Yeni Üyelik
2.
Bölüm

BÖLÜM 1/SESSİZ ÇIĞLIKLAR

@melikeafel

birinci bölüm

 

Geçmiş ve geleceğime: Yaşadığım her şey, bir adım daha atmamı sağladı. Her adımımda kendimi tanıdım, her adımımda kendimi daha çok sevdim. Her adımımda Alin'i daha çok sevdim evet. Ama onu kaybetmiş olmam, kendimi kaybettiğim anlamına gelir miydi?

"İzini kaybetmiş biri"

 

Bazen kirlettiğimiz ellerimizi temizlemek su üzerinde ateş yapmak gibidir. Karanlığı aydınlığa kavuşturmak için de yakılabilir bu ateş fakat olmayacağını bildiği halde denemek duygusu terk etmez vücudunu.

Şüphelendiğimiz duygular vücudumuzu sarınca ondan kurtulmak hayli zaman alır. Ama tek bir kurtuluş olduğunu bilmek gerekir. O da, affetmektir. Şüphelendiklerimiz neler olursa olsun, kim hakkında olursa olsun, affetmek zor ama başarıldığında yapılmış en büyük erdemdir. Ve affettiğimiz zaman, karanlığa gömülüp gömülmeyeceğimizi, su üzerinde ateş yakıp, yakmayacağımızı kendimiz belirleriz.

"Karanlığa meydan okur, kendimi dibi görünmeyen o kuyudan kurtarırdım." Dedi yaşlı ruhum saklandığı kapıların ardından. Elinde sımsıkı tuttuğu kitaptan okumuştu bunları. Bense tüm bu karanlığa meydan okuyup, aydınlığa hükmetmiştim. Kendi yolumu kendim çizmiş, bütün kibritleri yolumun üzerine dizmiştim. Ve kibritlerim bana yangın değil ışık olmuş, beni aydınlatmışlardı. Ben tekrar bir savaşa hazırlanana kadar benimleydiler. Ruhumun içinde gezinip duran o his, savaşa giderken yolumu kaybetmeme, tüm kibritlerimin devrilip bana yangın olmasına neden olmuştu. Bu savaşta yolumu görmem, çok uzun zamanımı almıştı.

Tüm bunları zihnimin içinde kurcalarken, bir yandan da yoldan aceleci bir şekilde süzülen arabaları izliyordum. Ne kadar hızlı, düzensiz ve göz kamaştırıcıydı bu şehir. Sanki avazım çıkana kadar bağırsam bile duymayacaktı kimse. Herkes, her şey o kadar alışıktı ki bu düzensiz düzene, kimse savunmasızca çığlık atan bir insana dönüp bakmazdı.

"Buyurun." zihnimin arkasında çalkalanan bir ses vardı. İlk başlarda ilgimi çekmese de birkaç tekrardan sonra kendime gelip sese yöneldim. "Hanımefendi?"

Gözlerim elindeki simiti bana uzatan genç çocuğa kaydığında mahcup bir şekilde gülümsedim. "Üzgünüm, dalmışım." elindeki simiti alarak parayı küçük arabasına bıraktım ve oradan uzaklaşmaya başladım.

Bugün her şey çok yavaş ve hayal gibi geliyordu gözüme. Hislerimi kontrol edemiyordum ama içimdeki her kimse bağırmak için çırpınıyordu adeta. "Bunları düşünmek istemiyorum." diye fısıldadım kendi kendime. Fakat artık fısıltılarım bile ulaşamıyordu bana. Bundan sıkılmıştım.

Birkaç dakika daha yürüdükten sonra yolun kenarına park ettiğim arabamın yanına gelmiştim. Elimdeki simitin poşetini sıkıca bağlayıp ön koltuğa koydum. Çok acele etmeden kapıyı kapatıp yaslandım. Karşımdaki koca okuldan kız kardeşimin bir an önce çıkmasını bekliyordum.

Ellerim sürekli üzerimdeki koyu yeşil ceketi düzeltiyordu. Bir şeye hazırlanıyor gibi hissediyordum adeta kendimi ama bu hazırlandığım şeyin nasıl sonuçlandığını bilmiyordum, ya da hazırlandığım şeyin ne olduğunu...

