Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm "İntikam, Sabır ister."

@melikemn

 

♟️

“İntikam, sabır ister.”

Dünya bir satranç tahtasıydı ve insanların çoğu da birer satranç taşı…

Kimi piyondu, kimi vezir, kimi kaleydi, kimi fil… Kimi ise Şah’tı ve Şah yenilirse oyun biterdi.

Ben Şah değildim. Vezir de… Piyon olamayacak kadar iyi biliyordum bu oyunu ancak kale gibi açık ve düz de sayılmazdım.

Satranç tahtasının gizli kahramanıydım ben. Asiye Bolat’tım. Kalender mahallesinin Asi’si…

“İki vezirim var.” Dedi İlhan erken olduğunu yalnızca benim bildiğim bir zafer gülüşüyle birlikte. Vezirini, Şahımın iki kare ilerisine yerleştirdi ve mavi gözlerini perdeleyen kirpiklerinin altından baktı bana. “Şah.” Dedi üç harfi dişlerinin arasından, yüzüme doğru fırlatmak istercesine.

Hafifçe öne doğru eğilip, bakışlarımı önce onun yüzünde, ardından tahtanın üzerinde gezdirdim. Sonra yeniden sırtımı dikleştirdiğim pozisyonuma dönüp hiç aceleci olmayan bir tavırla parmaklarımı, dans eder gibi hareket ettirdim havada. Usulca indirdim elimi ve Şahımın çaprazındaki atımla, yavaşça vurdum vezirine. “Şah.” Dedim onunla aynı ses tonunu taklit ederek ve memnun bir ifadeyle dudaklarımı yaladım. “Mat.”

Satranç tahtasının gizli kahramanıydım ben.

Düz ya da çapraz gitmezdim. Aralardan geçer, beklenmedik anlarda; beklenmedik hamlelerle alt ederdim rakibimi…

İlhan’ın suratındaki gülümsemenin soluşunu büyük bir keyifle izlerken, kollarımı göğsümde bağlayarak meydan okuyan duruşumu muhafaza ettim.

Başını sağa sola salladı olumsuz anlamda ve gerçekten öfkeli bir tavırla, güçlü bir nefes bıraktı dışarı. “Çok yaklaştım.” Dedi gereksiz özgüveninden ödün vermeden. “Bir gün yeneceğim seni.”

Omuzlarımdan dökülen kahverengi saçlarımı sırtıma doğru savururken acıyan gözlerle süzdüm onu. “Ama bugün değil belli ki.” Dedikten sonra ellerimi masanın üzerine koyup güç alarak ayaklandım.

“Kalkma gel. İşe gitmeden bir oyun daha oynayalım.”

Polisti İlhan. Üniversite’de iki yıl bilgisayar programcılığı okumuş, ancak sonrasında amcamın da teşvikiyle polis olmaya karar vermişti. Daha doğrusu, işimize yarayacak bir meslek yapmak istemişti. Dört yaş vardı aramızda. Çocukluğumdan beri tanıyordum onu ve bu dünyada Tarık amcamın ardından bana en çok değer veren kişi olduğunu da biliyordum ama çok iyi anlaşıyor ve birbirimizi seviyor oluşumuza rağmen bir özelliğine tahammül etmekte epey zorlanıyordum.

İnatçılığına…

“Sen gerçekten bir yenilen pehlivansın biliyorsun değil mi?” diye sordum acıyan bir ifadeyle bakarken yüzüne. İmalı bir şekilde havalandı kaşları. “Belki aşkta kazanmak için bilerek kaybediyorumdur.”

Dudaklarımdan, onu iyice çileden çıkaracağını bildiğim soğuk bir kıkırtı döküldü. “Yanlış masadasın o halde.” Dedim buz naneli şekeri andıran, parlak mavi gözlerine bakarken. “Satranç… Kumar değildir.”

Arkamı dönüp, ilerlemek için hamle yaptığımda; koluma dolanan parmakları yüzünden durmak zorunda kaldım. “Konuşmayacak mıyız? Dün, yarın konuşuruz demiştin ya.” diye geveledi ağzında, biraz çekingen ancak oldukça da hevesli bir tavırla. Omzumun üzerinden bakıp, onun beklenti dolu suratını incelerken bıkkın olduğunu gizlemeye çalıştığım bir nefes koyuverdim. “İlhan, defalarca konuştuk ya.”

Bana doğru usulca eğilip, ses tonunu olabilecek en düşük seviyeye indirdi. “Kızım, yıllardır bekliyorum. Ben de ne bekleyecek hal, ne de sabır kaldı.” Dedi sıkıntıyla. Ardından kahvehanedeki insanlara tek tek bakıp, bizi izlemediklerinden emin oldu.

Bir saniyeliğine gözlerimi yumup, sakinliğimi koruyabilmeyi umdum. “Bekleme. Ben sana beni bekle demedim ki. Ben sana, benim hayatımda aşka yer yok dedim. Anlamak istemeyen sensin.” Sözlerim, onun ifadesinde bir değişikliğe sebep olmayınca, vücudumu yeniden ondan tarafa çevirip ellerimi omuzlarına yerleştirdim. “Seni seviyorum. Seni sevdiğimi biliyorsun ama… Ben aşık olamam. İstesem de yapamam. Çünkü o kadar büyük bir kin ve öfke var ki damarlarımda, başka bir duyguyu daha kaldıramaz bu beden.”

Bir an için gölgenen bakışları, benim inatla kaçırmaya uğraştığım bakışlarımı kovaladı.

Hayatımı adadığım bir amacım vardı ve bu amaç, dünya üzerindeki her şeyin, herkesin üzerindeydi. Bunu İlhan’ın bildiğini düşünüyordum çünkü aslında kader bizi aynı acıyla vurmuş; yıllarca aynı yaradan kanatmıştı.

Bolat ailesinin en yakınlarından biriydi babası. Alaattin Demir. Bu yüzden ailelerimiz hep bir aradaydı ve bebekliğimden itibaren İlhan’da hep benimle birlikteydi. Kardeş gibi, dost gibi, akraba gibi… Benim ailemin ölümünün hemen ardından mahalledeki kaporta dükkanı kundaklanmış, babası da orada yanarak can vermişti. On dört yaşında annesiyle birlikte başlamıştı onun da hayat mücadelesi. Bu yüzden benim içimdeki kadar büyük olmasa da, kayda değer bir kin biriktirmişti o da yüreğinde.

Bana karşı beslediği duyguların aşka dönüşmesinin üzerinden ne kadar yıl geçtiğini kestiremiyordum ama bunları itiraf edeli üç sene olmuştu. Sonrasında ben hislerini yok saymıştım ancak ara ara hatırlatmadan edemiyordu İlhan. Eh, açıkçası bazen ilgisi hoşuma da gidiyordu. Belki de bu yüzden onu herkesin beklediği şekilde sert ve kırıcı bir dille reddetmeyi başaramamıştım hiç.

