Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12. Bölüm-Demir Parmaklıkların Altında

@melikemn

💔

Yıllar sonra bile babamı gördüğümde ilk hissettiğim duygu kalp kırıklığıydı. Bana inanmadığı, beni sevmediği ve beni sadece bir sorumluluk olarak görüp öyle davrandığı için yaşadığım kocaman bir kalp kırıklığı…

Zaman ona adil davranmamıştı. Siyah saçları artık fazlasıyla beyazdı ve kaz ayakları iyice belirginleşmişti. Kilo almış, sanki boyu kısalmıştı. Bakışları aynıydı ama. Sert, acımasız, suçlayıcı… Beni gözleriyle esir aldığında ve ben hareket dahi edemeyecek kadar büyük bir şaşkınlığa gömüldüğümde, oturduğu sandalyede ayağa kalktı. Ellerini masaya yaslayıp öne eğildi ve yüzüne buz gibi bir gülümseme yerleştirdi.

“Derin Ece…” diye mırıldandı bütün kötü duygularını ismime sığdırarak. “İnan bana, yeniden karşılaşacağımız yerin burası olacağından o kadar emindim ki. Eninde sonunda başını belaya sokacağını biliyordum.”

İçimden kahkahalarla gülmek geldi. On sekiz yaşında evinizden ayrılan kızınızı, beş yıl sonra gördüğünüzde ilk bunu mu söylerdiniz gerçekten? İnsanın aklına başka bir ton şey gelmesi gerekmez miydi?

Öfkeliydim. Çınar’a da babama da daha önce hiç olmadığım kadar öfkeliydim şu an ama ilk defa ikisi birden karşımdayken tepki veresim, bağırasım, küfredesim, onları suçlayasım gelmiyordu. Garip bir kabulleniş, anlam veremediğim bir vazgeçişin ortasındaydım.

“İfademi alacak mısın?” diye sordum duygusuz, dümdüz bir sesle. Onaylamayan bir tavırla başını sağa sola salladı. “Avukatın dışarıda bekleyebilir.” Dedi Didem’i işaret ederek. İtiraz ettim. “Yanımda olmasını tercih ederim.”

Çınar oturduğu koltukta doğruldu. “Güzelim niye düşman inine girmiş gibi davranıyorsun? Baban da ben de senin iyiliğini istiyoruz sadece. Oturup konuşalım, kapatalım konuyu tatlı tatlı.”

Bakışlarımı önce neler olduğunu anlamaya çalışan Didem’e, ardından gerçekten umut dolu bir ifadeyle beni izleyen Çınar’a çevirdim. “Siktir git Çınar.” Dedim ortamda kimin olduğunu umursamadan. Bir babam varmış gibi hissetmiyordum uzun zamandır. O halde onu yok saymamam için bir sebep de göremiyordum.

Yavuz Tekin, hatırladığım bıkkın tavrıyla gerginlik dolu bir nefes koyuverdi. “Derin Ece, otur hadi kızım şuraya.”

Kızım…

Seneler önce ağzından duyduğum son şey beni yok sayacağıydı oysa. Şimdi yabancı bir dilde konuşuyor gibiydi. Araya yıllar girmemiş, ben onu terk etmemiş, o benim hayatımı mahvedecek dokunuşları yapmamış gibi… Şimdi düşününce babamın Çınar’la ne kadar ortak yönü olduğunu fark etmiştim. İkisi de hep beni görmezden gelmişti. İsteklerimi yok saymış, hislerimi umursamamıştı. İkisi de yuvam sandığım yeri terk etmeme neden olmuştu.

İkisi de yüreğime koca bir enkaz bırakmıştı…

Bu işin uzamasına ve onlarla aynı odada daha fazla kalmaya tahammülüm olmadığı için bir kez daha Didem’e baktım. “Her şey için teşekkür ederim. Bunu ben yalnız halletsem olur mu?” Anlayış dolu gözlerini gözlerime dikti. Belli ki bunun gerçekten benim tercihim olduğuna emin olmaya çalışıyordu. “Derin…” Diye girdi söze ancak ellerini tutup lafını kestim. “Söz veriyorum ufacık bir rahatsızlık dahi hissedersem çığlığı patlatacağım.” Gülmeyi denedim ama başarabildiğimi söyleyemezdim. Yine de Didem tereddütlü olsa da onayladı beni. “Kapıdayım. Kapıdayız Arık’la.” Dedi güven verici bir sesle. Ona minnettar bir bakış gönderdim ve odadan çıkana kadar yeniden konuşmadım. En sonunda kapı sessizce örtüldüğünde ise iç çekerek tekrar cellatlarıma döndüm. Birkaç adımda Çınar’ın hemen karşısındaki, onunkiyle aynı olan koltuğa yanaştım ve biraz da dinlenip güç toplayabilmek adına kendimi bırakıverdim.

“Evet?” dedim ruhsuzca. “Kim başlıyor?”

Babam sandalyesine oturup, masaya yaklaştı ve kollarını yasladı. Ardından bir ebeveyn değil de polis olarak, katı bir tavra büründü. Gerçi, zaten hiçbir zaman bir ebeveyn olamamıştı. Onu en son gördüğümde baş komiserdi. Şimdi ise müdür… Mesleğinde başarılı olmak için çok çaba harcamıştı. Keşke baba olabilmek için de biraz çaba harcamış olsaydı. O zaman belki kader bizi bu noktaya getirmez, beni de hayal kırıklıklarının arasına bir çöp poşeti gibi fırlatmazdı.