Sakin görünen bedenimin aksine zihnimin içindeki ben, gariptim. Sanki bir şeyler hissediyordum ama bu hislerin adını koyamıyordum. Ve kendimi oldukça yorgun hissediyordum. Bazen bazı şeyleri açıklamakta çok zorlanıyordum. Özellikle konu, kendi hislerimi kendime açıklamak olduğunda, dilimi yutmuşum gibi afallıyordum. Zaman öyle hızlı akıp gidiyordu ki ardından koşsam yetişemeyecekmişim gibiydi. Her anın bir değeri olduğunu hissettiriyordu. Ama her anı değerli kılan şey zaman mıydı, yoksa zamanı birlikte geçirdiklerimiz miydi, bilmiyordum. Tek bildiğim tüm bu yaşadığım zamanların içinde sevdiğim tek bir kişi vardı, Alin.

Yine dalıp gittiğim düşüncelerimin arasına giren bir telefon sesiydi. Bu sesin bana verdiği huzursuzluğu da hiçbir zaman anlamlandıramamıştım. Ancak yine buna takılmak yerine elimi ceketimin cebine götürerek telefonu yavaşça çıkarttım.

Ekrana vuran güneşten, kimin aradığını göremediğim için elimi telefona siper ederek gözlerimi kıstım. Parmaklarım açmak için yeltense de ben bunun tam tersini istiyordum. Ama açmaya mecburdum. Bu sadece duygularımın bana verdiği bir mecburiyetti.

"Efendim, Baha?" telefonun ucundaki birkaç kıpırdanmadan sonra Baha'nın sesi yükseldi. "Geliyor musun diye sormak için aramıştım." uzatmadan ne istediğini söylemesi hoşuma gitmişti.

Her ay olduğu gibi bu ay da bana bir iş ayarlamıştı. Daha doğrusu benim ısrarla reddettiğim ama onun da aynı ısrarla almamı istediği işlerden biriydi. Ben bir mimardım ve övünmek istemesem de işimde iyiydim. Sadece belirli projeleri kabul ediyordum ve bu arkadaşımın pek umurunda gibi görünmüyordu.

Baha yakın bir arkadaşımdı, normalde çok fazla görüşmesek bile her zaman bir bahanesi olurdu beni görmek için. "Geleceğim, Baha." gitmek istemediğim sesimin tonundan belli olsa da bir şey demedi.

"Ve Alin?" dedi sorgularcasına.

"Evet, Alin de geliyor." telefonun arkasından anlayamadığım birkaç homurdanmanın ardından derin bir nefes verdi. "Bu iş gerçekten senin için bir zirve olacak Karmen, bana güven." dudaklarımı aralayıp söylediklerine cevap vermek istesemde ne söyleyeceğimi bildiği için konuşmama izin vermedi. "Sadece bir kez olsun, bana güven. Orada görüşürüz." sözünü bitirdikten hemen sonra telefonu kapattı. Duygusal biri olduğumu söyleyemezdim ama neden bilmiyorum, ona gerçekten de bir kez olsun tamamen güvenmek istemiştim. Bir kez olsun ona istediğini vermek, neye yol açabilirdi ki?

Çok geçmeden okulun zili doldu kulaklarıma. Bakışlarımı okula çevirdiğimde sadece araba seslerinin sahip olduğu bu yere şimdi de küçük çocukların bağırışmaları eklenmişti. Bu boğuk sesler kulağımı delip geçiyor gibiydi. Bu şehrin kalabalığından çok sıkılmıştım. Artık hiçbir şeye eskisi kadar istekli değil gibiydim. Kendimi bu sokakların ortasında boğuluyor gibi hissediyordum. Hep bir şeylere yetişmeye çalışıyordum ama yetişmeye çalıştığım şey neydi, bilmiyordum. Bileklerim sımsıkı bağlanmıştı ve ben bu koca şehirde herkesin gördüğü ama umursamadığı bir yığın gibiydim.

Birkaç dakika sonra veliler hızla içeriye akın etmeye başlamıştı. Benim gözümse okulun B bloğundaydı. Alin'in çıkıp geleceği yer oradaydı.

Vücudumu kaplayan stres yüzünden ayaklarımı yere yavaşça vurarak olduğum yerde ritim tutturmaya başladım. Gerilmiştim. Neden gerilmiştim, bilmiyordum. Genelde olmazdı. Bilmediğim şeyler hakkında hiç olmazdı.