Sanırım onun umut kapısını isteyerek ya da istemeyerek ben açık bırakmıştım.

Aradan geçen saniyeler boyunca tek kelime etmeden beni izlemeyi sürdürdü. En sonunda iç çekerek bileklerimi kavradı ve omuzlarındaki ellerimi indirdi. “Lisede, ilk satranç turnuvasında bütün erkekleri alt ettiğinde bir söz söylemiştin hatırlıyor musun?” diye sordu sohbetin ciddiyetini bozarak, alaylı bir tavra büründüğünde.

Ukala bir tebessüm için kıvrıldı dudaklarımın kenarı. Neyden bahsettiğini anlamış da olsam, anlamazdan gelmeyi tercih ettim. “Çok söz söylerim ben. Hangisi?”

Başını hafifçe yana eğdi. Sonra da kollarını göğsünde bağlayıp, kendinden emin bir duruş sergiledi karşımda. “Benim aşık olacağım adamın; önce beni satrançta yenmesi lazım.” Derken sesimi de taklit ederek kahkaha atmama neden oldu. Meydan okumasını beğendiğimi belli ederek, usulca dudaklarımda dolaştırdım dilimi. “Hatırlıyorum.”

Gözleriyle, hemen arkasındaki satranç tahtasını işaret etti. “Bir gün seni yeneceğim.” Diye tekrar etti birkaç dakika önceki cümlesini. Buna kendi inanıyor gibiydi belli ki ancak ben, onun beni yenmesinin imkansız olduğunu bilecek kadar iyiydim bu oyunda. Yine de hevesini kırmamak için belli belirsiz salladım kafamı. “Sana bol şans o halde.” Dedim kısılan gözlerim, gözlerine çarptığında.

Zemini delmek istercesine, gürültülü ve sert adımların sesleri kulaklarıma ulaşınca, sohbetimiz sonlandı. Tüm odağımı kahvehanenin kapısından içeri giren Sevilay’a verdiğim için, İlhan’la konuştuklarımız da saniyesinde zihnimden silinip gitmişti.

“Günaydın Kalender mahallesi!” diye bağırarak, neşeli bir tavırla yürüdü masaların arasına doğru Sevilay. Tarık amcamın uzatmalı nişanlısıydı ve benimde bu mahalledeki tek kız arkadaşımdı… Röfleli, sarı saçlarını abartı bir hareketle savurup; ela gözlerini çay ocağının arkasındaki amcama çevirdi. Cilveli bir bakışla ona öpücük attıktan sonra ise bana döndü. “Asi’m. Toplanın bakalım etrafıma. Size altın madeni getirdim.”

Yaklaşık dört aydır Soykan malikanesinde çalışıyordu Sevilay. Mutfak kısmında olduğundan, Soykan’lar hakkında yeteri kadar bilgiyi toplayamamıştı henüz ancak hayatta görüp görebileceğiniz en uyanık kadındı ve bu yüzden ondan başkası da daha fazlasını yapamazdı zaten.

Sevilay ortalardaki bir masanın üzerine, elinde tuttuğu davetiyeyi bırakıp gözlerini tek tek gezdirdi üzerimizde. İlhan, amcam ve ben ona yaklaştığımızda, diğer masalarda oturan yaşlı amcalardan birine baktı. “Şeref amca. Çıkın azcık hava alın siz hadi. Haziran gelmiş, mis gibi dışarısı. Ne diye tıkılırsınız şuraya anlamam ki.” Yargılayıcı ve aşağılayıcı ses tonu, Şeref amcayı sinirlendirse de o da dahil kimse itiraz etmedi sözlerine ve bizim dışımızdaki beş kişi hızlıca masalardan kalkıp, kahvehaneyi terk etti.

“Ne bu? Biri mi evleniyor?” diye sordu İlhan merakla. Sevilay kolunu amcamın omzuna atıp, yanağına sulu bir öpücük bıraktı önce ve benim suratımı buruşturmama neden oldu. Onların aşklarını izleyerek büyümek, benim için işkence sayılırdı.

Amcam kolunu Sevilay’ın beline dolayıp, bedenine yasladı onu ve hemen ardından yeniden bana baktı Sevilay. “Beril Soykan, Cesur Soykan için hoş geldin daveti veriyor.” Dedi sinsi bir ifadeyle.

Benden önce İlhan atladı söze. “Annesini öldüren ikiz kardeşinin, hapisten çıkışını mı kutluyor? Ne manyak aile lan bunlar?”

Davetiyeyi elime alıp, kadife kumaşın kalitesi karşısında şaşkınlığımı gizlemeye gerek duymadan, büyüttüm gözlerimi. “Beril Soykan, kumarhanede milletten çaldıkları paraları ülkeye sokmanın yolunu bulmuş işte.” Diye yorum yaptım içinde bulunduğumuz duruma.

Amcam tek hamlede çekip aldı davetiyeyi elimden. “Veliahtla tanışmak için daha iyi bir seçenek bulunur mu?” gülümsedi ve “Başlıyoruz o zaman.” Dedi kurnaz bir ses tonu kullanarak.

Cesur Soykan’ın cezaevinden çıkmasının üzerinden iki hafta geçmişti. İki haftadır yaptığımız tek şey beni o yalıya sokmanın bir bahanesini bulmaya çalışmaktı ve şimdi fırsat ayağımıza gelmiş sayılırdı.

“Annesini öldürmüş bir katil. Elini kolunu sallayarak gidip baştan çıkaramazsın.” Dedi İlhan gergince. İki hafta içinde bunu elli kere daha söylemişti zaten bu yüzden bu defa sözleri karşısında tek yaptığım gözlerimi devirmekti.

“Aynı zamanda sekiz yıldır içeride. Gördüğü ilk güzel kadına düşecektir muhtemelen. Benim Çiçeğim aklını başından alır, köpek eder o herifi merak etme.” Diyerek gülümsemesini iyice genişletti amcam da İlhan’a yanıt olarak. Onun planlarına hep güvenirdim ancak bu defa, işimi şansa bırakmamam gerektiğini biliyordum. Çünkü yıllardır büyüttüğüm nefretin bedelini ödeteceğim gün gelip çatmıştı ve bu belki de Soykan’ları yıkmak için tek şansımdı. Bu yüzden yirmi sekiz yaşında bir adamın aşkını ummaktan daha sağlam bir seçeneğe ihtiyacım vardı.

On üç sene heyecanla beklediğim bu yola çıktığımda, annemle babamın ölümüne sebep olup, Kalender mahallesinin bütün umutlarını elinden alan Necati Soykan’ı bitirmeden geri dönemeyeceğim aşikardı.