“Çınar Paşalı’yı bacağından bıçaklamışsın.” Dedi babam oldukça yargılayıcı bir tonlama kullanarak. Omuz silktim. “Beni oda arkadaşımla aldattı.” Özel hayatımı babamın önüne sermek niyetinde değildim elbette ancak bir taraf seçecekse ille, gerçekleri öğrenip sonra seçmesini tercih ederdim. Benim anlattığım gerçeklere daha önce hiç inanmamıştı gerçi ama ben yine de şansımı deneyecektim.

Çınar boğazını temizleyerek söze girdi. “Aldatmadım. Derin olayları büyütmeyi seviyor sadece.”

İnanamayarak baktım ona. İtiraf etmemiş gibi şimdi beni yalancı konumuna düşürmeye çalışıyordu. “Aldattın. Arzu’nun mektubu var. Sistemde kayıtlı bile olabilir. Ölümüne dair tek delil sonuçta.” Diyerek meydan okudum ona. Sonra hızımı alamayarak konuşmayı sürdürdüm. “Arzu’yu da öldürdü bu arada.” Ağzımdan dökülenlere rağmen geri adım atmayacağını bilecek kadar Çınar'ı tanıyordum.

Çınar yüzüne, şüphesiz sahte bir sevecenlik ifadesi yerleştirdi. “Yavuz müdürüm, çok affedersiniz. Size kızınızı tanıtacak değilim elbette ama ben de onunla kayda değer bir vakit geçirdim ve kabul edelim ki Derin’in olmayan şeyleri olmuş gibi anlatmak gibi bir özelliği var.”

Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. “Ne? Yalan söylüyor! Şahitlerim va…” durdum. Şahidim olabilecek tek insan Arık’tı ve onu olayın içine katamazdım. “Yok. Şahidim yok ama Arzu itiraf etmiş diyorum. Sonra da kayboldu ortalıktan. Mektubun önemi yok mu hiç?”

Sanırım öfkemi bastırmak ve tepkisiz kalmak buraya kadardı. Adrenalin usul usul beynimi ele geçiriyordu.

“Konumuz senin aldatılman değil. Leyla Karan dosyası da kocaman bir muamma. Ayrıca ne yapmış olursa olsun bıçakla bile isteye adam yaralamak bir suçtur.” Dedi babam. Korkunç bir babaydı ve bu hala canımı acıtıyordu.

“Sadece o değil.” Bir kere Didem’e anlatmıştım her şeyi. Bundan sonrası çok daha kolay olurdu. “Bana birkaç kez şiddet uyguladı ve beni defalarca odaya ve kendi evine kilitledi. Ayrıca ondan ayrılmak istediğim için beni tehdit de etti.” Yüreğimi sıkıştıran Allah’ın belası sancıdan kurtulamadığımdan yüzümü buruşturdum.

Birkaç saniye odanın ortasına ürkütücü bir sessizlik çöktü.

“Beş yıldır ilaçlarını hiç kullanmamış ve psikiyatriste gitmemişsin.” Dedi babam en sonunda. Dudaklarımdan histerik bir kahkaha döküldü. “Ben. Şizofren. Değilim.” Diye çıkıştım kelimelerin üzerine basa basa. Babam önce Çınar’a ardından yeniden bana baktı. “Mitomani.” Diye geveledi ağzında normalden daha kısık sesle. “Annenin ölümünden sonra yaşadığın anksiyeteye bağlı ortaya çıkan Mitomani… Tedavini yarım bıraktığın için yıllardır muhtemelen herhangi bir sönme gerçekleşmedi.”

Başımdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi adeta kafa derim yanıyordu ve acısı bende ağlama isteği uyandırıyordu. Karşımda bana yedi kat yabancı olan ve ağzımdan dökülen hiçbir söze inanmayıp hasta olduğumu iddia eden kişi, öz babamdı.

“Çınar…” diye mırıldandım medet ummam gereken son insan olduğunu bile bile. “Hasta değilim. Biliyorsun olmadığımı. Söylesene!”

Çınar bana acıyan bir ifadeyle bakarken başını hafifçe yana eğdi. “Merak etme güzelim. Yanındayım ben. Birlikte yeneceğiz bu hastalığı.” Eğlendiği o kadar belliydi ki, babam bunu nasıl göremiyor aklım almıyordu.

Ciddi ciddi delirmeme ramak kalmıştı. “Siz kafayı mı yediniz?” aniden ayağa fırlayıp işaret parmağımı babama doğrulttum. “Sen sapkın fikirli karına inanıp beni hasta diye yaftaladığın ve hiçbir boka yaramayan ilaçlara mahkum ettiğin için kaçtım ben baba! Hayatıma dair kafana göre kararlar alıp ne kadar mutsuz olduğumu ve tedaviye değil de sana ihtiyacım olduğunu göremedin diye kaçtım ve aradan onca yıl geçtikten sonra hala aynı şeyi diretebiliyorsun bana!” Bir gram azalmayan öfkemle Çınar’a döndüm. “Ve sen Allah’ın cezası pezevenk! Sırf seni istemiyorum ve sevmiyorum diye takıntı haline getirip beni elde edebileceğine inanarak salak saçma oyunlar oynamaya devam edersen bu defa seni bıçaklamakla kalmam! Öldürürüm!”