Kollarımı birbirine daha sıkı bağladım. Birkaç dakika sonra takım elbiseli bir adam ve elini tutan bir kız çocuğu görmüştüm. Evet, bu kız Alin'di.

Gözleri hızla olduğum yere kaydı. İfadesiz ve uykulu suratını kocaman bir gülümseme kapladığında olduğum yerden doğruldum. Yanıma gelmesi için karşıya geçmesi gerekiyordu fakat arabaların durması biraz uzun sürmüştü.

Olduğu yerde zıplamaya başlamıştı. "Abla!" Bende birkaç adımla öne doğru gittim ve buraya gelmesi için beklemeye başladım. "Abla, beni duyuyor musun?" o kadar sabırsızdı ki, her ne anlatacaksa yanıma gelmeyi bekleyemiyordu.

Elini tutan takım elbiseli adam ise Alin'in bir nevi korumasıydı. Alin zıpladıkça, elini daha da sıkı tutuyordu. Nereye gidersek gidelim o da kendini belli etmeden bizimle beraber geliyordu. Alin'in korunmaya ihtiyacı vardı ve ben bunu tek başıma yapamıyordum.

"Abla, bugün yeni bir konuya geçtik!" gözleri sevinçle parlıyordu. Her ne kadar huzursuz hissetsem de onun heyecanını kırmamak için ben de sevinçle gülümsedim. Karşıya geçtiklerinde korumanın elini bırakıp bana doğru koşmaya başladı.

"İnanamıyorum, çok hızlı öğreniyorsunuz." kollarımı açarak sarılması için beklediğimde birkaç adım atarak sımsıkı sarıldı.

"Evet, sanırım öyle. Çünkü biz zeki çocuklarmışız, öğretmenim öyle söyledi." Sağ elini kaldırarak eğilmem için bana işaret etti.

Dizlerimi bükerek önüne doğru eğildim. Kulağıma yöneldi ve fısıldamaya başladı. "Ama öğretmenim benim hepsinden daha zeki olduğumu söyledi. Bunu kimseye söylememem gerekiyormuş."

Yüzüme şaşırmış bir ifade oturtarak bakışlarımı ona çevirdim. "Gerçekten mi? Bu üçümüzün arasında bir sır olarak kalmalı." kafasını onaylarcasına salladığında gülümseyip doğruldum ve yanımızdaki korumaya döndüm.

"Evine gidebilirsin, Erhan. Bugün sadece ikimiz olacağız." kaşları çatıldığında önünde bağlı olan ellerini çözdü. "Emin misiniz, ben ka-"

"Eminim, Erhan." elimle kolunu sıvazladım. "Bugün bir işim yok. Aslında bugün yanımızda olması benim için daha iyi olabilirdi ancak sıradan ve kısa sürecek bir toplantı için onu daha fazla zorlamak istemedim. Çünkü çok yoruluyordu ve o bunu söylemese bile ben anlıyordum. Bakışları önce kolundaki elime sonra bana döndü. Hiçbir şey söylemeden sadece başını sallayarak arkasını döndü ve uzaklaştı. Saniyeler içinde kaybolmuştu.

"Abla hadi gidelim." arkamı dönerek arabanın kapısını açtım ve oturması için ona yardım edip kapıyı kapattım. Ardından arabanın önünden dolanarak bende koltuğuma geçtim.

"Evet Alin hanım." dedim gülerek. "Çok sevdiğin Baha abin bizi bir yere davet etti." heyecanla ellerini birbirine vurdu ve olduğu yerde dikildi.

"Gerçekten mi! Nerede?" onun gözlerindeki heyecan kısa bir an için olsa da beni de rahatlatmış ve neşelendirmişti. Beni iyi hissettiriyordu. Ve bunun hiçbir zaman farkında değildi.

"Sahil kenarında bir restoranda." diye cevapladım yüzümdeki gülümsemeyle. Trafik yoktu bu yüzden hızlı varacaktık.

"Abla yüzebilir miyim?" suratına masum bir tavır takınıp kaşlarını yukarıya doğru kaldırmıştı. Küçük dudaklarını da büzerek bana doğru bakıyordu.