♟️

Vücudumu bir bant gibi saran, parlak kırmızı elbisemin altına giydiğim ince topuklu rugan ayakkabıların bileğini bağladım. Artık gözümün önüne geldikleri için ortadan ayırıp, yüzümün iki yanına ittirdiğim kaküllerimi düzelttim ve tepeden sıkı bir balerin topuzu yaptığım saçlarımı son defa kontrol edip; aynadaki yansımama diktim bakışlarımı. Acı kahve gözlerimi buğulu bir makyajla ortaya çıkarmış, dolgun dudaklarıma elbisemle neredeyse aynı renk olan bir ruj sürmüştüm. Güzeldim ama güzel olmamın yetmeyeceğini biliyordum çünkü zenginlerin dünyasındaki kızların çok daha güzel olduğunu görmüştüm. Kendime ait, çekici bir auram olduğunu söyleyip dururdu Sevilay. Erkek olsam asla kaçırmazdım seni de derdi ancak bunu şu an hatırlamak bana bir şey kazandırmıyordu.

Siyah çantamın zincirini koluma asıp, aynadaki Asi’ye sırtımı döndüm ve odadan çıkıp, Anne ve babam öldükten sonra taşındığımız, babaanneme ait; iki katlı, mütevazi evimizin ahşap merdivenlerini büyük bir dikkatle inmeye başladım.

“Vay anasını…” diyerek, abartı bir tepkiyle beni karşılayan ilk kişi Sevilay oldu. Tarık amcam neşeli bir tavırla ıslık çalınca istemsizce gülümsedim. Sonrasında ise gözlerim, İlhan’ın hayranlıkla bezenmiş mavilerine çarptı. Ağzının kenarından salyası akmak üzereydi. “Biri şunun ağzını kapatsın.” Diye söylendim alay ederek. Amcam çenesine sert bir şekilde vurup kendine getirdi onu. “Kapat lan ağzını yavşak.”

İlhan uykudan uyanır gibi silkelenerek toparlandı ve oturduğu koltuktan kalktı. “Kalbime indirecek bu kız benim yemin ederim.” Dedi daha çok kendi kendine ancak ortamdaki herkes ve salonumuzun bitişiğindeki küçük odada oturan babannem de sözlerini duymuştu. Ben son basamağı da geçip salonun ortasına kadar yürüdüğümde, babannemin huysuz sesi kulaklarıma ulaştı. “Asiye, şu kenafir gözlü oğlanı getirme demedim mi eve?”

Babamın ölümünü hiç kabullenemediğinden, on üç yıldır bir türlü sonunu getiremediğimiz bir depresyona hapsolmuştu babaannem. Odasından pek çıkmaz, insanlarla muhatap olmaz ya da olduğunda tabiri caizse canlarına okumadan da bırakmazdı. Ben küçükken daha şefkatli bir kadındı ancak zamanla içindeki şefkati de yitirmiş, belki de bastırmıştı. Bu yüzden geriye yalnızca huysuz bir yaşlı kalmıştı.

İlhan boğazını temizledi sıkıntıyla ve yüzüne bir gülümseme yerleştirdi. “Bir şey demedim. Sustum tamam.” Savunmacı bir tavırla kaldırdı ellerini göğüs hizasında. Babaannemin onunla bir derdi olmadığının hepimiz farkındaydık.

Babaannemin herkesle bir derdi vardı.

“Hadi, geç kalacağım.” Diyerek homurdandı Sevilay. Davette servis yapacağı için konuklar gelmeden yalıda olmalıydı. Biz ise amcamla ve İlhan’la biraz arabada bekleyecektik. Sonrasında Sevilay arka taraftaki bahçe kapısından beni içeri sokacaktı. Ben de bir yolunu bulup Cesur Soykan’la tanışacaktım. Kendimden emin ve özgüvenliydim ancak onun hakkında pek bir şey bilmiyordum aslında. Beril ve Necati hep göz önünde olmuşlardı yıllardır fakat Cesur kapalı bir kutuydu. Sadece adı vardı zihnimde ve geri kalan her şey kocaman bir muammaydı.

İçimde ufak bir heyecan belirdiğinde, derin bir nefes alarak sakinleştirdim kendimi. Yine de evden çıkıp arabaya doğru yürürken gerildiğimi hissetmiştim.

İlhan şoför koltuğuna, amcam onun hemen yanına oturdu ve Sevilay’la ben de arkaya geçtik. Araba çalıştığı sırada söze girdi Sevilay. “Ketumun teki. Neredeyse yirmi gün oldu eve geleli ama tek bir kelime konuşmuşluğum yok. Evde olduğu zamanların çoğunu odasında geçiriyor. Beril sürekli tepesinde ama. Kardeşi değil de bebeği gibi davranıyor adama.” Suratını ekşitti. “Sabahları odasına kahvaltı taşıyor, böyle her gördüğünde saçlarını okşuyor falan. Değişik bir ilişkileri var yani.” Kelimelerini sanki beni strese sokmak için özenle seçmişti ancak buna rağmen cesaretimi korumayı başardım.

Beril Soykan, ikizinin annesini öldürmüş olmasını pek sorun etmiyordu belli ki. Ya da henüz bilmediğimiz farklı bir durum vardı aralarında. Hatta belki bütün Soykanların arasında…

“İyi ya. Demek ki hala bir hapis hayatı yaşıyor. Bu davet onun götü başı dağıtması için kaçınılmaz fırsat.” Diyerek yorum yaptı amcam. Eğer o kadar içine kapanık biriyse, bir davet onun dağıtmasını sağlar mıydı emin değildim ama görmeyi de merakla bekliyordum.

“Ya… Asi’ye zarar vermeye kalkarsa?” diye sordu İlhan direksiyonu çevirdiği sırada. “Adam katil sonuçta. Sağı solu belli olmaz. Gizemli de bir tip belli ki. Ne bileyim ya bir işkence odası varsa, ya annesi tek kurbanı değilse ve adam seri katilse?” Aklımın almadığı derecede küçük olasılıklarını sıralarken, paniği gözle görülür düzeye ulaşmıştı ve elleri titremeye başlamıştı çoktan.

Amcam koltuğun üzerinden bana döndü. “Bıçağın yanında mı?”

Usulca salladım kafamı ve düz bir sesle ekledim. “Bıçağım olmasa bile iki hamlede paket ederim zaten onu.” Mütevazi olamayacaktım. Birilerini etkisiz hale getirmek konusunda usta sayılırdım. Karşımdakinin neredeyse iki metre boyunda bir adam olmasının önemi de yoktu üstelik. Aldığım derslerin hakkını verirdim.

“Baktın canını sıkıyor, çirkinleşiyor; Göster gününü.” Dedi amcam çok sıradan bir durumdan bahsedercesine, düz bir sesle. Sevilay huysuzca homurdandı. “Deniz’e yaptığın gibi erkekliğinden etme adamı döverken olur mu? Lazım çünkü.”