Nefes nefese sözlerimin ciddiyetini kavramaya uğraşırken, Çınar ayaklandı ve gelip hala havada duran kolumu tuttu. “Merak etme. Şikayetimi geri alacağım. Sadece tedavi olmayı kabul edersen, belki birkaç gün hastanede kalıp…” Eve veya Sarmaşık’a dönmeyeceğimi anlayınca beni kontrol etmenin başka yollarını bulmuştu. Şerefsiz. Sabrımı çoktan taşırmış, bendeki bütün gemileri bizzat elleriyle yakmıştı. Bu yüzden öfkeyle kestim sözünü. “Lan sen tedavi ol, hastaneye senin yatman lazım hasta herif! Takıntılı, ruh hastası!” kolumu hızlıca onun elinden kurtarıp uzaklaştım. “Asla hastaneye yatmam. İlaç da kullanmam. Asla! Hapse atın. Umurumda değil.” Sesimi biraz daha yükselttim. “Polis! Yok mu gelip beni alacak bir polis? Arık! Didem!” kollarımı göğsümde bağladım. “Ben Çınar Paşalı’yı bile isteye, gayet sağlıklı bir kafayla üstelik, bıçakladım.” Dedim bir itiraf niteliğinde. “Tutuklayabilirsiniz!”

Kapı hızla sonuna kadar açıldı ve Arık endişeli gözlerle içeri girdi. Hemen arkasında Didem ve onun arkasında da birkaç kişi ve bir tane de üniformalı bir polis duruyordu.

“Hangi hakla buraya böyle girebiliyorsunuz?” diye gürleyerek ayaklandı babam. Üniformalı polis, tereddütle birkaç adım geri çekildi ancak onun dışındaki ben de dahil kimse babamın sözlerini umursamadı.

“İyi misin?” diye sordu Didem endişeyle. Tüm yaşadıklarıma rağmen Arık’ın yeşillerini gördüğümde yüreğim ısınmıştı. “Didem beni tutuklasınlar söyle. Hapse mi atıyorlar, nöbetçi mahkemeye mi çıkarıyorlar yoksa cezaevine mi gönderiyorlar? Neyse artık.” Babama ve Çınar’a baktım. “Ben ölürüm de hastaneye yatmam!”

Arık bana doğru birkaç adım attı. “Derin, ne oluyor?” gözlerindeki korku kendimi kötü hissettirmişti ama geri adım atmaya niyetim yoktu. Yıllar sonra bile babamın gelip bana müdahale etmesine, hayatım hakkında karar almasına izin veremezdim. Çınar’ın kazanmasına izin veremezdim.

Delilikse böylesi de delilikti. Buyursunlardı.

“Hasta değilim.” Diye mırıldandım yanağımdan süzülen damlaları temizlerken. Arık elini tutmam için uzattığında itiraz etmedim. “Yalan söylemiyorum ben. Söylemedim de hiç. Yemin ederim hasta falan değilim.” Şu noktada sağlıklı düşünme yetimi kaybettiğim doğruydu ancak yaşadığım hiçbir şeyi uydurmamıştım. Hepsinin her anı zihnime kazılıydı.

“Biliyorum yavrum. Hasta değilsin. Neden hasta olasın ki?” dedi Arık beni sakinleştirmek isteyerek. Birkaç santim ötemde dikilirken ve eli, elimin üzerindeyken sesinin verdiği huzur en azından nefes alışlarımı düzene sokmamı kolaylaştırmıştı.

“Gitmek istiyorum Arık…” diye mızmızlandım küçük bir çocuk gibi. “Evimize gidelim ne olur?” acı çektiğim ilk an değildi bu ancak baş edemediğim bir kargaşaya düşmüştüm sanki. Duygularım, kelimelerim, hareketlerim birbirine karışmış, beynimin içinde inandığım, güvendiğim her şeyin içine şüphe yerleşmişti.

Hasta olmadığımın Çınar’da farkındaydı Şebnem de ama ikisi de babamı bir şekilde tersine inandırmıştı.

Çınar… Ah, Çınar… Beni o kadar iyi tanıyordu ki. Nereden yara alacağımı, nereden yıkılacağımı çok iyi biliyordu. Yıllardır ona bütün zaaflarımı göstermiştim ve şimdi onları birer silaha çevirmiş, namluyu da bana doğrultmuştu. Gözünü karartmış acımasız bir düşmanın kurşunundan kaçmak mümkün müydü?

“Derin Ece.” Dedi babam sakince. Odaya adım attığım andan beri kullandığı en makul ses tonuydu bu. “Söylediğin her şey doğru dahi olsa, Çınar Paşalı şikayetini geri almadığı sürece seni salamam.”

Yüzüme ondan da Çınar’dan da tiksindiğimi belli eden bir ifade yerleştirdim. “Peki, baba.” Dedim hayal kırıklıklarımı tek kelimeye sığdırmayı başararak. Kuruyan dudaklarımı yaladım. “Öyle olsun.”

💔💔

Canavarın kalbi karanlıktı. Çocukken deliler gibi korktuğum karanlık, beni bir cennet kadar güzel olduğuna inandırmıştı belki ancak artık aklım başıma gelmişti. Çünkü ne karanlık bir cennet mümkündü ne de canavarın cenneti yaşatması…

Boşluğa diktiğim bakışlarım, kulağıma ulaşan adım sesleriyle birlikte demir parmaklıklara çevrildi. Ağlamam kesileli üç dakika olmuştu ancak gözlerimin yanması henüz geçmemişti. Babam beni hapse tıktırıp, odasında muhtemelen Çınar’la sade Türk kahvesini höpürdetiyor diye değildi akan yaşlarım yanlış anlaşılmasın. Benim için devrim niteliğindeki başkaldırımın sonucunda buraya düşmüş dahi olsam, hayatımı bir şekilde mahvetmeyi başarmış iki adama da boyun eğmemiş olmamın verdiği rahatlamaydı sebebi. Her zaman üzüldüğünüz için ağlamazdınız ya sonuçta. Bazen de bazı duygularla ve bazı anılarla vedalaştığınız için dökerdiniz gözyaşlarınızı. Benim vedalarım hep zor olurdu ama sonsuz olacaktı.

