@melikemn
|
💔 Arık Baran Eroğlu. Zihnimde sayamadığım kadar kez yankılanıp duran üç kelime... Sarmaşık’ı arayıp Arzu’yu soran kadınla ilgili uzun uzadıya düşünmemiştim hiç. Arzu’yu da Çınar gibi hayatımdan silip atmak istiyordum çünkü. Bu yüzden onunla ilgili olabilecek herhangi bir konuyu gündemime almayı kendi içimde reddetmiştim. Çınar’ın beni kandırıp, kafamı karıştırmaya çalıştığına inanabilirdim ama herhangi bir isim uydurup böyle bir yalan atar mıydı gerçekten ortaya? Eline ne geçecekti ki? Arık’a sorup gerçeği öğrendiğimde ona değil Arık’a inanacağımı tahmin ediyor olmalıydı. Gönül Eroğlu, Arık Baran Eroğlu, Leyla Karan, Selim Karan… Birbiriyle bağlantılı dört kişiydi. Ancak aralarındaki ilişki neydi hiçbir fikrim yoktu. Mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Eğer Arık’ın gerçek ismi buysa da, bana söylememiş olmasının da elbet bir sebebi vardı. Leyla ve Selim’i nereden tanıyorsa da tanımaktan pek memnun değildi belli ki. Beni bu yüzden Antep’e götürmek istiyordu. Canını sıkan, söylemekte zorlandığı şey her neyse de bana anlatacaktı. Doğru zamanı bekliyordu. Demek ki bilmiyor olmam önemsizdi. Onunla ilgiliydi. Benimle değil… Şu an Arık’a güvenmek, Çınar’a güvenmekten çok daha kolaydı. Gözlerimi çok erken araladığım ve yeniden uykuya dalmayı bir türlü başaramadığım için çay demlemiş, kahvaltıyı da hazırlamıştım. Arık’la konuşup kafamı rahatlatmak ve artık biraz olsun sakin bir hayat yaşamak istiyordum. Hem… Babam gelecekti. Elbette onun için heyecanlı değildim ancak kardeşimle tanışacağım için biraz paniklediğimi inkar edemezdim. İçimde tarif edemediğim bir duygu kol geziyordu. Üç yaşında bir çocuktu ama beni sevmeyecek diye ödüm kopuyordu. Kapı çaldığında yumurtayı karıştırıp duruyordum ve gözlerimi diktiğim çaydanlık da taşmaya başlamıştı. Silkelenip kendime geldikten sonra önce ocağı kıstım, sonra da kapıyı açmak için koridora çıktım. Büyük bir tepki vermek istemiyordum aslında ancak karşımda onu görünce dayanamadım. Boynuna atladım. “Günaydın.” Dedim yanağına bir öpücük bırakırken. Belime koyduğu ellerini yukarı kaydırıp saçlarımda gezdirdi. “Günaydın. Hoş geldin.” Gülümsedim. “Kahvaltı hazır.” Geri çekilip yüzüne baktım. “Sana söyleme şansım olmadı ama evin adresini babama vermem gerekti.” Başımı yana eğdim. “Kardeşimi getirecek de.” Arık içeri girip postallarını çıkarırken kaşlarını çatmıştı. “Kardeşin mi vardı?” Omuz silktim. “Varmış. Üç yaşında. Poyraz.” Doğrulup elimi tuttu. “Bu cıvıl cıvıl hallerin sebebi o yani.” Dedi alıngan bir sesle ama aynı anda parmakları parmaklarıma dolanmıştı. “Yani, öyle açıkçası.” Diye kabul ettim gözlerimi kaçırarak. Uzanıp dudaklarını şakağıma yasladı. “Peki, babandan korkmalı mıyım?” Birkaç saniye ciddi bir tavırla düşündüm. Babamın fikirlerini artık umursadığımdan değildi elbette ama sorun çıkarmasını hiç istemiyordum. Sırf kardeşim olduğunu söylediği için onunla tekrar görüşmeyi kabul etmiştim zaten. Bu yüzden umarım tadımı kaçıracak bir şey yapmazdı ancak emin de değildim. “Korksan iyi olur.” Dedim en sonunda biraz da Arık’la uğraşmak için. Yüzüne sahte olduğunu bildiğim bir korku ifadesi yerleşti. “Ne yapalım?” diye mırıldandı düşünceli bir tavırla. “En kötü Allah’ın emriyle isteyeceğiz artık.” Bakışlarımı hızla ona çevirdim. “En kötü mü?” öfkeli görünmeyi ummuştum ancak gülüşümü bastıramadım. Mutfak kapısından girmek üzereyken beni kendine çekti. Tebessümü kalbimi eritmiş, az önce kafamda dönüp duran şüpheleri birden unutturmuştu. “Seni özledim.” Dedi saçlarımın arasına doğru fısıldayarak. Nefesi içimi ürpertti. Artık aşina olduğum parfüm kokusunu ciğerlerime doldurduktan sonra gözlerimi kapattım. “Bu kadar alışmış mıydın bana?” Diye mırıldandığımda neredeyse kendimden geçmiştim. Dudakları önce saçlarımda, ardından yanağımda ve en son boynumda gezindi. “Tahmin bile edemezsin.” Kıkırdadım. “Arık…” dedim fısıltıyla. İsmini söylediğimde ancak Çınar’ın sözlerini anımsayabilmiştim. Ondan uzaklaşmayı denedim ama o kadar istemiyordum ki muhtemelen bir santim bile geriye gidememiştim. Aramızdaki çekim yüzünden her şeye olan odağımı kaybetmiştim sanki. Bu kadar yakınımdayken sağlıklı düşünemiyordum. “Derin…” dedi o da ses tonumu taklit ederek. “Yumurta pişiriyordum.” Diye geveledim ağzımda bir an ocağı çoktan kapattığımı unutarak. “Gidip bakmam lazım yoksa yanacak.” Dudağımın kenarına bir öpücük bıraktı. “Keşke sadece yumurta yanacak olsa.” Belli belirsiz beline koyduğum elimi yakaladı aniden. Dudakları dudaklarımın üzerine kapanmak üzereyken gözlerimi araladım. Kendimi tümüyle onun akımına kaptırmış, aramızda kalan bir santim mesafeyi kapatması için yanıp tutuşuyordum ancak Arık birden durdu. Dudaklarını yaladı