Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13. Bölüm-Şüphe Tohumları

@melikemn

💔

Gereğinden fazla rüya görür olmuştum ve bu canımı sıkıyordu. Gerçek dünya yeterince stresli değilmiş gibi bir de uykumda geriliyor, bin bir türlü dertle ve insanla mücadele etmek zorunda kalıyordum. Bu yüzden Çınar’ı bıçakladığım bir rüyanın ardından gözlerimi araladığımda uzun süre boşluğu izlemeyi sürdürdüm. Yapacak daha iyi bir işim de yoktu gerçi.

Ya boşluğu izleyecektim ya da elime bir tespih alıp volta atacaktım.

Tepemdeki ufak pencereden sızan ışık sayesinde günün aydınlandığını fark edebilmiştim. Yattığım sert zeminde doğrulup başımı geriye attım. Gururlu duruşumdan ödün vermek niyetinde değildim ancak burada epey sıkılmış ve bunalmıştım. Bir de ceza alıp cezaevine düşersem ne yapardım hiç bilemiyordum.

Henüz tam anlamıyla gerçekliğe dönememiş zihnimdeki düşünceleri susturmayı denedim çünkü artık kafamı koparıp atacak noktaya ulaşmıştım. Sadece bir saniyeliğine her şeyi yok sayabilmek istiyordum. Çınar’ı, babamı ve Arzu’yu silip atmak ve onların üzerime bıraktığı hayal kırıklıklarından arınmak istiyordum ama imkansız gibiydi. Asla beynim fikir üretmeyi bırakmıyor, türlü ihtimallerle kendine işkence ediyordu.

Umarım bir süre sonra kendini imha da edebilirdi. Sanırım ihtiyacım olan tam olarak buydu.

Babam kırk sekiz saatlik sürenin son anına kadar beni içeride tutmaya ant içmişti sanırım çünkü kırk ikinci saatin içine girdiğimizde hala ne gelen vardı ne giden.

Sıkıntıdan patlamak üzereydim. Sigara içemiyordum ve tüm bu sebepler bedenimi öfkeden parçalarına ayrılacak hale getirmişti.

Saniyeleri saymaya başladığımda ve beş yüzüncü saniyeye yaklaştığımda acıktığımı fark ettim. Dün Didem yine gelmiş ve bana yiyecek bir şeyler ayarlamıştı. Keşke bir demlik de çay sokabilseydi içeri. Ne güzel olurdu.

Arık için izin alamamıştı. Şaşırmamıştım çünkü babamın benim lehime olabilecek herhangi bir durumu kabullenmeyeceğini tahmin edecek kadar onu tanıyordum. Bu yüzden sorun değildi. Umuyordum ki son birkaç saatti ve sonra defolup gidecektim.

Tahta parçasının üzerinde bağdaş kurmuş otururken, en son yoga yapmaya başlamıştım. Daha önce hiç yapmadığım ve hiç yapan birini de görmediğim düşünülürse bu biraz ürkütücüydü aslında ama aklıma daha yararlı bir aktivite gelmemişti. Oturup tüm yaşadıklarımı defalarca kez düşünüp, devam senaryoları yazarak kendi kendime öfkelenmekten iyiydi.

“Çay?”

Yogadan mıdır yoksa burada hayatla bağlantımı kopardığımdan mıdır bilinmez, adım seslerini duymamıştım. Bu yüzden içimi okşayan sesi kulaklarıma ulaştığında hazırlıksız yakalandım. Daha gözlerimi aralayıp onu görmeden bir tebessüm yayıldı yüzüme.

“Yanında da simit mi var?”

“Nereden bildin?”

Kıkırdadım. “Bir de sen?”

“Kabul edersen?”

Görüşümü yeniden kazandığımda demir parmaklıkların diğer tarafında; bir elinde iki bardak çay olan bir tepsi, diğerinde simit poşetini tutuyordu.

“Bir de sigara verirsen sonsuza kadar yaşarım burada.” Dediğimde Arık’ın dudağının kenarı da yanaklarına doğru hareketlenmişti. Aniden içime dolan manasız enerji yüzünden hızla fırladım ayağa. Yanına yaklaştım ve kolumu aralıktan uzatıp tepsideki karton bardaklardan birini aldım.

Birkaç saniye sonra yüzü usulca gölgelendi. “İyi misin?”

Aslında değildim ancak onu görünce bir şeyler değişmişti. Başımı salladım. “İyiyim. Yoga bile yapıyorum.”

Alaylı bir ifadeyle çattı kaşlarını. “Vay be.” Dedi şaşkın bir ses tonuyla. “Epey iyi durumdasın demek ki.”

Güldüm. İki gündür ilk defa gerçekten gülmüştüm.

“Sen nasılsın?” Diye sordum sonunda neşeli tavrına rağmen etrafa yaydığı hüzün gözle görülecek kadar yoğunlaştığında. Demir parmaklıkların arasından kolunu uzattı o da ve yanağımı avucunun içine aldı. “Şimdi iyiyim.” Başımı yana eğip avuç içine yaslandım. Onu özlemiştim. Üstelik iki hafta önce böyle birini tanımıyordum bile.

Büyüsüyle kendimden geçmiş bir halde, onun dokunuşuyla mest olurken bir anda aklıma başka bir şey geldiğinde doğruldum. “Babam buraya gelmene izin verdi mi?”

Arık’ın yüz hatları keskinleşti. “Vermedi. Bu sabah nöbeti devralan polis, arkadaşımdı. Kaçak girdim.”

Şaşkınlıkla büyüttüm gözlerimi. “Başın belaya girecek.”

“Eh,” dedi sıradan bir tavırla. “Alışkanlık oldu. Başımı belaya sokmadan duramıyorum ben de.”

Çayımdan bir yudum aldım. “Benimle çok zaman geçirdin tabi. Bulaştı sana da.”