İlhan şok olmuş bir şekilde iki saniye boyunca bize bakınca, araba şerit değiştirdi. “Lan, önüne dön.” Diyerek ensesine vurdu amcam. Suratımı ekşittim. “Lisedeydim Sevilay. Aynı şey mi sence? Hem Deniz’in içinde varmış. Ben ne yapayım?” Dedim kendimi savunmak istercesine. “Adamı dövdükten sonra erkekliği ne işime yarar benim Allah aşkına? Dövdüm diye aşık mı olacak bana?”

Amcam imalı bir tavırla güldü. “Ben Sevilay’a öyle aşık olmuştum.” Onun sözleri üzerine Sevilay’da hayran bir tavırla iç çekti. “Ay, hatırlıyorsun değil mi? Nasıl kırmıştım kolunu?”

İşte yine o an gelmişti. Bu yüzden bilmem kaçıncı kez onların şehvet dolu ilişkilerinin başlama hikayesini dinlememek için kendimi ortamdan soyutlayıp, kararmak üzere olan havaya çevirdim bakışlarımı. Geçmişin tozlu sayfalarını araladım usulca çünkü intikam ateşimi sürekli harlayıp durmam, nefretimi diri tutmam gerekiyordu.

Kalender mahallesinin babasıydı Dedem. Yakup Bolat. Ben dokuz yaşındayken vefat etmiş, babalığı da damadına; benim babama teslim etmişti ölmeden önce. Hatta babam annemle evlendiğinde onun soyadını almıştı. Mahallede, kahvehanenin sahibinin oğluydu babam. Annemle çok büyük bir aşkla tanışıp, kısa süre içinde evlenmişlerdi. Küçük yaşıma rağmen, birbirlerine olan bakışları hep ben de hayranlık uyandırırdı.

Kıbrıs’ta bir kumarhanesi vardı ailemizin. Dark Palace Gazinosu. Şu sıralar, Necati Soykan’ın en işlek işyerlerinden birisi... Kıbrıs’tan akan parayla mahallede batmak üzere olan birçok dükkanı satın almıştı dedem. Bu yüzden mahalle sınırlarındaki çoğu insanın da iş vereniydi. Bir iş adamının gelebileceği en güzel noktadaydı. İnsanların korkmadan saygı duyduğu, güvendiği ve gözünü karartıp arkasından yürüyebileceği bir noktada… Dolayısıyla içeride ne kadar dostu varsa, dışarıda da o kadar düşmana sahipti.

Zekiydi Necati Soykan. Sinsiydi de aynı zamanda ancak bu onun, oyunun piyonu olarak yola çıktığı gerçeğini değiştirmiyordu. Şanslıydı çünkü dedemin ölümünden sonra bocalayan işlerden doğan boşluğu kullanmış, önünü açmıştı. Kolaylıkla gelmişti rakip sahaya ve kendince bir piyonken, vezir olmuştu bir anda ama oyun vezirin değil Şah’ın etrafında dönerdi ve Necati Soykan hiçbir zaman bir Şah’a dönüşemeyecekti. Bizim oyunumuzda henüz bir Şah da yoktu gerçi. Çünkü Şah, çoktan ölmüştü.

Necati’nin azmettiricisinin kim olduğu tarihin tozlu sayfalarında yerini alamayan sırlardan biriydi. Dedemin mahalledeki dükkanlarının on üç yıldır sahibinin kim olduğunun da bir sır olması gibi… Kalender mahallesi esnafı on üç yıldır hiç görmediği, tanımadığı birine kira ödüyordu yani.

Her şeyin bir sırası vardı. Önce Necati girecekti o bataklığa, ardından gizemli dükkan sahibi… Gün geldiğinde mahalle de Dark Palace da bir kez daha Bolatların olacaktı ve dedemin ölümüyle açılan Şah’ın yerini geriye kalan tek Bolat alacaktı.

Ben.

“Ve işte… Yıllardır yalnızca uzaktan baktığımız… Soykan Yalısı.” Dedi amcam hayranlıkla karışık, heyecanlı bir sesle.

“Siz İlhan’la bir süre daha uzaktan bakmaya devam edeceksiniz aşkım.” Diyerek acıyan bir ifade yerleştirdi yüzüne Sevilay.

Zihnimdeki düşünce bulutlarını dağıttım hızlıca ve gözlerimi boğaz manzaralı yalıya çevirdim. Dört katlı, denizin kıyısında büyük bir bahçesi olan, kar beyazı, görkemli yalı… Hiçbir Soykan’ın içinde yaşamayı hakketmediği, gösterişli bir evdi burası ve bu yüzden her şeyi olduğu gibi yalıyı da kaybetmeleri için verecektim savaşımı.

İlhan arabayı yolun karşısında durdurduğunda aceleyle hareketlendi Sevilay. “Geç kaldım. Hadi, bir saat sonra arka kapıda görüşürüz Asi’m.” Dedi bana uzaktan öpücük atarken ve arabadan inip, neredeyse koşar adımlarla tuttu yalının yolunu. Arkasından bakarken rahat bir tavırla, sırtımı geriye yasladım. “İlhan,” diye mırıldandım ondan tarafa bakmadan. “Sen bu Eftalya Soykan’ın adli tıp raporunda ne yazdığını öğrenmiştin arkadaşından değil mi?”

Dikiz aynasından kaçamak bir bakış attı bana. “Öğrendim."

Memnun bir ifadeyle büzdüm dudağımı. “Bir daha anlatsana. Neden ölmüş?”

Tarık amcam sıkıntıyla homurdandı oturduğu yerde. “Kızım sen niye taktık Eftalya’ya bu kadar? Ölmüş kadınla mı uğraşacağız dirileri yalıda cirit atarken?”

Her fikrimi sürekli sorguluyor oluşlarına sinirlendiğimi belli etmeden, iç çektim sessizce. “Merak. Bir gün işime yarar belki.” Dedim ruhsuz bir tonla. Bıkkınlıkla ofladı amcam ama yeniden konuşmadı neyse ki. Bu yüzden oldukça kısık bir sesle söze girdi İlhan. “Başının sol tarafına sert bir cisimle vurulmuş. Sırtı cama dönük halde düşmüş ikinci kattan.” Kasvetli bir hava arabayı ele geçirdiğinde, bir saniyeliğine durup boğazını temizledi. “Sırtında cam çizikleri var ama tabi, her ne kadar düşmüş olursa olsun, asıl ölüm sebebi, beyin kanaması. Yani aslında düşmeden önce çoktan bilincini kaybetmiş. Evde kafasına aldığı darbeden dolayı öldüğü kesin.”

Kafamda o ana dair hayali görüntüler dolanırken, Cesur Soykan’ın annesini öldürdüğü sırada yaşadıklarını da tahmin etmeye çalışıyordum. Onu tanımak için zaaflarını bilmeliydim çünkü. Bir insanın, annesini öldürmeye iten sebepten daha büyük bir zaafı olur muydu?

“Yani Eftalya öldürücü darbeyi aldığında, yüzü Cesur’a dönükmüş, katilinin gözlerine bakıyormuş öyle mi?” diye sordum ancak aslında emin olduğum bir şeyi dile getirmek istemiştim sadece.