"Saçmalama, Alin." dedim gülümsememi silerken. "Ama abla herkes denize girer."

"Hava böyleyken girmezler Alin, konuyu kapatıyoruz." sonrasında kırgın bir şekilde önüne dönmüştü ama üzüldüğünden değildi çünkü kabul etmeyeceğimi biliyordu.

Yolun geri kalanında birkaç dakika sessiz kaldıktan sonra sol elini kaldırarak radyoya uzandı. Küçük parmaklarını rastgele tuşlara basarak hareket ettirmeye başladı.

"Benim şarkımı bulamıyorum." diye mızmızlandıktan sonra radyoya çevirdim gözlerimi.

Bir yola bir radyoya bakarken şarkıyı bulup sesini yükseltmiştim. Aslında nereden açacağını biliyordu. Ama neden her seferinde bilmiyormuş gibi yaptığını hiçbir zaman anlayamamıştım.

"Look at the stars!" cümleleri birbirine karıştırarak yüksek bir sesle söylemeye devam etti şarkıyı. Bense hayatım boyunca sahip olabileceğim en güzel şeye bakıyor, dinliyordum.

Zaaf her zaman için kötü bir şey sayılmazdı. Çünkü kısacık bir an bile tüm ruhumu iyileştirirken, zaafımın tehlikeli olması umurumda değildi. Ve eğer tehlikeliyse bile, onu korumak için tüm varlığımla savaşabilirdim.

Alin benim için bir zaaftı ve ben onu hayatım pahasına koruyacağıma dair kendime söz vermiştim. O benim tek ailemdi ve bende onun. O benim evimdi, kalbimdi ve ruhumdu. Onsuz bir hayat, onsuz bir ben düşünemiyordum. Nerede olursam olayım, ne yaparsam yapayım onu asla bırakmayacaktım. O beni istemediğinde bile, ben onun evi olmaya devam edecektim. O bu dünyadan gittiğinde bende tereddüt etmeden onunla beraber gidecektim.

Neden bu kadar uzun sürdüğünü bilmediğim bir yolun ardından varacağımız yere oldukça yaklaşmıştık. Ama burası tahmin ettiğimden biraz farklıydı. Sessizdi. Hemde fazlasıyla sessizdi. Sadece ilerideki şehrin ışıklarının görebiliyordum ancak çok uzaktı.

Aynı şarkıyı yedinci kez açmıştık.

"Abla neden kimse yok?" aklımdan geçenleri bana sorduğunda kaşlarımı çatarak etrafı daha iyi gözlemlemeye çalıştım. Baha'nın bana attığı konuma varmıştım, bir sahil kenarındaydık ama burada restorandan ziyade, tek bir bina bile yoktu. Bomboş bir yerdeydik. "Bilmiyorum." döküldü dudaklarımdan. Çünkü gerçekten bilmiyordum. Ve içimdeki o huzursuzluk yine kendini göstermişti. Hemde hiç olmadığı kadar.

Arabayı park edip Alin'e döndüm. "Sen burada bekle, ben Baha abinle konuşacağım."

Gözleri hızla irileşti. "Hayır abla bende geleceğim."

"Sadece birkaç dakika ablacığım, lütfen bekle." tekrar hayal kırıklığıyla olduğu yere sindi. Arabaya koyduğum telefonu alarak konum uygulamasından çıktım. Sol elimle arabanın kapısını açarak hızla indim ve Baha'yı aradım.

Defalarca çaldı, çaldı, çaldı. Ama açan kimse olmadı. Neler olduğunu anlayamıyordum, yanlış yere mi gelmiştim? Hayır, konum doğru gösteriyordu. Kafayı yiyecektim.

Arabamın farlarını kapatmıştım ve hava çoktan kararmıştı. Buradaki tek ışık kaynağı sarı ışığı yanan bir sokak lambasıydı.

Nedenini bilmediğim huzursuzluk giderek arttığında elimi boğazıma götürdüm. Boğazım düğümleniyormuş gibi hissediyordum. Elim telefona tekrar gittiğinde Baha'yı ikinci kez aradım. Yine açmadı. Ve tekrar ve tekrar. Kendi kendime söylenmeye başlamıştım ama fiziksel olarak hiç iyi hissetmiyordum, her an bayılabilecekmişim gibiydi.