“Derin?”

Didem’in endişeyle karışmış sevecen gülümsemesini görünce, oturduğum rahatsız tahtanın üzerinden kalkıp ayağa dikildim. “Selam.” Dedim sıradan bir tavırla. Yaklaşık bir saat önce müdürün odasında ortalık karman çorman olmamış, sesim emniyette yankılanmamış ve gözyaşlarım burayı bir göle çevirmemiş gibi rahat ve sakindim. Rol yapmıyordum da üstelik. Gerçekten de anlam veremediğim bir huzur vardı içimde. Sonuçta acılarımla yüzleşmiş, kendimce bir zafer kazanmış sayılırdım.

“Merak etme. En fazla yirmi dört, taş çatlasa kırk sekiz saat tutabilirler seni burada.” Diyerek aramızda demir parmaklıklar yokmuş gibi tam karşıma yerleşti. Omuz silktim. “Sıkıntı yok. Diğer ihtimali düşününce burası Saray bana zaten. Sadece acıktım biraz. Onu çözebilir miyiz?”

Didem benim için ciddi anlamda telaşlanmış olmalıydı çünkü sözlerimin ardından rahat bir nefes koyuverdi. Arık gibi çevresindeki herkes de bu kadar iyi olmak zorunda mıydı? Bana kendimi kirli hissettiriyorlardı. Bunun için onları suçlayamazdım elbette ancak birilerinin hayatına imrenecek yaşı geçmemiş miydim? Hem benim için bu kadar uğraşan insanları kıskanmak beni kötü biri yapmaz mıydı? Belki bundan sonrasında onlarla, onlar kadar iyi ve mutlu olabilirdim ben de. Mutluluk ipinin ucunun henüz ellerimden kayıp gitmediğine inanmak istiyordum.

“Hallederim.” Sesini alçalttı. “Müdürle görüştüm. Babanla yani. Elinde beş yıl öncesine ait bir doktor raporu var. Şu an geçerli değil tabi ki ancak yeniden bir psikiyatristle görüşmen gerekebilir. Sonuçta tedavi tamamlanmamış. Ben de hasta olduğunu düşünmüyorum ama…” durup tepkimi ölçmek için yüzümü incelediğinde ifadesizdim. “Bunun mahkemede sorun yaratabileceğini bil.”

Komik değildi aslında fakat benim kahkahalarla gülesim gelmişti. Duruşumu dikleştirdim. “Sıkıntı yok.” Dedim ruhsuz bir sesle. “Hasta değilim. İspatlayacağım da bunu.”

Günler önce Çınar’dan korktuğum için karşısında sinip kalırken, şimdi o seviyeyi arttırıp çirkinleştikçe ben de korkularımı yenip cesurlaşmıştım. Bu yüzden ne kadar cephanesi varsa toplanıp çıkabilirdi karşıma. Nefes aldığım sürece ona yenilmeyecektim.

“Mahkeme tarihi belli değil. Uzak bir tarihe atılırsa da tutuksuz yargılanmanı sağlayacağım. Sen güçlü dur. Çınar’dan daha kötüleriyle uğraştım ben.” Dedi oldukça ikna edici bir tınıyla. Başımı sallayıp onayladım onu. “Teşekkür ederim Didem. Gerçekten. Önceden yalnız olduğum için korkuyordum belki de ondan ve hiç yeteri kadar meydan okuyamadım ama artık yalnız hissetmiyorum.” Arzu’dan önce ciddi anlamda beni sindirmişti ancak sonra bir nebze olsun özgüvenimi toparlamıştım. Şimdi ise hiç olmadığım kadar dik ve kararlıydım.

“Asla yalnız değilsin bundan sonra.” Dedi Didem gerçekten samimi bir sesle.

Ona minnettar bir tavırla gülümsedim ve hemen ardından, “Arık?” diye sordum merakla. Onu en son babamın odasından çıkarken görmüştüm. Kimsenin peşimden gelmesine izin vermediklerinden, dönüp son kez bakamamıştım bile.

“Onun için izin almaya çalışıyorum ama müdür epey zorlu birisi tahmin edersin ki.” Gözlerini devirdi. “Dua edelim de bir an önce çık. Bu prosedürlere de gerek kalmamış olur.”

Ayakta duracak gücüm bitmiş gibiydi. Aynı zamanda acıktığım için de elim ayağım boşalmış, gözlerimin önü bulanıklaşmıştı. “Bana bir su ve yemek ne olursun? Bir daha bayılmayayım şurada. Yerler çok pis.” Diye homurdandım. Didem parmaklıkların arasından uzattığı elini koluma koydu. “Hallederim şimdi. Yarın yine sabahtan burada olacağım zaten. Bir gelişme olursa da ararlar beni. Telefonum burada kayıtlı. Sen de bir şey olursa beni arayabilirsin.”

“Teşekkür ederim.” Dediğimde gülümsedi. “Dikkat et.” Bir yandan el sallayarak uzaklaştı ve gözden kayboldu.

Didem gittiği ve adım sesleri kesildiği halde orada öylece dikilmeye devam ettim. İçimden hareket etmek dahi gelmiyordu çünkü. Bedenim bir cesetti sanki ve ruhum olayları dışarıdan seyrediyordu.