Başını sallamakla yetindi İlhan. Yeni bir şey söylemek niyetinde olmadığımdan bir kez daha yalıya baktım ve kendimi bir katili, annesinin katilini, sekiz yıl hapis yatmış bir suçluyu tavlamaya hazırlamaya çalıştım.

Saat dokuzu bulduğunda ve yalının bahçesi iyiden iyiye kalabalıklaştığında, çantamdan telefonumu çıkarıp kamerasını açtım, kırmızı rujumu tazeleyip sırtımı dikleştirdim. “Hadi bakalım. Oyun başlasın.” Dedim kapı kolunu kavrarken. İlhan’ın stresli bir iç çektiğini duydum ancak o an için umursamadım. “Çiçeğim, dikkatli ol. Sakin de ol aynı zamanda. İntikam sabır ister unutma.”

Amcamın sözlerine karşılık bir şey söylemedim. Arabadan indiğimde ve yolun karşısına geçip, yalının kapısına ulaştığımda hala arkamdan baktıklarını hissedebiliyordum.

Yalının öndeki büyük bahçe kapısını geçip, diğer taraftaki küçük girişine yöneldim. Telefonumu çıkarıp Sevilay’a geldiğimi haber veren hızlı bir mesaj yazdım ve beklemeye başladım. Yolda ilerleyen lüks arabaları, yalının devasa bahçesine doluşan insanları izlerken garip bir duygu kaplamıştı bedenimi. Bir kıskançlık sayılmazdı ancak ona benzeyen öfkeli bir duygu olduğu kesindi. Tiksintiyle buruşturdum suratımı.

“Pişt.”

Kafamı çevirdiğimde, demir kapının kilidine bir anahtar sokuyordu Sevilay. Aceleyle ona yaklaşıp, sadece benim geçebileceğim kadar araladığı kapıyı aştım. Az önce bu şatafatı dışarıdan izleyen bir gözdüm ve bir saniye içinde artık öteki taraftaydım. Hayat sürprizlerle doluydu. Kaçak girdiğim bu yalıyı Soykanların başına yıkacağım bir günün geleceğini kim tahmin edebilirdi?

“Gel, mutfaktan geçeceğiz.” Diyerek elimi tutup sürükledi beni Sevilay. Ona ayak uydurmaya çalışıyordum ama onun spor ayakkabılarıyla adımladığı çim yola, benim ince topuklularım dayanamayacak gibiydi. Yine de sesimi çıkarmadan koşmayı sürdürdüm.

İçeri girdiğimizde tuttuğu elimi bıraktı Sevilay. Mutfakta bizim dışımızda iki kadın daha vardı ve gözlerini şaşkınlıkla üzerimize çevirmişlerdi.

“Hanımefendi bahçenin bu tarafına kadar yürümüş ama geri dönecek hali kalmamış pek. İçeriden daha kolay geçebileceğini söyledim ön bahçeye.” Diyerek açıklama yaptı Sevilay usta bir oyunculukla. Ben de yüzüme kondurduğum mahcup tebessümle taçlandırdım yalanını ve konuşmalarını beklemeden hareketlenerek çıktım mutfaktan.

Kırmızı halı kaplı, ahşap korkuluklu geniş merdivenleri tırmanarak önce yalının büyük ve gösterişli salonuna, ardından da geniş bahçe kapısına ulaştım.

Gözlerim hızlıca kalabalığı taradığında, ilk olarak Beril Soykan’ı seçti bakışlarım. Altı kişilik bir grubun ortasında, kahkahaların havada uçuştuğu bir masanın baş köşesindeydi. Magazin programlarından da alışık olduğumuz samimi tavırlarını canlı canlı görmek öfkemi kabartmıştı. Çünkü soyadı Soykan olan ve ailemin kumarhanesi sayesinde bu zenginliğin tadını çıkaran herkes benim nezdimde bir düşmandı.

Bahçe beklediğimden kalabalık olduğundan, tüm dikkatimi insanlara vermem ve onları uzun uzun analiz etmem gerekti.

Necati Soykan yoktu. Ya henüz teşrif etmemişti ya da hiç teşrif etmeyecekti. Açıkçası bu gece burada olmaması benim işime gelirdi.

Yeniden etrafta dolandırdığım bakışlarım en sonunda asıl sahibine çarptı ve tam oraya sabitlendi.

Denizin hemen kenarına kurulan barın önündeki yüksek taburelerden birinde oturuyordu. Tek başına… Onun şerefine düzenlenmiş bir davette yalnız olması akıl alır gibi değildi. Sevilay haklı olmalıydı. Cesur oldukça ketumdu.

Kısa kesilmiş siyah saçları, aynı renk kirli sakalı, buğday teni ve kahvenin en koyu tonundaki iri gözleriyle, eğer yıllardır hapiste olmamış olsa, ülkenin belli bir kesimini kendine hayran edecek kadar yakışıklıydı. Uzundu. Beyaz gömleğinin altına gizlemeye çalıştığı adeleleri, aramızdaki metrelere rağmen oldukça belirgindi. Omuzları geniş, kolları kayda değer derecede kaslıydı. Cezaevinden çıkmış gibi değil de, yurtdışı tatilinden dönmüş gibi görünüyordu.

Sol elinde tuttuğu içki bardağını, kirpiklerinin altından bahçeyi tararken, dolgun sayılabilecek dudaklarına götürdü usulca. Bir yudum aldıktan sonra da yeniden barın üzerine bırakıp, ayaklandı ve bedenini denizin olduğu tarafa çevirdi. Bir nevi, kendi partisine sırtını dönmüş; buradaki insanları ne kadar umursadığını da göstermişti.

Onu etkilemek imkansız diyemezdim ama belli ki zor olacaktı.

Yanımdan geçen garsonun elindeki tepsiye uzandım hızlıca ve tek hamlede kaptım şampanya bardaklarından birini. Kafama dikip, yarısını bitirdikten sonra güçlü bir nefes doldurdum ciğerlerime. Ardından kendimi rahatlatmak için kuvvetli bir şekilde dışarı bıraktım.

Bardağı biraz ilerimdeki masanın üstüne koyup sırtımı dikleştirdim, tek elimi çantamın üzerine yerleştirdim ve diğerini estetik bir şekilde ileri geri sallarken, sağlam adımlarla yaklaştım denizin kenarına. Aramızda iki metrelik bir mesafe kaldığında ise duraksayıp boğaza sabitledim gözlerimi. Ondan tarafa tam anlamıyla bakmamıştım ancak varlığımı hissettiğini; gri, kumaş pantolonunun cebine koyduğu ellerini hafifçe hareket ettirdiğinde ve omuzlarını kısa bir an için geriye attığında anlamıştım. Hep uzaktan izlediğim ve intikam alacağım günü büyük bir heyecanla beklediğim Soykanlarla oynayacağım oyunun ilk perdesini de o saniye araladım.

