet bekledi.
“Arkada da gözüm vardır. Yanlış bir hataya düşeyim demeyin.”
Kamil yine ikiletmeden palaskasına yapıştı. Onunla birlikte pantolonunu çıkardı, diğer eşyalarının yanına attı. Her şeyi itiraz etmeden yapıyor olması sinir bozucuydu. Askerine parmak salladı Uğur. Mecbur o ve Barçın da pantolonlarına yapıştılar. Sadece baksırlarıyla kaldılar. Deniz Üsteğmen onlara döndü. Hafifçe gülümsedi.
“Kusura bakmayın Beyler,” dedi. “Sizi o üniformalarla misafir edemiyoruz maalesef.”
Eli kargo pantolonunun cebine yöneldiğinde iki kelepçe çıkardı. İlkini Kamil’in üzerine fırlattı, tam düşecekken tutu Kamil. Titremesi bir an olsun eksilmemişti. Diğer kelepçeyi Barçın'a fırlattı. Havada yakaladı o da. Anlamayarak baktılar. Deniz Üsteğmen silah tutan eliyle balkonun bitişiğindeki kulübe duvarını işaret etti. Ortada küçük bir pencere vardı. Dışı demir korkuluklarla çevrelenmişti.
“ Kelepçelerin bir ucunu korkuluklara diğer ucunu bileğinize takın,” dedi Deniz.
Kamil her zamanki gibi bu emri ilk uygulayan kişi oldu. Bileğini demir korkuluklara esir ederken Barçın Teğmenin bozuk bakışları bedeninde geziniyordu. Çehresi kadar davranışları da sertleşmeye başladı. İstemeyerek de olsa Uğur için uygulaması gerekiyordu bu emri. Kalın bileğine geçirdiği kelepçenin diğer ucunu korkuluğa sesli bir şekilde sabitledi Barçın.
Deniz’in tapılası gözleri Uğur’a baktı . “ Seni içeriye alalım Teğmenim,” dedi net bir dille.
Girdiler. Ortada yer edinen minik ahşap masanın yanında dikildiler. Dört sandalye vardı. Köşeye atılmış geniş bir sedir, karşısında eski tüplü bir televizyon ve iki küçük tek kişilik koltuk. Giriş kapısının sağında bir kapı fark etmişti Uğur. Açık olduğu için oranın mutfak olduğunu anlaması çok uzun sürmedi.
“Otur, “dedi Deniz Üsteğmen. Gür saçlarını eliyle karıştırdı. Uğur, sandalyelerden birini eline alıp çekince dağılacak diye korktu. Poposunu yerleştirdi. Çıkan gıcırtılar her an zemine çakılacak gibi bir hissiyat veriyordu. Deniz mutfak olarak kullandığı bölüme geçti. Dolaplardan birinden bir silah çıkardı, diğerini tezgahın üzerine bıraktı. Uğur bu sırada etrafı incelemek için vakit bulmuştu. Her şey çok eskiydi. Kulübe üflesen yıkılacaktı. Üstelik sıkıcıydı. Masada oturmuş etrafı süzen teğmene döndü Deniz. Parmakları arasında tuttuğu mermiye Uğur’un bal rengi gözleri değdi. Komutanı yavaş adımlarla kapıyı buldu. Kapattı. Elindeki tek mermiyi silaha koydu, hazır hale getirdi.
“Rus Ruleti oynamayı biliyorsundur umarım,” dedi.
Uğur şaşkınlıkla izliyordu genç adamın hareketlerini. Masanın üstüne konan silaha düştü bakışları. Şuursuzdu bu adam. İhsan Yarbay’a ne kadar saydırsa azdı. O dosyayı hazırladığı güne lanet ediyordu. Sanki ortaya bir bomba bırakılmıştı ve kaçabilecek durumda değildi. Deniz komutanının planlarına uymadığı sürece kaybetmeye mahkum olduğunu biliyordu. Kurallar onunsa kazanan Uğur olmalıydı.
“Altıda bir.” dedi Deniz. “ Şans % 16. Hangimiz başlıyor?” Diye sordu. Ardından “Dur ben başlayayım,” dedi büyük bir cesaretle.
