
2. Bölümde biraz zorlandım denebilir. Umarım zorluğum ve tutukluğum hikayeye yanısmaz, keyifli okumalar <3
🎵winter melody- jacob's piano🎵
Sürdüğüm arabanın hafif sallantıları olmasaydı düşüncelerimin beni boğduğu girdaplardan nasıl kurtulurdum bilmiyordum. Direksiyondaki sol elimin üzerindeki izler gözüme batıyordu, bu gün görünürde olan yara izlerimi kapatıcıyla kapatmadan çıkmıştım dışarı. İntikam arzumun bana unutturduğu ilk şeydi bu. Ama bu son ağaçtı, geriye baktığımda yapraklarıdan arınmış siyah ağaç iskeletleriyle dolu karanlık bir arazi görüyordum, dallarının üzerindeki kırmızı damarlar yangınımın emareleriydi, havada tüten duman kokusu ruhuma sirayet etmişti, doğal kokumdu sanki bu felaketin acı kokusu.
Eski ve yıkık dökük sokakların olduğu mahalleye giriş yaptığımda geçmişimin o bir yılından uzaklaşıp geriye kalan 16 yılla baş başa kaldım. Her sokaktan yükselen başka bir ses vardı, oysa mahallede bizden başka kimse yoktu. Biz, şuan arabamı önüne parkettiğim binadakiler ve ben. Arabadan acele olmayan ama hızlı ve seri adımlarla inip siyah postallarımla yola ayak bastım, arabanın kapısını kapatıp binaya doğru adımladım ve esen rüzgarla yüzüme savrulan saçlarımı geriye attım.
"Burası neresi?" Diyen sesleri hala kulaklarımdaydı, burası bizim başlangıcımızdı, belkide bu gün sonumuz olacaktı. merdivenleri bir bir çıktığımda binanın sadece bir tane dairesi kullanılan o kata çıkmaya başladım, diğer dairelerin satılık ilanları vardı ama bu dairelerin satıcıları bile binaları terk etmişlerdi. Binada yankılanan mırıltılı nefes sesleri geçmişimize dayanan sessiz ağlamaların bastırılmış soluklarıydı, ve artık seslerin yankılanmadığı bu dairelerle zihnimin arasında bir geçiş vardı, bu mahalleyle zihnimin arasında bir geçiş vardı, her sokağında, her binasında ve her dairesinde benden, bizden parçalar vardı. Bu yüzden burayı seçmiştim yıllar sonra. Yıllarca yaşadığımız bu terk edilmiş inşaatı evimiz yapmamın sebebi geçmişe sahip olmasıydı. Çatlamış duvarlarından biz akıyorduk, soyulan duvarlarında bizim tebeşir lekelerimiz vardı. En önemlisi; bu duvarlar kurtulduğumuz ilk güne, ve sonrasındaki her güne ev sahipliği yapıyordu. Geçmişte kalan bu mahalle ve bu sokakta kalmamızın nedeni geçmiş kadar tenha başka bir yerin olmamasıydı, geçmiş kadar yanlız ve ıssız, bir sığınağın olması gereken yer için en ideal özelliklerdi bunlar.
Bizim asıl buluşacağımız daireye ulaştığımda kapıyı çaldım, kapının kenarındaki zil tuşunu farkettiğimde bizimkilerin burayı biraz elden geçirdiğini farkettim, paspas ve ayakkabılık bile koymuşlardı. Kapı açıldığında tanıdık bir yüzle karşılaşmanın verdiği rahatlama hissiyle nefesimi verdim, çünkü binanın bu katı hiç tanıdık hissettirmiyordu, duvarları bile boyanmıştı!
"Hoş geldin abla" diyen Mete'nin beni kolumdan tutup içeri çekmesi bir oldu. İçeri girdiğim gibi kollarıyla beni öyle bir sardı ki galiba kemiklerim kırılacaktı, kollarımıda sarılışının içinde sıkıştırması en azından işime gelmişti, sarılmasına karşılık vermek istemeyecek kadar temas yakınlığını sevmiyordum, aradan 3 yıl geçmesine rağmen.
"Tamam Silahçı, abartma" diyerek beni sıktığı yerden kurtulmaya çalıştım, ama beni bırakmaya pek niyeti yoktu bu çocuğun, öyleki nasıl gaza geldiyse olduğu yerde zıplayıp bacaklarını belime, kollarını ise sırtımdan çekip boynuma doladı. Resmen üstümde asılı kaldığında ağırlığını taşıyamadığım için yere kapaklanmıştık.
"Mete!" diye attığım çığlık sebebiyle üstümden ışık hızıyla kalkıp kolidorun sonundaki Cem'in arkasına saklandı, eskiden kudurduktan sonra yaptığı gibi, bu biraz içimeki yumuşak yere dokunmuş olacak ki; "korkma, korkma" diyerek içini rahatlatmaya çalıştım, e artık çocuk değildi ki, üç yılda da bir şeyler değişir yani.
"Kuduruk, çık lan ordan" diyen Cem ilerledikçe Mete onun daha da arkasına yapışıyordu.
"Abi! Bu çirkin, yaşlı kraliçeye yem edecekler beni, küçük kudurukların kalbini yiyormuş" diyen Mete'ye anlamsız gözlerle baktım. "Sen boşver Ayça" bana bakan Cem'in bakışlarına döndü bakışlarım. "Bir diziye başladı da bu aralar, saçmalıyıp duruyor işte" derken bana yaklaştı ve uzun zamandır görüşmememizin verdiği özlemle sarıldı bana, bende ona sarıldım ama uzun temastan hoşlanmadığımı bildiği için çok uzatmadı, ayrıldığımızda elini omzuma attı ve; "seni özledik" dedi.
"Kendi adına konuş Atalar" Kurduğu cümleyle Buse'ye döndü bakışlarım, "Senin aksine ben, beni özlemeyen birini özlemedim" diyen Buse'nin soğuk sesinden oda buz gibi oldu sanki. Mete bile üşümüşe benziyordu, ortamdaki gerginliği dağıtmak ister gibi; "repliği boşa harcadım az önce galiba" diyen Mete'nin sesini, Buse "Kes Mete" diyerek susturdu.
"Buse?" diyen sesim tepkiliydi, "Senin derdin ne?" diye sordum çatılan kaşlarımla, daha yeni gelmiştim, benden bu kadar haz etmiyorsa söyleyebilirdi, önceden de anlaşamazdı benimle, ama ben onun derdini hiç çözememiştim. Buse tam cevap vermek için ağızını açtığı esnada; "diye sormayacağım çünkü senin dertlerini yıllardır çözebilmiş değilim" dedim. Cümlemle boş bakışlarını bana çevirdi, yine tam bir şey söylemek için ağızını açmıştı ki bu sefer onu Cem'in; "Tamam Buse, sonra biz seninle konuşuruz tamam mı?" diyen nazik sesi susturdu, Buse önüne döndü ve bir daha ağızını açmadı.