“Yalnız mısın?” diye sordum düz bir sesle. Manasız bir soruyla, onu sinirlendirerek başlamak işe yarayacak mıydı emin değildim ama ilk olarak bunu denemek istemiştim.

Cesur, onunla konuştuğumu fark etmemiş olacak ki, birkaç saniye yanıtsız bıraktı beni. En sonunda göz ucuyla baktığında kaşlarını çatmıştı. “Yok. Hayali arkadaşlarım var.” Dedi beklentimin de çok üzerinde, sert ve aşağılayıcı bir ses tonu kullanarak. Pekala… Belli ki onu tavlamaktan daha zoru, ona katlanmak olacaktı.

Hali hazırda içimde patlamayı bekleyen bir öfke topu olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak, belli belirsiz gülümsedim ona. “Yazık…” diye mırıldandım, sesime alaylı bir tını katarak. “Yakışıklı olduğun kadar… Delisin de yani.”

Bedenini küçük adımlarla hareket ettirip bana çevirdiğinde, bakışları ayaklarımdan başlayarak, gözlerime kadar çıktı. Beni dikkatle süzmüştü ancak yüzünde düşüncelerini belli edecek herhangi bir mimik belirmedi. Başını hafifçe yana eğip, kollarını da göğsünde bağladı. “Aynen.” Dedi küçümseyici ses tonunda gram değişiklik yapmadan. “Deli olduğum kadar da salağım aynı zamanda ve bu yüzden burada durup, bugün beni tavlamaya çalışan dokuzuncu kadın olmana izin vereceğim.”

Duyduğum cevap karşısında bir saniye dahi olamayacak kadar kısa bir süre afalladığımdan dolayı gevşeyen vücudumu toparladım hemen. Gözlerimi kıstım ve sorgulayan bir ifadeyle baktım yüzüne. “Seni tavlamaya çalışan kadınlara numara verip, liste mi tutuyorsun? Çok aşağılıkça değil mi bu?” muhtemelen sohbetimizin gidişatında bir hakaret duymayı beklemediğinden, az önce benim yaşadığım afallamanın aynısını yaşadı Cesur’da. Bu yüzden ona üstünlük taslayan bir bakış atmadan edemedim.

“Eh…” dedi bağladığı kollarını çözüp, eliyle kalabalığı işaret ederken. “Burada yapacak daha kayda değer bir işim yok.”

Onun sorunu ketum olmasından ziyade, insan sevmiyor olmasıydı belli ki. O yüzden aslında sohbeti bu kadar dahi sürdürmesini bir başarı sayacaktım ki, yeniden gözlerini denize çevirip beni arkada bırakarak bir bıçak gibi kesti aramızdaki iletişimi.

Cesur Soykan, en nefret ettiğim Soykan olmak üzereydi.

“Özgüvenini kırmak istemem ama…” diye girdim söze biraz da yüksek bir sesle. “Sen en iyisi benim ismimi listeden çıkar. Ben seni tavlamaya uğraşmıyorum Cesur… Soykan.” Soy ismini söylerken hissettiğim öfkeyi sesime yansıtmadığımı umdum.

Hala arkası bana dönük bir halde dururken, başını sallayarak onayladı beni ancak tam olarak neyi onayladığını da anlayamamıştım.

“Demek beni tavlamak istemiyorsun…” bu defa da omzunun üzerinden dönüp baktı. “O halde neden buradasın dokuz numara?”

Beni numaralandırmış, üstelik bunu bir lakap haline getirmiş olmasının damarlarımda yarattığı kasılmayı göz ardı ederek, umursamaz bir tavırla omuz silktim. “Boğaz manzarası…” diye mırıldandım iç çekerek. “Çok güzel. Buradaki çoğu insandan da daha huzur verici aynı zamanda.”

Dudaklarının kenarında beliren ufak kıvrımdan cesaret alarak öne doğru birkaç adım attım. Şimdi yan yana dikiliyorduk ve aramızda en fazla bir insanın sığabileceği kadar boşluk kalmıştı.

“Bak sen…” dedi şaşkınlık içeren bir nida kattığı sesiyle. “O konuda haklısın işte.” Benim gibi boğaza döndü o da. “Peki, insanlardan kaçmak niyetindeysen eğer… Davete gelmeme seçeneğini neden değerlendirmedin?”

Çok bilmişliğini sorun etmiyordum ama her bir kelimesiyle insana kendini kötü hissettiren bir tarzı olması canımı sıktı. “Sen ailenin en şatafatlı dönemine ulaştığı zamanları içeride geçirdiğinden, yabancısın biraz bu tarz davetlere belli ki. Bu dünyada istemeye istemeye de olsa, bir yere çağrıldıysan… Gidersin.” Dedim ve açık sözlülüğümle, geldiğim andan beri yüzünde ilk defa gerçekten bir şaşkınlık ifadesi oluşmasına neden oldum. Mimikleri keskinleşti, kaşları nedenini tam kestiremediğim bir şekilde havalandı ve buz gibi bir gülümseme belirdi dudaklarında. Birkaç saniye konuşmadan, öylece inceledi beni. Ne bulmayı, ne görmeyi beklediğini bilmiyordum ama kafasında bir şeyleri tarttığı belliydi. Onunla ilgilenmiyormuş ve sohbetin bittiğini düşünüyormuş gibi önüme döndüm tekrar. Tam o anda söze girdi. “Adın ne?”

Erkekler…

Zengininden fakirine, katilinden masumuna hepsi aynıydı. Bir meydan okuma hissettikleri anda, akılları karışıyordu.

“Ne?” Diye sordum, sesime konuşmaya çok da istekli değilmiş gibi bir hava katarak. Şimdi gerçek manada bana dönmüştü ve muhabbete devam edeceğini belli eden bir tavra bürünmüştü Cesur. “Listeden sileceğim ismi öğrenmem lazım değil mi? Yoksa dokuz numarayı mı tercih edersin?”

Fazla samimi olmayan bir kıkırtı döküldü dudaklarımdan. “Asi.” Dedim usulca bakışlarımı ona çevirdiğimde.

“Asi…” diye tekrar etti son harfini uzatarak. “İsimler insanların karakterini belirler derler. Asi misin gerçekten?”

Ne kadar asi olduğumu öğreneceği gün gelecekti elbette ancak şimdilik cevabım daha masum olmalıydı. “Bilmem.” Omuz silktim. “Sen öyle misin? Cesur musun yani?”

Bana doğru bir adım attığında aramızdaki mesafe santimlerle sınırlandı. Topuklu ayakkabılarıma rağmen, yüzüne bakabilmek içi hafifçe başımı kaldırmam gerekiyordu.