Sağ elim refleksle kalbime doğru gitti, çok hızlı atıyordu! Bundan vazgeçip eve geri dönmeliydim, bir şeyler oluyordu ve ben bunlara bulaşmak istemiyordum.

Sonunda vazgeçtiğimde arabaya dönmek için yeltendim ama hiçbir şeyin farkına varamadan burnuma dolan iğrenç bir kokuyla zihnim karanlığa gömülmüştü.

 

...

Hayat bazen kırgınlıklarını bırakır ruhumuza, canını acıtan şeyleri bizden çıkarır. Bu dünyada yaşıyor olmamızın bedelini bu acılarla öderiz bizde. Her gün birer birer yaprak döker ruhumuz ama bunu fark edecek kadar dikkatli olmayız çoğu zaman. Çünkü bizden vazgeçmiş bir ruh, yaşanmışlıkları umursamazdı.

İnsanda umursamazdı, kaybettiklerini umursamazdı, farkında olmadıklarını umursamazdı. Hissetmediklerini, görmediklerini, dokunmadıklarını umursamazdı. Ama bu umursamazlık bir gün son bulurdu. Artık savaşacak bir ruh kalmadığında olurdu bu. Hiçbir çare olmadığında olurdu.

Acıyan gözlerimle bir savaşa girerek yavaşça araladım onları. Karanlıktı. Fakat etrafın karanlık olması gözlerimdeki inanılmaz acı yüzünden tekrar kapanmalarına engel olamadı.

Gözlerimi ovalamak için ellerimi kaldırmaya çalıştığımda kendimi kelepçelenmiş gibi hissetmiştim. Ellerimi, kollarımı hatta bacaklarımı oynatamıyordum. Gözlerim artık acısını umursamadan korkunun verdiği şokla açıldılar. İlk başta karanlıktan dolayı etrafı seçemesemde zamanla aşina olmuştum.

Kalp atışlarım hiç olmadığı kadar hızlanmıştı. Hava soğuk olsa da ben mümkün olabilirmiş gibi terliyordum. Ellerim ve ayaklarım sandalyeye bağlanmıştı. Her hareket etmeye çalıştığımda tahta sandalye garip sesler çıkartıyordu. En son nerede olduğumu ne yaptığımı hatırlamakta güçlük çekiyordum. Zihnim koca bir boşluğa düşmüştü ve düşüncelerim ilk defa sessizce kendi köşelerine çekilmişti.

Başka bir zamanda olsaydı zihnimin bu sessizliği ve afallamış hali hoşuma gidebilirdi, bundan zevk duyabilirdim fakat şu an kalbimi korkunç bir endişe sarmıştı ve bu hiç eğlenceli sayılmazdı.

Nerede olduğumu kavrayamadan sadece küçük bir lambanın aydınlattığı deniz kenarına takıldı gözlerim. Sanki o sokak lambası oraya bilerek koyulmuş gibi görünüyordu, anlam verememiştim.

Gözlerimi birkaç kez sıkıca kapatıp açtım, Göz kapaklarım bile acıyordu. Kendimi zorlayarak biraz daha kapatıp açtım ve buğulanmış görüntü uzaklaştığında artık her şey daha netti.

Gözlerim bulunduğum alanda oyalanmaya başladı. İki yanımda cam vardı, küçük bir yerdeydim. Önümde ise tamamen cam olan bir kapı vardı ve kapalıydı. Camlar da kapalıydı. Burada nefes almak oldukça güçtü.

Harabe bir yerin içerisinde sadece ay ışığının aydınlattığı oda gibi bir yerdeydim. Tahta bir sandalyeye bağlanmıştım. Ellerim arkadaydı ve çözmem imkansız görünüyordu. Ayaklarımsa sandalyenin iki ayağına sabitlenmişti. Kıpırdamam mümkün değildi.

"Bu da ne?" döküldü dudaklarımdan istemsizce. Olduğum yerde kıpırdanmaya başladım. Sanki çözebilecekmişim gibi. Yüksek bir korku tüm damarlarıma yayılmıştı. Titremeye başlamıştım. Ama bu korku kendim için değildi. "Alin!" diye sayıkladım. Alin yanımda yoktu.