"Ayça, önce kahvaltı yapalım istersen, yemek yemediğine kalıbımı basacağım için kahvaltı hazırladık" diyen Cem'in sakin sesiyle sıcak bakışlarına çevirdim gözlerimi, ama kahvaltı yapmak istediğimi zannetmiyordum.
"Yanlış tahmin etmişsin Cem" diyerek omzuna vurdum dostça ""Kahvaltımı ettim, odaya geçelim, anlatacakların var" dedim. Ben odaya yönelmiştim ki omuzları düşen Cem ile Mete dikkatimi çekmişti, ne olmuştu birden bire, neden garip bir hüzün hakimdi gözlerine.
"Asker!" diye seslendi Buse bu seferde Cem'e doğru, "Komutan odaya diye emretti, duymadın mı?" dedi ve odaya doğru yürüdü, onlarda peşi sıra arkasından yürüyüp odaya geçtiler. Anlayamıyordum, ne vardı? bana karşı, bir gariptiler. Buse ile hep böyleydi, bilmediğim bir nedenle sevmezdi beni. Odadaki hava birden neden soğumuştu? Oysa sıcak bir sarılmayla karşıladılar beni, benim bir türlü değiştiremediğim soğukluğum aksine. Bende yavaş adımlarla ilerlerken bunu düşünüyordum, odaya girdiğimdeyse başımı düşüncelerimi kovalamak ister gibi iki yana salladım, gözlerimi odada gezdirmeye başladığımdaysa eve girdiğimden beri fark etmediğim yenilikleri fark ettim. Ev baştan aşağı düzenlenmişti, sığınak denemezi buraya, ev gibiydi, ama nedenini bilmediğim bir soğukluk kapladı içimi, eve ilk adımımı attığımdan beri kalbime dolanan boğucu soğukluk yüreğime hapsolmuştu, buradaki yenilikler bana burayı geçmişimdeki o yer gibi hissettirmemişti, insan bazen o hiç sevmediği geçmişini arayabiliyordu. Görmezden geldiğim her şey gibi bunuda görmezden gelip masada ki yerime oturdum. Herkes yerine oturduğunda çalan kapıyla Mete tekrar ayaklandı, Çağan gelmişti. İçimde bir rahatlama, kasılan bedenimde bir gevşeme hissettim, kalbimdeki boğucu soğukluğun ipleri gevşemiş gibi rahat bir nefes çektim içime, bu sırada Buse'nin bana olan bakışlarını farketmem ile gözlerini kaçırması bir oldu, bana garip bir bakışı vardı, huzursuz hissettiren bir bakışı, anlamlandıramadığım bir bakışı.
"Ayça" diyen Çağan'nın sıcak sesiyle başımı ona doğru çevirdim, çantasını ve ceketini koltuğa atıp bizim yanımıza, toplandığımız masada yanımda yerini aldı. Kadro tamamlanmıştı ve konuşmaların ciddileşmeye başlayacağı evreye gelmiştik. Farkettiğim bir şeyle kaşlarım biraz çatılmıştı, neden sarılıp tokalaşmadıkları düşüncesi kurcaladı kafamı, sonra onların bu 3 yılda sürekli buluşup konuştukları geldi aklıma, ben sadece Çağanla konuşmuştum oysa.
"Tüm ekip toplandığımıza göre artık vakti geldi" derken ellerini masanın üstünde birleştirdi Cem. "Belkide bu masada son toplanışımız olacak"
"Nostalji yapma Atalar" diyen Buse her şey bir an önce bitsin istiyor gibiydi, benden bu kadar rahatsız olmasını anlamış değildim. Küçükkende bana çok yakın değildi, ama nefret etmiyordu en azından. Üzerinde durmadım ve Buse tarafından sesi kesilen Cem'e dönüp; "Devam et Cem" dedim. Teşvik edercesine söz hakkının onda olduğunu gösteren bir el hareketi yaptım, o da başını salladı ve duruşunu dikleştirip sandalyesinde asılı olan çantasından bir şeyler almak için harekete geçti. Hepimiz dikkatle onu izliyorduk, çantasından sayfa sayfa dosya ve bi sürü fotoğraf karesi çıkaran Cem, masaya üst üste koyduğu herşeyi eliyle masada ileri doğru sürüyerek bize sundu. Bizde hepimiz yığınla kağıt ve fotoğrafın arasında dikkatimizi çekenleri alıp incelemeye başladık. Cem çantasından ayrı olarak çıkardığı 4 fotoğrafı bize dönük bir şekilde önüne dizdi. "Bu asıl adamımız Hakkı Altunay" diyerek parmağıyla göstediği, gri kısa saçlı, kısa sakallı, yüzünde lekeleri olan yeşil gözlü bir adamı gösterdi, bu oydu. Midemin bulanmaya başladığını hissettim.
"Bu ise onun eşi Aylin Altunay" bu sefer parmağıyla gösterdiği karede kahve rengi saçlarına grinin tonlarının uğradığı, yüzündeki kırışıklıklardan hayatın acısının okunduğu o kadını gördüm. Siyaha çalan koyu kahve rengi gözleri vardı, hatta yüzüne vuran ışık olmasaydı siyah bile zannedeceğim kadar koyuydu. Gözlerindeki ifade tanıdıktı, böyle bakan gözleri çok iyi bilirdim, bir zamanlar böyle bakıyordum.
"Hakkı'nın bu kadını yanında zorla tuttuğu hakkındaki düşüncelerimden kesin olarak eminim, şiddet gördüğü konusunda bilgilere ulaştım" diyerek önümüzdeki belgelerin arasından bir belgeyi çıkartıp en üste koydu, parmağıyla hafifçe ittirip geri çekildi ve tekrar arkasına yaslandı.
"Düzenli olmayarak evlerine giren bir doktor var ve bu doktor her hangi bir hastaneye çalışmıyor, bilgisayarına sızdığım doktorun belgelerinin arasında Aylin'in belgeleride bulunuyordu" önümümdeki belgeyi elime alıp açtığımda sol üstte Aylin denen kişinin fotoğrafı, karşısında da bilgileri bulunuyordu.