“Erkekler…”

Duyduğum sesle birlikte uykudan uyanır gibi irkildiğimde, benim yanımdaki nezarethanede, geldiğimden beri baygın gibi yatan kadın uyanmış, bakışlarını üzerime dikmişti. Kafamda milyonlarca düşünce dolandığından onun buradaki varlığını göz ardı etmiştim ancak o beni göz ardı etmeyecekti belli ki. Hiç, birileriyle oturup sohbet etme havamda olmadığımdan, içten içe uyumaya devam etmesini dilerken kafamı çevirip, yarım yamalak gülümsedim.

“Ne yaptın?” diye sordu oturduğu yerde kayarak benim demir parmaklıklarıma yaklaşırken. Kaçacak yerim olmadığından, çaresizce geri dönüp tahtanın üzerine yerleştim tekrar. Zihnimde bulanık olan düşünceler cirit atarken uzun süredir öylece duruyor dahi olsam yorgunluğumu atamıyordum.

“Eski sevgilimi bıçakladım.” Dedim oldukça düz bir sesle.

Kızıl saçlarını omuzlarından geriye savurup, bacak bacak üstüne atarken kıkırdamaya başladı kadın. Otuzlu yaşlarının ortalarında olmalıydı. Hapse tıkılmış birine göre fazla neşeliydi. Ben neye güldüğünü anlamaya çalışırken, ela gözlerini yere eğip, kirpiklerinin altından baştan ayağa süzdü beni. “Hiç öyle asi birine de benzemiyorsun aslında.”

Omuz silktim. Ne kadar asi olduğumu ya da olmadığımı açıklama zahmetine girmeyecektim.

“Neden bıçakladın peki?” diye sordu bu defa da az öncekinden daha da meraklı bir tınıyla. Oflamamak için kendimi çok zor tutarak, sırtımı duvara yasladım. “Arkadaşımla yattı. Bir de sanırım onu öldürdü. Onun dışında şiddet ve cezalarla geçen bir dört beş yılımız da var tabi…” derin bir nefes bıraktım dışarı. “Belki bıçaklamaktan fazlasını da yapmalıydım. Bıçaklamak beni ondan kurtarmadı sonuçta.”

Kadının enerji saçan yüz ifadesi solduğunda, konuşmanın daha da ciddileşeceğini anladım. Keşke o uyanmadan ben de uyusaydım ve bugün bilmem kaçıncı kez Çınar’la yaşadıklarımızı sesli dile getirmek zorunda kalmış olmasaydım.

“Sana bir abla tavsiyesi.” Dedi üzerimdeki bakışlarını başka yöne çevirirken. “Bir erkekten kurtulmaya çalışıyorsan, sinsi olacaksın. Uyanık olacaksın. Dürüst ya da asi olmak yetmez.” Kelimeleri, dakikalardır gönülsüzce devam ettirdiğim sohbete karşı beni heyecanlandırdığında, kaşlarım istemsizce havalandı. “Nasıl yani?”

Olumsuz anlamda sağa sola salladı başını. “Erkekler garip varlıklar. Hiç ayarları yok. Sana kafayı takanına denk geldiysen geçmiş olsun. Ya öleceksin, ya öldüreceksin…” düşünceli bir tavırla geriye attı başını. “Ya da onu, istese de sana gelemeyeceği bir yere göndereceksin.”

Git gide merakım arttığından ben de ondan tarafa çevirdim bedenimi. “Hapse mi?”

“İsmin ne?”

“Derin.”

“Aysel ben de.” İmalı bir tebessüm belirdi yüzünde. “Usul usul toplayacaksın tüm delilleri. Gözün açık olacak. Tetikte bekleyeceksin. Boş anını yakaladığında da… BAM.” Aniden bağırdığında irkildim. Alaylı bir tavırla gülümsedi Aysel. “Ne iş yapıyor?”

Bunun konumuzla ne ilgisi vardı bilmiyordum ama sorgulamayacaktım da. “Pavyonu var.”

Şaşkınlıkla karışık bir nida döküldü dudaklarından. “Ve sen beş yıl boyunca ondan kurtulmanın bir yolunu bulamadın mı?”

Hiçbir şey anlamadığım için cevap vermek yerine Aysel’in sözlerine iyice kulak kabarttım.

“Pavyonu var diyorsun. Suç makinesi gibi bir şeydir seninki. En yakınından daha iyi kim şahit olabilir bu suçlara?”

Elime geçen ilk fırsatta onu polise şikayet etmiştim ama ondan da sıyrılmanın bir yolunu bulmuştu. Başka ne yapabilirdim ki? “Pavyonda yasadışı hiçbir şey yok ki. Yıllardır polisler gelip gider öyle. Hiçbir sorun çıkmadı. Arkadaşımı öldürdüğünü de bir ben biliyorum. Başka kanıt yok ortada.”

Birkaç saniye düşündü. Tam yeniden konuşmak için hamle yaptığında ise birisi adını söyledi. “Aysel Kayalı.” Parmaklıkların ardındaki polis memuru oldukça gergin bir yüz ifadesiyle aramızda gezdirdi gözlerini.

“Çıkıyor muyum?” diye sordu Aysel heyecanla.

Başını sallayarak onayladı onu polis. “Yine yırttın hadi.”

Başlangıçta onunla hiç konuşasım gelmemişti ancak şimdi gitmesini istemediğimi fark ettim ki bu dünyanın en bencilce düşüncesiydi çünkü burası bir hapishaneydi. Yine de söyledikleri ilgimi çekiyordu ve cümlesi yarım kalmıştı.

Aysel yavaş hareketlerle ayaklandığı sırada, ben de oturduğum yerde toparlandım. “Sen niye girdin buraya?”