ve iç çekti. “Bir şey var sen de.” Beni öpmesine ihtiyacım vardı ama muhtemelen o başka bir şeyden bahsediyordu. “Ne var?” Geri çekilip yüzünü benden uzaklaştırdı. “Sen söyle. Tereddütlüsün. Tedirginsin sanki.” Sürekli bir polisle yaşamak gerçekten çok zordu. Hayatımın dörtte üçü duygularımı gizlemeye çalışarak ve gizleyemeyerek geçiyordu. “Yani… Kafamı kurcalayan bir iki şey var ama önemli değil konuşuruz.” Dedim mesafemiz artarken. Sabah sabah bu kadar heyecanı yüreğim kaldıramayacaktı. Zihnimde Arık ve içinde Arık’ın olduğu edepsiz görüntüler dolanırken aklımı başıma toplayıp, gerçek dünyaya dönebilmek için birkaç kez boğazımı temizledim. “Endişelenmem mi gerekiyor?” diye sordu Arık tek kaşı havalandığında. Açıkçası nasıl bir cevap duyacağımı bilmediğimden, konuşmanın gidişatını kestiremiyordum ama onun gerilmesini istemedim. Selim’le veya Arzu’yla akraba olma ihtimali var diye sorun çıkaracak değildim. “Yo. Hiç gerekmiyor.” Gülümsemeyi denedim. “Hadi ben çayları doldurayım. Uykusuzsun sen de. Dinlenirsin sonra biraz. Akşam güzel bir yemek hazırlarız ve oturup konuşuruz.” Arık’ın yüz ifadesi gevşemedi ancak onayladı beni. “Ellerimi yıkayayım.” Dedi ve mutfaktan çıktı hızlıca. İki dakika sonra döndüğünde, doğrudan geçip masaya yerleşmişti. Ben çayları doldurup karşısındaki sandalyeye oturana kadar yeniden konuşmadık. Gözlerini belirli bir noktaya sabitlemiş, yüzü gölgelenmişti. “Bana bak. Bir şey yok. Dalma bir yerlere hemen.” Dedim en sonunda halinden hoşnut olmayarak. Yarım yamalak bir tebessüm yerleşti suratına. “İyisin değil mi?” diye sordu endişeyle. Kim bilir aklına neler getirmişti? Haklıydı gerçi. Bir günüm bile olaysız geçmiyordu ki. “İyiyim. Valla bak.” Arık yeniden konuşmak için dudaklarını araladığında zil çaldı. Bir oklava yutmuş gibi dimdik bir halde donup kaldım. Hazır değildim! “Sen açar mısın kapıyı?” diye zırvaladım telaşla. Bir çocuktu. Üç yaşında bir çocuk! Ne diye bu kadar stresliydim ki? Arık ayağa kalkıp bana elini uzattı. “Gel hadi. Birlikte açalım.” Korkulu gözlerimi gözlerine sabitledim. “Bir değişik hissediyorum. Kusacak gibi.” Avucunun içine aldığı elimi öptü. “Güzel olacak.” Dedi yatıştırıcı bir tonla. Derin bir nefes doldurdum ciğerlerime ve stresle ayaklandım. Canavar değildim ya ben de. Nefret edecek hali yoktu. Annesi Şebnem’di sonuçta. Deccalle aynı evde yaşıyor sayılırdı. Benden neden korksundu ki? Kapıyı Arık açarken ben bir adım geride bekliyordum. Ellerimi karnımın üzerine koyup gerginlikle alt dudağımı ısırdım. Babam kucağında bir erkek çocuğuyla karşımda belirince ise ağlamak istemiştim. Küçükken beni de kucağına alıyor muydu böyle acaba? Hatırlamıyordum. Üç yaşındaki kardeşimi kıskanacak değildim ama yine de içimde bir burukluk hissettim. Her tavrıyla kalbimi kırmayı başarıyordu. Bütün babalar bu kadar kalp kırıyor muydu gerçekten yoksa benim babama mı özeldi? “Merhaba, Poyraz.” Dedim gülümseyerek. Ela gözleri beni inceledi bir süre. Sarı saçları ve bembeyaz bir teni vardı. Şebnem’e mi benziyordu sanki? Onu kafamda net canlandıramıyordum gerçi. Geçen zaman yüzünü aklımdan silmemi sağlamıştı. “Derin Ece.” Dedi babam resmi bir tavırla. “Poyraz annesi olmadan çıkmak istemeyince…” Babamın hemen arkasında Şebnem belirince mideme bir yumruk yemiş gibi kasıldım. Suratımı ekşitmemeye çalışmıştım ama sanırım başaramadım. Onu görmek koca bir ömrü sorgulatıyordu bana ve ben daha fazla bir şeyleri sorgulayarak yaşamaya dayanamıyordum. Babamın bile hayatıma yeniden girmesine razı olmuştum ama ona o kadar tahammül edemiyordum ki, çoktan yumruklarımı sıkmıştım. “Hay sik…” diye mırıldandığım sırada beni izleyen bir çift ela gözle çakıştı gözlerim. Pekala, iyi bir abla olmalı ve üç yaşındaki kardeşimin yanında küfür etmemeliydim. Aynı zamanda annesini dövmeden durmalı, olay çıkarmamalıydım. Ne ara yaşardığını fark etmediğim gözlerimi kırpıştırdığımda Arık’ın eli belimi buldu. Kafamı çevirdiğimde bana destek olmaya çalıştığını görebiliyordum. Gülümsedim. Ya da ona benzer bir şey yaptım emin değildim. “Arabada beklerim ben.” Dedi Şebnem ondan ne derece haz etmediğim gözle görülür boyutta olduğundan ancak o hareket ettiği anda Poyraz huysuzlandı. “Anne! Gel!” Sabrımın son demleri de taşmak üzereydi. Bir karar vermem gerekiyordu. Ya bu aileyi şimdi kapıdan kovacak ve henüz başlamamış olan ablalık serüvenime bir son verecektim ya da kardeşim için bu kadını görmezden gelecektim. Korkunç bir ikilemdi ve boğuluyormuşum gibi hissettirmeye başlamıştı. Oflayarak bana yardım etmesini umduğum Arık’a baktım yeniden. “İçeri buyurun.” Dedi Arık beni hafifçe kenara çekerek. Sanırım tansiyonum yükselmişti çünkü ellerim titriyordu ve enseme korkunç bir ağrı