"Sürekli morluk ve çürük iyileştirici kremler kullanıyor, doktorun bile herşeyin farkında olduğuna kalıbımı basarım, ya tehdit ediliyor" derken masanın üzerinden biraz eğildi, "yada göz yumuyor tüm olanlara" diyip yumruğuyla masayı hafif ama tok bir sesle tıklatıp tekrar arkasına yaslandı ve kollarını göğüsü üzerinde bağladı. Bense o tüm bunları anlatırken önümdeki belgeleri karıştırıyordum, Aylin gerçekten sürekli doktora görünen bir kadındı, ve bir kaç defa bebek düşürdüğü yazıyordu dosyasının içerisinde. Kimisi yere sert düşmeler, kimisi kullanılan ilaçlar olarak kayda alınmış bu düşüşlerin burada yazdığı gibi olmadığına emindim. Bazı röntgen fotoğrafları vardı ve bazı kemik kırılmalarının olduğunu gördüm, bu kadın resmen vahşice şiddet görüyordu. Tekrar fotoğrafına döndüğümdeyse gözlerindeki acı sanki daha büyük gözükmüştü gözüme, Hakkı'ya olan nefretim daha da katlanmıştı, tüm masum kadınlar adına onun tüm kemiklerini koparacak, damarlarını birbirine bağlayıp ona urgan yapacaktım. Tabi o zamana kadar tüm yapacaklarıma katlanabilirse.
Gözlerimi arkasına yaslanmış kollarını birbirine bağlamış Cem'e çevirdim.
"Devam et" diyerek teşvik ettim onu. O da önünde bağladığı kollarını açıp masaya doğru eğildi, önündeki dört fotoğraftan ikisibi diğer ikisinden ileri doğru sürüdü ve dirseklerini masaya yaslayıp gözlerini bana çevirdi.
"Buğra ve Kumru Altunay" dedi. "Buğra Altunay abisinin şirketinde onun yardımcısı konumunda ve çalışan her erkek ve kadının gözdesi. Sempatik biri, ama Hakkı'nın karıştığı pis işlerde parmağının olduğunu düşünüyorum, bu kadar yakın olan bir abi kardeşin arasında gizlilik olacağını zannetmiyorum" dedi ve iç çekti. "Bir değil iki hedef yani"
"Abisine bak kardeşini al diyorsun yani" diyen kişi kollarını önünde bağlamış, yaslandığı yerden Cem'i izleyen Buse'ydi. Cem'de ona; "Aynen öyle" diyerek yanıt verdi. Buse ilgisini yöneltmişti ve yaslanmayı bırakıp o da Cem gibi dirseklerini masaya yasladı ve ellerini kavuşturdu.
"Hakkı ve Buğra bizim için zorlayıcı olucak mı dersin?" diyerek bir soru yöneltti. "İş adamları olmanın dışında, pis işlerde yani"
"Öyle gibi, silah eğitimleri var, düşmanları var, hatta yeni yaptıkları bi operasyonla onlarla çatışmaya girdiler. Yakın zamanda bu mahallenin hemen yanındaki bir mahallede çıkmıştı çatışma, orasıda terk edilmiş bir mahalle olduğu için kameranın olabileceğini düşünmemiş olmalılar, düşündülerse bile kimsenin umrunda olacaklarını düşünmemiş olmalılarki kayıtları ellemeden apar topar uzaklaşmışlar. Hakkı sahada oynamaktan korkmayan bir tip, savaştığımız diğer lavuklara benzemiyor gibi, ama Buğra yoktu o çatışmada, neden bilmiyorum." sözünü bitirdi ve benim Buğra ve Hakkı'nın dosyalarını incelemem için bana biraz süre tanıdı. Kabarık dosyalar değillerdi, zaten kişisel bilgi ve iş durumları dışında pek bir şey yoktu. Zenginlerdi, ama zenginliklerinin ekmeğini yiyebildiklerini çok zannetmiyordum, ne bir tatil, nede pahalı geziler yoktu, adamın pekte parayla derdi yok gibiydi, paranın köleleştirmediği bir kötü adamdı belli ki. Ama neyin kölesi olduğunu çok iyi biliyordum, dünyanın kötü yanıydı o, o ve o gibiler, zulümün kara lekesini üzerlerine bulaştıran zavallılar, zulümün köleleri onlar.
Fotoğraflarda dolaştım bu sefer, ama bana garip gelen bir şey vardı, içimde var olan garip bir duygu, çok yabancı, çok yabancı hemde. Üzerine düşünmekten çekineceğim kadar yabancı. Göz gezdirdiğim fotoğraflarda büyük, çok büyük bir evin bahçesinde çekildikleri fotoğraflar ve yine aynı şekilde büyük bir şirketin içinde dışında her yerinde çekildileri fotoğraflar vardı. "Tatil yok mu?" diye sordum. hayır anlamında cık sesi çıkardı, "Ne biliyim, pahalı restoranlar, cemiyet ziyaretleri" dedim bu işlerden anlamadığımı belli ederek.
"Sadece iş gezileri ve ziyaretleri, onlarda ilgimiz dahilinde değiller" beni açıklığa kavuşturmak ister gibiydi. "O yüzden sadece bunlar"
"İş gezileri, o pis işlerinden olmasın" dedim tek kaşımı kaldırarak. "Eminsin ilgimiz dahilinde olmadığına?" diye sordum.
"Pis işler var tabiki, ama bulabildiğim tek şey yan mahallede çıkan çatışma, o da belli belirizsiz zaten" dedi ve sırtını yasladı.
"Kumru Altunay" diye devam etti o, ben fotoğrafları incelemeye devam ederken.
"Hiç ortalıklarda yok, sır gibi sanki, çok ünlü bir aile değiller ama yinede Kumru'yu tanıyan insan sayısı o kadar az ki. Yedi yaşında evden öğretim gören, gün yüzü görmeyen bir kız. Onunla ilgili çok az fotoğraf var. Buğra en sevdiği abisi olmalı, sadece onunla olan fotoğraflarında içten gülüyor,fark ettin mi?"
Altunayların elimin altındaki fotoğraflarında belli belirsiz bir acının huzmelerinin parmak uçlarıma dokunduğunu hissettim. "Kumru annesine olanları biliyor mu?" diye sordum onun fotoğrafına bakarken, belki annesininkinden bile acı bakan gözleri vardı, ama içimde ona duyduğum bir rahatsızlık vardı. Küçücük bir kız çocuğun neresinden rahatsız oluyordum bilmiyordum ama onda bende garip hissettiren bazı şeyler vardı, anlamlandıramadığım, bilinmezliğinden ürktüğüm bir şeyler vardı, ben hiç bir zaman öyle kolay kolay ürken bir insan olmamıştım. Gözleri yeşildi, Buğra'nın gözleride öyleydi. Zihnimdeki bazı kıpırtılar acı çekmeme neden oluyordu, derinliklerimdeki topraklara benden izinsiz bir şeyler gömülüyordu ama ben hiç bir şey yapamıyordum, yapamadığım gibi bu tanıdıklığıyla tezatlık oluşturan bilinmezlik beni çok rahatsız ediyordu, öyle ki foğrafları bırakıp bakışlarımı onlardan kaçırdım.