Sırtını öne doğru eğerek, yüzünü benimkiyle aynı hizaya getirdi Cesur. Bir tebessüm eşliğinde bana yaklaştı, yaklaştı… Parfümünün belli belirsiz kokusu burnumu doldurdu. Daha fazlasını içime çekmemek için nefes dahi almadan durmayı sürdürdüm. O da bana yaklaşmayı sürdürdü. Öyle ki bir an dudaklarının dudaklarıma değeceğini sanarak telaşlandım ve bıçağıma ulaşmam gerekirse diye de çantamı kavradım hızlıca ancak dudaklarımı teğet geçerek kulağıma doğru fısıldadı. “Görmek ister misin?”

Meraklı bir şekilde kaşlarımı çattım. “Nasıl olacak o?”

Aniden geri çekilip kalabalığa döndü ve hemen yanındaki barın üzerinde duran bardağı aldı eline. Cebinden çıkardığı çakmakla usul usul vurdu cama ve bize yakın tarafta olan herkesin gözlerini üzerimize çevirmesine neden oldu.

Ne yapmaya çalıştığı üzerine düşünecek vaktim yoktu çünkü hemen ardından söze girdi. “Yanımdaki bu güzel hanımefendiye kim içki ısmarlamak ister?” diye sordu oldukça aydınlık bir yüz ifadesiyle ve göz ucuyla bana baktı, bir kez daha onunla ilk konuştuğum andaki aşağılayıcı tavra bürünmüştü. “Ben ayaklarıma da kapansa ısmarlamayacağım çünkü ve çok da sıkıldım gerçekten bu tantanadan.”

Cesur, sanki konuşmamış da kelimeleriyle beynimin içinde bir bomba patlatmış gibi şok olduğumda ve bir süre ciddi anlamda donup kaldığımda, çoktan yanımdan uzaklaşmıştı. Barın öteki tarafına geçip aramıza metrelerce mesafe koyduğunu fark ederek ona döndüğümde ise gülümseyen bir yüzle içki bardağını havaya doğru uzattı.

Hissettiğim deli öfkeyle mücadele ediyor olduğumdan, ona gülümseyesim elbette gelmedi. Daha çok suratını yumruklayasım ya da ayaklarından tutup denize atasım vardı.

Reddedilmek bu oyunda bir seçenekti ve hesaba katmıştım ancak aşağılayıcı kelimeleri içimdeki intikam ateşini daha da harladı.

Şaşkın gözlerle beni izleyen insanlardan tarafa bakmadım. Her bir hücrem sinirden yanmaya başladığında benim için artık bu bir gurur meselesiydi de aynı zamanda ve şimdi, dakikalar öncekinden çok daha hırslıydım.

Dünya bir satranç tahtasıydı, insanlarda birer satranç taşı ve satranç benim en iyi bildiğim oyundu. Bu yüzden Cesur Soykan’ın Şahına karşılık hala bir kozum vardı. Henüz kimse mat olmadığından, oyun da bitmemişti.

Yumruklarımı sıktığımı fark ettiğimde, araladım parmaklarımı. Avuç içim kızarmıştı ama önemli değildi. Bedenimdeki hiçbir acı, Soykanlara çektireceğim acıdan daha önemli olamazdı.

Kalabalığa arkamı dönüp, yalının yolunu tuttum ve insanlardan uzaklaştığım bir noktaya ulaştığımda ancak durmayı başarabildim. Sırtımı duvara yaslayıp, lüks mobilyalara diktiğim gözlerimle; zihnimde karman çorman hale gelmiş kinime odaklandım.

“Asi? Ne oldu?”

Sevilay’ın sesini duyana kadar hemen yanımda olduğunu fark edememiştim. Kafamı ona çevirip, dişlerimin arasından adeta tıslar gibi konuştum. “Yemin ederim, gün yüzü göremeyeceklerinden emin olduğum güne kadar savaşacağım onlarla.”

Dehşete düşmüş bir ifadeyle bakakaldı Sevilay yüzüme. “Kötü bir şey olmuş.” derken tereddütlüydü. Bıkkın bir tavırla iç çekerken ona uzun uzun açıklama yapacak enerjim kalmadığını fark ettim. “Tuvalete gitmem lazım. Nerede?” Dedim suratımı buruştururken. “Bir sakinleşmeliyim önce.”

Sevilay yatıştırıcı bir tavırla omzuma koydu elini. “İlhan haklı mıymış yoksa? Sapık bir katil falan mıymış?”

Ateş saçtığından emin olduğum gözlerimi belli bir noktaya sabitledim. “Hayır, ruh hastasıymış. Kaba, ukala, hazırcevap, kendini beğenmiş, kasıntı bir ruh hastası!” Cesur Soykan’a sıraladığım hakaretlerden sonra içimin bir nebze ferahladığını hissettim ve tüm bunları yüzüne doğru haykırmadığıma da pişman oldum.

“Ha, öyle… Seni beğenmediği için mi?” Sevilay’ın açık sözlüğünden de tiksinmeye başlamıştım!

“O kim ki beni beğenmeyecek be? Bitmedi. Öyle iki şov yaptı kalabalıkta diye, bitirir miyim ben oyunu?” duruşumu dikleştirip, gözümün önüne düşen kaküllerimi geriye attım. “Tuvalet nerede?” diye sordum bir kez daha. Sıkıntılı bir tavırla nefes aldı Sevilay. “Üst katta. Koridorun en sonundaki kapı.”

Başımı sallayarak onayladım onu. “Tamam. Birazdan dönerim tamam mı? Arabaya geçerim. Bugünlük Soykan dozumu aldım.”

Elini teselli etmek ister gibi omzuma koydu. “Asi’m, eğer istemiyorsan, ben buradayım zaten. Elimden geleni yaparım bir açıklarını bulmak için. O herifle uğraşmana gerek yok… Yani, senin öfken biraz yüksek ya. Sıkıntı çıkmasın.”

Hızla kolumu çekip sonlandırdım temasımızı. Beni teselli etmesini istemiyordum. Çünkü teselliye değil daha fazla sinirlenmeye ihtiyacım vardı. “Adamı öldürecek halim yok ya Sevilay.” Bir saniye ciddi bir tavırla düşündüm. “Şimdilik yani.”

Ofladığı sırada arkamı dönüp, yeniden konuşmasına izin vermedim. Usul usul tırmandım merdivenleri ve tuvalete girip kapıyı örttükten sonra biriktirdiğim kötü duygularımdan kurtulmak için sessiz bir çığlık attım.

Ellerimi altın rengi lavaboya yaslayıp, aynadaki yansımamı inceledim bir süre. Kireç gibi olmuş suratıma bakarken, kafamda yeni bir plan yapmaya başlamıştım bile.

Daha cilveli mi olmalıydım? Daha asi mi? Cesur Soykan’ın geçmişinde, baz alabileceğim bir aşk hayatı olmadığından, ancak hislerime güvenerek hareket edebilirdim ve hislerim beni ilk seferinde haksız çıkarmışlardı. Bir kez daha yanılma şansım yoktu. Ya bana tutulmasını sağlayacaktım ya da ona karşı bir koz elde edecektim.