Bir saniyeliğine durup omzunun üzerinden baktı. “Fuhuş.” Diye yanıtladı beni sadece dudaklarını oynatarak. Şaşkınlıkla gözlerim açıldığında ise ufak bir tebessüm belirdi suratında. “O yüzden çok iyi bildiğim bir yerden geldi senin mevzu.” Birkaç adım sonra artık o da demir parmaklıkların öteki tarafındaydı. “Bir adam, yasal bir pavyon işletiyorsa, üstelik yıllardır…” Sesini alçalttı. “Mutlaka arka tarafta yasal olmayan bir şeyler dönüyordur.”

Üç parmağını dudaklarının üzerine koyup bana oldukça yavaş bir öpücük gönderdi ve hemen ardından da göz kırptı. Ben söylediklerini kafamın içinde mantıklı bir zemine oturtmaya çalışırken de uzaklaşarak gözden kayboldu.

Çınar’la geçirdiğim beş yıl, bir film şeridi gibi akıp gitti önümden ancak o kadar umurumda olmamıştı ki onun işleri, kafamda onu bir suç makinesine çevirebilecek ufacık bir anı bile canlanmadı. Artık ondan olabildiğince uzaktaydım ve nasıl bir suça bulaşmış olursa olsun, çözebilecek son insandım. Bu yüzden bir kez daha aptallığıma sövmekten daha iyisini yapamadım. Kaleyi içten fethedip, ondan kurtulma şansımı kaybettiğime göre elimde kalan tek seçeneğimin onu öldürmek olmasından da korkmaya başlamıştım.

Çaresizce gözlerimi paslanmış gibi duran, gri tavana çevirdim. Ayaklarımı topladım ve iki metrelik tahtanın üzerine boylu boyunca uzandım. Ne kadar zaman geçti, ne kadar süredir buradaydım hesaplayamadım ancak yıllar olmuş gibi hissediyordum. Öyleydi belki de. Fiziki bir hapis hayatım olmamıştı ancak zaten zihnim de ruhum da demir parmaklıkların arkasında değil miydi uzun zamandır?

Arık’ı özlemiştim. Bir insanın varlığına on günde alışılabilir miydi ki yokluğu bende kocaman bir boşluk hissi yaratmıştı? Beynimde sabah yaşadıklarımız, dün gece ki dansımız ve onun sarhoş halleri dolanıyordu. Gerçekleşmesi için çok uzun bir zaman dilimi gereken olayları o kadar kısa bir süreye sığdırmıştık ki, ömrümün yarısında Arık varmış gibiydi. İlk görüşte aşka inanırdım ben. Çınar’a da öyle tutulmamış mıydım? Tek başıma, ne yapacağımı bilemez halde, yağmurun altında ıslanırken çıkmıştı karşıma. O gün oradan koşarak uzaklaşmadığım için koca bir ömrün heba oluşuna şahitlik etmiştim gerçi. Yeniden bir erkeğe heba edecek ömrüm yoktu elbette ama Arık’ın gözlerine bakmak o kadar güzeldi ki. O gözlerin beni üzebileceğine inanasım gelmiyordu. Bu benim salak olduğumu mu gösterirdi?

Kafamdaki şüphe bulutlarını dağıtıp, Didem’in gönderdiği yemeği yedikten sonra çok daha dirençli hissetmeye başlamıştım. Düşüncelerim durulmamıştı ama daha makul sonlara ev sahipliği yapıyordu. Aysel’in sözleri zihnimde cirit atıyor, ben yapamasam bile en azından bir gün bir şekilde Çınar’ın karıştırdığı ne kadar halt varsa ortaya çıkacağına dair bana umut veriyordu.

Güçlü bir kadın olamamıştım belki şimdiye kadar ama Arık da haklıydı aynı zamanda. Yolun başındaydım. Yirmi üç yaşındaydım ve kendime daha temiz bir dünya inşa edebilirdim. Arzusuz, Çınarsız, babamsız, Şebnemsiz… Beni yormayan, yıpratmayan, acıtmayan insanlarla dolu bir dünyada yaşamayı herkes kadar hakketmiyor muydum?

Uyku bir karabasan gibi üzerime çöktüğünde sadece yatarak kilometrelerce koşmuş kadar yorulabildiğimi fark etmiştim. Huzursuzca yattığım sert zeminde kıpırdandım ve gözlerimi kapatıp bedenimi olmasa bile zihnimi dinlendirmeye karar verdim.

“Derin Ece?”

Yine saçma sapan bir rüyanın içine hapsolduğumu düşünerek homurdandım.

“Derin Ece?”

Babamın sesi beynimin içinde bir bomba gibi patlayarak kafatasımın her bir köşesine çarptığında hala uyuyor olmadığımı fark ederek, korkunç bir hayal kırıklığı yaşadım.

Onun da, Çınar’ın da gereğinden fazla uzun süren birer kabus olmalarını dilemiştim oysa ki…

Etrafta saat olmadığından ne kadar süre uyuduğumu kestiremedim ama hava hala aydınlık olduğundan çok zaman geçmediğini tahmin etmiştim.

Hiç aceleci olmayan bir tavırla doğrulup, ellerini kumaş pantolonunun cebine yerleştirmiş, yüzünde ruhsuz bir ifadeyle beni izleyen babama baktım. “İki ismimi kullanmadan hala nefret ediyorum. Haberin olsun.” Dedim mızmızca. Onunla ilgili nefret ettiğim şeyleri sıralamaya bir daha fırsat bulamam diye bir yerden başlamak istemiştim.

“Yanıma yaklaş.” Dedi parmağıyla gel işareti yaparak. Otoriter, emirler yağdırmaya bayılan Yavuz Tekin… Yıllar onun huylarına dokunmamış, yalnızca yaşındaki rakamları ve yüzündeki çizgileri değiştirmişti.