girmişti. Yine de dik durmaya ve sakin kalmaya uğraştım. Babamın yere bırakıp ayakkabılarını çıkardığı Poyraz kafasını kaldırmış beni inceliyordu çünkü. Zorlukla da olsa gülümsedim. “Sen şarkı mı söylüyorsun?” diye sordu bana merak dolu bir sesle. Şaşkın bir ifadeyle kaldırdım kaşlarımı. “Evet.” Omuz silkti. “Annem de söylüyor yemek yaparken.” Annesiyle ilgili o kadar çok kelime birikmişti ki ağzımda, boğazım düğümlendi. Usulca başımı salladığımda devam etti Poyraz. “Senin sesin daha güzelmiş ama. Babam dedi.” Bu defa da babamı buldu bakışlarım. Beni tümüyle hayatından çıkardığını ve adımı dahi ağzına almadığını düşünmüştüm hep. Şimdi duyduklarım yüzünden afalladım. Ben ona baktığımda o, kafasını Poyraz’a çevirdi. “Geç hadi oğlum. Çok konuşma.” Poyraz aniden içeri fırlayıp gözden kaybolduğunda telaşla yanımdan geçip içeri girdi Şebnem. Ben şok olarak peşlerinden baktığımda babam Arık’ın tam karşısına dikilmişti. “Yavuz Tekin.” Dedi şimdiye kadar duyduğum en otoriter sesiyle. Arık uzattığı eli sıkarken, “Arık Ulusoy.” Diye cevapladı onu. Ortamdaki gerginlik seviyesi Şebnem’le benim aramdakini bile sollayıp beşe katladığında bir türlü ayrılmak bilmeyen ellerine baktım. “Kapıyı kapatayım ben.” Diye söylenerek aralarından geçip temaslarını sonlandırdım. Babam keskin bir yüz ifadesiyle salona ilerlerken şaşkınlıkla Arık’a döndüm. “Seni öldürecek herhalde.” Dedim biraz da alay ederek. “Herhalde mi?” diye yanıtladı beni gözlerini kocaman açarken. Güldüm ama babamın hangi hakla böyle davranıyor olduğunu sorgulamadan ve biraz da öfkelenmeden edememiştim. Çınar’la bile daha samimiydi neredeyse. Hayatımda şu an değer verdiğim insanların en tepesinde Arık yer aldığı için ona karşı yapılan herhangi bir olumsuzluğa tahammülüm yoktu. Bu yüzden Şebnem’in yarattığı gerginlik seviyesi ikiye katlandı. Güçlü bir nefesi ciğerlerime doldurarak herkesin arkasından salona yöneldim ben de. Kapının pervazına yaslanıp Şebnemle babamın arasına oturan Poyraz’a ve onların karşılarındaki berjere yerleşmiş Arık’a baktım. Garip bir tabloydu. “Çay getireyim ben.” Dedim bir an bocalayarak. Nasıl davranmam gerektiğiyle ilgili hiçbir fikrim yoktu bu yüzden duygularım gibi davranışlarım da karman çorman olmuştu. Arkamı dönmek üzereyken “Bana koyma.” Diye seslendi babam. Hemen arkasından, “Bana da.” Dedi Arık ve birbirlerine baktılar şaşkınlıkla. Alt üstü çay içmeyeceklerini söylemişlerdi. Ne diye masanın üzerinde şüpheli paket varmış gibi davranıyorlardı? Babam o kadar sert ve dikkatli bakıyordu ki Arık açıklama yapma gereği duydu. “Ben pek çay içmiyorum da. Yani, Antep’te kaçak çaya alıştığımdan geldim geleli hiç içemedim normal çay.” Babamın yüz hatları yumuşadı. “Antepli misin?” Kafasını salladı Arık. “Maraşlıyım ben de. Yirmi beş yıl oldu geleli ben bile alışamadım çaya.” Bu erkeklerin aynı memleketten birini bulunca yaşadığı heyecanı hiçbir zaman anlamayacaktım ancak işime geldiğinden sesimi de çıkarmadım. Onlar Güneydoğuyla ilgili bir sohbetin içine girdiğinde ve aralarındaki buzlar eridiğinde derin bir nefes koy vermiştim ki Şebnem’in gözleri gözlerimi buldu. “Ben içerim çay.” Dedi beklenti dolu bakışlarla. “Zıkkım iç.” Diye fısıldadım yalnızca kendimin duyabileceği bir sesle. Ardından suratımı ekşittim. “Bitti çay.” Bir de ona hizmet etmeyecektim tabi ki. Öldürmediğime dua edip yerinde rahat oturmayı bilsindi. Hala, yıllar önceki yüzsüzlüğünde gram eksilme olmamıştı ve bu canımı iyice sıktı. Birkaç dakika yalnızca Arık ve babamın hiç anlamadığım yerler hakkındaki sohbetini dinledim hipnoz olmuş gibi. Sonunda Şebnem boğazını temizleyerek söze girince kafamı çevirebilmiştim. “Poyraz. Hadi gidip ablanla tanış biraz bebeğim.” Derken beni işaret etti Şebnem. Poyraz tereddüt ederek yanıma yaklaştığında yere eğilip onunla aynı hizaya geldim. Yine beni büyük bir dikkatle inceledikten sonra kaşlarını çattı. “Prenses misin sen?” Şaşırdım. “Neden öyle dedin ki?” “Saçların çok uzun ve çok güzelsin.” Daha önce hiç küçük bir çocukla sohbet etmemiştim. Hatta belki de bu yüzden çocukları hiç sevmediğimi düşünürdüm ama Poyraz o kadar güzel bakıyordu ki, ona sımsıkı sarılasım gelmişti. “Sen öyle diyorsan Prensesim demek ki.” Heyecanla omzunun üzerinden annesine döndü. “Anne! Ablam cadı değilmiş Prensesmiş!” Dehşete düşmüş bir şekilde Şebnem’e baktığımda utanarak gözlerini kaçırdı benden. İnanılmaz biriydi. Yokluğumda bile babamı bana karşı doldurmaya devam etmiş, yetmemiş bir de el kadar kardeşimi mi doldurmuştu? Sabrımın sınırlarında dolanıyordum ve taşmasına çok az kalmıştı. “Oğlum ben cadı demedim ki zaten. Çocuk işte.” Dedi Şebnem sahte bir gülümsemeyle. Beynimin içine bir balyoz gibi inen sesini duymazlıktan gelmeyi