Olduğum yerde hırpalandım ancak bu ipler kesilmeden kurtulmamın şansı yoktu. Ben kendimi kurtarmaya çalışırken kulağıma, karnımı ağrıtacak bir ses doluştu.

"Ablam nerede?" Bakışlarımı hızla sokak lambasının olduğu yere doğru çevirdim. Ses yanımdaki masanın üzerinde duran bir aletten geliyordu. Ellerim, ayaklarım, tüm bedenim titremeye başlamıştı. Neler olduğunu anlayamıyordum.

"Alin!" diye seslendim ama onun beni duyması imkansızdı. Bense onu küçük bir cihazın içinden duyabiliyordum.

Alin deniz kenarında öylece dururken karşısında oldukça uzun boylu simsiyah giyinmiş bir adam dikiliyordu. Kafasına, üstüne giydiği hırkanın kapüşonunu geçirmişti. Kalıplı bedeni tamamen Alin'e dönüktü. Zihnim gittikçe daha da bulanmıştı. Bedenim olabileceğinden daha fazla titriyordu.

Adam, sağ elini yavaş hareketlerle havaya kaldırdı. İlk başta elinde ne olduğunu kavrayamamıştım, tamamen kalktığındaysa sokak lambası elini aydınlatmıştı. Elinde bir silah vardı ve o silah kardeşime doğrultulmuştu.

"Hayır!" diye bağırdım beni duyabileceklermiş gibi. "Hayır, hayır, hayır!" canım acıyordu, hislerime engel olamıyordum. Ellerimi bir şekilde bu bağdan kurtarmak için çırpınıyordum hâlâ ama nafileydi.

"Üzgünüm." dedi adam. Alin ise korkuyla birkaç adım geri gitmişti, eğer biraz daha ilerlerse denize düşecekti. Bunu fark edip durdu.

Adamın keskin yüz hattı ışıkla hafifçe aydınlanıyordu. Kirli sakalını kaşıdı sol eliyle, düşünüyormuş gibi.

"Beni öldürme abi." sesi ölesiye titriyordu. Bunları söylerken kekelemişti. Küçük bedeni titremeye başlamıştı. Ellerini kendine siper etmek istercesine havaya kaldırdı. Küçük bedeninde neşeyle yaşayan ruhu korkuyordu, beni arıyordu biliyordum. Karanlıkta boğuşan hislerine ışık tutmamı bekliyordu, biliyordum ama yapamıyordum.

"Hayır, Alin Hayır!"

"Üzgünüm, çok üzgünüm." sanki gerçekten üzgün olabilirmiş gibi tekrar tekrar aynı şeyi söylüyordu adam.

"Hayır, yapma!" sesim olduğum yerin içinde yankılanıyordu. Onlara ulaşıyor muydu, bilmiyordum bile. Ama Alin buraya bakmıyordu. Eğer duysaydı bakardı, hissetseydi bakardı.

"Yapma, yapma, yapma!" silahı Alin'e tamamen doğrulttuğunda vücudum ani bir refleksle ayağa kalkmaya çalıştı ama başaramamıştım. Sadece olduğum yerde sendelenmiştim. Alin'i kurtarmam gerekiyordu. Gözlerim etrafı taradı. Buradan çıkmamı sağlayacak bir şeyler bulmam gerekiyordu.

"Alin!" diye bağırıyordum ama aramızdaki mesafe fazlaydı ve beni duyması mümkün değildi. İçimde bir yerde oldukça eski bir mum tahta, yıpranmış bir masanın üzerinde devrilmişti. İlk önce gözyaşlarıyla dolu bir kağıda bulaştı mumun ateşi.

"Yapma, lütfen!" Kalbim acıyordu, korkuyordum. Korkum titrememe neden oluyordu. Gözüm yanımdaki cama kaydı. Simsiyah görünen denizin üzerindeki ay bana işaret eder gibiydi. Buruşmuş kağıt, ateşin evine girmesine izin verdi.

Bakışlarımı camın önündeki dolaba çevirdim. Tahta dolabın üzerindeki her neyse, etrafı bir örtüyle kaplanmıştı. Olduğum yerde durdum ve derin bir nefes aldım. Alin'e baktığımda bir adım daha geri gitmeye yeltenmişti. Adamın ise eli titriyordu. O da korkuyor gibiydi.