Artık on sekiz yaşındaki ergen olmadığıma göre, onunla sonu gelmez tartışmalara girmeye de hevesli değildim. Bu yüzden ayağa kalkıp yanına kadar yürüdüm ve bir iki adım gerisinde durdum. Aramızda parmaklıklar olmasına memnundum.

“Kendime sıfırdan bir hayat kuracağım, sizi istemiyorum dedin. Direttin. Bu mu geldiğin nokta?”

Çınar’ın yanında hırsını alamamıştı anlaşılan. Babalık marifetlerini sergilemek için beni burada da ziyaret etmeye karar vermişti.

Kendi tıktırdığı yerde…

Derin bir nefes aldım. “Ne duymak istiyorsun?” diye sordum kollarımı göğsümde bağlarken. “Çuvalladım. Sıçtım. Kendimi rezil ettim. Yanlış bir adama güvenip hayatımı korkunç bir hale getirdim. Pişmanım mı?” omuzlarımı düşürdüm. “Bunları söylersem, rahatlar mısın baba?”

Hala midemi bulandıran, onaylamaz bakışlarını dikti gözlerime. “Artık yirmi üç yaşındasın. Seninle iki yetişkin gibi konuşalım.” Sesini alçalttı. “Adamı önce bir kadını öldürmekle suçlamışsın ve senden başka olayın şahidi de yok, kanıt da yok. Sonra bıçaklamışsın. Bir de gözümün önünde öldürmekle tehdit ettin. Ondan kurtulmaya çalışıyorsun bir şekilde belli ama böyle olmaz. Tedaviyi kabul edersen şikayetini geri alacak.”

Duyan da ben bunları yaparken Çınar’ın eli kolu bağlı oturduğunu sanırdı. “Pavyonunda şarkıcılık yapıyordum.” Dedim en az onun kadar ben de onu nereden vuracağımı bildiğimden. “Defalarca kıskançlık krizine girip beni odaya kilitledi. Tehdit etti ve takıntı haline getirip istemediğim halde yanında kalmaya zorladı. Hatta uzaklaştırma kararım bile var. Ben oradan kaçınca saçma sapan oyunlarla geri döndürmeye çalışıyor. Beni çıldırtmak mı istiyorsunuz? Korkunç bir babasın ama iyi bir polissin sen. Kimin yalan söylediğini anlayabilirsin bence.” Hafifçe yükselen sesimi sona doğru kısmış da olsam, öfkelendiğimi gizleyememiştim.

Babamın yüz kasları olabilecek en gergin haline büründü. Duyduklarını hazmetmeye çalıştığı belliydi. Birkaç saniye öylece bana baktı ve en sonunda sıkıntıyla iç çekti. “Kendini uyanık sanıyor. Bırak öyle sanmaya devam etsin. Üzerine gittikçe sen kendini ne hale düşürmüşsün farkında değil misin? Adama karşı sunabilecek tek bir kanıtın var mı?" Babam sözlerine devam etmeden önce bir saniye kadar duraksadığında kendime defalarca kez daha sövdüm. Aysel'in dediği gibi uyanık ve sinsi olabilmek için geç kalmıştım. Belki de elimdeki en büyük şansı çoktan kaybetmiştim. Bu yüzden de babam o kadar haklıydı ki.

Ne yazık ki Çınar’a karşı tek bir kanıtım bile yoktu.

"Bak, sana inanmak istiyorum ama benim sana inanmam hiçbir işe yaramaz. Bütün kozlar elinde. Pavyonu yasal. Leyla Karan’ı öldürdüğüne dair ufacık bir ipucu bile bulunamamış günlerdir. Onu suçlamak için şu an hiçbir şeyin yok.” Açık kahve gözleri gözlerime sabitlendi. “Üstelik yıllar önce Şebnem’e yaptıklarını düşününce…”

Stresten terleyen avuç içlerimi pantolonuma sürttüm. Şebnem’in adını duymak bile kafamın içinde şimşekler çakmasına neden olduğundan, babamın Çınar’la ilgili sözlerini bu defa umursamadım. Belli ki Çınar bugünün konusu olmayacaktı.

Kollarımı iki yana düşürdükten sonra oflayarak başımı geriye attım. “Çok üzgünüm baba ama ben Şebnem'e hiçbir şey yapmadım. Hasta olan da yalan söyleyen de senin karındı. Sen bana değil ona inanmayı tercih ettin sadece.” Bir saniye için durup sakinleşmeye çalıştım. “Psikiyatriste mi gitmem gerekiyor? Hapis mi yatacağım? Tamam olur. Fark etmez. Çınar’dan kurtulmam için ne gerekiyorsa. Ben gözümü kararttım. Çınar hayatımdan çıksın diye yapmayacağım hiçbir şey olamaz artık.”

Babam bıkkın bir tavırla girdi söze. “Bu gece buradasın.” Güldüğümde devam etti. “Yarın da bakacağız artık.” Bana sırtını döndü ve duruşunu bozmadan ilerleyerek gözden kayboldu. Aysel’in sözleri, babamın sözleri ve Çınar’ın tüm taşkınlıkları bir süre daha beynimin içinde dolandı ancak en sonunda geriye yalnızca yüzümde birçok duygumu açığa çıkaran soğuk bir tebessüm kalmıştı.

Bir yerlerde kilitli kalmak belli ki kaderimin bir parçasıydı.