"Başka bir şey var mı?" diye sordum gözlerimi Cem'den ayırmadan, onun gözleride benim üstümde dolaşıyordu, az önceki rahatsızlığımı hissetmiş gibi bakıyordu.
"Bu kadar hepsi, ama asıl konu ne yapacağımız, nasıl bir yol izleyeceğimiz, çünkü bence burada hepimiz hemfikiriz ki" diyerek hepimizin gözlerine tek tek baktı ve tekrar bana döndü.
"Bu iş hiçte kolay olmayacak" arkasına yaslandı ve gözlerini eskiden burada olmayan tablolarda dolaştırmaya başladı, düşünüyor gibiydi ve masanın üzerine seri ama sırayla parmak uçlarıyla vurup ses çıkartmasıda bunu doğruluyor du.
"Ciddi olmalı ve Sağlam bir plan yapmalıyız"
"Biz işimizde hep ciddiydik" dedim emin bir sesle, "Ciddiydik ve her şeyi üstesinden geldik, bununda geliriz" dedim ve gözlerimi odadaki tüm ekipin üzerinde gezdirdim. "Yanlız daha zorlu olacağı kesin" dedim ve biraz öne çektim sandalyeyi, masaya yaklaştım ve kollarımla dirseklerimi masaya yatırıp ellerimi kavuşturdum. "Bu herşeyden daha zor olacak çocuklar, can güvenliğimiz olmayacak" sadede gelirken herkes oldukça ciddileşmişti ve beni dinliyorlardı. "Bu işe girişmek zorunda değilsiniz" dediğimde nereye getirmeye çalıştığımı anladılar.
"Giriştik bile" dedi Çağan
"Allah'ım Bısmillah, o nasıl söz abla" sesini inceltip aksanını değiştirerek konuşan Mete'yle bakışlarımız ona döndü, ııı... ne? Buse eliyle anlına vurdu. Çağanda aynı hareketi yaptı ve sonra Mete'nin ensesine çok hızlı olmayan bie şamar geçirdi.
"Mete'cim, ciddiydik ya, ha yavrum." Yavrum?
"Sen öldün" diye bağıran Mete ağır ağır bakışlarını Çağan'a çevirdi, ne yaptığını çözemediğim bir şekilde sesini inceltmiş, aksanını değiştirmişti, e alakaydı ki bu şimdi? Dehşet içinde pörtleyen gözler ve arşa kaldırdığı kaşlarıyla ne kadar komik görünüyordu biliyor muydu? Bir eliyle ensesini tutuyordu, diğer elinin işaret parmağını da Çağan'a doğru sallayıp bir şeyle söylüyordu, şu sözde dizi replikleriydi galiba, Cem'in eliyle kapattığı gülmesinden anlıyordum bunu.
"Vurdun beni, öldün sen şimdi, köpek" diyen Mete'ye bi tane daha geçirdi Çağan, yapmacık bir şekilde yediği şamardan gerileyen Mete'nin sandalyesinin kaymasıyla gerçekten yere düşüp amele sümüğü gibi yere yapıştı. Cem ile Buse'nin kahkaha sesleri odayı doldururken ben, bir anda odadaki tüm gerilimin toz bulutu gibi kaybolmasının verdiği şaşkınlık içerisindeydim, ha bide Mete'nin komikliği beni güldürmek yerine şaşkına çevirmişti, Çağan'la değişik değişik konuşmaya ve repliklerini yapmaya devam eden Mete cidden çok komik gözüküyordu. Benim yüz ifademi gören Cem, artık nasıl görünüyorsam parmağıyla beni göstererek gülmesine ayrı bir frekans daha ekledi, Buse'yi dürttü ve beni gören Buse'de gülmeye başlamıştıki aramızdaki soğukluğu hatırlamış olmalıydı, boğazını temizleyip önüne döndü. Böyle olması hiç hoşuma gitmemişti, neden böyle saçmalıyordu? Eve geldiğimde benim hakkımda söylediği ilk şey onu özlemediğim için beni özlemediği yönünde olmuştu, onları özlemediğimi mi düşünüyordu? Nedenini düşünürken gözlerimin önüne Cem ile Mete'nin bu odaya geçmeden önceki son bakışları geldi, anlayamadığım bir bakşlardı. Tamam biraz zorlayalım şu kafayı. Hiç ince bir insan olmamıştım şimdiye kadar, çok düz ve sessiz, onlara karşı bile. Bu muydu? gözlerindeki bana olan kırgınlık onlarla onlar gibi konuşmamam mı? Belkide onları bu 3 yıl içinde hiç arayıp sormamamdan kaynaklanıyor olabilirdi. Bunu nasıl düşünememiştim ki zaten? onlarla onların beni aramaları dışında hiç konuşmamıştım, bu arada çok olaylar döndü tabi, Cem bilgisayar mühendisi oldu, Mete ile Buse ise resimle uğraşıyorlardı, hatta bir kızın Cem'e aşık olduğunu duymuştum ve Buse abisini biraz fazla kıskanmıştı heralde, konuya çok hakim değildim. Ben, yani, eğitim alıyordum, bu adam, Hakkı tam bir züppeyken benim adam akıllı eğitimli biri olmam gerekiyordu, normal olmayan zor şartlar altında almıştım eğitimimi, nefes almaya bile vaktim kalmamıştı, beni anlayabilirlerdi, ama önce bilmeleri gerekirdi ve ben genelde bu tip şeyleri söyleyebilen bir insan olmamıştım.
Cem bana bakıyordu, bir şeylerin canımı sıktığını farketmişti ama ben onu farketmeden zihnimin topraklarından defalarca koparıp attığım ama her seferinde tekrar yeşeren o düşünceyle savaş veriyordum. Onlara anlatırsam anlamları ama yapamıyordum işte. Kendi zihnimde bile açıklığa kavuşturamadığım bir şeydi bu, onlara onlar gibi yakın olamamak benim seçimim değildi, yani istediğim bu değildi, aksi için çabaladım mı bilmiyorum ama içimde sürekli bir savaş vermiştim, ben her şey için sürekli savaş vermiştim.
İç çektim, ben farklıydım ve onlar farklıydı, ben onları seviyordum onlar ise bana kırgınlardı. Bu ne kadar devam edicekti bilmiyorum ama zihnimin oksijensiz topraklarında filizlenen bu siyah bitkiyi kökünden koparıp attım yine, onunda yangında kül olup gitmesini istemediğimden, Zihnim, ruhum ve benliğim hala kabuslarımın ev sahipliği yaptığı o kulübe ve derin ormandayken ve ben o ormanı ateşe vermişken, böyle olmak zorundaydı. Yıllar akıp giderken bu yolda ilerlemek için çok fazla dal ve yaprak kül etmiştim, hepsi benden parçalardı ve benim eserimdi tüm bunlar, yaram acıyordu ve acım bendim, acımın kökü ben ve geçmiş yıllarımdı. Bu düşüncelerim yangına uğrattığım topraklarımda kül olan ağaçlarımın küllerinde gömülüydü ve daha fazla eşeleyip küllerini savuramazdım, küller yangının, yangın ise yok oluşun göstergesiydi. Küllerimi savurup insanlığa sunacağıma o küller gibi gömülürdüm acı dolu feryatların geçmişten gelen yankılarının özgürce savrulamadığı topraklara, gömülmüştüm zaten, ama her şeyden farklı olarak, bu yangını ben başlatmıştım, topraklarına ise zorla gömülmüştüm.