Parmakları tere yağından kıl çeker gibi rahat bir işi yürütmek için hazırdı. Uğur’un karşısında bulunan sandalyeye kuruldu. Şakağına dayanan namlu kendisinden çok askerini korkutuyordu. En ufak bir tereddütte bulunmadı. Barçın kısılan gözlerle demir korkuluklara sokuldu. Donuktu bakışları. Kamil de ondan farklı değildi. Bileğini kelepçenin içerisinde çevirip duruyordu.
“Yapamaz,” diyebildi Barçın. Ancak garanti veremiyordu.
Nefesler tutuldu. Sesler kesildi. Rüzgarın esintisi bile bu gergin ortamı bölmemek adını sustu. Deniz, gözlerini yumduğunda hayatı bir film şeridi gibi geçip gitti. Uğur komutanını daha yakından inceleme fırsatı buldu. Yüzü değişmemişti. Bedeni askeriyedeki günlerine oranla daha yapılıydı. Ses tonu hala bir asker için fazla naifti. Deniz tetiği çekmeye yeltendi. Parmağının uyguladığı baskı sonuç verdi. Boş ses kulübeyi sardı. Elayla yeşil arasında sıkışıp kalmış gözleri sakince aralandı. Silah masanın üzerinde ikinci talibini, Uğur’u beklemeye başladı.
“Buyur Teğmen," dedi Deniz. Batu rahatlamıştı. Kısa bir süre ortada duran silah, genç bir bedenin gölgesine sığınmayı bekliyordu. Uğur silahı yavaşça eline aldı. Titreyen parmakları bu metal yığınını zor zapt ediyordu. Soğuk namlunun ucu tenine değdiğinde irkildi. Bacaklarındaki tüm güç çekilmişti. Şu an ayakta duruyor olsa muhtemelen bayılırdı. Gözlerini kapattı. Trans haline geçti.
“Komutanım,” diyebildi Kamil. Yakınacağı tek varlık yanındaki elleri kolları bağlı olan Barçın Teğmeniydi. Dudakları ,elleri, bütün bedeni titremekten uyuşmuştu. Karşısındaki iki adam, ellerindekinin öldürücü bir araç olduğunu unutmuş gibiydi.
“Delirdi mi bunlar? Bir şeyler yapın!”
“ Hayır,” dedi Barçın girdiği şoktan sıyrılıp cama vurarak.
“ Uğur hayır. Hayır Uğur, hayır. Bırak şu silahı ,saçmalama!”
Sesi boğuk bir şekilde ulaştı içeriye. Yumrukları bir an olsun pencereleri dövmeyi bırakmadı. Uğur tetiğe yüklendi. O boş ses bir kez daha küçük kulübeyi etkisi altına aldı. Silahı atarcasına masaya bıraktı. Kollarını birbirine bağlamış zevkle onu izleyen Deniz Üsteğmene baktı. Durumdan keyif aldığı açıktı. Böylesine pişkin tavrı insanın sinir sistemiyle oynuyordu. Uğur, bal rengi gözlerini ortalarında duran silaha dikti. Çatık kaşları sinirlendiğinin en net göstergesiydi. Dışarıdaki iki adam rahat bir nefes aldı. Barçın cama vurmayı bıraktı.
“Bu yaptığınız doğru değil komutanım. Suç işliyorsunuz. Herhangi birimizin başına bir şey gelmesi halinde en ağır cezayı alacaksınız. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevini yerine getiren askerleri alıkoyamazsınız. Biz buraya Yarbay İhsan Çelebi’nin emriyle geldik, keyfi olarak değil. ”
Deniz Üsteğmen Uğur’un sert çıkışı sonrası ellerini masanın üzerine koydu. Eğildi. Koyu kahve saçları alnına döküldü. Genç adamın kulağına yaklaştı. Naifliğine gölge düşüren erkeksi ses tonu nefesiyle birlikte dokundu kulaklarına. “Korkuyor musun Teğmen?" Diye sordu. “Ne bu tavırlar?”
Uğur, yüzünü nefesiyle ele geçirmiş adama döndü. Bir milim daha yaklaştırdı. Burun buruna geldiler. Barçın ve Kamil sessizliğini koruyordu. Camın ardında gergin bir bekleyiş vardı çünkü içeride konuşulanları duyamıyorlardı.