27 Ağustos 2019

Elimde küçük, siyah bir valiz vardı. İçine doldurduğum rastgele elbiseler dışında bir şey almamıştım yanıma. Polis babam izimi bulamasın diye cep telefonumu bile evde bırakmaya karar vermiştim. Şebnem’in cüzdanından çaldığım bir miktar parayı ceketimin cebine sıkıştırıp son kez evin koridoruna baktım. Dış kapının önünde dikilirken, gecenin bir yarısı nereye gidebileceğimi düşünüyordum. Sokakta kalacak değildim sonuçta. Eminim kafamı sokacak bir delik bulurdum. Ciğerlerime batmaya başlayan nefesimi serbest bırakıp, içimdeki deli cesaretine tutundum. Arkamı döndüğüm sırada babamın sesi kulaklarıma ulaşmasaydı koşmaya başlayacaktım.

“Derin Ece nereye bu saatte?” diye sordu dehşet dolu bir tonla. Boğazımı temizleyerek sakin kalmaya çalıştım. “Gidiyorum baba.”

Kaşları çatıldı. “Nereye gidiyorsun?”

Dudaklarımı ısırırken önce binanın bir uçurum gibi görünen merdivenlerine sonra da babama baktım. “Yoluma. Kendi yoluma gidiyorum.”

Canından bezmiş gibi bir ifade belirdi yüzünde. “Gir içeri hadi. İş çıkarma gece gece.” Arkasındaki odanın kapısı aralandı ve Şebnem öfkeyle kafasını uzattı. “Ne oluyor Allah aşkına? Niye ayaktasınız?”

Ona verecek çok fazla edepsiz cevabım vardı ama giderayak sorun çıkarmaya gerek yoktu.

“Hanımefendi evden kaçıyordu.” Dedi babam ondan tarafa bakmadan. Alaylı sesi beni ne kadar küçümsediğini ispatlar gibiydi.

“Ay bitmiyor bu kızın sorunları.” Diye söylenerek yeniden kafasını içeri soktu Şebnem ve kapısını da gürültüyle kapattı. Ona gözlerimi devirirken bakışlarım yeniden babamla çakışmıştı. “Hadi sen de odana.” Derken umursamazdı babam. Beni ciddiye alma zahmetinde bile bulunmamıştı.

“Baba, on sekiz yaşımı geçtim. Bu evde bir problemden ötesi de olmadım hiçbir zaman. Sizinle kalmak istemiyorum artık. Özgür bir hayatım olsun istiyorum.” Kelimelerimi özenle seçmiş, sesimi olabildiğince makul tutmuştum ama babamı tabi ki bunun iyi bir fikir olduğuna ikna edemedim.

“Derin Ece şu dikkat çekme çabalarına artık bir son ver. Gir içeri.” Diye diretti. Anlamıyordu. Gerçekten o kadar ne hissettiğimi merak etmiyordu ki sadece onun dediğini yapmamı istiyordu ve geri kalan her şey önemsizdi sanki.

“Gidiyorum.” Dedim üstüne basa basa.

“Çocuk oyunu mu sanıyorsun sen bunu? İki gün bile tek başına hayatta kalamazsın. Ne yapacaksın? Kalacak yerin mi var? Paran mı? İşe mi gireceksin? Bir dediği diğerini tutmayan, eserekli, on sekiz yaşında bir ergeni kim niye işe alsın? Paşa paşa geri döneceksin buraya bilmiyoruz sanki. Ben seni şimdiden uyarıyorum işte. Daha fazla attırma tepemi.”

Sözleri kalbimi kırıyordu yine ama bunu belli etmek niyetinde değildim. “Nereye gidersem gideyim, buradakinden daha mutlu olacağıma eminim. En azından iblis karından ve onun sözünün dışına çıkmayan bir babadan kurtulmuş olurum.” Dedim ben de onun gibi acımasızlaşarak ama biliyordum ki söylediğim hiçbir şey, onun sözlerinin ben de bıraktığı etkiyi bırakmayacaktı onda.

“Şimdi gidersen, bir daha asla buraya dönemezsin. Yok sayarım seni.”

Varlığı hayatıma neşe saçmıyordu zaten. Öyle diyorsa, öyle olsundu.

Babama cevap vermedim. Bunun yerine kapı kolunu tutup evin dışına çıktım ve arkamdan kapıyı sertçe örttüm.

Benim varlığımı hiç fark etmediğinden, yok sayacak olması bende bir değişiklik yaratmayacaktı.

Bu evde uzun zamandır tek başıma hissediyordum zaten.

Eh, şimdi ise gerçekten tek başımaydım işte.

💔

Hellooo! Nasılsınız arkadaşlar? Şimdi öncelikle size genel, bölüm hakkındaki yorumlarınızı soracağım tabi ki ama, sonrasında da bölümle alakası olmayan ancak önümüzdeki bölümde usul usul değineceğimiz bir konuyu sormak istiyorum. Arık'ın Derin'e söylemek istediği, gizlediği ya da söyleyemediği bir şeyler olduğunu anladık artık hepimiz. Bu konudaki tahminlerinizi merak ediyorum. Arık neyi itiraf edecek Firdevs hanım, Derin'le ne ilgisi var? :)

Derin'in hastalığıyla ilgili konuyu çok uzatmayacağım merak etmeyin o geçmişin konusu bugünün olmayacak.

Öyle heyecanlı yerlere gidiyor ki olaylar aman aman aman. Ay içimde çok zor tutuyorum yaşanacakları gerçekten. Keşke pat diye size anlatıversem. :)

Haftaya cumartesi, on üçüncü bölümde görüşmek üzere. Kendinize dikkat edin! Kocaman öpücükler herkese. :):)

Loading...
0%