"Bırak artık" diye kopan feryatla kendime gelmiştim.
"Ne? ne yaptım lan?sizde gördünüz bir şey yapmadım ben" diyen Çağan ve diğerlerine dönü bakışlarım, Cem ise bana ufak bir baktı sonra komdedi programı izliyormuşçasına gerinip yaslandı.
"Valla bilmiyorum bir şey yaptın mı yapmadın mı" diyen Buse'de dirseğini Cem'in omzuna atmış sandelyed bir bacağı dikik oturuyordu.
"Yüzüm öldü, hünkarım" diyen Mete ağlamaklı bir sesle konuştu, sonra tüm ağlamaklı halinden arınıp kahkaha attı ve ben düşüncelerimim fırtınasında kaybolurken onun Çağan'la beraber gittiğini farketmediğim köşeden sıyrılıp masaya geldi.
"Woah, tamam youldum, yüzüm acıyor resmen" yanaklarına iki vurup kendine geldi ve ellerini masada birleştirip bana döndü.
"Performansım nasıldı ?" dedi çapkınca kaşlarını oynatarak, onun ilk defa komikliklerine maruz kalmıyordum ama ilk defa onu oyunculuk performansı gösterirken görmüştüm.
"Bir ara hatırlatta seni Oscar'a götürelim, o zamah onlara sunrarsın performansının güzelliğini" diyerek 'hay Allah'ım' der gibi güldüğümü görmek hoşuna gitmiş olamlıydı, gururla bizimkilere baktı ve önünü düzeltir gibi bir hareket yaptı.
"E bizde de var birşeyler" derken yanıma gelip oturan Çağan'a sol gözünü kırptı ve kaşlarını bir kere kaldırıp indirdi sonra tekrar önüne döndü.
"Ya onu bunu bırakında aga, sen bizi hiç özlemedin mi be abla?" diyerek bana döndü ve lafı bam diye yapıştırdığı suratıma baktı
"Seninde ağızında bakla ıslanmıyor dengesiz" diyerek göz deviren Buse'yi dürten Cem olmuştu, "Ne var?" diyerek Cem'e dönen Buse'ye, Cem lütfen der gibi bir bakış attı ve ikiside önüe döndü.
"Ben anlamam" sözüne devam eden Mete'ye çevirdim bakışlarımı, "3 yıldır ne yapıyor bi öğrenmek istiyorum, anlat bakalım abla, ne yaptın bizi unutacak kadar?" dediğinde boğazımda bir düğümlenme hissettim, yutkundum ve dudaklarımı araladım bir şey söyliyecekmiş gibi, ama diyecek tek bir söz bulamayınca Çağan benim yerime davranıp; "Bekleyin oğlum, şu Hakkı işi çözülsün sonra bir ömrümüz var daha önümüzde"
"Bir ömür dediğin çabuk geçiyor Çağan" dedi Buse net sesiyle. "3 Yıldır bizi hiç mi merak etmedi? öldüler mi kaldılar mı hiç mi düşünmedi?"
"Hepinizin nasıl olduğunu biliyordum Buse" dedim düz bakışlarımı ona çevirerek.
"iyi yada kötü olduğunuzu, hayatınızdaki gelişmeleri, her şeyi biliyordum. Sizin resimle ilgilendiğinizi biliyordum" bakışlarımla Mete ve onun arasınnda gidip geldim ve en son onda kaldım. "Cem'in bigisayar mühendisi olduğunu biliyorum, doğum günlerinizde konuştuk, gelemezdim yoğundum, bir amacım var bunu biliyorsunuz" durdum ve hepsine baktım, "gebertmem gereken bir kansız var."
"Bizden daha önemliydi, yıllarını geçirdiğin bizden daha önemli, Cem'de o şerefsizi bulmak içi çok çabaladı ama yanımızdaydı, yanındaydık" diyerek masaya eğildi.
"Ama sen yoktun" dedi ve masaya elini tok bir sesle koydu.
"O adamı buldu" dedim Buse'den gözlerimi ayırmadan. "Ama sizi koruyacak ve bu işi başaracak eğitimim olmasaydı ne halt ederdik söyler misin?"
"şimdi siyah kuşağını aldın mı kahraman? Ne âla, tamam o zaman iş çözüldü millet, konuyu kapatalım bu noktada, çok özlemiş bizi, aldın cevabını Silahçı" diyerek Mete'ye çevirdi bakışlarnı ama sonra tekrar bana döndü.
"Şimi şu kansızı nasıl mahvedeceğimize bakalım, sonrasını kalan bir ömrümüzde düşünürüz" dedi ve bu seferde Çağan'a çevirdi bakşlarını.
"O kadar ömrümüz kalırsa tabi" dedi ve arkasına yaslandı. Aslında haklıydı ölümün ne zaman geleceği belli değildi ve bu konuda haklıydı, ama bende kendimce haklıydım. Uykusuz geceler ve ölüm gibi gündüzlerle dolu bu 3 yılımda ne yaptığımı ne için yaptığımı anlamalarını isterdim, Çağan dışında kimse anlamıyordu zaten beni, her neyse, dediği gibi konuya dönmeliydik.
"Dediğin gibi konuya dönelim" diyip arkama yaslandım, "plan için fikri olan var mı?" dedim topu ortaya attım, ortaya attığım topu alan Çağan oldu.
"Adamlar fena, içeri mi sızsak"
"İçeri sızıp ne yapıcaz, amacımız adamı öldürmek"
"en güvendiklerinden birini tehdit etsek"
"riskli, o adamı neyle nasıl tehdit edicez"
"Bi iş ziyareti olursa orayı bassak" fikirler uçuşuyor ama tüm fikirler çıkmaza giriyordu.
"İş görüşmesi başka bir iş adamıda demek, buda daha çok koruma ve daha çok tehlike, biz bir asker timi değiliz ki, o kadar güçlü değiliz" dedi Çağan.
"O zaman bizde zeki oluruz" dedi Cem.