Kaşları çatılmıştı Uğur'un. İradesine hakim olması gerekirken tam aksini yapmak mantıklı bir davranış değildi. “Korkmuyorum !” dedi. Eli çabucak masanın üzerinde duran silaha yöneldi. Aldı, Nasır tutmuş parmakları tetikte bekliyordu. Bedeninin gerildiği her halinden belliydi. Yutkunuşları, boğaz kuruluğu, bacağını ritmik bir şekilde sallaması bunun en bariz örnekleriydi. Çok çabuk oyuna geliyordu. Bal rengi gözlerini bir an olsun komutanından çekmedi.
Barçın, “Ne oluyor? “ Diye sordu anlamayarak. Aklını yitirmek üzereydi.
“Ne oluyor bunlara? Sıranın Deniz Üsteğmende olması gerekmiyor muydu? ”
Kamil’in bilekleri kızarmış, neredeyse kesilme noktasına gelmişti. Barçın komutanın sesiyle bacağını duvara dayadı, iki eliyle demir korkulukları sıkıca kavradı. Bedenini geriye doğru ittirirken bilekleri bütün gücüyle demir çubukları çekti. Komutanı ise az önce yaptığı gibi camları yumrukluyordu. Kalan dört atıştan biri şu an yapılmak üzereydi. Havanın karanlığı üzerlerine bulaşırken bağırışları geceyi yarıyordu. Tüm hareketler eş zamanlı yapılıyordu. Uğur’un ayaklarını ritmik bir şekilde sallaması, tedirgin ama kendine güvenen cesur bakışları, Deniz'in üzerindeki rahatlık, Kamil’in demir korkuluklarla mücadelesi ve Barçın’ın ortamı yıkan sesine eş pencereyi tuzla buz edecek derece sert vuruşları.
Boş bir ses kulübeyi doldurdu. “Bu siz olsanız dahi korkmuyorum !” dedi Uğur.
İçi tir tir titrerken dışı en sert kayalara eş değerdi. Sesinin de titrememesi için azami bir çaba sarf etmişti. Omurgasından aşağıya süzülen ter damlası ince beline indi. Kendini o kadar çok sıkmıştı ki elleri ayakları deyim yerindeyse dökülmüştü. Bacaklarını ritmik bir şekilde sallamaktan kendini alıkoyamadı. Deniz kaşının birini kaldırdı, başını salladı kabul edercesine. Gülümsedi.
“Beni şaşırtıyorsun Teğmen,” diyebildi.
Dağılan bedenini toparladı Uğur. Gözleri şeytani bir tavır takındı. Serseri gülüşü bir çukur bahşetti. Kurallar koyan kimse ona karşı oynanmak için vardı. Bu masadan kazançlı çıkmasının tek yolu buydu. Komutanının sinir uçlarına dokunmak.
“Eee,” dedi keyifli sesi. “Komutanım siz olunca böyle olması normal değil mi?”
Bir meteor düştü sanki yüzüne. Gülüşü aniden sönerken elayla yeşil karışımı gözleri öfke giyindi bu akşam. Gece beliren yıldızlar dağılan bulutların arasında kaybolmaya yüz tuttu. Rüzgar yapraklarını dağıtırken bu küçük kulübeye hiç uğramadı. Deniz’in çene kemikleri dişlerini sıkmaktan uyuşmuştu. Bu kelimenin tahammülü yüzünü tam bir savaş meydanına çeviriyordu. Gözleri birer ateşli oka dönüşüyor, o yumuşak renkler toz bulutu gibi dağılıyordu.
“Ben senin komutanın değilim,” diyebildi.
Sinirli olduğu nadir anlardan biriydi bu an. Eli masanın üzerinde duran silaha yöneldi. Hızlıydı ve öfkesi dinecek gibi durmuyordu. Alıp alnına dayayınca Uğur afallayıverdi. Deniz’in bakışlarında gezinen alev sönecek cinsten değildi. Tereddütsüz çekti tetiği. Boştu. Böylece üçüncü atış da karavanaydı. İki mermi kalmıştı. Biri boş diğeri dolu iki mermi vardı silahta. Askerinden duyduğu her bir söz için idam sehpasına bu yöntemle yine onu çıkarmak istiyordu. Deniz bir kez daha hayatıyla kumar oynamaya kalkarken “Komutanım, ”diye atıldı Uğur.