Tepsiyi yere bırakıp, bağdaş kurdu Arık. Onun yaptığını yaparak çöktüm ben de yere. Ayakta çay içmek hiç güzel olmuyordu.

Karşılıklı otururken gözlerimiz neredeyse aynı hizaya gelmişti. “Seninle daha çok zaman geçireceğim.” Dedi. Onu gördüğümde hızlanan kalp atışlarım vitesi arttırmış, bedenimde tura çıkmıştı.

Boğazımı temizleyip duruşumu dikleştirdim. “Ne yaptın bensiz? Anlat hadi.”

Omuz silkti. “Hiçbir şey." Kirpiklerinin altından üzerime diktiği yeşiller, zihnimdeki nehirlerin taşmasına neden olmuş, beni sırılsıklam etmişti. "Sensiz hayatımı hatırlamıyorum bile. Ne yapacağımı da bulamadım o yüzden.”

Sözleri yüreğimde bir ateşi harlarken gülümseyerek duygularımı gizlemeye çalıştım. “Arık…” diye mırıldandım. “Sarhoş musun yine?”

Onun yüzünde de ufak bir tebessüm vardı. “Öyleyim.” Fısıldayarak devam etti. “Ama bir kadeh bile içmedim.”

Aramızda aşılamaz, demir parmaklıklar duruyorken böyle konuşup benim aklımı başımdan alamazdı. Onu öpmek istememe neden oluyordu ama öpemezdim. Haksızlıktı.

Çayımın son yudumunu da kafama dikip, Arık’ın bedenimde bıraktığı harareti geçirmesini umdum.

Geçirmedi.

“Didem dedi ki, Çınar şikayetini geri alırsa ya da uzlaşmayı kabul ederse para cezası alırmışım sadece.” Diyerek değiştirdim konuyu. “Gerçi verecek bir param yok.”

Bir kez daha yüz hatları gerildi. “Şikayetini geri alacak. Seni hapse attırmak istemiyor.” Sözlerini sürdürmemiş ancak havada bırakmıştı. Bu da bana ikimizin de aklından aynı şeyin geçtiğini düşündürttü. “Biliyorum.”

Beni istiyordu.

“Şu hastalık meselesi…” dedi Arık biraz da tereddüt ederek. Bacaklarımı çözüp hafifçe yan döndüm ve başımı demir parmaklıklara yasladım. Ben utanılacak bir şey yapmamıştım ancak yine de bu meseleyi anlatmaktan utanıyordum.

Kuruyan dudaklarımı yalayıp konuşmaya başladım. “Deccal üvey annemin üzerime yapıştırdığı lanet.” Dedim sıkıntıyla. “Annem öldükten ve babam Şebnem’le evlendikten sonra bir anda hasta olduğuma karar verdiler. Şebnem babamın olmadığı saatlerde yaşadığımız olayları hep çarpıtarak anlattı ve bir şekilde ikna etti babamı. Anksiyete ve mitomani için ilaç kullanmaya ve terapiye gitmeye başladım. Birkaç seans sonra doktorum teşhisin yanlış olabileceğini söyledi ama tabi…” durdum. Hatırladığımda hala ilk günkü kadar öfkeleniyordum. “Zehirliydi Şebnem. Babamı aklımın almadığı bir şekilde zehirliyordu. On sekiz yaşım dolmak üzereyken terapiyi ve ilaçları bıraktım.” Boğazıma oturan yumru, konuşmamı sekteye uğrattığından bir saniyeliğine duraksayıp toparlandım. “Konservatuar sınavına hazırlanıyordum ama babam izin vermedi. Deli gibi kavga ederdik sürekli. Bazen o beni odaya kapatırdı. Bazen de ben kendimi. En sonunda dayanamadım. Ayrıldım işte evden.” Ciğerlerimi yakan nefesimi dışarı bıraktım. Tümüyle Arık’a sırtımı dönmüştüm çünkü yüzüne bakarak bunları anlatamayacağımı hissetmiştim. Bacaklarımı toplamış, kollarımı da etrafına sarmıştım. Gözlerimin dolmasından nefret ederek kirpiklerimi kırpıştırdım.

Benim gibi sırtını dönerek, başını demir parmaklıklara yasladı Arık. Saçları saçlarıma değiyordu ve aramızdaki parmaklıklar bir an için yok olmuştu sanki. “On sekiz yaşındaki Derin’le karşılaşabilseydim keşke.” Diyerek iç çekti. Birkaç saniye hiç konuşmadık ama sessizliğimiz bile huzur vericiydi. Arık artık hayatımın dinlenme köşesiydi. Beni tüm kötülüklerden çekip çıkarıyor, her şeyin iyi olacağına, masallardaki mutlu sonlara inandırıyordu.

“On sekiz yaşındaki Derin’in karşısına Çınar değil de sen çıksaydın…” Nasıl olurdu merak etmiştim. Bunu bir soruya çevirmedim ama öğrenebilmeyi isterdim.

“Peki,” diye geveledi ağzında. “Sonra ne oldu? Evden ayrılınca.”

Ona Çınar’ı anlatacağım anın bir gün gelebileceğini biliyordum ama bu kadar çabuk anlatmam gerekeceğini düşünmemiştim. Yine de merak etmeye hakkı vardı. Onu yargılayamazdım.

“Birkaç gün arkadaşımda kaldım ama ailesi rahatsız oldu bir süre sonra elbette. Bir sabah ayrıldım oradan da. Ağustos sonuydu ama nasıl yağmur yağıyor anlatamam. Salak gibi bir tane bile hırka almaz mı insan yanına? Oturdum bir banka, donuyorum. Yanımda küçük, siyah valizim.” İç çektim. “Omuzlarıma bir ceket bıraktı Çınar.” Beynimin içinde görüntüler dönerken bile kalbimde kırılan parçaların seslerini duyuyordum sanki. “Bir ceket ömrümden beş yıl çaldı.”

Zihnime usul usul başka bir görüntü süzüldü. Çınar’ı şikayet etmek için karakola gittiğim gece Arık’ın da ceketini bana verdiği anı hatırlamıştım. İronikti.

Arık tüm anlattıklarımdan sonra hiçbir şey söylemediğinde yüreğim burkuldu. “Başka bir ceket kaybettiğim yılları da geri verir belki.” Diye ekledim kafamı çevirip göz ucuyla ona bakarken.

“Derin…” diye mırıldandı sonunda nefes alarak. Sesinde garip, melodik bir tını vardı. Bende sürekli iç çekme isteği uyandırıyordu.

“Biliyor musun?" bir saniye için duraksayıp, az önce aldığı nefesi bıraktı dışarı. "Ben sana çok fena tutuldum.”

Bunun konumuzla hiçbir ilgisi yoktu ama bir yandan da çoğu sorunun cevabıydı sanki. Tebessümüm tüm yüzümü kapladığında geçmişin yarattığı kasvet gömleğini de çıkarıp atmıştım üzerimden. “Eh,” dedim fısıldayarak. “Ben de sana karşı boş değilim açıkçası.”

Hala ona bakmayı sürdürürken o da bana çevirdi bedenini. “Sana bir teklifim var.”

Onun gibi ben de vücudumu parmaklıklara döndürdüm. Sonrada şaşkınlıkla kaldırdım kaşlarımı. “Arık Ulusoy? Bana evlenme teklifi etmeyeceksin değil mi?”

Belli belirsiz gülümsemesi genişledi. “Daha tanışalı iki hafta oldu.” Dedi sahte bir imayla. “Birkaç gün daha beklerim diye düşünmüştüm onun için.”

Dudaklarımdan bir kahkaha döküldü ortamın gergin havasına oldukça tezat bir şekilde. Gerçi belli olmazdı. Bu hızla gidersek önümüzdeki ay nikah masasında da bulabilirdim kendimi.

Sohbet, aklıma Çınar’ın evlenme teklifini getirdiğinde midem kasıldı. Evlilikle ilgili uzun süre konuşmasam daha iyi olurdu.

Gülüşüm solduğunda, “Yakın bir zamanda Antep’e gideceğim. Gitmem gerekiyor yani.” Dedi Arık oldukça gönülsüz bir ses tonuyla. Belli ki hiç gidesi de yoktu. Meraklı gözlerimi gözlerine diktim. “İzin istemiyorsun herhalde?”

Yutkundu. “Benimle gelmeni istiyorum.”

Keşke evlenme teklifi etseydi!

İkisi aynı şey sayılmaz mıydı ki zaten?

Birden bedenimi kaplayan telaş yüzünden elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırdım. Ne yapacaktım ki ben orada?

“Korkma. Sadece bir şeyler yaşanmadan önce beni gerçekten tanımanı istiyorum.” Sesi yatıştırıcıydı ancak paniğimi hiç azaltmamıştı. Annesi, amcası, kız kardeşi… Daha bilmediğim bir ton akrabası…

Kabuslarımın yeni konusu belli olmuştu.

Arık’ın da geçmişine ait sırları ya da benim gibi yaraları vardı. Belki de bu şekilde açacaktı o da yaralarını bana. Yine de şu an kafamda korkunç bir ihtimaldi Antep’e gitmek ve kocaman bir hayır cevabı vermem gerekiyordu sorusuna ama beklenti dolu, yeşil gözleri kafamı karıştırdı.

Ne ara ona hayır diyemeyeceğim noktaya ulaşmıştım ki?

“Derin… Seni kaçırmayacağım merak etme. Sevmezsen aynı dakikada çıkıp dönebiliriz. Sadece… Bazı şeyleri... Görmeden anlayabileceğinden emin değilim.” Dedi oldukça ikna edici bir ses tonu kullanarak. Ne göreceğimi, ne görmemi istediğini bilmiyordum ama içime deli bir merak yerleşti.

Boğazımı temizledim. “Peki,” dedim en sonunda dudaklarımdan dökülen kelimeye kendim de şaşırarak.

Arık rahatlamış gibi büyük bir nefes verdi. “Pişt?” diye bir ses duyduğumuzda da hızla çevirdi kafasını. Muhtemelen gitmesi gerekiyordu. Aynı anda ayağa kalktığımızda şefkat dolu bakışları yine başımı döndürmüş, dengemi bozmuştu. Demir parmaklıkları tuttuğum ellerimin üzerine koydu ellerini. “Sana benimle mutlu olacağının sözünü veremem.” Dedi yumuşak bir sesle. “Ama seni mutsuz etmeyeceğimin sözünü verebilirim.”

Tam şu an öpüşmemiz gerekiyordu ancak o az ötemde dikilirken yaptığım tek şey ona hayran hayran bakmaktı. Eğer Çınar gibi mükemmel bir oyuncu değilse, başıma gelmiş en güzel şey olmalıydı.

"Hadi, Arık. Başımı belaya sokma benim." diyerek uyardı polis memuru kadın. Onu tümüyle göremiyordum ancak sesinden stresini fark edebilmiştim.

“Yarın sabah evde görüşürüz olur mu?” diye sordu Arık uzanıp bu defa da parmaklıkların arasından elimi tutarken. Başımı sallayıp onayladım onu. “Görüşürüz.” Ne yazık ki o bu gece çalışıyordu. Bu yüzden beni Didem gelip alacaktı. Tabi çıkacağım kesinleşirse... İçime gelip bir korku yerleşti yine. O yanımdayken geleceğe dair belki de gereksiz bir umuda kapılıyordum ve o gittiği anda yine omuzlarıma garip bir hüzün çöküyordu.

“Dikkat et. Didem beni arasın mutlaka çıkınca.”

“Tamam.” Dedim sadece. Arkasını döndü ve bir adım attı ancak sonra aklına başka bir şey gelmiş olmalı ki durup bana baktı. Dudağının kenarındaki ufak gamzesini ortaya çıkaran sevimli bir tebessüm baş gösterdi yüzünde. Tüm hücrelerimi bir alev topu sardı.

“Çok güzelsin.” diye geveledi ağzında iç çeker gibi.

Daha yeni solmuş olan gülümsemem geri gelmişti. “Ne alaka?” diye sordum şaşkınlıkla. İki gündür burada olduğumdan güzellik namına bir şey kaldığını da sanmıyordum üzerimde zaten.

Omuz silkti. “Hiç. Söylemek istedim.”

Beynimi bulandıran ses tonu ve yüz ifadesiyle birlikte tekrar yola koyuldu ve bir kez de dönüp bana göz kırptı. Benim onu gönderesim olmadığı gibi onun da gidesi yoktu belli ki ancak en sonunda gözden kayboldu. Bir süre öylece dikilmeye devam ettim ve onunla geçirdiğim her saniyenin üzerimde bıraktığı etkiden sıyrılmaya çalıştım çünkü ayaklarım yere basmıyormuş gibi hissettirmişti ve dengemi kaybetmiştim.

Zemine çakılıp kalacağım diye çok korkuyordum.

💔💔

Zamanın garip bir tarafı vardı. Bazen çok kısa bir zaman dilimi sizi geri kalan onlarca zamandan daha mutlu edebiliyordu. Bu yüzden gözlerimi diktiğim demirlerde bile olumlu bir şeyler görebilmeye başladığımda, nedensiz bir mutluluk geziniyordu damarlarımda. Adım sesleri kulaklarıma ulaşana kadar burada günlerce oturup sadece Arık’la yaşadıklarımızı düşünerek vakit geçirebilirim gibi gelmişti.

“Hadi bakalım. Geçmiş olsun.” Dedi kapının kilidini çevirip aralayan polis memuru. Kafam o kadar dalgındı ki kelimelerini algılayıp ayaklanmam saniyeler sürdü.

“Teşekkür ederim.” Diye mırıldandım yanında geçerken.

“Önce müdür görecek sizi.”

Gözlerimi devirdim. “Tamam.”

Merdivenleri tırmanıp, koridorda ilerlerken ve babamın kapısının önünde dikilirken gerilmiştim.

Umuyordum ki onsuz hayatıma geri dönüp, yıllar sonra kucağıma adeta fırlatmış olduğu hayal kırıklıklarımdan yeniden arınacaktım.

“Gidebilir miyim artık şu lanet yerden?” diye sordum huysuzca içeri girerken ancak odada başka birisi daha olduğunu fark edince önce bir merhaba demediğim için bir nebze utandım. Sırtı bana dönük olan adam, babama bir dosya uzattı. Babam ona gözleriyle teşekkür etti ve adam topuklarının üzerinde bana doğru döndü. Hala gereğinden fazla olan beyaz teni ve hatırladığımdan daha kır saçları beni afallattı.

Hafızam çok kuvvetli sayılmazdı ama bazı anlar vardı ki insanın zihninin kuytu köşelerine bir şekilde kazınmayı başarırdı.

Çınar’ın başka bir adamın masasına gitmemi istediği ilk geceydi ve bu yüzden hayatımdaki dönüm noktalarından biriydi. Belki de her bir saniyesinin kafamda rahatlıkla canlanabiliyor olmasının sebebi de buydu. Çınar’ın odasında görmüştüm onu. O zaman öyle gelmemişti ama şimdi düşününce ben odaya girdiğimde paniklediğini hatırlıyordum.

Adamın kahverengi gözleri gözlerime değdi. O beni tanımış mıydı bilmiyorum ama herhangi bir şey söylemeden yanımdan geçip odayı terk etti.

“Kim bu?” diye sordum babama içime ne olduğunu anlamadığım bir şüphe yerleşirken.

“Ne yapacaksın kim olduğunu?” diye çıkıştı sabırsızca. Yaşlandıkça daha da huysuzlaşmıştı.

“Merak ettim. Ölür müsün söylesen?”

Babam bıkkın bir tavırla ofladı. “Mustafa. Organizeden. Baş komiser.” Diye homurdandı ve elindeki dosyayı masanın üzerine bırakıp; siyah, deri koltuğuna oturdu. “Çınar Paşalı geri çekti şikayetini. Mahkeme muhtemelen hastane masraflarını ödemeni ister ve beraat edersin.”

Babamın söyledikleri ne kadar önemli olursa olsun dikkatim az önceki adamda kaldığından beynim kelimelerini umursamadı. “Baş komiserin ne işi vardı ki bizim pavyonda? Kaç yıl önce hem de?” diye söylendim kendi kendime. Zihnim, Aysel’in sözlerine kaymıştı ve bu yüzden kafamın içinde akla hayale sığmayacak ihtimaller cirit atmaya başladı.

“Derin Ece!” diye uyardı babam sertçe. Belli bir noktaya dalıp gittiğimi ancak o an fark edebildim.

Çevremdeki insanlara olan tahammülüm gittikçe azalıyordu.

Düşünceli bir tavırla, babamın masasının önündeki koltuğa oturdum. O benimle uzun uzun sohbet etmeyi planlamamıştı belki de ama ben beynimi kurcalamaya başlayan şeylerin cevabını almadan gitmemeye karar vermiştim.

“Çınar’ı tanıyor olabilir mi?”

“Kim?”

“Mustafa işte. Sarmaşık’ta gördüm. Pavyonda. Dört yıl oldu neredeyse.”

Babam yine saçmaladığımı düşünmüş olacak ki bıkkınlıkla iç çekti. “Yanlış hatırlıyorsundur.”

Öfkelenmek istemediğim zamanlarda bile nasıl beni öfkelendirmeyi başarabiliyorlardı? “Doğru hatırlıyorum!” diye gürledim sesimi yükselterek. Sözlerimi duymazlıktan gelip masasındaki bir kağıdı bana uzattı. “Şunu imzala. Sonra çıkabilirsin.”

Onunla insan gibi konuşmaya çalışan da suçtu!

Kağıdı hızlıca imzalayıp ayağa kalktım ve hiçbir şey söylemeden kapıya yöneldim. Belli ki en iyisi buradan defolup gitmekti. Mustafa'yı da Arık'a falan sorardım. O da polisti sonuçta. Şubesi farklıydı gerçi ama elbet yardım edebilmenin bir yolunu bulurdu.

“Çınar…” diye girdi söze babam ben daha iki adım atmışken. “Daha önce de benimle görüşmek istedi ama kabul etmemiştim. Seninle ilgili herhangi bir şeyi öğrenmek istemedim çünkü.”

Göğsümün ortasına bir ağırlık çöktüğünde, topuklarımın üzerinde döndüm tekrar. “Şimdi niye kabul ettin ki?” diye sordum hissettiğim duyguların aksine, soğuk bir tavırla.

Derin bir nefes alarak sırtını geriye yasladı. “Birini bıçaklayacak kadar gözünü ne döndürdü merak ettim.”

Babama karşı hala söylemediğim çok fazla şey vardı dudaklarımın ucunda ama sanırım bunun için enerjim tükenmişti. “Sanki anlattığımda inanıyorsun da.” Demekle yetindim bu yüzden. Başını onaylamayan bir tavırla sağa sola salladı. “Korkunç bir bataklığa batmışsın Derin Ece.”

Sıkıntıyla ofladım. “Ne yapayım istiyorsun baba? Söyle. Yapacağım söz. Ayaklarına mı kapanayım? Alnıma baba sen haklıymışsın yazdırıp gezeyim mi? Pişman olduğumu tüm dünyaya ilan etsem bırakır mısın yakamı mesela?”

Yaklaşık iki saniyelik bir sessizlik oluştu aramızda. Durulduğunu sandığım hislerim yeniden coşmaya başladığında ve kalbime yine yersiz bir sızı girdiğinde ayakta duracak halim de kalmamıştı. Haklı çıktığını görmenin hazzını iki gündür yeterince yaşamamış mıydı da şimdi bu odada bana bir kez daha işkence ediyordu?

“Sence Çınar Paşalı niye benimle görüşmek isteyip durdu?” diye sordu sözlerimi duymamış gibi tamamen konuyu başka bir noktaya götürerek. Umursamazca omuz silktim. “Canımı yakmak için. Ya da hastalığıma şahit bulup beni tekrar kontrol edebilmek için. Ne bileyim? Onun kurnaz aklına yetişebilseydim çoktan hayatımdan çıkmış olurdu zaten.”

Düşünceli bir tavırla inceledi beni babam. Çınar gibi onun aklına da yetişebilmem imkansızdı. Kim bilir kafasından neler geçiyordu?

“Uzak dur ondan.” Dedi gözlerini üzerimden çekip başka bir yöne çevirirken. Kaşlarımı çattım. “Hayırdır? Onun tarafındasın sanıyordum ben.”

“Öyle sanmaya devam et o zaman kızım. Hayatında bir kez olsun sözümü dinlesen ölmezsin değil mi? O kadar belanın içinde ölmemişsin sonuçta.”

Babamın beni iğnelemeden tek bir cümle dahi edemeyeceğini bildiğimden söylediklerine takılmadım. Onunla ilgili kırılmam, üzülmem ve sinirlenmem gereken o kadar çok şey vardı ki; ağzından çıkan kelimeler sadece birkaç harf topluluğunun ötesine geçmiyordu artık.

Hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp bir kez daha kapıya yöneldim.

Tam çıkmak üzereyken yine konuştu babam. Sohbetimizin sonu gelmeyecek gibiydi ve iyice daralmıştım bu yüzden.

“Nerede kalıyorsun?”

Omzumun üzerinden dönüp baktığımda, suratımı ekşitmediğimi umuyordum. “Bir… Arkadaşımda.”

Kaşlarını kaldırdı. “Polis arkadaşın mı?”

Cevabını bildiği soruları sorup beni kızdırmaya bayılırdı. Bu huyu da hiç değişmemişti. “Biliyorsan niye soruyorsun ki baba?”

Masanın önündeki küçük not kağıtlarından birini ve az önce imza attığım tükenmez kalemi bana doğru uzattı. “Adresi yaz.”

Şaşkın gözlerimi üzerine diktiğimde gerçekten, hiç itiraz etmeden bunu yapmamı bekliyor gibiydi. “Sebep?”

Neredeyse odanın tüm oksijenini ciğerlerine doldurduktan sonra, sabrının azaldığını ima eden bir nefes koyuverdi. Sanki ben onun benim hayatıma yeniden girmesini istemişim gibi nasıl bıkan taraf o olabiliyordu?

“Mustafa’yla ve Çınar’la ilgili söylediklerine bakacağım. Çınar Paşalı için de ayrı bir dosya açacağım. Şimdilik gizli.” Dedi hayatında ilk defa benim bir sözümü ciddiye alarak. Şok olmuş bir ifadeyle onu izlerken hadi der gibi kalemi işaret etti gözleriyle.

Çınar bir polisle sadece ahbap olamayacak kadar kirli bir insandı ve ben eskisi gibi onun sıradan bir pavyon sahibi olduğunu düşünecek kadar saf değildim. Üstelik babamın da ondan şüpheleniyor olması, bir şeyler döndüğünün ispatı sayılabilirdi. Bu yüzden bu meselenin altından işe yarar şeyler çıkacağından emin sayılırdım. Hem ne demişti Aysel?

Bir adam yasal bir pavyon işletiyorsa, arka tarafta kesinlikle yasal olmayan bir şeyler dönüyordur.

Tek kelime dahi etmeden gidip kağıda adresi yazdığım sırada, babam söze girdi tekrar. “Bir de… Belki kardeşini görmek istersin.”

Başımı ışık hızında kaldırıp ona baktığımda yüzünde herhangi bir mimik yoktu.

“Ne demek kardeşim?” Midemde anlam veremediğim bir kasılma oldu. Dakikalardır hatta günlerdir birbirine karışmış olan duygularımın arasında sıra dışı duran bir heyecan süzüldü. Nasıl tepki vereceğimi ya da ne diyeceğimi kestiremedim. Bir insan kardeşi olduğunu öğrendiğinde ne söylemeliydi ki?

“Üç yaşında.” Dedi babam dümdüz bir ses tonu kullanırken. “Poyraz.”

Ağlamak istemem normal miydi? Çünkü kalemi masanın üzerine bırakıp doğrulduğumda gözlerim çoktan yaşarmıştı. Hatta kalp atışlarım hızlanmış ve Şebnem’in çocuğu olduğunu bildiğim ve hiç görmediğim birini sevmeye başlamış bile olabilirdim.

“Poyraz…” diye tekrar ettim daha çok kendi kendime. Kime benziyordu acaba? Umarım Şebnem’e benzememiştir diye geçirdim içimden fakat sonra onun her şeye rağmen annesi olduğunu hatırlayarak düşüncelerimi susturdum. Ama bir saniye sonra huyu benzemesin diye eklemeden de edememiştim.

“Yarın sabah ben işe gelmeden uğrarız.” Diye mırıldandı babam.

Ona itiraz etmeli ve onu hayatımda istemediğimi söylemeliydim ama tutulup kalmıştım.

Bir kardeşim vardı.

Abla olmuştum.

Aniden muhtemelen çok saçma olan bir sorumluluk yüklenmişti sanki omuzlarıma. Telaşlanmıştım. Neye olduğunu bilmeden sevinmiştim de aynı zamanda. Cevap dahi vermeden yeniden kapıya yürüyüp bu defa odadan çıktığımda içim içime sığmıyordu.

Akrabalık ilişkilerimin pek kuvvetli olduğunu iddia edemezdim. Babamla yaşadıklarım ortadaydı ve onunla kan bağı olan herkesle de arama mesafeler koymuştum. Giresun’da, annemin akrabalarını severdim ama. Çok sık aramazdım ve neredeyse yedi yıldır da görmüyordum hiçbirini ancak yine de mutlu çocukluk anılarımın çoğunda onların da olduğunu unutmamıştım. Sonuç olarak uzun zamandır kan bağım olan kimseye karşı büyük bir sevgi beslemiyordum. Nasıl kalbimde hep yeri varmış gibi, görmediğim bir çocuğu aniden sevmeye başlayabilirdim?

Koridorda ilerleyip, emniyetin bahçesine çıktığımda bir an için durup derin bir nefes aldım. Mutluluğumun üzerine karabasan gibi çöken Çınar’ın yüzünü görene kadar oldukça iyi hissediyordum.

Etrafa bakınıp Didem’i görmeye çalıştım ancak henüz gelmemişti sanırım. Kollarımı göğsümde kavuşturup birkaç metre ötemde dikilen Çınar’ın aksi yönünde yürümeye başladım. Gerçi son zamanlarda hayatımın her güzel anını baltalamaktan başka işe yaramadığı için peşimden geleceğini de biliyordum. Adımlarımı sıklaştırmıştım ama parmakları koluma dolandığında aniden durup, öfkeyle ona çevirdim bakışlarımı ve kolumu hızla çektim. Öyle ki omzuma giren acı yüzünden bir an koptuğunu zannetmiştim.

“Ne var Allah’ın cezası?” diye çıkıştım nerede olduğumuzu umursamadan bağırarak.

“Konuşalım. Konuşalım istiyorum sadece. Bu kadar mı nefret ediyorsun gerçekten?”

Histerik bir kahkaha döküldü dudaklarımdan. “Tahmin bile edemezsin.”

“Uzaklaşalım şuradan. Beni bir dinle. Söz elini kolunu sallayarak o adama gitmene izin vereceğim sonra.” Dedi buz gibi ve imalı bir sesle. Başımı olumsuz anlamda sağa sola salladım. “Seni ne diye dinleyeceğim ben Çınar? Siktir git hadi. Yorma beni. Çığlık atıp toplarım bütün polisleri etrafına bak.”

Yanından geçip gitmek istedim ancak bir adımda önümü kesti. “Sevgili polisinin çakısıyla beni bıçakladığına ve onun evime, hatta odama kadar zorla girip bana saldırdığına dair kamera görüntüleri olduğu için olabilir belki.” Dedi sanki beni tehdit etmiyormuş da, günlük bir aktivitesini anlatıyormuş gibi sıradan bir tonlama kullanarak. Dişlerimi birbirine kenetledim. Yine ona hakaretler yağdırmaya başlayacaktım ancak aklıma süzülen başka bir seçenek yüzünden dehşete düşerek büyüttüm gözlerimi. “Yatak odanda ne zamandır kamera var?”

Boğazıma gitmek bilmeyen bir ağırlık çöktüğünde defalarca kez yutkundum. Onun manyaklığının boyutunu oturup düşünmemiştim ama yıllardır birlikte yattığımız, Arzu’yla ve belki benim dışımda başka kadınlarla da seviştiği odada bir kamera olduğunu hazmedince kusacak gibi hissetmiştim.

“Selim Karan evi bastıktan sonra her bir köşeye koydurdum.” Dedi ancak aklıma bir korku düşmüştü çoktan. Stresle ofladıktan sonra, sonunda zorlukla da olsa yutkunmayı başardım. “Konuşalım. Tamam.” Dedim titreyerek.

Bayılacak gibiydim.

Onun bir adım gerisinde ilerliyordum. Arık’ın başını belaya sokmakla beni tehdit edip yıldıracağını düşünüyor olmalıydı ama kamera mevzusu kafama öyle bir yerleşmişti ki başka hiçbir şeye odaklanamadım. Giyindiğim, soyunduğum oda… Yalan söylemediğine inanmak istiyordum ama Çınar’ın yalan dosyası o kadar kabarıktı ki, bunu da yapamadım.

Emniyetin bahçesinden çıkıp yüz metre kadar ilerideki bir parka girdiğimizde durdu Çınar. Gözleri üzerime döndüğünde, kaşları çatılmıştı. “Derin… Ne geçiyor aklından yine?”

Bana artık Yeşim demiyordu. En azından Yeşim sonunda tümüyle çıkmıştı hayatımdan.

Cevap vermediğimde yumruklarını beline yasladı Çınar. Üzerine giydiği siyah gömleğin kollarını kıvırmıştı. Aynı renk, bacaklarını saran pantolonu ütüsüzdü. Siyahın en çok ona yakıştığını söylerdim hep. Biliyordum ki bu yüzden bugün, benimle konuşmaya böyle gelmişti ancak onu baştan ayağa süzdüğümde kendi kendime gülümsedim. Çünkü artık siyah en çok ona yakışmıyordu.

“Biliyorum ben senin neye takılıp kaldığını.” Dedi beni ne kadar iyi tanıdığını ima ederek. “Yeni taktırdım kameraları yemin ederim.”

Tanıyordu da…

Dudaklarım kurumuş, avuç içlerim terlemişti. “Neyse.” Diyerek bu iğrenç konuyu kapatabilmeyi umdum. “Hala daha ne konuşacaksın benimle? Şikayetini geri aldığın için teşekkür falan beklemiyorsundur inşallah."

Koyu kahve gözlerini gözlerime sabitlediğinde, kaçırdım gözlerimi.

“Yok, kahraman polisinin başını belaya da sokmayacağım korkma. Çünkü gerek kalmayacak buna.” Öne doğru eğildiğinde bir adım geri çekildim. “Sen, benden başka kimsenin seni çıkarsız, karşılıksız sevemeyeceğini fark edince kendin döneceksin bana.”

Kaşlarım şaşkınlıkla çatıldığında, sözlerinin saçmalığı karşısında bir kez daha kahkaha atmak istemiştim. Karşılıksız sevmenin ne anlama geldiği konusunda herhangi bir fikri var mıydı acaba? “Çınar oyalama beni hadi ya.” Diyerek gitmek için döndüm arkamı.

“Sordun mu hiç?” dedi ben ilerlerken. “Nereden tanıyormuş Arzu’yu?” kıkırdadı. "Leyla'yı. Leyla Karan'ı."

Durdum.

Kafamı karıştırmasına izin vermemeliydim belki ancak Arık’ın Arzu’yu önceden tanıdığını Selim’in evine gelip beni aldığında öğrenmiştim zaten. Geçmişinde yaşadığı şey her neyse anlatmak istemiyor, ya da anlatamıyordu Arık ve ben de üzerine gitmemiştim hiç ama Çınar’ın bunu biliyor olması beni fazlasıyla gerdi.

“Nereden tanıyormuş?” diye sordum kendimi tutamayarak. Oyun oynuyordu. Muhtemelen içime yersiz bir şüphe tohumu ekmeye çalışıyordu ama bunu bilmem, geri durmamı sağlamadı.

Yeniden ona çevirdim bedenimi ama aramızdaki metrelerce mesafeyi korumayı da sürdürdüm.

“Sen sor.” Dedi Çınar omuz silkerek. “Bir de şeyi sor ama.” Soğuk bir gülümseme yerleşti yüzüne. “On iki yıl önce adını hatta soyadını neden değiştirmiş? Antep'i niye terk etmiş? Onu sor."

Oyun oynuyordu işte.

Beni kandırıp canımı sıkmak istiyordu.

“Ne saçmalıyorsun ya? İyice zıvanadan çıktın. Babamdan aradığını bulamadın şimdi de Arık’a mı iftira atacaksın? Durmuş dinliyorum ben de burada!” Dedim yüksek sesle ama gitmek için de hareketlenmemiştim tekrar.

“Sen safsın biraz. Herkesi kendin gibi iyilik timsali sanıyorsun ama dünya korkunç bir yer güzelim ve seni bu dünyadaki kötülüklerden koruyabilecek tek kişi de benim. Gel. Söz veriyorum Arzu’yu öldürmediğimi de ispatlayacağım sana. Seni herkesten, her şeyden daha çok mutlu edeceğim. Sen benden başkasıyla hiç mutlu olmadın ki daha önce Derin. Olamazsın da göreceksin.” İşaret parmağını kendi göğsüne yasladı. "Ben sözümün arkasındayım. Gidelim dersen gideriz. Evlenelim dersen evleniriz. Sarmaşık'ı da yakarım uğruna yemin olsun."

Başımı olumsuz anlamda sağa sola salladım. “Madem öyle. Madem sen biliyorsun Arık’la ilgili gerçekleri. Söyle o zaman. Ne diye blöf yapıyorsun? Böyle mi ikna edeceksin beni gerçekten?” cevap vermek yerine birkaç saniye sessiz kaldığında devam ettim. “Yalan çünkü. O kadar takıntılısın ki, sırf seni sevmekten vazgeçtim diye hayatım mahvolsun ve yalnız başıma, çaresiz kalayım istiyorsun. Hayatımdaki en çaresiz anımda sana sığındım diye, yine o şekilde döndürebileceğini sanıyorsun beni. O yüzden önce şikayet edip, hastalık mevzusunu attın ortaya. Babamla yüzleştirip, canımı yakmaya çalıştın. Şimdi de Arık’la ilgili şüphe düşürmeye çalışıyorsun aklıma.” Dediğimde kendimi de ikna etmeye uğraşıyordum söylediklerime ama sözlerim Çınar üzerinde bir etki bırakmamıştı. “Yarın akşam bekliyorum seni. Uzun zaman sonra güzel bir yemek yeriz. Hasret gideririz.”

Gerçekten hastaydı ve insanın aklıyla oynuyordu. Serinkanlı duruşu ve sanki sıradan bir tartışma yaşamış, dünyanın en normal çiftiymişiz gibi anlamsız tavırları bana en sonunda kafayı yedirtecekti. “Çok beklersin.” Dedim uzatmamak için ve ona sırtımı dönüp bu defa daha hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladım.

“Arık Baran Eroğlu." diye bağırdı arkamdan Çınar. Sonrada ses tonunu biraz alçaltarak devam etti. "Gerçek adı.”

İkinci kez durmak gibi bir niyetim yoktu ama tüm hücrelerime korkunç bir titreme yayıldığında en azından yavaşlamıştım. Emniyetin önüne ulaştığımda Didem’i, kapının önünde beklerken gördüm. Gülümsediğinde tepki veremeyecek kadar şaşkındım çünkü Eroğlu soyadının bana nereden tanıdık geldiğini Çınar'ın dudaklarından döküldüğü ilk saniye anımsayamasam bile, sonunda hatırlamıştım.

16 Ağustos 2024

“Arzu, Allah aşkına kimi bekliyoruz burada? Çınar Sarmaşık’tan çıktığımı duyarsa delirir. Uğraştırma beni o manyakla.” Diye hayıflandım. Kollarımı göğsümde bağlamış, Sarmaşık’ın bir alt sokağında, on santimlik topuklu ayakkabılarımla, yarım saattir dikiliyordum.

“Bizi Sarmaşık’tan kurtaracak kişi. Geleceğim dedi. Gelir. Biliyorum.”

Kendince bizim için bir kaçış planı organize ediyordu ve uzun zamandır beni bunun dışında tutmuştu. “Biraz geç gelecek ama sanırım. İlle Çınar’ı çekeceğim yani.”

Saniyeler dakikaları kovaladı ve kimse bizimle görüşmeye falan gelmedi. Arzu yere çökmüş, sırtını binalardan birinin duvarına yaslamıştı. Kimi beklediğimizi bilmiyordum ama gelmemiş olması onu garip bir hüzne boğmuştu. Yaktığı sigarayı söndürüp bir tane daha yakmak için pakete uzandı. Elimi elinin üzerine koyup durdurdum onu. “Bokunu çıkarma istersen. Kalk hadi.”

İtiraz etmedi ve oldukça yavaş hareketlerle olsa da ayaklandı. “Kimseye güvenilmiyor be kızım. Ne boktan dünya ya?” diye söylendi elini omzuma atarken. Ağrımaya başlayan ayaklarım yüzünden dizlerim kırılmıştı ve her adımımda topuğum yanıyordu. “Bir topuklu ayakkabı bile seni yarı yolda bırakabiliyor.” Dedim omuz silkerek ayaklarıma bakarken.

“Sana şunları giyme dedim. Uymadı zaten kıyafetine.”

Gözlerimi devirdim. “Çınar’ın erken doğum günü hediyesi. Giymeyim de bir ton laf mı etsin?”

Arzu homurdandı. “Ah, Çınar…” garip, alaylı bir ses tonu kullanmıştı. “Bu adamı nasıl çekmişsin bunca sene? Ben bir gün bile çekemezdim.”

Sözleri can sıkıcıydı aslında ama güldüm. “Böyle değildi.” Dedim doğru olup olmadığından kendim de emin olamayarak. “Bu kadar değildi en azından.”

Hala ona dair bir ışık aradığım için utanıyordum ama yüreğimde bıraktıklarının etkisi de silinmiyordu kolay kolay. Ondan nefret ettiğim anlarda bile bir şekilde içeri sızıveriyordu.

“Sana bir tavsiye.” Dedi kafasını kafama yaslarken.

Gözlerimi büyüttüm. “Hadi bakalım. Geliyor yine Leyla Karan’dan hayatı değiştirecek bir abla tavsiyesi. Gönder.”

“Öncelikle ufaklık.” Yanağımdan bir makas aldı. “Bana o isimle seslenme. İkincisi ve asıl önemli olan da… Kendinden başka kimseye inanma ve güvenme. Ailene, Çınar’a ve hatta bana bile.”

Bakışlarımı ona çevirdiğimde az önceki hüznü dağılmıştı ama hala yüzü gölgeliydi. “Bir tek sana güveniyorum zaten.” Dedim. Cevap vermedi.

“Kimdi bu gelecek olan ve bizi eken arkadaş?” diye sordum konuyu değiştirerek. Sarmaşık’ın sokağına girmiştik. Arzu kolunu omzumdan çekip bir saniyeliğine gözlerini yumdu.

“Boş ver. Geçmişten gelen ve yeniden geçmişe gömülen biri işte.”

💔

Eveeet. Toplanın beyin fırtınası yaparak çözüyoruz Arık'ın kim olduğunu. :) Ya da diğer bölümü bekleyebilirsiniz tabi öğrenmek için. :)

Tahminleri alabilir miyim?

Bu bölüm hakkında değerlendirmenizi merak ediyorum ancak bir yandan da sadece Arık'ı konuşasım var. :) On dördüncü bölümde şok olacağız gibi geliyor. :)

Bu arada yeni bir kitaba başladım. OYUNBOZAN. Profilimde bulabilirsiniz. Belki okumak da istersiniz. ;)

Lafı uzatmıyorum ki, vakit kaybetmeden düşüncelerinizi hemen aşağıya bırakabilin. Haftaya, üffff, bomba bir bölümle görüşmek üzere. Kendinize dikkat edin. :)

Loading...
0%