"Bu adamın bir yumuşak karnı var mı bilmiyorum ama onu buluruz ve oradan saldırırız"
"Harbi, bu adam neye hizmet ediyor? asıl işinin görünürde olan olmadığın biliyoruz" diyen Buse'ye Cem; "Henüz bilmiyorum, geçen yan mahallede çıkan çatışmayı hala araştırıyorum, adamların cesetleri kaldırılmış ama olay yeri olduğu gibi dururyor, bazı eşyaları aldım ve bir arkadaşıma verdim, düşmanlarını tanırsak onuda tanırız" söyledikleri mantığıma yatıyordu.
"Yani top yine sende mi?" dedi Mete
"Top yine bende ama artık harekete geçmeliyiz çocuklar, düşmanlarını tanısakta tek yol içlerine sızmak gibi duruyor, ne yapıcaklarını ne zaman yapacaklarını, işlerini ve tüm resmi her şeyi takip edebilmek için bu gerekli, ve Ayça'nın da dediği gibi bir eğitim şart çünkü" dedi ve duraksadı, bir tehlikenin kucağına atılacağımız en anlaşılır nasıl söylenirdi?
"Ölüm tehlikesinden öte, ölümle burun buruna olucaz. Hiç bu kadar büyük bir topa girmedik, hepimizin geçmişindeki insanlar sıradan insanlardı" diyerek geçmişte aldığımız intikamlardan dem vurdu.
"Ama Hakkı Altunay sadece bir iş adamı değil, aynı zamanda yasal dışı işlerin kurucusuda olabilir, araştırmalarımdan yola çıkarak bunu söylüyorum ama daha fazlasını söyleyebilmek için arkadaşımdan yanıt gelmesini bekliyorum" dedi ve sustu, hepimiz sustuk. Böyle olacağını biliyordum, karşımızda sadece bir iş adamı olmayacaktı, karşımıza belkide koca bir örgüt olacaktı ve biz bu işe girişirken devlet işlerinede karışacaktık. Evet büyük bir işe kalkışıyorduk ama ben zaten büyük bir geçmişten geliyordum, geçmişimin tozlu sayfaları olduğu kadar toz tutmamış, sararmış sayfalarıda vardı, ve onları o sayfalara gömecektim. Belki ekibim çok profesyonel değildi ama ben öyleydim. Ben bu 3 yılın öncesindede iyi bir dövüşçüydüm şimdi dahada fazlası. Bana kızıyorlardı, 3 yıl neredeydin diye, ben 3 yıl ölümdeydim, ve şimdi tüm çabalarımın ekmeğini yiyecektim.
"O zaman" dedim ve tüm gözleri üstüme çektim, "İlk olarak eğitim ile başlıyoruz" herkesten onay aldığımda devam ettim. "Cem, sen Buse ve Mete'yi al ve sana numarasını atacağım kişiyi ara ve sizi benim ona yönlendirdiğimi söyle, sonra ise ne yapacağınızı o size söyleyecek" dedim ve Çağan'a çevirdim başımı, o da ona bana çevirdi başını ve yeşillerini benim siyahlarıma dikti, benden gelecek her söze razıymış gibi, bir teslimiyet ve güvenle bakıyordu bana.
"Bizde şu yan mahallede çıkan çatışmanın kamera kayıtlarını ve olay yerini inceleyelim" dedim ve Cem'den oranın adresini istedim, kamera kayıtlarının nerede olduğunu sordum.
Yapılacak her şeyi halledip hepimiz evden çıktık. Buraya artık ev diyecektim çünkü o eski inşaat hali gitmiş ve bildiğin bir ev gibi döşenmişti burası, burada zaman geçirmiş olmalıydılar, her odada sanki son 3 yılın tınısı var gibi bir esinti dolandırıyordu ruhumda, onlarda bu esintiyi hissediyor olmalılardı, ama bu mahallenin her sokağından yankılanan tüm sesleri bir ben duyuyordum sanki, hala geçmişinde en çok kala kalan bendim ve onların gerisinde kaldığım için kızıyorlardı bana. Çağan'la arabaya binip Cem'den aldığım adrese doğru yol alırken bunları düşünüyordum.
"Ne düşünüyorsun?" Diye soran Çağan'a baktım, tek eli direksiyondaydı ve diğeride telefonunu tutuyor navigasyondan gideceğimiz yere bakıyordu. Bakışlarımı ondan çektim ve dışarıyı seyretmeye başladım.
"Bilmem, ben hep düşünürüm, bilirsin" diyerek sorusuna yanıt verdim.
"Bir gün seni anlayacaklar, biliyorsun değil mi? Onlarada hak vermelisin, Hakkı'dan ve onunla ne yaşadığından bile bahsetmedin onlara, yıllarca, bilmediler ve tek kelime dahi etmediler, senin bir kaç krizine şahit oldular ve bu onlara yetti, kurcalamadılar, ama yanında olmayı çok istediler, biliyorum bu yaşaddıklarının içine kapı açmak ve birilerini almak çok güç ve sende bide bu güçlüğün altında kalmak istemedin, haklısın, ama onlarda haklılar." dedi ve bakışlaını bana çevirdi.
"Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi İntikam perisi?" şefkat dolu sesiyle bana söylediği şeyi bi kenara bırakıp dehşetle;
"İntikam perisi mi?" dedim ve elimi anlıma vurdum, "Çağaaan!" diye bir feryad kopardım, o da yüzünü ekşitip;
"İyiki güzel bir söz söyleyek dedik, kızım sende çok siyahsın anladık" dedi ve iki elinide direksiyona atıp yola döndü.
"İntikam ve peri, çağan neyim ben psikopat şirin kız mı?" Allah'ım sabır dileniyorum, kendimi filmlerdeki sivri dişli, ağızında lolipopu olan, kilotlu çorapları dizlerinden ve baldırlarndan yırtık, siyah ve pembe saçları olan ucubelere benzetilmiş gibi hissetmiştim.
"Ee biraz öyle denilebilir" diyen Çağan'a daha büyük dehşetle baktım.
"Çağan, nerem şirin benim!?"
"Ben sana şirin demedim" Allah'ım sen gökten sabır yağdırırken ben neredeydim?
"Lan az önce dedin ya, 'biraz öyle denebilir diye"
"O psikopat olduğun içindi, İntikam ve peride ne var, ayrıca ben perilere inanıyorum" dedi. Ciddi olamazdı. Yüzünden gülücükleri eksik değildi hay maşallah, perilere mi inanıyordu? bu konu ne kadar saçma yerlere gidiyordu.
"Git bu muhabbetleri Mete ile yap yeşil adam" dedim bende ona bir lakap takarak, bu seferde dehşetli bakışlar atan ise oydu.
"Yeşil adam?!" dedi ve 'Neee?!' der gibi bir bakış attı bana.
"Nerem yeşil?" dediğinde kuşkulu gözlerim bu sefer onun az önceki keyifli haline büründü, rolleri değişmiştik.