Kendimi zorlayarak oturduğum sandalyeyle beraber zıplamaya ve dolaba ulaşmaya çalıştım. Buradan hemen çıkmam gerekiyordu. "Alin!" sesimi olabildiğince çıkartmaya çalışıyordum ama zorlanıyordum, biri boğazımı sıkıyor gibiydi. Kağıt parçası, ateşin zehirli bir ok olduğunu bilmiyordu. Onu yakıp kül edeceğini ve tüm benliğini mahvedeceğini bilmiyordu sadece onu olduğu gibi kabul etmişti ve içeri girmesine izin vermişti. Birkaç saniye içindeyse bu kararından pişman olmuştu.

Gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü. "1,2,3!" diye sayarak zıplamaya çalıştım ve bir kez daha aynı şeyi yaparak dolabın yanına ulaştım. Dolap çok yüksek olmadığından üzerindeki şeyi alabilirdim ancak önce örtüyü kaldırmam gerekiyordu.

"A-abla, nerdesin korkuyorum." Ateş, kağıdı küle çevirmişti. Ve can almaya doyamamıştı. Daha fazla kül istiyordu. Yavaşça eski ve yıpranmış masanın üzerinde yayılmaya başladı.

Göğsümün ortasına kocaman bir acı oturmuştu. Savaşabileceğim, yok edebileceğim bir acı değildi bu. Titrek bir nefes vererek örtüye doğru eğildim ve dişlerimin arasına aldım. Gözyaşlarım yüzünden gözlerim buğulanmıştı. Sımsıkı kapayıp açtım.

Kafamı yukarı kaldırarak örtüyü üstünden aldım ve yere attım. "Abla..." titrek sesi kulaklarıma doluyordu. Ama ben ona sesimi duyuramıyordum. Ateş olduğu yerde daha çok yayıldı ve yayıldı. Ona engel olacak kimse yoktu. Onu durduracak kimse yoktu, her şey çaresizdi. Onu uzaktan izleyen bir şeyler varsa eğer, çaresizdi.

Örtüyü kaldırdıktan sonra, altındaki bıçağı gördüm ve ellerim daha fazla titremeye başladı. Karnıma inanılmaz bir ağrı girmişti. Midem bulanıyordu.

Arkamı dönerek bağlı elimle dolabın üzerindeki bıçağın kabzasını sıkıca tuttum.

Gözlerim kısa bir süreliğine Alin'e kaymıştı. Ellerim daha fazla titremeye başladı. Bıçağı sıkarak bağlı olan ipleri yırtmaya başladım.

Birkaç saniye sonra adam bağırmaya başlamıştı. "Çok özür dilerim." ağlamaklı çıkıyordu sesi. Ve bu ağlamaklı ses ateşin sahte gözyaşlarına benziyordu. Mumun kenarlarından akmaya başladı bu gözyaşları. Sahteydi ama inandırıcıydı.

Ellerimdeki bağı çözdüğümde hızlıca ipten kurtuldum ve bıçağı bacaklarıma bağlı olan ipe sürtmeye başladım. Daha hızlı olmam gerekiyordu. Ateş tüm masayı, tüm odayı, tüm evi hapsetmeden kurtulmalıydım. İçimdeki hapishaneden kaçmalıydım ama bazı anlarda, sessiz bir çığlık kopardı kimsenin duyamadığı. Sadece duymak isteyenlerin, hissedebileceklerin duyabildiği bir çığlık. O kara kuyunun içinde yankılanan cılız ses gibi yankılanırdı ruhun derinliklerinde.

Patlayan bir silah sesi gibi. Bütün hislerinin acısını çıkaran bir silah sesi gibi. Yayıldığı her yeri küle çeviren ateşin, kaderi suyla sönmekti evet. O da yayılırdı ruhun derinliklerine. Ama istediği her şeyi küle çevirmeden oradan ayrılmadı ateş. Kalbimdeki yara gittikçe büyüdü hislerimin söyledikleri yüzünden.

Alin'im. Ailem, kardeşim, dostum...Bugünüm ve yarınım. Varlığımın tüm sebebi, Alin'im. Küçücük kalbini acımasız bir kurşun delip geçti Alin'imin. Kalbim, öldü. Ruhum, yaşama amacını kaybetti.