Ayağa kalkıp koluna yapışmıştı. Komutanını buradan sağ alıp gitmesi gerekiyordu, ölü değil. Deniz’in kuvvetli parmakları tetiğe çoktan yüklenmişti. Sakin tavrının yanında her şeyi göze alabilecek seviyede bir deliliğin daha ağır bastığını söylemek mümkündü. Uğur’un gözleri ise kendini kaybetmiş, yuvalarından fırlamıştı. Burun buruna geldikleri bu anı da geride bıraktılar. O boş ses suskunluğuna devam etti. Deniz oynadığı bu kumarı kazanmıştı. Geriye bir mermi kalmıştı. Tek bir mermi. Bal rengi gözleri komutanındayken ellerindeki bileği bıraktı Uğur. Barçın yumrukladığı cama dirsek atınca pencere büyük bir gürültüyle yere indi. İki adam o yöne çevirdi başını.
Komutanım, bu kadarını yapamazsınız" dedi Barçın. “Tek kurşun var ve bir atış kaldı. Göz göre göre Uğur Teğmeni mi öldüreceksiniz ?”
Panik olmuş bir şekilde Barçın’a odaklanan Kamil komik bir istekte bulundu. Başını pencerenin kırık tarına doğru uzatıp “Iıı , şeyy” diyebildi utana sıkıla.
“Ben çaycıyım da pek saygı değer Deniz komutanım, haliyle sahaya çok hakim olamadığım için alışamadım. Öldürmedir, kandır, asmadır, kesmedir böyle şeylere. O yüzden kan tutuyor da. Bayılıyorum falan, kötü oluyorum. Kan şekerim düşüveriyor. Diyorum ki başka yöne dönsem, bakmasam, ya da beni balkona kelepçeleseniz? Kusura bakmayın komutanım. Komutanım demiş bulundum, başka nasıl hitap etsem bilemedim.”
Anında gözlerini belertti Uğur. Tıp tip baktı Kamil'e.
“Ha ben öleyim yani Kamil,” dedi sitemle. “Uğur Teğmen’in ölsün burada, sen de ilk yardım yapacağına kan tutuyor diye başka taraflara dön.”
Uğur’un o tip bakışlarının bir benzeri Barçın’ a da işlendi. Kamil’in bedenini iyice geriye iteledi, bir sille yapıştırdı.
“Merak etme kardeşim,” dedi Barçın. “Ben ona öyle bir nöbet yazacağım ki İsrafil sura üfleyinceye kadar tutsa yine bitiremeyecek .”
Atabileceği en romantik bakışı attı Uğur. “Sağ ol be Barçın,” dedi. “Sen olmasan demek ki cenazem de meydanda kalacak.”
Deniz Üsteğmen garip bakışlarla bu üçlüyü izledi. Konunun dağıldığının farkındaydı. “Romantik konuşmanız bittiyse seni silahın başına alalım Uğur," dedi. Yeniden ciddi bir ortam oluştu. Uğur ağır hareketlerle silahı eline aldı. Tek kurşun vardı. Sadece bir el silah sesi. Kafasına girip bütün yaşamsal fonksiyonlarını bitirecek bir mermi. Oysa daha ne hayaller kurmuştu gerçekleştirebilmek için. İpek'in kalbini çalarım umuduyla diklenip dövüşte hangi parmaklarını kırdıracak da can havliyle Selma Hemşireye koşacaktı. Annesinin oğulcuğum yesin diye hazırlayıp gönderdiği kıymalı börekler, yaprak sarmalar da tugayda kimlerin midesine inerdi Allah bilirdi artık. Ha bir de röntgenci Zeliha vardı. En çok da ona yazık olacaktı. Güzel kızdı vesselam. Bu sene şampiyon kim olurdu acaba? Ulan bir Fener şampiyonluğu göremeyecek miydi bu adam! Bal rengi gözleri açık gidecekti. Gitmeden son son görebilseydi keşke.
Soğuk namlunun ucunu şakağına bastırdığında irkildi. Tetiği çekmek için hazırlandı. Aklına tugaydan çıkarken Barçın’dan aldığı ve cebine attığı fotoğraf geldiğinde durdu. Daha önce neden aklına gelmemişti o fotoğraf anlayamadı. Silahı indirdi. Deniz Üsteğmene çıkardı bakışlarını. “Bir maruzatım olacaktı komutanım,” dedi. Deniz dikkatle karşısındaki teğmenin ağzından dökülecek cümleye odaklandı.
“Bir bardak su rica edecektim," dedi Uğur.
Gayet sakin bir şekilde mutfak olarak kullandığı bölüme ilerledi. Bir bardak su getirdi masaya bıraktı Deniz. Uğur suyu içmedi. Asıl anlatmak istediği konuya girdi. “ Bir tim kurulacak komutanım, ” diye başladı. “Sayyad kod adlı, asıl adını bilmediğimiz yüzünü ise deşifre edemediğimiz Hakkâri’nin bölge sorumlusu olan bu şahsı kurulacak olan tim, yani Poyraz Timi yakalayacak. İhsan Yarbay Ankara’dan bu operasyonu yürütmek için özel olarak gönderildi. Tugaya gelir gelmez benden askeriyenin en iyi adamlarını ayarlamamı istedi. Günlerce gözlemler yaptım, gecemi gündüzüme kattım, notlar tuttum, dosyalar hazırladım.”
“Bunun benimle alakası ne?”
Kuruyan dudaklarını ıslatma gereği duydu Uğur. Cümlesine devam etti. “Timde görevli bütün isimleri İhsan Yarbayla belirledik. Sadece komutanı bulmak kaldı. Bu görevi üstlenebileceğine inandığım isimlerin çoğu sahada, aktif görevdeydiler. Onları seçemedim. Üç dosya hazırladım. İhsan Yarbay’a sundum. İhsan Yarbay sizin Poyraz Timinin başına geçmenizi istiyor komutanım. Buraya gelme nedenimiz budur ve kesinlikle amacımız sizi rahatsız etmek değildir.”
“Ben görevi bırakalı iki yıl oldu Teğmen. Nasıl bir şekilde bıraktığımı bütün Hakkâri biliyor. Yarbayına gelmez diyemedin mi?”
Uğur beklemeden söze girdi. “Dedim komutanım, demez miyim? Ancak beni dinlemedi. Üç gün içinde bu adamı bana bul, üniformasını giysin, tıraşını olsun, hazır bir şekilde odama gelsin dedi.”
Deniz inanamayarak güldü. “Sen de bir deli yarbayın lafına bakıp buraya kadar geldin öyle mi?”
“Maalesef geldim komutanım," dedi omuzlarını düşürerek.
“Komutanım deme ”diye çıkıştı Deniz.
“Tamam komutanım” dedi Uğur dalgınca. Sonra “Pardon komutanım, birazdan öleceğim ya kafam yerinde değil taktir edersiniz ki,” dedi.
Suratı asıktı. Ardından en hassas meseleye, Gökçe Kutluay meselesine giriş yaptı. Masanın üzerindeki silahın yanına cebinden çıkardığı fotoğrafı bıraktı. Barçın dün gece bu fotoğrafa kalem vurmuş, Deniz’i yuvarlak içerisine almıştı. Bakışları fotoğrafa uzandı Deniz'in. Elleri arasına aldığı kağıt parçasına odaklandı. Nereden baksa çeyrek asır olmuştu onu tanıyalı.
Gökçe... Gök gibi olan, orada hüküm süren Gökçe. Bayrağını layık gördüğü yere yer edinen kadın. Sancak Kutluay'ın kızı. Çocukluğu, bebekliği, anılarını süsleyen o tapılası menekşe gözler. Kuytularında sakladığı, tozlu raflara kaldırdığı, hatıra defterlerinin her bir sayfasını kaplayan geçmişi. Unutmak istedikçe bir yerden patlak veriyordu. Gömmek istedikçe toprağın kara bağrına bir kez daha canlanıyordu duygular. Atıp unutmak istedikçe bir kez daha tapılası bedeni hayallerini süslüyordu. Ve yeniden aşık oluyordu Deniz. Yasak olanı istiyordu. Babasının yaptığı o geri dönüşü olmayan hatalara rağmen istiyordu bunu. İmkansız olduğunu bilmesine rağmen. Elleri hissizleşti adeta. İradesi bombardımana tutulurken örmüş olduğu duvarlar üzerine yıkılmaya başlamıştı bile.
“Gökçe Hanım eskiden görev yaptığınız şehre, Hakkâri’ye geliyormuş,” dedi Uğur. Fotoğrafa öylece bakan Deniz Üsteğmenden bir falso vermesini bekledi fakat umduğunu bulamadı. Adam beton gibi dikiliyordu karşısında. Barçın'a baktı devam etti.
“Kendisi edindiğimiz bilgiye göre jeoloji mühendisiymiş. Bildiğiniz üzere arazide çalışacak. Sahanın ne kadar tehlikeli olduğunun farkındasınız komutanım. Hele ki görev yapacağı bölge ve o noktadaki yerleşim yerleri tam bir terör yuvası.”
Sakince konuştu Deniz. “İyi, bana ne bundan Uğur.”
Yalandı.
Üç adamın da yüzünde beliren tek ifade şoktu. Kocam bir şok. İnanamıyorlardı. Deniz Üsteğmen gayet umursamaz, gayet profesyonel bir şekilde cevap vermişti.
“Komutanım" diye atıldı Uğur. “Telaşlanmıyor musunuz onun için?”
“Telaşlanmam gereken bir şey mi var?” diye sordu Deniz. “Herkes gibi gelecek, mesleğinin gereğini yerine getirecek, işini yapacak ve gidecek. Neden telaşlanayım.”
Bir yalan daha.
“Yani bu kadın sizin için önemli değil mi komutanım?”
Soğukkanlılıkla yanıtladı onu Deniz.
“Değil.”
Ve bir yalan daha kendini bile inandıramadığı.
Uğur biraz daha zorladı.
“Şimdi gelse orada, o noktada , onca hainin arasında zavallı, korunmaya muhtaç, sokakta beni al da eve götür bakışlarıyla önünüze çıkan yavru kediler gibi görev yapsa, Gökçe Hanımı korumak için göreve dönmezsiniz yani öyle mi komutanım? Böyle bir güzelliği kurtlar sofrasında bir başına bırakırsınız.”
Güzellik demişti. Güzeldi. Fazlasıyla güzeldi hem de. Dönse bile nasıl bakacaktı ki yüzüne. En son birbirlerini gördüklerinde altı yaşlarındaydı Deniz. Gökçe babasının Deniz’in babası tarafından öldürüldüğünü biliyordu artık. Bu aşk bitmeliydi dedi içinden. Bitmeli. Ne olursa olsun bitmeli. Bir daha bakamazdı, göremezdi. Kokusunu alamaz, sesini duyamazdı. Varlığını yeniden kavramak kalbinde öldürmek için uğraştığı duyguların fitilini ateşlerdi. Ses tonu hiç olmadığı kadar kalındı. Netti. Ellerini masaya koydu. Uğur'a yöneldi yüzü.
“Bırakırım Teğmen," dedi.
İşte bu en büyüğüydü.
Suya uzandı. “Sen bu suyu içmeyeceksin anlaşılan.”
Aslına bakılırsa Uğur bu suyu Deniz Üsteğmen aşkını itiraf eder de verdiği açığın ardından göreve döneceğini anlar, üzerine de bir bardak soğuk su içer diye getirtmişti. Eline tutuşturulan silaha içli içli baktı. Silahı şakağına dayadı, bastırdı. “ Hakkınızı helal edin," dedi Barçın ve Kamil'e bakarak. “Helal olsun,” dediler aynı anda.
Kamil'e baktı.“Salakça yaptığın hareketleri özleyeceğim, “dedi Uğur.
Kamil gülümsedi.
“Annem kıymalı börek ve sarma gönderirse Barçın Teğmen’in de görevde olursa hepsini sen ye tamam mı? Diğer hanzolara bırakma.”
“Emredersiniz komutanım,” dedi Kamil.
Barçın hala Deniz Üsteğmenin bu işe dur demesini bekliyordu. Uyarıları, söylemleri, tepkileri ve bağırışları susmadı. Derin bir nefes aldı Uğur. Kalbi göğsünü eskisinden kat ve kat daha hızlı dövüyordu. Tetiği tüm cesaretini toplayarak çekti. Deniz Üsteğmen hariç hepsi korkuyla beklerken o boş ses son kez yankılandı. Şaşkındılar. İlk Barçın baktı. “Nasıl?” diye sordu hayretle Uğur.
“Tüh, gitti benim kıymalı börekler, sarmalar, " diye yakındı Kamil.
“ Eğitim parkurunu götüne sokmayan ne olsun Kamil,” dedi Uğur. Kurtulduğunu bile sevinememişti doğru dürüst. Şu bir saatte yaşlanmış, saçına aklar düşmüştü. Üstelik komutanı ölsün de kıymalı börekler, yaprak sarmalar bana kalsın diye bekleyen vicdan yoksunu bir askeri vardı.
“Gerçekten size zarar vereceğimi düşünmeniz garip,” dedi Deniz Üsteğmen.
“Ama komutanım,” dedi Barçın. “Hepimiz gördük, tek mermi aldınız, silaha sürdünüz. Nasıl?”
“Çıkardığımı da mı göstermem gerekiyordu Teğmen?”
Sustu Barçın. Elbette gösterecek değildi. Şimdi içinde mermi bile olmayan silah yüzünden mi gerilmişlerdi bu kadar dakika. Ömürlerinden ömür gitmişti. Ayağa kalktı Deniz. Asker adımlarıyla kapıya ilerledi. Sonuna kadar açtı. Uğur'a kapıyı gösterdi. Eline kelepçelerin anahtarlarını savurdu.
“Dersinizi aldıysanız defolun evimden!” dedi.
Sandalyesinden çıkan ses kulakları tırmalarken doğrulmuştu Uğur. Anahtarları havada yakalamıştı. Hızlı adımlarla dışarıya yöneldi. Kamuflajlarını giydi ilk önce. Çok uzun sürmemişti. Barçın’ın ve Kamil'i demir korkuluklardan kurtardı. Onlar da pantolonlarını ve tişörtlerini üstlerine geçirir geçirmez koşar adımlarla merdivenleri geride bıraktılar.
Bir umut arkasına baktı Uğur. Yarın İhsan Yarbay fena kızacaktı ona. “Hiç mi önemli değil komutanım?” diye sordu. İşaret ve baş parmağını birbirine yaklaştırdı. “Şu kadarcık bile mi yok?”
“Yoksa neden mezuniyet törenine gittiniz, neden kendinizi gizleme gereği duydunuz, saklandınız. Yıllardır gönderdiğiniz o çiçekler neden, yazdığınız o not niye, anlamı ne onun?”
Deniz elinde tuttuğu silahı Uğur’un ayak ucuna doğrulttu. İçini kaplayan sıkıntıyla ateş etti. Uğur zıpladı, ardından koşarak kaçmaya başladı. Üç askeri de gözden kaybolduğunda yere oturma gereği duydu Deniz. Onları susturmak kolaydı. Peki ya onu nasıl susturacak? Kalbinin sesi nasıl susacaktı? Bacakları tutmuyordu. Karıncalanıyor, hissizleşiyordu. Midesine giren kramplar hiç de hayra alamet değildi. Teni sıcacıktı, ateşi çıkmıştı sanki. Bu hisler unutmak üzere olduğu hislerdi.
Geliyordu demek. Gökçe buraya, bu bela dolu şehre geliyordu. Tek derdi kombin yapmaktı oysaki, Jeoloji mühendisliğini bile nasıl okudu anlayamamıştı Deniz. Savurmak için uzattığı o üzüm saçlarından yayılan kiraz çiçeği kokusunu özlemişti. Acaba bir türlü çıkaramadığı o topuklu ayakkabılarını burada da giymek için inat edecek miydi?
Korku sarmıştı içini. Gitmemeliydi. Daha silah bile tutamıyordu. Ya bir gün onu da Sena gibi koruması gerektiğinde bocalarsa diyeydi bu korkusu. Peki ya bu kulübede dış dünyadan soyutlanarak yaşamaya devam ederse mi güvende olacaktı menekşe gözlü kadın? Doğrusunu söylemek gerekirse bu sorunun cevabını bilmiyordu. Kokusunu almaması gerektiğini biliyordu bir tek. Elayla yeşil karışımı gözlerini ondan uzak tutması gerektiğini, gülüşüne aldanmaması, o etkileyici ses tonuna kulaklarını kapatmak mecburiyetinde olduğunu. Bir de ölümün Gökçe gibi hayallerini süsleyen bir kadın için fazla gerçek olduğunu biliyordu.
*Oy ve yorumlarımızı eksik etmeyelim arkadaşlar. Lütfen, 13bin küsürü aştım. Çok uzun bir bölüm oldu . Motivasyon açısından benim için çok önemli. 🍀
|
0% |