"Gözlerin" diyerek göz kırptım ona, ellerini direksiyondan çekip suratını ovuşturmaya başladı.
"Fazla romantiksin Psikopat peri" diyerek göz devirdi.
"Sensin peri, yeşil göz, ayrıca romantikliğim gözünü boyamasın, bir bakmışsın almışım ayağımın altına"
"Ya ya nedemezsin" dedi ve navigasyonun sesiyle ikimizin bakışlarıda telefona döndü, gelmiştik.
Arabayı müsait bir yere parkedip indik, soğuk meltemin estiği bu inşaatlarla dolu terk edilmiş sokaktı burası, bizim mekanımız bile bu kadar ıssız değildi. Burada ürkütücü bir hava vardı, tekinsiz bir yer kelimesi buraya uymazdı, burası kimsesiz, hatta hiç kimsesiz denilecek kadar boştu. Ölümün o keskin kokusu rüzgarla etrafımızı sarıyordu sanki, her adımımızla tok bir yankı hayat buluyor, belki buraların ilk yankısı olarak hayat buluyordu. Ama biliyorduk, buranın ilk yankısı silah ve feryat sesleriydi, ayak seslerinin ilk hayat bulduğu insanlar ise o canavar ve kardeşiydi.
"Ne olur ne olmaz Çağan" diyerek söze girdim fısıltıyla, kenardan kenardan yürüyorduk ama inşaatların tamamlanmamış olmalarından dolayı kenardanda yürüsek ortadan da yürüsek açık hedef gibiydik, şuan burada bir insanın nefes aldığını zannetmiyordum ama insanlara benzeyen her insan, insan değildi, bunuda biliyordum.
"Sessiz hareket ediyoruz" ona dönüp baktım ve başını tamam anlamında yukarı aşağı salladı, gözleri ciddiyetle etrafı tararken ben pantolonumun arkasından tabancamı aldım ve önde tutarak ileriden gelecek her hangi bir saldırı için hazır hale geldim. Sessiz adımlarla ilerliyorduk, burası tamamen inşaat gibiydi, ve insan belirtisi olmaması tuhaftı, herhangi bir pis işle uğraşan bir kansız için açık adres olmalıydı. Geçmişte, daha 10 yaşlarında olduğum zamanlardı heralde, çalışmak için gittiğim bir tekstil vardı, getir götür ayak işleri falandı yaptıklarım, en azından yiyeceğimizi çıkarıyordum, Çağan ve benim. Çağan'da kıyafet paramızı kazanıyordu, ama çoğunlukla iş dönüşü eve geldiğimizde -tabi o o zamanlar şuanki evimiz bir inşaattı- ikimizde hırpalanmış ve günlük kazandığı para elinden alınmış oluyordu. Kötü hep kötüydü ama çoğunluğu aptaldı bunların, elbette büyüyecektik ve hesabını soracaktık her şeyin, sordukta. Şimdi buradaydık, bu kimsesiz mahallede, çatışmanın çıktığı o olay yerine doğru ilerliyorduk temkinli adımlarla, son intikam için, benim intikamım için.
Olay yerine varmıştık, kocaman bir inşaattı, burası tamamlansaydı bir iş yeri olarak kullanılırdı. Cem'in söylediğine göre olay buranın alt katında gerçekleşmişti, ve ben bunları düşünürken Çağan etrafı, bense ilerlediğimiz yolu kontrol ederek ilerliyorduk. Bu alan inşaat halinde bırakılıp gidildiği için bazı yerler boyanmamış turuncu tuğlalar döşenip bırakılmış, cam pencere alanları ise buraya hiç uğramamıştı, boyanmış yerler griydi, duvarlar boyadan çok tozla boyanmış gibiydi, yoksa duvarlarda boyanın aradığını zannetmiyordum. Attığımız her adımda esintiyle gelmişiz gibi toz kalkıyordu, bazen ise duvarsız ve camsız boşluklardan esen rüzgar tozu kaldırıp etrafımızda döndürüp duvara toslatıyordu. Bu koca alanda ilk bulduğumuz merdivenden aşağı indik, sanki bir portaldan geçmişiz gibi hissettimiştim, çünkü yukarısı ne kadar inşaatsa burası o kadar tamamlanmış ve dağılmıştı, etrafta hâla çalışan bir kamera olacağını düşüneceğim kadar tamamlanmıştı hemde. Cem'in kameraları imha ettiğinini söylemesine rağmen. Burada birinin varlığını hissediyordum sanki, yada birilerinin.
"Yanında o aletlerden var mı?" diye fısıldadım Çağan'a, kulağına doğru eğilerek, kastettiğim alet kamareların belli bir miktarda yakınına geldiğimizde onları devre dışı bırakıyordu, ve bu sayede kameralara yakalanmıyorduk. Cem buraya geldiğine göre temiz olmalıydı, ama ya ondan sonra başkalarıda geldiyse? Eğer buralarda aktif bir kamera varsa yakınına geliğimiz anda devre dışı olacak ve cihaz titreyecek, eğer cihaz titrerse burasının güvenli olmadığını anlayacaktık.
"Aktif" diye kısa bir yanıt verdi ve bende ona bir baş hareketi yapıp önüme döndüm, parmaklarımı içe katlayıp işaret ve orta parmağımı bitişik bir şekilde açık bıraktım ve başımın hizasında havaya kaldırdım, bu işaretim 'dağılalım ve gizli hareket edelim' demekti. O da beni anlamış olacak ki cebinden çıkardığı başka bi cihazı aktifleştirip benim cebime koydu ve yollarımızı ayırdı. Burası dolu bir mekandı. Kırılmış dökülmüş büyükçe cihazlar, yere saçılmış kablolar ve cihaz parçaları bulunuyordu. Yanından geçtiğim tankların aralarından etrafı kontrol ediyor, bana buraya elektiriğin nasıl ulaştığını sorgulatan tavandaki çubuk şeklinde sarı lambalarının ışıkları titreşiyordu, her adımda nedenini anlamadığım bir heyecan ve korku bedenimi okşuyordu, sanki burada birilerinin varlığnı hissetmişçesine gitgide dahada gizil ve sessiz hareket ediyordum. İlerlemeye devam ettikçe etrafında bulunduğum tanklar azalmış, bu koca aletler gerimde kalmıştı, şimdiyse etrafı bolca sütun sarmalıyordu, birden nefesimi kesen bir hareketlilikle yanından geçtiğim sütunun arkasına sindim. Etrafı biraz dinlemek için bekledim ve kanımın sıcacık akışıyla adrenalinin yakıcı hazzıyla dudaklarımı dişledim, bir şeyler oluyordu.