Ben. 

Ben, hislerimi kaybettim.

Boğazımdan, ruhumdan dağları delecek bir çığlık yükseldi. Avazım çıkana kadar bağırdım, ciğerlerim parçalandı, canım acıdı. Kimse duymadı. Ağladım, sızladım. Ellerim, ayaklarım, tüm vücudum titredi, kimse duymadı. Ben yapayalnızdım. Kimse duymadı.

Ateş tüm evi yaktı, yıktı. Kimse duymadı.

Elimdeki bıçağı son kalan gücümle ipe son kez geçirdim. O kadar çok titriyordum ki, zihnim olanı algılamakta, yaşama olan hipnozunu sürdürmekte çok zorlanıyordu.

Korkuyla, içime düşen külle başımı Alin'imin olduğu yere doğru çevirdim. Yoktu.

Alin'im yoktu. Ne bedeni, ne ruhu, ne sesi...

Belki de denize düşmüştü. Kanı yayılıyordu temiz olmayan suyun içinde.

"Alin." dudaklarım ona muhtaç gibi aralandı. Fısıltım döküldü, karıştı havaya. Çığlıklarım boğazımı yakmıştı. Canım acıyordu. Alin'im yoktu. Küçük Alin'im yoktu.

Olduğum yerden yavaş hareketlerle kalmaya çalıştım. İlk başta dengem sarsılsada, kalkmayı başardım ve aramda iki adımlık mesafe olan kapıya ilerledim.

Acıyan parmaklarım açıldı ve kapının kulpunu olabildiğince tutup çektim. Kapının açılmasıyla ciğerlerime hava dolmuştu, üşümüştüm. Ama üşüdüğümü fark etmek istemiyordum.

Bulunduğum yerin bir gemi olduğunu fark ettim, hiçbir gemiye benzemiyordu bu. Geminin ucuna geldiğimde zemine yürümem için uzun bir alan olduğunu gördüm ve düşmemek için yavaş hareketlerle yürüdüm.

Ayaklarım yere tekrar bastı. Gözlerim acıyla savaş veriyordu. Yenilmemek için tüm gücümle dik durmaya devam ettim.

Dizlerim titrese de koşmaya başladım. Orada olmayan Alin'ime koşabilmek, onu kurtarabilmek için. Ama koşmakta çok zorlanıyordum çünkü o ev çoktan yanıp kül olmuştu bile. Parçaları kalmamıştı. Her adımımda bacaklarım bükülüyordu.

"Alin!" boğazım yansa bile, ciğerlerim patlayacakmış gibi hissettirse bile Alin için canımdan olmaya hazırdım. "Neredesin Alin!" ses yoktu. Koşuyordum, ses yoktu.

Düzensiz nefeslerim havaya karışıyordu. Her adımımda enseme vuran saçlarım birbirindeydi. Gözlerimdeki yaşlar durmuyordu. Sadece kendi nefesimin sesini duyuyordum. Duymak istemediğim tek sesi duyuyordum.

"Alin." dedim fısıltıyla, acıyla ve son kez.

Gözümün önüne gelip duran kaküllerimi umursamadan devam ettim. Acıdan sıktığım dişlerimi mümkünmüş gibi daha da sıkmıştım. Koşmayı bıraktığımda sokak lambasının önüne gelmiştim. Kimse yoktu. Zihnimin içinde dönüp duran bir rüya olmasını diledim. Ölmeyi ya da uyanmayı diledim. Bu acıyla baş başa kalmamak için, olabileceğim en iyi hale bürünmek istedim. Yapamadım.

Bir kez daha dizlerimin üzerine çöktüm. Acıyan dizlerimin üzerine birkaç çizik daha attım. Dizlerimin üzerinde, haykırarak hıçkırıklara boğuldum. Küçük bir fanusun içinde yapayalnız kaldım. Sıkıştım.

Kibrit aramak için çıktığım yolda ateşim söndü. Her yer karardı. Alin'im ölmüştü. Alin'im korkuyla, küçük bedeniyle, yapmak için heveslendiği her şeyin küçük ruhunda kalmasıyla beraber, melek olmuştu.

Alin'im olmadan her yer karanlıktı.

 

1.bölümün sonu...

Loading...
0%