denedim ama bir süre etkisinden çıkamayacaktım sanki. Poyraz’a döndüm tekrar. “Şarkı söylemeyi biliyor musun sen de?” Göz bebekleri büyüdü. “Evet! En sevdiğim hem de!” Elimi tutup beni çekiştirmeye başladığında ayaklandım. Bana evin içinde birkaç tur attırdı. Bütün odaları tek tek gezdirdi ve hepsinde eşyalarla ilgili tonlarca soru sordu. Ciddi bir sohbetin içindeymiş ve bilimsel konulardan bahsediyormuş gibi bir özenle ona cevap verdiğimde heyecanlanıyor, daha fazla soru sormaya başlıyordu. Bu koca evrende kendimi önemli hissedebildiğim nadir anlardandı. Tanışalı yarım saat olmuştu ancak sanki aramızda gözle görülmeyen bir bağ vardı. Onu izlerken manasız bir mutluluk dolmuştu içime. Şebnem’in varlığını dahi unutmuştum ve zihnim kötülüklerden arınmıştı adeta. En sonunda Arık’ın odasının önüne geldiğimizde aralık olan kapıyı tek eliyle sonuna kadar açtı Poyraz. “Burada mı yatıyorsunuz?” diye sordu çift kişilik yatağı işaret edip. “Hadi Poyraz. Baba işe gidecek. Sonra yine geliriz.” Diyen babamın sesini duyduğumda göz ucuyla baktım. Poyraz inatçı bir tavırla omuz silkti. “Bana ne?” yeniden bana döndü. Hala bir cevap bekliyordu belli ki. “Arık abin burada yatıyor. Benim odam da şu.” Dedim öbür kapıyı işaret ederek. Söylediklerimi anlamamış gibi merakla çattı kaşlarını. “Niye? Annemle babam aynı yatakta yatıyor. Siz niye aynı yatakta yatmıyorsunuz ki?” Aceleyle kafamı kaldırıp bir metre ilerimizde dikilen babama baktım. Dehşet dolu ifadesi yutkunmama sebep oldu. Beş yıl geçmişti ve bir babam varmış gibi bile hissetmiyordum bunca zamandır ancak şimdi mideme nedenini anlamadığım bir kramp girmişti. “Çocuk işte.” Dedim Şebnem’in sözlerini hatırlayarak. Hakikaten hiç ağzından çıkanı kulakları duymuyordu bu çocukların da! Zaten Arık ve yatakla ilgili düşüncelerim karman çormandı. Ne diye ortaya böyle bir laf atıyordu ki durduk yere? Babam hiçbir şey söylemeden elini uzattı Poyraz’a. Ardından suratıma bakmadan konuştu. “İki dakika bir aşağı insene sen de.” “Niye?” Oflayarak bana çevirdi bakışlarını. “Bir şey konuşacağım. Gel.” Onun otoritesine boyun eğmek istemiyordum ama merakım ağır bastı. Bu yüzden usulca salladım başımı ve “Tamam.” Diye mırıldandım çaresizce. Umarım pişman olmazdım. 💔💔 Babamlar gittikten sonra yeniden eve çıktığımda dalgındım. Söylediklerini kafamda tartmış, ne yapacağımla ilgili düşünmeye başlamıştım ancak hiç olmadığım kadar büyük bir araftaydım. Gözlerim Arık’ı ararken yüz hatlarım kasılmış, bedenim buz kesmişti. Balkonda sigara içtiğini görünce iç çekerek yanına yaklaştım. “Konuşalım mı?” Kaşları merakla havalandı. “Hani yemek hazırlayacaktık birlikte. Sonra konuşacaktık.” Başımı olumsuz anlamda sağa sola salladım. “Vazgeçtim.” Büyük bir sorun varmış gibi davranmak istemiyordum ama içim içimi yiyordu. Babamın sözleri, alakalı alakasız bütün tramvalarımı canlandırmıştı sanki ve kafamdaki soru işaretleri çözülünce eminim daha iyi hissedecektim. Ya da belki kendimi kandırıyordum ve hayatımın geri kalanında daha iyi hissedeceğim tek bir gün bile yaşayamayacaktım. Arık parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasını söndürüp içeri girdi. Benim gibi onun da suratında bir gerginlik baş göstermişti. Önce başka bir şeyden emin olmak için dudaklarımı araladım. “Arzu’nun davasından Çınar suçlu bulunur mu sence?” Arık birden bunun nereden çıktığını anlamamış olacak ki şaşkınlıkla havalandı kaşları. “Sanmıyorum. Onun yaptığına dair bir kanıt yok. Hatta öldüğüne dair bile kanıt yok hala.” Demek ki Çınar katil olarak, elini kolunu sallayarak yaşamaya devam edecekti. Arzu meselesi beni ondan kurtarmaya yetmeyecekti. Göğsümün ortasına bir ağırlık çöktüğünde asıl konumuza dönmek istiyordum ancak nereden başlayacağımdan emin olamadığımdan birkaç saniye kelimelerimi toparlamaya çalıştım. “Dün Çınar geldi ben çıkarken.” Dedim sonunda. Gözleri koyulaştı. “Bir şey mi yaptı? Canını mı sıktı?” diye sordu bana doğru bir iki adım attığında Arık. Sesi endişeyle dolmuştu. Hızlıca kafamı sağa sola salladım. “Bana senin on iki yıl önce ismini değiştirdiğini söyledi. Gerçek isminin Arık Baran Eroğlu olduğunu…” Sıradan bir tavırla açıklayıp konuyu kapatabileceğimizi ummuştum ama olmadı. Arık uzunca bir süre bana cevap vermek yerine derin nefesler alıp verdikten sonra siyah koltuğun ortasına oturdu. “Doğru.” Dedi nihayet. “Antep’ten Ankara’ya geldiğimde, yaptığımız ilk şeydi. Dedemin… Annemin babasının nüfusuna geçtim.” Kafam karışmıştı. “Niye?” Öne eğilip dirseklerini dizlerine yasladı. Ellerini birleştirdi ve stresle iç çekti. “Derin…” Sandığımdan daha kötü bir şey vardı. Aniden içimi korkunç bir telaş kaplamıştı. “Arık… Niye?” yanına oturdum. Gözlerini kapatmış, kendini sakinleştirmeye çalışıyordu muhtemelen. Antep’i sevmiyordum, babamla anlaşamıyordum, soyadımdan nefret ediyordum gibi kabul edilebilir açıklamalar yapmasını bekliyordum. O ise öylece durmayı sürdürüyordu. Telaşımın öfkeye dönüşmesini hiç istemezdim ama o konuşmadıkça senaryolar kafamda dönüyor ve beni iyice geriyordu. “Niye diyorum!” sesimi biraz yükselttiğimde kafasını usulca bana çevirdi. Gözleri üzerime döndüğünde kalbimde bir şeyler çatladı sanki. “Söylesene be? Ne olabilir bu kadar zor? Adam mı öldürdün sanki?” Ellerimi iki yana açıp duruşumu dikleştirdiğimde, “Derin…” diye tekrar etti neredeyse fısıldayarak. Öldürmedim tabi ki demedi. Kalbimdeki çatlaklar birbirinden ayrılmış, parçalara bölünmüştü. “Anlat.” Dedim emredici bir tonlamayla. Titreyen ellerimi pantolonuma sürterek sakinleşmeye çalışıyordum ama aklım şu an konuşulanları hazmedemiyor, hazmedemedikçe daha çok geriliyordum. “Abimi vurdular.” Dedi sonunda sırtını koltuğa yaslarken. “Gözümün önünde öldürdüler.” Beş yıl bir mafyanın sevgilisiydim. Görebileceğim kadar tehlike gördüğümü düşünüyordum. Çınar’ın Arzu’yu öldürdüğüne inandığımda bunun hayatımda başıma gelip gelecek en büyük felaket olacağını sanmıştım. Şimdi Arık’ın sözleri beynimde bir bomba etkisi yaratmış, sanki kafamın içini yakıp kül etmişti. “On yedi yaşındaydım Derin. Düşünmedim. Sadece… Tetiğe bastım.” Yalnızca iki hafta önce tanışmış olmamıza rağmen, onu yıllardır tanıyormuşum gibi hissettiren yeşil gözlerine baktım. Şimdi anlıyordum ki, o gözlerde çok çabuk kaybolmuştum. “Nasıl olur? Silahı nereden buldun ki? Nasıl bir plan yapıp…” ne sormalı, neyi öğrenmeye çalışmalıydım ki? Birini öldürmüştü. Çınar gibi birilerini silahla vurup öldürebiliyordu yani. Allah aşkına ya! O bir polisti! Bir cinayet polisiydi hem de! Bu kötü bir şaka falan olmalıydı… “Antep’in aşiret ailelerinden birinde doğdum ben. Yedi yaşındayken babannemin doğum günü hediyesi bir silahtı.” dedi düz bir sesle. Bundan nefret ettiğini görebiliyordum ama fark eder miydi ki? O bir katildi! Benim de Çınar’ı öldürmek istediğim zamanlar olmuştu. Ona silah doğrulttuğumda, kalbine bir bıçak yasladığımda canını alıp kendimi bu işkenceden kurtarabileceğimi düşünmüştüm ama durmuştum işte! İnsan dururdu! Durmayı bilirdi! Onu seviyordum. Arık Ulusoy’u seviyordum ama o Arık Ulusoy bile değildi ki… Selim’i düşündüm. Leyla’yı… Onların Güneydoğudaki zengin ailelerini… Selim bir aşiret olduğunu kendisi söylemişti zaten. Leyla’nın kan davalılarından da bahsetmişti ve buna rağmen Arık’ın onları tanıması beni gram şüphelendirmemişti. Nasıl bir insandım ben? Nasıl her defasında kandırılacak kadar salak olabiliyordum? “Arzu?” dedim sonunda toparlanmaya çalışarak. “Sarmaşık’ı biri aramış. Onu sormuş. Gönül Eroğlu. Akraban mı?” Aramıza biraz mesafe koyabilmek için ayağa kalktım. Yanında oturup öylece beklediğimde daha çok titriyordum. “Annem.” Diye geveledi ağzında Arık. Şok olarak ona çevirdim bakışlarımı bir kez daha. “Annen mi?” gülmekle ağlamak arasında bir yerdeydim ve vereceğim herhangi bir tepkinin yeterli olacağını düşünmüyordum. “Arzu kim? Senin de eski karın mı yoksa?” Şimdi gerçek manada bağırmaya başlamıştım ama yine de bir türlü hissettiklerimi dışarı vuramıyordum sanki. Arık’ta ayağa kalkıp dikildi karşıma. Gözlerindeki hüznü görüyor olsam da o kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordum ki onun duygularını önemseyecek kadar sakinleşemedim. “Değil.” Dedi sıkıntıyla. Bana yaklaştı ve elini uzattı ama geri çekildim. “Derin… Yıllar oldu. Her gün bunun pişmanlığını yaşadım zaten ben. Lütfen bana nefret ediyor gibi bakma!” Nasıl baktığımı bilmiyordum. Ondan nefret ediyor gibi de hissetmiyordum ama canımın yandığını inkar edemezdim. “Arzu kim?” diye gürledim öfkeyle. “Kardeşim!” diye çıkıştı aynı ses tonuyla. Yanlış duymuş olabileceğimi düşünerek, “Nasıl yani?” diye sordum bir umut. Nefes alamıyormuş gibi şiddetle kalktı göğüs kafesi. “Anlatacağım.” Gözlerim yaşardı. Kafamın içinde şimdiye kadar yaşanan her şey cirit atıyor, her biri daha çok kalbimi acıtıyordu. Selim’in sözleri gezinip duruyordu zihnimde. Leyla’nın ailesi bizden daha zengin demişti. Kan davalılarına vereceklerdi, kaçtık demişti. Ailesi onu sildi demişti. Beynim duracaktı! Tüm o bahsedilen olayların baş rolünde nasıl Arık olabilirdi? Aklım almıyordu! Ani bir hamleyle yeniden çöktüm koltuğa çünkü başım dönüyordu. “Dinliyorum.” Dedim buz gibi bir sesle. “Abim vurulduktan sonra ben de birini vurduğum için sıra onlardaydı ve kan davası böyle uzayıp gidecekti. Bu işler öyle ilerliyor çünkü. Suçu başkası üstlendi. Beni de buraya dedemin yanına gönderdi babam. Antep’teki herkes öldüğümü düşündü. Babamın kalan tek oğluydum. Kurban verilemeyecek kadar kıymetliydim yani. Sonrasında onlarla bütün iletişimim kesildi. Annemle çok nadir konuşuyordum telefonda. Yılda bir kere anca. Antep’e de geçen seneye kadar hiç gitmedim bir daha.” Tepkimi ölçebilmek için olsa gerek bir saniye için beni süzdü ancak tepki verecek halim kalmamıştı. Yalnızca, dik durmak her zamankinden daha zor olduğu için düşürdüm omuzlarımı ve yüklerimi taşımaya çalıştım. “Sonra babam öldürüldü. Cenazeye gittim. Yeni bir ateşi harlamış oldum. Leyla’yı onlardan biriyle evlendirmek istediklerini bile daha geçen sene öğrendim. Selim’le kaçmış İstanbul’a. Evlenmiş. Bilmiyordum.” İşte şimdi onun için üzüldüğümü hissedebilmiştim. Bir kez daha yalan söylüyordu belki de ama umursamadım. İçimdeki güvensizlik tohumlarını tekrar filizlendiremeyecek kadar büyük bir şaşkınlık ve yıkım yaşıyordum. “Onu bulmak için İstanbul’a gittim. Selim piçi kaçtığını söyledi. Ankara’ya geldiğini öğrendim bir şekilde. Lan aylarca aradım. Ne kadar kamera varsa baktım. Herhangi bir yerde çalışmaya başlamış mı sigorta girişi var mı ya da herhangi bir şehre bilet almış mı? Yoktu ama. Yaz başına kadar kaybolup gitmişti sanki.” Kuruyan dudaklarını yaladı. “Tesadüfen gördüm sonra. Pavyonun orada bir vakaya gittiğimde. O kadar zaman geçmişti ki üzerinden zorlukla tanıdım. Selim bir fotoğrafını vermişti bana. Öyle hatırlayabildim yüzünü.” Belli belirsiz bir gülümseme belirdi suratında. “O beni tanıdı ama.” Ellerimi saçlarımın arasından geçirdiğim sırada Arık yeniden yanıma oturmuştu. “Bir arkadaşıyla birlikte çıkmak istediklerini söyledi Sarmaşık’tan ama izini kaybettirmesi gerekiyordu. Hem Çınar’a, hem Selim’e…” Başka bir farkındalık bedenimi ele geçirdi. “Sendin.” Dedim en başında tahmin etmem gerekirmiş de edememişim gibi kendime küfürler yağdırarak. “Ha, siktir. Gelmedin! Bekledik! Gelmedin!” Arzu’nun bize yardım edecek biri olduğunu söyleyip heyecanlandığı ama sonra berbat bir hayal kırıklığı yaşatan adam oydu! Çıldıracaktım! Hayır! Geberip gidecektim bu olanlar yüzünden! “Geldim!” diye gürledi Arık da öfkelenerek. “Söylediğim gün gelmedim çünkü Antep’ten gelmişlerdi. Beni bulmak için. Oraya gitmeye ikna etmek için… Eğer Leyla’yı da bulurlarsa iş karışırdı. Ona da zarar verirlerdi. Selim yerini öğrenirdi!” Babamın söylediklerini hatırladım. Aslında kafamda böyle bir plan yapmamıştım ama kader bana yardım etmeye karar vermişti belli ki. Arık’a baktığımda içim acıyordu. Ona kızgındım. Bana söylemediği şeylerin hep onun hayatına ait olduğunu ve zaten beni ilgilendirmediğini düşünmüştüm ama benim hayatımın da tam ortasına bir bomba bırakmıştı. Kırılmıştım. Defalarca kez hem de… Bu kadar kırılmak beni yoruyordu artık… İnandığım herkesin beni kandırmasından bıkmıştım! “Bu kadar şeyi nasıl saklarsın?” “Özür dilerim…” diye mırıldandı. Yeşil gözleri gözlerime değdiğinde ağlamak istemiştim. “Yok, yok. Duramayacağım. gidiyorum ben.” Dedim ayaklanarak. Telaşla peşime düştüğünde adımlarımı hızlandırmıştım. “Nereye gidiyorsun Derin? Dur.” Kapının önüne geldiğimde yutkundum. “Söylediğin onca yalana ve sakladıklarına rağmen sana güvenip burada kalır mıyım sence? Lan birini öldürmüşsün be! Ben de mafyanın içinden çıkıp bir polise güvendiğimi sanıyorum. Salak kafam! Asıl daha büyük bir teşkilatın içine bodoslama dalmışım da haberim yokmuş!” Öfkeyle itiraz etti. “Bir alakam yok artık!” ellerini saçlarının arasından geçirdi ve kendi kendine birkaç küfür savurdu. En sonunda yeniden bana baktı. “Hem nereye gideceksin? Ben evden giderim birkaç gün tamam mı? Sakinleşirsin. Sonra konuşuruz yine.” Bir saniye için duraksayıp, tereddütle sürdürdü sözlerini. “Ya da Didem’e bırakayım seni. Sorun etmez. Düğüne kadar…” lafını kestim. Çünkü bir yalan da ben söyleyecektim. “Arık… İstemiyorum.” Bunu yapmak zorundaydım. “Yapma.” Dedi o da sonunda sesine kocaman bir hayal kırıklığı karıştığında. “Özür dilerim. Baştan söylemeliydim haklısın.” Özrünü kabul etmek, kaldığımız yerden devam etmek için yanıp tutuşuyordum ama olmazdı. Şimdi olmazdı. Ben cevap vermediğimde, omuzlarını düşürüp devam etti. “Aşığım kızım sana.” Çevremdeki insanların ne kadar iyi rol yapabildiğine tanık olmuştum defalarca kez ancak Arık’ın çaresizliği rol olamayacak kadar gerçekti. Yumuşak ses tonu dakikalardır gözlerimde biriktirdiğim yaşların usulca süzülmesine sebep oldu. “Kim kime iki haftada aşık olur ya?” dedim söylemek istediklerim bunlar olmasa da. İç çekti. “Ben seni iki hafta önce görmedim.” Bana nasıl her konuda yalan söyleyebilmişti? Şu evin içinde geçirdiğimiz saatlerin herhangi birinde bile mi hayatından küçücük bir şey anlatmayı düşünmemişti gerçekten? Öfkeyle yanağımdaki yaşları kuruladım. “Bir yalan daha. Gönder gelsin!” Acı çeker gibi bir ifade vardı suratında. Beni alıştırdığı dik duruşu kaybolmuş, yeşil gözleri buğulanmıştı. “Sarmaşık’a, Leyla’yla konuşmaya geldiğimde gördüm.” Kafamın içinde dolanan ihtimaller bir cam parçası gibi acıtıyordu tenimi. Ya Arzu’yla birlikte gerçekten o zaman çıkarsaydı bizi oradan. Olaylar nasıl gelişir, aramızdaki ilişki hangi boyuta ulaşırdı? Derin bir nefes daha aldı Arık. “Ağustos’un on dokuzuydu. İlk defa onun yanında gördüm seni.” İçinde bulunduğumuz duruma tezat bir şekilde hayran bir ifade belirdi yüzünde. “Barda oturuyordun. Üzerinde kırmızı bir elbise vardı. Dalgalı saçların beline kadar iniyordu.” Tüm detayları hatırlıyor olması bile canımı yakmıştı. “Sonra bana döndün. Aramızdaki metrelere rağmen gözlerin gözlerime değdi.” Bir yaş daha aktı yanaklarımdan aşağıya. Tuzlu tadı dudaklarımı yaktı. “Sen beni fark etmedin.” Dedi. “Ben ise o anı hiç silemedim kafamdan.” Başını yana eğdi. “Çok güzeldin.” Onun hüznünü de en derinlerimde hissettiğimde bedenimi saran yoğun yıkım ikiye katlandı. Arzu ve Çınar o kadar haklılardı ki. Ben tam bir salaktım çünkü şu an bile kollarımı boynuna dolayasım gelmişti. Yine de kaskatı bir şekilde durmayı sürdürdüm. “Leyla vazgeçti. Sadece bir şekilde seni oradan çıkarmamı istedi benden.” Diye tamamladı, cam kırıklarını andıran cümlelerini. Soğuk bir kahkaha döküldü dudaklarımdan. “Vicdanını böyle mi temizledi yani? Niye vazgeçti hanımefendi? Çınar’dan ayrı kalamayacağını mı anladı acaba?” Ben insanları tanıyamıyordum belli ki ama her defasında bu kadar da yanılıyor olamazdım. Sorunun kendimde olduğunu düşünüyordum artık. Herkes bir şekilde beni düzenli olarak kandırmayı başarıyorsa, hatayı yanlış yerde aramıştım belki de şimdiye kadar. “Ben aralarında bir şey olduğundan şüphelenmiştim ama…” durdu. Ne söylediğini kendi de çok sonradan fark etmiş olacak ki sessiz bir küfür savurdu. “Biliyor muydun?” diye sordum en sonunda ben de ses tonumu iyice alçalttığımda. “Tahmin ediyordum.” Dedi. Tahmin ediyordu! Tüm bunları benim kaldıramayacağımı da tahmin edebilseydi keşke! Bir şeyleri zamanında öğrenmeme yardımcı olsaydı ve beni bu hale düşürmeseydi! Şimdiye kadar çok defa birilerine kızmış, kalbim kırılmış ve hayal kırıklığı yaşamak hayatımın bir parçası olmuştu ama canımın bu kadar yandığını hatırlamıyordum. Çınar’ın yaptıklarından sonra bile böyle kötü hissetmemiştim. “Çınar haklıymış.” Diye geveledim ağzımda. Arık’ın kaşları çatıldığında devam ettim. “Dünya korkunç bir yer ve ben gerçekten çok safım!” Arık uzanıp elini koluma koyduğunda engel olmadım. “Hayır. Benim hatam. Söylemeliydim. Seni korkutmak istemedim sadece. Senin de bana karşı bir şeyler hissettiği…” öfkeyle lafını kestim. “Sana karşı bir şeyler falan hissetmiyorum ben.” Dedim ancak sözlerimi yalan çıkarmak ister gibi akmayı sürdürüyordu gözyaşlarım. “Beni kurtardın. Merhametliydin. İyiydin. Eh, yakışıklısın da. Aynı evin içinde sürekli, aptal bir maceraydı işte. Manasız bir çekimdi.” Ciğerlerimi kor gibi yakan nefesi dışarı bıraktım. “Bitti.” Arık öylece dikilmeyi sürdürüyordu ama içinde yaşadığı çöküşü neredeyse gözlerimle görebilecektim. Bir kez daha elimin tersiyle kuruladım yanaklarımı. “Nereye gideceksin? Babana mı?” diye sordu sonunda aramızdaki sessiz yakarışlar sona erdiğinde. “Beş yılımı Çınar’a aşık geçirdim. Onu bu kadar çabuk unuttuğuma nasıl inandım bilmiyorum ama teşekkür ederim.” Kaskatı kesilen ifadesi yüreğimi parçalasa da susmadım. “Sayende aslında neler hissettiğimi anladım. Kimin yanında gerçekten güvedeymişim anlamamı sağladın.” Kapı kolunu indirip yavaşça araladım kapıyı. “O adama gidemezsin Derin! İzin vermem. Bana kızdın diye o ruh hastası pezevenge dönemezsin!” diye gürledi dakikalardır duyduğum en yüksek sesiyle. Dudağımı büzdüm. “Niye? Sen iki haftada onun söylediği tüm yalanların toplamından daha fazla yalan söylemişsin bana. Niye o kötü olsun ki şimdi?” hala kolumda duran parmaklarına bakıp hızlıca geri çekilerek temasımızı kestim. “Delirdin mi sen? Ya da ben delireyim diye mi uğraşıyorsun?” bir saniye durup güçlü bir nefes aldı. “Tamam. İstemiyorsan karşına çıkmam söz. Yeter ki dönme oraya…” sona doğru sesi alçalmış neredeyse bir yalvarışa dönüşmüştü. Kapının önündeki ayakkabılarımı giydikten sonra son kez baktım aklımı başımdan alan yeşillere. Eriyip gitmek, yeniden o gözlerde kaybolmak istiyordum ama duruşumu korumaya devam ettim. “Hoşça kal Arık.” Tam ilerleyecekken peşimden geleceğini anlayarak bekledim. “Gelme boşuna. Vazgeçmeyeceğim. Sen öyle kararlarıma saygı duymacak bir insan değilsin. En azından o konuda yanlış tanımadığımı umuyorum.” Dedim onu kelimelerimle döver gibi ve adım sesleri kesildiğinde ilerlemeye başladım. Binanın girişine kadar tekrar durmamıştım ancak bacaklarımın bağı çözüldüğünde hareket edemedim. Beni öldüreceğini düşündüğüm çok acı yaşamıştım ama şu an içimde bir şeylerin gerçekten öldüğünden emindim. BİR SAAT ÖNCE Şebnem ve Poyraz arabaya binmiş, biz de babamla birlikte arabanın birkaç metre ilerisine kadar sessizce yürümüştük. Söyleyeceklerini merakla bekliyordum ancak ısrarcı görünmek istemediğimden ondan önce söze girmemiştim. “Mustafa’yı araştırdım biraz.” Dedi babam en sonunda kısık sesle. Kalp atışlarım hızlandı. Yalan olduğunu düşünmeden sözlerimi umursadığını görmek beni heyecanlandırmıştı. “Haklıymışsın. Çınar’la bir işler karıştırıyorlar.” Biliyordum! Kendimi tutamayarak zafer kazanmış bir ifade yerleştirdim yüzüme. “Ne demek bu yani? Çınar bir haltlar karıştırıyor o zaman. Yani yasal olmayan bir haltlar.” Diye yorum yaptım. Aysel’i tekrar bulmak ve aklıma soktuğu tüm şüpheler için ona kocaman sarılarak teşekkür etmek istiyordum. Ellerini cebine koydu babam. “Muhtemelen öyle. Mustafa tayin istemişti bu sene. İzmir’e çıktı. Birkaç güne gidecek. Onun işi bitti. Kaçıyor. Çınar bey de kendine yeni bir iş ortağı arıyor olmalı. Eh, seni… dolayısıyla beni almış olmalı radarına. Tabi, Çınar piyon. Daha büyük bir çete bunlar.” Arzu’yu öldürdüğü için onu içeri tıktıramamıştım henüz ama bu defa babam işin içindeydi. Biliyordum ki o bir suç bulduysa cezası verilene kadar yakasını bırakmazdı. “Tamam, tutuklanabilir mi o zaman?” Tereddütle öne eğildi babam. “Bir kanıt olmadığından şimdilik hayır. Pavyonda onu suçlamaya yarayacak hiçbir şey yok. Üzerine kayıtlı mal mülk sayısında bir anormallik bulamadık. Vergilerini düzenli ödemiş. Her şey faturalı. Sağlam teşkilat.” Bir anlık heyecanım söndüğünde omuzlarımı düşürdüm. “Nasıl bir kanıt olabilir ki?” Omuz silkti. “Asıl işlerinin pavyon olmadığı belli. Fuhuşla falan da alakaları yok. İyi gizlenmişler. Bak, böyle büyük bir çeteyi çökertmek aylar, belki yıllar sürer. Adım adım izleyip göreceğiz. Peşine gizli bir polis takacağım ben…” Çınar’ın işleriyle hiçbir zaman ilgilenmemiştim. O paranın suyu nereden geliyor sorgulamamış, bütün kararları alan abilerinin kim olduğunu umursamamıştım. Sarmaşık’ta işler fena gitmiyordu ama Çınar’ın yaşadığı lüks hayatı karşılar mıydı hiç düşünmemiştim. Bir an kendime kızdım çünkü daha zeki olsaydım onu çok daha önce hayatımdan çıkarabileceğimi fark etmiştim. Şimdi ise elimdeki tek seçenek belki de yıllar sürecek bir operasyona güvenmekti. Ofladım. “Ne kadar ceza alır peki?” “Düşündüğüm kadar büyük bir işse, girdiğinde bir daha çıkamaz.” Ölene kadar ondan kurtulmamın bir şansı vardı ancak elimden gelen hiçbir şey yoktu. Ondan uzakta, onunla ilgili ufacık bir ipucu dahi bulamazdım. Aylarca, yıllarca bekleyecek sabrım kalmış mıydı ki? O süre zarfında Çınar’ın bana ya da bir başkasına daha zarar vermeyeceğini nereden bilecektim? Beni tehdit edip duracak, bir noktada Arık’ın başını da belaya sokacaktı. Aniden öncekinden daha büyük bir telaş kapladı yüreğimi. Gözlerim bir noktaya daldığında uyardı babam. “Derin Ece. Bak, beş yıl kalmışsın bu adamla. Eğer hatırlayabileceğin başka detay varsa…” kollarımı göğsümde bağlayıp, sıkıntıyla iç çektim. “Yok. Salak kafam. Nasıl olmaz? Onca zaman nasıl hiçbir şeyden şüphelenmem?” Babam tereddütle de olsa elini omzuma koydu. “Ben halledeceğim. Ne kadar sürerse sürsün. Eninde sonunda onu tıkacağım içeri. Lütfen sen artık uzak dur şu adamdan.” Dedi üç gün önce aramızı bulmaya çalışmıyormuş gibi. Usulca başımı salladım ancak kafamın içinde çok daha farklı bir senaryo dönüyordu. “Kanıt. Herhangi bir kanıt lazım sadece yani.” Diyerek emin olmak istedim ama cevap vermedi babam. “Hadi eve çık sen.” Diye uyardı onun yerine ve arkasını dönüp arabaya doğru ilerledi. Onu izlerken göz göze geldiğim Poyraz’a el salladım. Hali hazırda ona döneceğime garip bir şekilde körü körüne inanmıştı Çınar ve belki de, beni kaybetmeyi tattığı için onun bana karşı en savunmasız olduğu zamandı. Kanıt… Aysel’in kelimeleri bir türlü aklımdan çıkmıyordu ve beni iyice allak bullak etmeye başlamıştı. En iyi kanıtı, ona en yakın kişi bulurdu. Ona en yakın kişi bundan iki hafta öncesine kadar bendim üstelik…
💔 Ayy ne soracağımı hiç bilmiyorum bu bölüm. Derin çıldırdı, Arık delirdi... Ortalık yandı bitti kül oldu. Derin'in ne yapmak istediğini anladınız mı onu sorayım. Çünkü bir şeylerin peşinde olduğunu açıkça belli edebildiğimi düşünüyorum. Edemediysem de söylemiş oldum. :) Kime kızgınsınız, neye en çok şaşırdınız? Yorumlarda belirtin lütfen. Üç dört bölüm saç baş yolacağız benden demesi. Heyecan geldi ama kitaba ya. :)) Kendinize dikkat edin. Önümüzdeki bölüm görüşmek üzere. :) |
0% |