"Sana onu vurmanı söylemiştim!" diye bağırdı bir ses, bu o kansız Sesiydi. Sesinin yankısı tüm mekanı doldurmuştu, öyle ki Çağan'ında bu sesi duymamasına imkan yoktu. Öfkeyle alıp verilen nefesinin sesi köpek hırıltısından farksızdı, onun köpekler arasındaki en büyük fark; köpekler sevecen ve sadık varlıklarken o şeytanın vücut bulmuş haliydi, tasvir edilebileceği tek varlıklar iblislerdi.
"Sana suç işlemeyeceğimi söylemiştim!" diye yankılandı başka bir ses. Bir özel sığınağı andıran bu mekanın duvarlarına çarpan ve ömrünü ağır ağır yitiren bu yankının tınısında acının bastırılmış feryatları vardı sanki. Sesin tınısı beni o denli etkilemiştiki arkasına sindiğim sütünun yanından başımı çok az çıkarıp sesin sahibine bakmıştım.
Sesin sahibini anlamam zor olmamıştı, karşımda bir düzine adamla beraber Hakan ve Buğra duruyordu. İlk duyduğum ses hırıltılı ve kabaydı, bu ses ancak Hakkı'nın canavarı aratmayan yeşil gözlerine sahip bir insandan çıkabilirdi, sesinin tınısıda gözlerindeki gibi, bir canavarın merhametsiz ve korkunç ezgisi vardı. Büyük ölçüde kalkıp inen burun delikleri burnunun kemerli yapısını görmemi sağlamıştı, kemirli burnu sanki sağa doğru evrilmiş, yarım oval görünümü almıştı, sakalları sıktı ve rengi siyah ile grinin sevdiğim uyumunun bırak yanından geçmeyi, aynı evrende bile olamazlardı. Oysa Buğra'nın sesi ve canlı canlı gördüğüm bu varlığının bana hissettirdiği duyguların ne olduğunu çözememiştim. Tek bildiğim midemin bulanmadığıydı ve bunun olmamasından hiç hoşnut değildim çünkü o ve abisine en az vermem gereken tepki buydu.
"Bende sana söylediklerimi yapmaman dahilinde kardeşinin başına geleceklerden sen sorumlu olursun demiştim" diyen Hakkı bir adım öne çıktı ve; "kardeşim" dedi dişlerinin arasından tükürür gibi. Bu adıma karşılık olarak Buğra'da bir adım öne çıktı, aralarında iki karış mesafe kalmıştı ve ikiside birbirine delici gözlerle bakıyordu, bu ikisi ayrı saflarda mıydılar?
"Bana kardeşim deme" dedi Buğra soft sesini sertleştirerek, zarif çehresine asla uğramamış bir öfkeyle bakan yeşil gözleri Hakkı'nın canavarı aratmayan gözleriyle asla aynı tutulamazdı, aynı renk tonuna sahip bu iki farklı göz birbirini deşmek ister gibi bakarken bende onlara anlamaya çalışır gibi bakıyordum, anlayamadığım, anlamlandıramadığım bir şey vardı. Saçma bir şekilde ruhumda yeşeren bu gizil neydi?
"Nasıl?" dedim içimden ve sütunun arkasına geri sindim. Bir canavarın kardeşinin gözleri nasıl bu kadar... canavar olmayan gözlerle bakabiliyordu. Aklıma tek bir terim bile gelmiyordu, tek görebildiğim abisinin gözleri ne kadar bir canavardan daha canavar gözlere, bir canavarın yamulmuş yumulmuş çehresinden daha berbat ve çirkin bir yüze sahipse, onun gözleri ve çehreside bir o kadar saydığım tüm bu benzetmelerden uzaktı, beni şaşkına sokanda buydu. Abisinin sık ve kabarık sakallarına tezatlık oluşturan kirli sakalları vardı. Abisinin karanlığın ve vahşetin çökmüş olduğu yüzüne nazaran, Ay gibi parlak ve güzel bir yüzü vardı. 1.85 boylarında olduğunu düşündüğüm bir uzunluğu, vücuduyla orantılı geniş omuzları, aşırı olmayan kasları vardı. Yani normal bir erkek nasıl anlatılırsa o da öyle anlatılırdı. Tek bir farkla, gözlerindeki duygu yoğunluğu boğucuydu, acının ve öfkenin emareleri sadece gözlerinde toplanmış, mimiklerine sükunet bırakmışlardı. Bu çocuk, veya adam her neyse işte, yaşını bilmiyordum, belgeleri o kadar incelememiştim. Hakkı denen herifle aynı tarfta değildi, Hakkı'nın ondan suç işlemesini istemesi ve kardeşiyle tehdit etmesi bunun bariz bir kanıtıydı.
"Bir sonrakinde" diyen Hakkı silahını çıkarmasının sesiyle bende başımı tekrar sütunun arkasından başımı çıkardım, Hakkı'nın silahın namlusunu yere doğru çevirmesiyle yeni farketmiş olduğum, yerde boylu boyunca yatan kadının kafasına sıktı ve bir adım daha attı; "bu mermi önce Kumru'nun" kardeşinin ismini duyan Buğra'nın gözlerindeki öfke arasına acı ve korku karışınca gözlerine sığamadı, taştı ve ağır ağır yayıldı tüm çehresine, yüz mimikleri kasılmaya ve gözleri öfkeyle titrek bakışlar atmaya başlamıştı, öyleki korkunun vücuduna hücum ettiğini görüyordum ama bu Buğra'nın belli ettiği bir şey değildi, çünkü Hakkı'nın onun korkusunu görebildiğini zannetmiyorum, daha çok korkusuzluğunun sinirin bozduğu söylenebilirdi ama hayır, Buğra açık ve net korkuyordu. Kardeşinin isminin anılmasıyla gözlerine korkunun en baş döndürücü hissiyatı ulaşmış, ben ise tüm duygularını anlayacak kadar ona bu kadar bakmama sinirlenmiştim. Ama ortada bir gerçek vardı, Buğra masumdu. Bir gerçek daha vardı, onlar burada ne halt ediyordu ve biz buradan nasıl çıkacaktık?
"sonrada senin beynini patlatırım" diyerek cümlesini tamamladı ve geri çekildi. "bir daha bana karşı çıkarsan, sana asla telorans göstermeyeceğimi bil, bu ilk ve sondu" diyerek haykırdı. Tüm bu gerilim diğer adamlarada tesir ederken tüm havayı değiştirecek bir şey oldu. Çapraz sağımdan gelen bir hurda sesiyle tüm sesler kesilmişti, onların ise arka taraflarında kalan bu sesle Hakkı'nın tüm adamları silahlarına davranmışlardı. Bakışlarımı oraya çevirdiğimde tankların bitimindeki sütunun arkasına gizlenmiş Çağan'ı gördüm, ses ondan gelmişti. İşte şimdi boku yemiştik.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |