@melikemn
|
💔 İnsan duygularını yitirir miydi? Nefret, özlem, sevgi, kin… Yüreğimde hissedebileceğim ne kadar iyi ya da kötü duygu varsa hepsi beni bırakıp gitmişti sanki. Yatağın üzerinde, kollarımı iki yana açmış uzanırken her şey gibi, herkes gibi onlar da yalnız bırakmışlardı beni. Saten yatak örtüsünün ucunu çekiştirdim. Ne kadar süredir titrediğini bilmediğim bedenimin üzerine örtüp bir nebze ısınmaya çalıştım çünkü sadece dişlerimin birbirine vurararak, beynimin içinde oluşturduğu ses yüzünden bile ölmek istiyordum. Kapının kilidinin çevirildiğini duydum ancak yumduğum gözlerimi açmadım. Usulca vücudumu yan çevirip, ellerimi başımın altına koydum ve uyuduğumu düşünmesini umarak hareketsizce yatmayı sürdürdüm. “Gülüm…” diye geveledi Çınar ağzında aynı anda adım sesleri de kulaklarıma ulaşırken. “Ne uykusu bu saatte? Hazırlan hadi. Yemeğe çıkacağız.” O kadar sıradan bir tınıyla söylemişti ki cümlelerini, dün akşam yaşadıklarımızın kafamın içinde uydurduğum bir hayal olduğunu düşünecektim neredeyse ancak elimin altındaki kısacık saçlarım bana gerçekliğini en acı şekilde hatırlatıyordu. Onun beni rahat bırakıp gitmeyeceğini bildiğimden iç çekerek araladım gözlerimi ve etrafa mutluluk saçan gülümsemesine karşın alaylı bir ifade yerleştirdim yüzüme. “Aç değilim.” Odanın ortasına kadar yürüdü Çınar. Sonra yatağın ucuna oturup elini bacağımın üzerine koydu midemi bulandıran bir şefkatle. “Kaç saattir buradasın? Ne demek aç değilim? Hasta olursun sonra.” Sanki kapıyı üzerime kilitleyip giden o değilmiş gibi az daha beni suçlayacaktı yemek yemediğim için. Soğuk bir kıkırtı döküldü dudaklarımdan. “Şaka gibisin gerçekten…” Göz ucuyla Çınar’a baktığımda hareketlendi. Yatakta yukarı tırmanıp tam arkama yerleşti ve kolunu belime doladı. “Saçların için üzüldün sen değil mi? Ama böyle daha güzel oldu biliyor musun?” enseme bir öpücük kondurdu. “Yine sadece bana aitsin artık. Biz, sen sadece bana aitken ne kadar mutluyduk Derin hatırlasana.” Ağzından akıl almaz bir sakinlikle dökülen kelimeler, bütün organlarımı saran bir öfkeyi harlıyordu ama otokontrolümü tümüyle kaybetmemiştim henüz. Bana yaşattığı ne varsa, bedelini ödediğini gördüğüm güne kadar ölmeyecek, öldürmeyecektim. İçimde yeniden duygu kırıntıları canlandığında, kasvetli bir iç çektim. Parmaklarını kolumun üzerinde gezdirdi Çınar. “Şöyle yapalım.” Dedi mükemmel bir fikir bulmuş gibi heyecanla. “Giderken bir kuaföre uğrayalım. Şöyle çeki düzen versinler saçlarına. Kendini daha iyi hissedersin.” Bir vicdanı olduğunu düşünmediğimden, yaptıklarından pişman olmadığını biliyordum. Her zaman ki Çınar’dı işte. Yakıp yıkar, sonra saçma sapan jestlerle gönlümü alacağını zannederdi. Şimdi beni kuaföre götürecek, sonra da tüm yaşadıklarımızı unuttuğuma, kaldığımız yerden devam edebileceğimize inanacaktı. Öyle olsundu. “Tamam.” Dedim yattığım yerde huzursuzca kıpırdanıp, onun bedenime yaslanmış bedeninden kurtulmaya çalışırken. “Üzerimi değiştireyim ben.” Doğruldum ve ondan tarafa bakmadan banyoya ilerleyip, kapıyı sertçe kapattım arkamdan. Dünden beri kaçıncı defa olduğunu bilmediğim kez baktım aynadaki yansımama. O, Arık benim saçlarıma dokunduğu için saçlarımı kestirebiliyorsa, ben o Arzu’yla yattığı için ona ne yapmalıydım? Her bir uzvunu tek tek bedeninden ayırmalı mıydım mesela? Erkekliğini koparıp, Arzu'nun teninde gezdiğini bildiğim ellerini mi kesmeliydim? Çeşmeyi açıp, soğuk suyu büyük bir hiddetle çarptım suratıma. Ellerimi lavabonun kenarına yaslayıp dudaklarımın dibine kadar gelen kusmuğumu yuttum. Dünden beri çok defa kusmuğunu yutmak zorunda kaldığımdan olsa gerek, ağzımın içindeki acı tattan kurtulamıyordum bir türlü. Yine de kendime bir söz vermiştim. Bana bıraktığı her acıyla daha da güçlenecektim bundan sonra. Dik duracaktım. Nasıl olacağını, nasıl toparlanacağımı bilmiyordum ama bir şekilde yapacaktım. Öfkeme de kinime de sahip çıkacaktım artık. Onunla, onun anladığı dilden konuşacak, yıllardır bana oynadığı aşık oyununa eşlik edecektim. Aynı sinsilikle, aynı yalancılıkla ve aynı şekilde yakarak canını... Dün uzun saçlarımdaki karmaşayı çözmek için kullandığım ve aynanın önüne bıraktığım ince tarağa uzandım. Omuzlarıma dahi değmeyen saçlarımı tararken ne kadar çirkinleştiğimi düşünüyordum. Kısa saç yakışmıyordu ki bana. Hem ben saçlarımı örmeyi, bağlamayı, topuz yapmayı severdim. Daha yeni düzelttiğim saçlarımı, hiddetlenerek tekrar dağıttım ellerimle. Hiçbir türlüsü güzel görünmüyordu zaten. Varsın dağınık kalsındı. Tiksintiyle baktığım aynadaki Derin’e bir an acımaya başlamıştım. Beni mutlu eden ne varsa, hepsini elimden almaya ant içmişti sanki Çınar. Büyük, küçük fark etmeksizin hayatımda bana mutluluk verebilecek her şeyi yok ediyordu. Yeniden odaya döndüğümde, Çınar’ı yatağın üzerine uzanmış, telefonunu kurcalarken buldum. Önce bütün kötü duygularımı çekip almasını umarak güçlü bir nefes doldurdum ciğerlerime ve aynı şiddetle geri bıraktım. Sonrada geldiğimi fark etmediğini düşünererek sesli bir şekilde boğazımı temizledim. “Güzelim. İyi misin?” dedi kirpiklerinin altından, dikkatle bakarken. Usulca başımı salladım. “İyiyim.” Tam sakinleştiğimi ummuştum ama aklıma gelen başka bir şey yüzünden yeniden kasıldı vücudum. “Çınar?” diye mırıldandım oldukça sıradan bir ses tonu kullanmaya çalışarak. “Efendim gülüm.” Dolabın karşısına geçip, dün yerleştirdiğim kıyafetleri incelemeye başladım. “Bu evde de var mı kamera?” Yirmi dört saattir bu odada olduğum için her bir köşesini inceleme fırsatı bulmuş, kamera falan da görmemiştim ama belli mi olurdu? Çınar’dı bu. Bir yerlere gizlemiş ya da herhangi bir eşyanın içine bile koymuş olabilirdi. Çınar’ın ne ara yataktan kalktığını anlamadığım için eli belime değince irkildim. “Merak etme. Çalışma odasında var sadece.” Dedi bunun beni yatıştırması gerekiyormuş gibi. Bu evde bir çalışma odası olduğunu bile bilmiyordum. Rahat bir nefes koyuverdim ancak gerçekten rahatlamış hissetmiyordum. Aksine daha fazla gerilmiştim. Kamera olan bir odayı, öylece girip karıştıramazdım. “Niye orada var ki?” diye sordum yine düz bir sesle. “İşle ilgili evraklar falan var. Bir de kasa tabi. Gerçi burası epey güvenlikli bir site ama. Ne olur ne olmaz. Bazen bizim abiler geliyor, işle ilgili toplantıları falan burada yapıyoruz. Kimseye güvenmem bilirsin.” Birkaç saniye konuşmadım. Kafamın içinde doğru hamlenin ne olacağını düşünüyordum. Seçeneklerimi değerlendirdim hızlıca. Zorlanacaktım ama tüm riskleri de göze alıyordum. Yüzüme yarım yamalak bir tebessüm yerleştirip, çenesini omzuma yaslamış olan Çınar’a çevirdim bakışlarımı. “Ya, madem burada da kasa var. Getirsen ya benim takılarımı da. Şuna bak. Bomboş kaldı elim kolum.” Dedim sitem ederek. Önce odayı bir görmeliydim. Sonra neler yapabileceğime bakacaktım. “Sen yeter ki iste gülüm. Gerekirse yüz kasa mücevher yığarım ben buraya. Hallederiz yarın.” Memnun bir ifadeyle önüme döndüm tekrar ve siyah pantolunumu ve siyah, kalın askılı bluzumu çıkardım. “Nasıl?” diye sordum Çınar’a gönlü olsun ve dikkati dağılsın diye. Yanağıma bir öpücük bırakıp geri çekildi. “Harika.” Kıyafetleri yatağın üzerine bıraktım. “Hadi sen çık da ben hazırlanayım.” Çınar söylediğimin aksini yaparak yatağın üzerine uzandı tekrar. “Seni izleyeceğim.” Dedi sinsi bir ifadeyle. Bir an için bocalayarak dehşet dolu gözlerimi ona çevirdim. Ardından fazla tepki verdiğimi fark ederek gülümsemeye çalıştım. “Banyoda giyinip geleyim o zaman.” Dedim yatağa koyduğum kıyafetlere uzanarak. Ani bir hamleyle benimle aynı anda kıyafetleri yakaladı Çınar. “Derin…” diye fısıldadı dudaklarını yaladıktan sonra. “Burada giyin.” Geçtiğini sandığım mide bulantım kaldığı yerden bedenime hükmetmeye başladığında suratımı buruşturdum. “Hayırdır? Niye seni ilk defa çıplak görecekmişim gibi davranıyorsun?” gözlerinde aşina olduğum karanlık ifade belirdiğinde stresle yutkundum. Onun bana dokunuyor olmasına bile tahammül edemiyordum. Daha ilerisine katlanamazdım. “Yok ondan değil de…” stresle, tutmaya devam ettiği kıyafetleri çekiştirdim. “Regl oldum. O yüzden. Banyoda değiştirsem daha iyi.” Bir saniyeliğine şüpheyle yüzümde gezdirdiği gözleri kısıldı. En sonunda usulca başını sallayıp ellerini gevşetti. “Geliyorum iki dakikaya.” Dedim kaçar gibi uzaklaşarak ancak banyoya girmeden hemen önce konuştu tekrar. “Telefonunu yatağın üzerine bıraktım. Kapıda bekliyorum.” Dönüp ona bakmadım ve o arkamdan geçip odadan çıkarken ben de banyoya girip örttüm kapıyı. Sonra bunun yeterli olmayacağına karar vererek olabildiğince sessiz hareketlerle kilidi çevirdim. Yalnız kaldığımda telaşım akıl almaz bir boyuta ulaştı. Çınar bir hafta sonra reglimin bittiğini düşündüğünde nasıl kaçacaktım? Elimi çabuk tutmam, bir an önce ondan kurtulmam gerekiyordu ama o beni odalara kilitleyip durursa hiçbir şey yapamazdım ki. Telefonumu bırakmıştı. Bu işin içinden kendi başıma çıkamayacaktım belli ki. Ne aradığımı, ne bulmam gerektiğini söyleyebilecek birisi lazımdı. Hızlıca üzerimi değiştirip yeniden odaya döndüm ve telefonumu aldım. Direk Google’a girip arama yapacaktım ama sonra aklıma gelen başka bir ihtimal yüzünden duraksadım. Ya Çınar telefonuma beni takip edebileceği ya da dinleyebileceği, daha fenası izleyebileceği bir uygulama falan yüklediyse? Böyle şeylerden anlar mıydı, daha önce yapmış mıydı bilmiyordum ancak son birkaç hafta içinde neler yapabileceğine şahit olmuştum sonuçta. Böyle bir riske giremezdim. Telefonu fabrika ayarlarına döndüre tıklayıp, bunun işe yaramasını umdum. Çınar’ı bekletmemek için şimdilik kimseyi aramayacaktım ama elime geçen ilk fırsatı değerlendirmeliydim. Sabırlı olmalıydım. Adım adım, parça parça, ilmek ilmek onu ipe götürecektim. 💔💔 Yemek yiyeceğimiz restoranın içinde ilerlerken, yeni saçlarım yüzünden çıplakmış gibi hissetmeye başladığım için tedirgin yürüyordum. Omuzlarımın hemen üzerinde biten dalgalarımı sürekli kontrol ediyor, sanki hala bir saçım olup olmadığından emin olmaya çalışıyordum. Kuaförde çok uzun kalmamıştık ama en azından benim dün akşam yamuk yumuk kestiğim saçlarıma bir şekil verebilmişlerdi. Hala bence korkunç görünüyordu ancak gözümün yavaş yavaş alışacağını umuyordum. Sonuçta… Başka çarem de yoktu. “Gel bak, cam kenarına oturalım.” Dedi Çınar elini belli belirsiz belime yerleştirip beni yönlendirirken. İlk defa dışarıda yemek yemeye gelmiyorduk elbette ancak ilk defa bana bu kadar kibar davranıyordu. Bu yüzden dün onun ne kadar kibar olduğunu düşündüğüm anda yaptıklarını hatırlayınca gerildim tekrar. Yeni bir cezayı daha sakinlikle karşılayabileceğimi sanmıyordum. Çınar önüme geçip sandalyemi çekti. Ardından tam karşımdaki sandalyeye yerleşip ellerini masanın üzerinde birleştirdi. “Sana bir sürprizim var.” Diye geveledi ağzında heyecanlı bir sesle. Göğsümün ortasına bir ağırlık çöktü. “Eğer yine makas falan aldıysan…” Yaşadığımız çok komik bir anıdan bahsediyormuşuz gibi kahkaha attı. “Birileri sana dokunmadığı sürece, makasa ihtiyacımız yok.” Dedi bir de espri yaparak. Gözlerimi devirme isteğimi bastırarak bakışlarımı üzerine sabitledim. Çınar lacivert ceketinin cebinden kırmızı, küçük bir kutu çıkardı. Kalbim duracaktı. Ağır çekime alınmışız gibi oldukça yavaş hareketlerle açtı kutunun kapağını ve hemen önümdeki tabağın üzerine bıraktı. Önce onun mutluluk saçan gülümsemesine, sonrada kutunun ortasındaki büyük, tek taş yüzüğe baktım. “Bu ne?” diye sordum korkuyla. Hiç cevabı duymak istemiyordum ama kalkıp masayı terk edemeyeceğime göre sohbeti bir şekilde ilerletmeliydim. “Yüzük işte.” Dedi Çınar. Haklıydı. Ne olduğu gün gibi ortadaydı elbette ama zaten öğrenmeye çalıştığım da o değildi. “Yani… Ne yapacağım ben bunu?” sesim mi titriyordu? Otokontrolü sağlamaya ne olmuştu? Çınar bir kez daha kahkaha attı. “Heyecandan beynin durdu herhalde. Takacaksın gülüm başka ne yapacaksın yüzüğü? Tövbe tövbe.” Tansiyonum düşmüştü sanırım çünkü başım dönüyordu. Kuruyan dudaklarımı yaladım hızlıca. Bir şeyler söylemeliydim ama ne diyeceğim hakkında ufacık bir fikrim dahi yoktu. Sessizliğimden gerilmiş olan Çınar’ın gülümsemesi soldu. Bunun yerine, olabilirmiş gibi kahvenin en koyu rengi olan gözleri iyice koyulaştı. “En son sana evlenme teklifi etmiştim ya. Hani Selim gelmeden önce.” Allah kahretsin ki hatırlıyordum ama o konuyu o gün kapattığımızı ummuştum. Kaç gündür yaşadıklarımızdan sonra oturup normal bir şekilde evlilik konuşacak değildik ya. O arada ben onu bıçaklamıştım ve o da beni şikayet edip hapse attırmıştı sonuçta. Aramızda yürüttüğüm sahte ilişki kaç gün sürerdi kestiremiyordum ama sahte bile olsa bir revizeye ihtiyacı yok muydu? Onu bir kez daha bıçaklama ihtimalimden hiç rahatsızlık duymuyor muydu mesela? Benden gram şüphelenmemesi tabi ki işime gelirdi ama gerçek bir salak olduğumu düşünmesi de sinirlerimi bozdu. “Öyle de… Biraz ağırdan alırız diye düşündüm ben.” Dedim sonunda göz ucuyla önümdeki yüzüğe bakarken. Mideme korkunç bir kramp girmişti ve dik durmam neredeyse imkansızdı. Ya ben Çınar’ın işlerini ortaya çıkarmadan o beni nikah masasına oturmak zorunda bırakırsa… Ne yapacaktım? “Beş yıldır yeterince ağırdan almadık mı? Yaramıyor bize bu sevgililik işleri. Kıyalım nikahımızı otur evinde mis gibi.” İmalı bir ifade belirdi yüzünde. “Çoluk çocuğa karışırız hem belki. Belli mi olur?” Bir saniye ciddi olmadığını umarak baktım gözlerine. Ciddiydi. Yutkundum. Terleyen avuç içlerimi pantolonuma sürterek kuruladım ve stresle iç çektim. Bu yüzüğü bana birkaç yıl önce vermiş olsa mutluluktan havalara uçardım. Hatta belki geçen sene bile vermiş olsa, tereddüt eder ama bir şekilde sonunda ikna olurdum. Şimdi ise tek istediğim bu yüzüğü alıp ona... Kafamın içindeki düşüncelerden kurtularak boğazımı temizledim. “Yani…” Tam kendimi türlü bahanelerle itiraz etmeye hazırladığımda şükürler olsun ki telefonun sesi girdi aramıza ve ben biraz daha zaman kazanmış oldum. Çınar cebindeki telefonu çıkarıp açtı ve kulağına götürdü. Bu sırada ben de bakışlarımı kararmak üzere olan gökyüzüne çevirdim. “Konuştum. Ayarladım tarihi.” Dedi ben onunla ilgilenmiyor, hatta onu duymuyormuş gibi davranırken. Kafamın içinde evlilik fikrinden kaçmanın yollarını arıyordum. “On dört Ekim.” Derken sesini alçalttı. On dört Ekim… Didem’le Furkan’ın düğünü vardı. Muhtemelen ben katılamayacaktım ama yine de hatırlamak bile mutlu olmamı sağlamıştı. Olanları duyunca onlar benim hakkımda ne düşeneceklerdi emin değildim ama olsundu. Onları sevmiştim. Gerçi Furkan’ı daha az sevmiştim ama her şeye rağmen ikisi de benim için hep özel kalacaklardı. “Yarın gel Sarmaşık’a konuşalım. Telefonda mı anlatayım salak?” Derken neredeyse fısıltıyla konuşuyordu Çınar. Ondan tarafa bakmıyordum ama kulak kabartmıştım. Aniden kızdım kendime çünkü yıllardır defalarca kez bu tarz konuşmalara şahit olmuştum. Başka tarihler de duymuş ve aslında onun işine fazlasıyla aşina olabileceğim anlar yaşamıştım ama hiç umursamamıştım. Belki biraz daha dikkatli olsaydım, Aysel kadar hakim olsaydım bu işlere, Çınar'dan çok daha önce kurtulabilirdim. “Müsait değilim şimdi. Sonra atarım sana adresi de.” Dedi bıkkınlıkla. Bir saniye sonra, “Güzelim?” diye seslendiğinde telefonu kapattığını anladım ancak duymazlıktan geldim. “Derin?” dedi bu defa da. Uykudan uyanıyormuş gibi silkelenerek çevirdim bakışlarımı üzerine. “Ay, dalmışım bir an. Bitti mi konuşman?” Gülümsedi. “Bitti.” Gülümsemesine karşılık verdim. “Bir şey söyleceğim o zaman.” Bu benim bulduğum ilk ipucumdu ancak umutlanmamı sağlamıştı. Onun bir boklar karıştırdığından neredeyse emindim ve en azından on dört ekime kadar yanında kalmam gerekiyordu. “Söyle gülüm.” Dedi hayran bir iç çekişle. Bunu bir oyun gibi düşünebilirdim. Çınar severdi oyunları. Bakalım bu evcilik oyunu da hoşuna gidecek miydi? Önümdeki kutuda duran yüzüğü parmağıma geçirdikten sonra başımı usulca yana eğip dudağımı büzdüm. “Bu yüzük büyük bana. Daralttırabilir miyiz?” Çınar’ın tebessümü genişledi. Elimi tutup parmağımda sallanan yüzüğü çevirdi birkaç kez ve en sonunda çıkardı. “Boşver.” Dedi hevesle geri kutusuna koyarken. “Yenisini alırız.” Sanki parmağıma bir yüzük değil de, bileklerime bir kelepçe geçirmiş gibi gerilmiştim ama belli etmedim. Çınar sırtını geriye yaslayıp derin bir nefes bıraktı dışarı. “Oh be. Keyfim yerine geldi. Şöyle güzel bir yemek sipariş verelim. Bir şişe de şarap açtırayım bize. Nişanımızı kutlayalım.” Yarım yamalak bir tebessüm yerleştirdim yüzüme. “Kutlayalım tabi.” Çınar bir el hareketiyle garsonu masaya çağırdı ve bana sormadan ikimiz adına sipariş verip gönderdi. Pek bir şey yiyesim olmadığından ne söylediği de umurumda değildi. Çınar’ın karşısında pot kırmamak için mutlu bir imaj çizmeye çalışıyordum ama kendimi boğazlayasım ve bu işkenceye son veresim vardı. Korkuyla karışmış endişemi gizlemek için dakikalardır hatta saatlerdir kaskatı durduğumdan başım zonklamaya başlamıştı. Elimi şakağıma yaslayıp ovaladım. “Ne oldu?” diye sordu Çınar, uzanıp elini masanın üzerinde duran elimin üzerine koyarken. “Başım ağrıdı biraz.” Dedim sıradan bir tavırla. Soru soruyor olmasına tahammül edemiyor gibi görünmemek için avaz avaz bağırmak istememe rağmen, olabildiğince kısık sesle konuşuyordum. Çınar yanıma gelmek için oturduğu sandalyeden kalktığında bakışlarımı ona çevirdim. Bize doğru yaklaşan Kemal’i de o an fark etmiştim. “Kemal geliyor.” Diye geveledim ağzımda. Çınar sandalyeyi çekerken Kemal masaya çok yaklaşmıştı. “Hayırdır lan?” dedi gergin bir tonlamayla Çınar. Eğer bir şey olmasaydı Kemal kalkıp buraya kadar gelmezdi. Onun görevi dışarıda beklemekti. Bu yüzden yine işle ilgili bir durum olabileceğini düşünerek açtım kulaklarımı. “Abi şu polis…” Kafama balyoz indirmişler gibi bir ağrı saplandığında yüzümü buruşturdum. Kalbimin atışları aniden öyle bir hızlanmıştı ki birileri duyacak diye korkarak biraz geri çektim kendimi. Çınar göz ucuyla bana baktığında ilgilenmiyormuş gibi davranmaya çalışmıştım ama bu defa gerçekten kontrolü kaybetmek üzereydim. “Kim?” diye sordu Kemal’e fısıltıyla. Yine de zorlukla da olsa sesini duyabiliyordum. “Arık mı ne o işte.” Ellerimi yasladığım başımı öne eğip gözlerimi yumdum. İçimden lütfen başını belaya sokmamış olsun diye dua ediyordum ama birlikte geçirdiğimiz zaman diliminde onu az çok tanımıştım. Bu yüzden başını belaya soktuğundan da oldukça emindim. “Ne yapmış?” “Eve gelmiş abi. Yengeyi sormuş.” Göğsümün ortasına güçlü bir ağırlık çöktü. Ağlamak istiyordum ama o kadar sırası değildi ki… Düzenli nefes alabilmeyi denesem de ciğerlerimde hiç hava kalmamış gibi kesildi soluğum. “Tek başına mı?” dedi Çınar şaşkınlıkla. Kemal anında onayladı. “Evet.” Birkaç saniye sessizlik olduğunda kirpiklerimi kırpıştırarak yeniden görüşümü kazandım. Çınar sırtını dikleştirmiş, beni izliyordu. “Güzelim, sen de duy bak. Neler olmuş neler?” Muhtemelen kirece dönmüş suratım yüzünden tüm dikkatini bana verdi. Yutkunmaya çalıştım. Olmadı. “Altı yedi adam vardı evde. Sen olmayınca tabi, orada güvenliği de arttırdık biraz ne olur ne olmaz diye.” Diyerek anlatmaya devam etti Kemal. Bedenimi saran titremeyi bastırabilmek için ellerimi birbirine sürtmeye başladım. “Manyak mı lan bu adam? Ruh hastası.” Dedi Çınar. “Geleceksin, benim evimde, benim kadınımı görmek isteyeceksin. O kadar adam seni sağlam çıkarırlar mı oradan?” Kemal’le konuşuyordu ama biliyordum ki sözlerinin muhattabı bendim. "Öldürmüşler mi?" diye sordu. Mideme bir yumruk yemiş gibi sarsıldım. Gerçekten başına bir şey geldiyse ne yapacaktım? İyi olup olmadığını nasıl öğrenecektim? Onu nasıl görecektim? Ya da bundan sonra onu görebilecek miydim? Hissettiğim üzüntüyü bastırabilmek için belki de, vücudumda ne kadar duygu varsa hepsi birer öfkeye dönüştü. Yumruklarımı sıktım ve Çınar’a ağzıma gelen ne varsa söylemek için dudaklarımı araladım ancak bir kez daha Kemal konuştu. “Yok abi. Pataklayıp göndermişler. O da karşılık falan vermemiş." Omuzlarımı düşürdüm. Deliydi Arık. İçinde şiddet yanlısı bir psikopat yatıyordu. Karşılık vermeden, öylece durmazdı ki… Dengemi kaybedeceğimi anlayınca ellerimi sandalyenin kenarına koydum. “İyi, aklı başına gelmiştir belki.” Dedi Çınar bıkkın bir ifadeyle ve önüne döndü. “Bir daha gelmeye kalkarsa bana söylemeden bırakmasınlar.” Elini kaldırıp silkeledi Kemal’e doğru. “Hadi git sen.” Kemal yalnızca başını sallamakla yetindi ve geldiği yoldan uzaklaştı. Baş başa kaldığımızda, Çınar kafasını onaylamayan bir tavırla salladı. “Öldürtecek kendini it.” Normal sayılabilecek bir tepki vermeliydim ama kımıldamaya dahi gücüm yoktu. Mimiklerimi kontrol edebiliyor muydum ondan bile emin değildim. Dik oturmaya ve sakin davranmaya uğraştım. “Saçmalık gerçekten. Deli midir nedir?” Diyebildim en sonunda. Neyse ki bir şişe şarap ve iki kadehle masamızın önüne gelen garsonu görünce dikkatini üzerimden çekti Çınar ve konu da şimdilik kapanmış oldu. Berbat ruh halim ise uzun süre yerini koruyacak gibiydi. Garson gidince Çınar kolunu bana dolayıp, kafamı göğsüne yasladı. “Masaj yapayım biraz sana?” dedi Kemal gelmeden önceki sorunuma odaklanarak. Dakikalar sonra derin bir nefes almayı başararak ofladım. “Migrendendir. Gidip bir elimi yüzümü yıkayayım en iyisi.” Dedim zorlukla çıkan sesimle. Kolunu gevşetip, geri çekilmeme izin verdi. “Gel, götüreyim ben seni.” Ayağa kalkarken kaşlarımı çattım. “Çocuk muyum ben Çınar? Tuvalete de mi beraber gideceğiz? Kaçacak halim yok ya.” Beni duymamış gibi hemen ardımdan ayaklanıp, parmaklarını parmaklarıma doladı. “Eh,” diye mırıldandı imalı bir sesle. “Kaçmışlığın var ya hani.” Masanın köşesindeki çantamı alıp omzuma astım ve Çınar’a itiraz etmekle vakit kaybetmek istemediğim için beni sürüklemesine izin verdim. Aklımın içinde yalnızca Arık dolandığından başka hiçbir şey yapacak ya da herhangi bir cümle kuracak enerjiyi bulamıyordum. Çınar, kadınlar tuvaletinin önüne geldiğimizde ancak bıraktı elimi ve kapının tam yanındaki duvara yasladı sırtını. “Buradayım.” Dedi bir uyarı niteliğinde, gözlerini gözlerime diktiğinde. Sahte bir gülümseme yerleştirdim yüzüme. “Tamam.” Kapıyı açıp içeri girdim. Şükürler olsun ki içerisi boştu. Aceleyle çantamdaki telefonu çıkarıp, arama motoruna Avukat Didem Öztürk yazdım. Ellerimin titremesi yavaşlamış dahi olsa, tamamen geçmediğinden bocalıyordum ancak sonunda numarasını bulabildim. Telefonu kulağıma götürürken heyecandan ölüp gidecektim. Üçüncü çalışta açtı Didem. Tuvaletin en ucuna kadar yürüyüp, adeta köşeye sindim ve “Alo?” dedim neredeyse fısıltıya. “Ceza avukatı Didem Öztürk.” Dedi düz bir sesle. Kendimi toparlayabilmek adına birkaç kez boğazımı temizledim. “Didem. Benim Derin.” “Derin!” diye gürlediğinde telefonu kulağımdan uzaklaştırmak zorunda kaldım. “Neredesin sen? Çınar’a mı döndün gerçekten? Aklını mı kaçırdın? Arık delirmiş durumda.” Arka arkaya sıraladığı cümlelerin arasından bir tanesini çekip çıkardım. “Arık iyi mi?” Bir saniyelik yıllar süren bir sessizlik oldu aramızda. “İyi.” Dedi en sonunda ses tonunu alçaltarak. “Biraz dayak yemiş. Yanında Furkan. Öyle söyledi. Önemli bir şey yokmuş ama. Biraz da sarhoştur belki.” Ne zaman tuttuğumu hatırlamadığım nefesimi serbest bıraktım. “Şükürler olsun.” “Ne yapıyorsun sen orada? Daha o adamı hapise attıracaktık birlikte. Ne işin var yanında?” diyerek tekrar azarlama kısmına döndü Didem. Onu aramakla ilgili planlarım vardı elbette çünkü bu işlerden anlayan, ulaşabileceğim ve güvenebileceğim tek tanıdığımdı ama bu kadar çabuk olacağını düşünmemiştim. Yine de madem numarasını bulup, ona ulaşmıştım bir yerden başlamam gerekiyordu. “Didem.” Dediğim sırada içeri birisi girince çeşmeyi açtım. Kadının tuvalete girip kapıyı örtmesini bekledikten sonra da konuşmaya devam ettim. “Yardımına ihtiyacım var ama kimseye söylememen lazım.”
25 Ağustos 2024 “İyi ki doğdun Derin! İyi ki doğdun Derin! İyi ki doğdun, İyi ki doğdun. Mutlu yıllar sana!” Elinde tek kişilik uğur böceği şeklindeki bir pastayla karşımda dikilen Arzu’ya bakarken kahkaha atıyordum. “Ya, dünyanın en güzel pastası olabilir mi bu?” diye sordum gülüşlerimin arasından. Üzerinde bir adet mum bir de not vardı. “Dünyanın en güzel kızının pastası olduğu için olabilir mi acaba?” dedi uzanıp yanağımdan makas alırken. Notu okuyabilmek için hafifçe öne eğildim. “Ömrünün geri kalanını daha iyi insanlarla geçirmen dileğiyle. Doğum günün kutlu olsun ufaklık.” Yoğun bir duygu seliyle, yaşaran gözlerim yüzünden suratımı buruşturdum ve başımı yana eğdim. “Teşekkür ederim.” Dedim ağlamamak için kendimi zor tutarken. Özel günlerle pek aram yoktu aslında ancak doğum günlerine önem verirdim. Bu yüzden bugün alacağım her hediyenin beni ağlatacağını biliyordum. Gerçi Çınar hediyesini günler öncesinden vermişti ve burada aramın iyi olduğu tek kişi de Arzu’ydu. Başka bir hediye beklentim de yoktu. Annem olsa bir sürü toka ve rengarenk takılar alırdı. Babam ise mutlaka iki kitap. Dünya klasiklerinden. Çok ince olmayanlarından ama. Ben kitap okumayı pek sevmezdim ama onun bana kitap almasını hep çok sevmiştim. En son annem ölmeden önceki doğum günümde hediye almıştı bana. Sonrasında evimize bir daha ne hediye girmişti ne de pasta. “Hadi gel, yiyelim pastanı.” Dedi Arzu omzumu dürtüp beni buruk sevincimden ve anılarımdan ayırarak. Başımı sallayıp onayladım onu. Birlikte kutladığımız ilk doğum günümdü. Umarım her sene de benimle birlikte olurdu çünkü o Sarmaşık’ın bana verdiği en güzel hediyeydi. Arzu pavyondaki, öğle saatleri olduğu için bomboş olan masalardan en büyüğüne oturdu. “Dur çay da getireyim bize. Çınar kesin demlemiştir.” Diyerek hareketlendim ve Çınar’ın odasına yöneldim. Onunla bağımlı gibi çay içtiğimiz günleri hatırlıyordum. Ortak tek noktamız bile olabilirdi hatta. Uzun zamandır hiç insan gibi oturup bir çay içmemiştik gerçi ama gün boyu çaycısı hep açıktı. Yalnız olduğunu bildiğimden kapıyı çalmadım ancak beni görünce yüz hatları gerildiği için hata yaptığımı geç de olsa anlamıştım. “Sikeceğim yapacağınız işi lan!” diye gürledi bana eliyle çıkmamı işaret ederken. Yüksek ses tonu ödümü kopardığından bir süre kımıldamadan öylece durdum. “Tamam, topla gece adamları! Bırakır mıyım ben paramı üç beş piçe?” dedi dişlerinin arasından. Sonra da bana doğru yürümeye başladı. Korkuyla geriye sendelediğimde kolumu çoktan yakalamıştı. Telefonu kulağından uzaklaştırıp, yüzümü yüzüne yaklaştırdı. “Yeşim çık demiyor muyum sana? Almıyor mu kafan?” Nefesimi tuttum. “Ben, Arzu pasta almış da bana. Çay…” beni tutup kapının dışına itince cümlem yarıda kesildi. “Pastasına da, çayına da. Benim derdime bak. Karının derdine bak. Ya sabır.” Bir yandan söylenirken bir yandan da kapıyı yüzüme kapatmıştı. Gözlerim bu defa sinirden ve korkudan yaşardığında hızlı adımlarla döndüm Arzu’nun yanına. Halimi görünce kaşlarını çattı. “Ne oldu be?” Kırmızı, kadife koltuğa oturup koyduğu iki çataldan birini elime aldım. Pastayı yemeye başladığımda ağzım dolu dolu konuştum. “Aman ne bileyim. Deli midir nedir? Kovdu beni odadan yaka paça. Bok herif.” Arzu’nun yüzü gölgelendi. “Hayvana bak. Doğum gününde yapılacak iş mi?” Küçük bir çocuk gibi omuz silkip pastadan bir çatal daha aldım. “İşleri her kötü gittiğinde bana sarıyor zaten manyak.” Arzu’da çatalına uzandı. “Ne işler karıştırıyorsa artık?” dedi imalı bir sesle. Gözlerimi devirdim. “Ne karıştırırsa karıştırsın bana ne ya? Onunla mı uğraşacağım?” Pastadan kalan son parçayı aramızda bölüştüğümüz sırada moralim de yerine gelmişti. Çınar’ın densizliklerini kabullenmeye alışmıştım sonuçta. Eskisi kadar kafama takılmıyordu. “Geliyor.” Dedi Arzu arkamda bir noktayı işaret ederken. Kimden bahsettiğini hemen anladığım için gerginlikle dikleştirdim sırtımı. “Üf. Kaçıracak yine tadımı.” “Güzelim…” diye mırıldanarak ellerini omuzlarıma yerleştirdi Çınar şenşakrak bir tavırla. Bipolar mıydı neydi? Usulca kafamı kaldırıp, gereğinden fazla olan gülümsemesine baktım. Bir elini yanağıma koydu. “Özür dilerim. İşle ilgili bir sorun çıktı da. Sana patladım.” Omuzlarımdan sarkan saçlarımı toparlayıp, sırtıma aldı ve eğilip boynuma bir öpücük bıraktı. “Ben biliyorum senin gönlünü nasıl alacağımı ama.” Bakışlarım Arzu’yla çakıştığında onun gözleri benden daha meraklı görünüyordu. Ceketinin cebinden uzun, kadife kaplı, siyah bir kutu çıkardı Çınar. Yanımdaki boşluğa otururken, kutuyu da önüme bıraktı. Onun bana verdiği pahalı hediyerin hiçbirinin benim gönlümü alamadığını ona anlatmaya uğraşmayı bırakalı çok olmuştu. Bu yüzden sahte olduğunu yalnızca benim, eh belki bir de Arzu’nun bildiği, bir tebessüm yerleştirdim suratıma. Kutunun kapağını açtığımda istemeden de olsa bir “Oha,” döküldü dudaklarımdan. Ziniciri pırlantalarla kaplı ve ucunda adını dahi bilmediğim ama neredeyse gözümü alacak kadar parlak taşı olan kolyeye baktım. Arzu hızlıca uzanıp kutuyu aldı ve kocaman gözleri iyice büyüdü. “Yuh, kaç para bayıldın lan buna?” diye sordu şaşkınlıkla. Çınar kolumu omzuma atarken, yanağımdan öptü. “Benim gülüme az bile.” Dedi ancak tavrı pek mütevazi değildi. Arzu imalı bir ifadeyle yeniden masaya bıraktı kutuyu. “Gören de kıçı kırık bir pavyon sahibi değil de Microsoftun CEOsu sanır. Harcadığı paraya bak.” Çınar, Arzu’yu duymazlıktan gelerek kutudaki kolyeye uzandı ve eline alıp, takmak için klipsini açtı. Gayriihtiyarı saçlarımı bir tarafa toplayıp kaldırdığımda aslında hediyesini kabul edesim bile gelmemişti ama dedim ya. Ona bir şeyleri anlatmaya uğraşmayı bırakalı çok olmuştu. “Teşekkür ederim.” Dedim düz bir sesle. “Gerek yoktu. Aldığın ayakkabılar da pahalıydı zaten. Bu sene işler açıldı herhalde.” Son cümlede sözlerine gönderme yaptığımdan sessizce kıkırdadı Arzu. Çınar omuzlarımdan tutup beni kendine çevirdi ve baştan ayağa süzdükten sonra iç çekti. “O kadar güzelsin ki, sönük kaldı zaten.” Az önce kolumda bıraktığı sızı yeni yeni geçmişken dünyanın en pahalı hediyesi dahi yüzümü güldüremezdi ama bir şey söylemedim. Varsın mutlu oldum sansındı. Benim de onunla geçireceğimiz günlerin sayılı olduğunu ummaktan başka çarem yoktu. 💔 Öncelikle 14 Ekim benim doğum günüm. O yüzden tarih olarak o günü seçtim. :) Şimdi bölüme gelirsek... Çınar'ı yazmak benim için çok zor çünkü ben bile çok sinir oluyorum kendisine ağzını burnunu dağıtsam keşke. Neyse ki onun sonu benim ellerimden olacak. :))) Derin'in hırsını ve öfkesini nasıl buluyorsunuz? Sizce kalkar mı bu işin altından tek başına? Bir sonraki bölüm güzel. Çünkü Arık var. :) Neyse spoiler vermeyeceğim ve yorum ve beğeni yapabilmeniz için sizi yalnız bırakacağım. Görüşmek üzereee! |
0% |