Belki de Cesur’u tavlamak yerine Beril’le yakın arkadaş olmayı falan denemeliydim. En azından henüz onu denizin serin sularında boğmak istemiyordum.

Kafamın içindeki kasvetli bulutlar dağıldığında ve yüzümün rengi normal haline döndüğünde çıktım tuvaletten. Kulağıma fısıltı gibi ulaşan sesleri de o an fark ettim. Herhangi bir insanın kapısını dinleyecek kadar saygısız değildim ancak bu evdeki insanlarda herhangi birileri değillerdi zaten. Bu yüzden parmak uçlarımda yürüyerek, sesin geldiği yere ulaştım. Aralık olan kapının hemen yanındaki duvara sırtımı yaslayıp, nefes dahi almadan dinlemeye koyuldum.

“Baba, Cesur yurtdışına gitmeyecek.” Dedi Beril Soykan neredeyse yalvaran bir tınıyla. Necati gelmedi sanıyordum ama buradaydı. Hem de belki de başından beri…

“O herifi gözüm görmeyecek. Şovunuzu yaptınız, milleti eğlendirdiniz, dikkatleri üzerinizden çektiniz. Yeter. Siktir olup gitsin. Ona sınırsız para. Bizden uzak olsun da ne bok yerse yesin.” Diye yanıtladı kızını. Karısının katilini etrafında görmek istemiyordu. Eh, haksız sayılmazdı.

“Sana söyledim. Eğer Cesur yoksa ben de yokum.”

Sevilay’ın arabada söylediklerini hatırladığımda, Cesur ve Beril arasındaki bağın biraz aşırıya kaçtığına kanaat getirmiştim. Acaba ikiz kardeş olduklarından mıydı yoksa bilmediğim bir sırrı daha mı vardı bu ailenin?

“Anneni öldürdü!” Necati Soykan’ın öfkeli sesi, bulunduğum yerde beni bile titretmişti. Şaşkınlıkla büyüttüğüm gözlerimle, hafifçe başımı eğip görmeye çalıştım onları ancak kapının arka tarafındalardı sanırım.

“Kazaydı! Eğer annemin hastalığını…” büyük bir hiddetle başladığı cümlesini bir bıçak gibi kesti ve üç saniye boyunca ikisi de konuşmadı. En sonunda yeniden ancak bu defa fısıltıyla sürdürdü sözlerini Beril. “Üstelik buna rağmen cezasını çekti değil mi? Sekiz yıl boyunca biz lüks içindeyken o cezaevinde sefalet içinde yaşadı.”

Hızlıca yokladım ancak Eftalya Soykan’ın hastalığıyla ilgili hiçbir bilgi canlanmadı zihnimde. Yıllardır Beril ve Necati Soykan’ı, onların işlerini ve yaşam tarzlarını iyi analiz ettiğimizi sanıyorduk ama belli ki sandığımızdan çok daha karanlıklardı. Bu benim nezdimde kötü bir şey değildi. Ne kadar kirli olurlarsa o kadar kolay çökerlerdi.

Merdiven tarafından gelen adım sesleri yüzünden irkilerek, toparlandım hızlıca. Yeniden tuvalete dönmeye karar vermiştim ancak bir iki adım attığımda çoktan yukarıya yaklaştığını gördüm hizmetlilerden birinin. Beril’le Necati’nin konuştuğu odanın yanındaki aralık kapıdan içeri attım kendimi aceleyle ve bir kez daha sırtımı duvara yaslayıp, nefesimi tuttum. Birkaç saniye boyunca bulunduğumuz katta yankılanan adımlar kesildiğinde ise gerginlikle geri bıraktım. Tam da o anda burnuma dolan odunsu kokuyu belki de refleks olarak içime çektim. Açık havada net bir şekilde alamadığım parfümü şimdi ciğerimin her bir noktasına temas etmişti. Onunla ilgili herhangi bir şeyi beğenmeye gönüllü değildim ancak yine de, parfüm seçimini oldukça başarılı bulmuştum.

İstemeden de olsa kendimi odasına attığımdan, epey şanslı günümde sayılmalıydım. Eh, buraya kadar gelmişken de biraz kurcalamadan geri dönemezdim.

Gri duvarlarda elimi gezdirdim yavaşça. Pürüzsüzlüğünden anladığım kadarıyla yeni boyanmışlardı. Kapının hemen çaprazındaki duvarda, oldukça büyük, iki kişilik bir yatak vardı ve üzerinde de tek renk, kırmızı bir uyku seti. Kırmızıyı seviyordu. Biliyordum. Her ne kadar gizlemeye çalışsa da, bakışlarından anlamıştım.

Elbisemi de sevmişti.

Yatağın tam karşısında, gri duvarla aynı renk olduğundan neredeyse kamufle olan gömme dolaplar, bütün duvar boyunca uzanıyordu. Hemen önünde, üzeri cam kapaklı bir masa ve kapağın altında da sayamadığım kadar saat vardı. Bu kadar saate sahipken, böyle bir günde koluna saat takmamış olması ilginçti. Odadaki eşyaların dekor olduğunu düşündürtmüştü. Ya da hiçbirini onun seçmediğini… Kız kardeşi bu odayı o gelmeden hazırlatmış olmalıydı.

Kapıyı aralık bıraktığımdan, çok ses çıkarmamaya çalışarak dolapların önüne doğru ilerledim. Ortadaki kapağın birini açıp, pek canlı renklere sahip olmayan, ütülü gömleklere dokundum. Sade… Sade seviyordu. Desensiz. Herkesin smokinle geldiği bir davette üzerine bir ceket dahi almamış oluşundan belliydi.

Parlak kumaşlı siyah gömleği, askısından tutup indirdim ve burnuma yaklaştırdım. Odaya girdiğimde aldığım aynı parfüm kokusu bir kez daha beynimin içine kadar yayıldığında, kurtulabilmek için uzaklaştırdım gömleği.

“Dokuz numara…” sesi kulaklarımda yankılandığında söndüğünü sandığım sinirim küllerinden doğdu tekrar. Dudaklarımı yalayıp, güçlü bir nefes aldım ve doğruldum. Odasında yakalanmak bizi hangi noktaya götürecekti kestiremiyordum ancak yine de kendimi her türlü ihtimale hazırlayabilmek için gerindim.

“Tam da ismini silmek üzereydim listeden.” Dedi ukala bir tonlamayla Cesur. Kapının pervazına yaslanmış, kollarını göğsünde birleştirmişti. Aşağıdaki kasıntı haline nazaran daha gevşemiş görünüyordu.

Masum bir yüz ifadesiyle ona çevirdim gözlerimi. “Ben… Tuvaleti arıyordum.” Diye mırıldandım mahcup bir şekilde bakışlarımı kaçırırken. Duyduklarından epey memnun olduğunu belli edercesine, kocaman bir tebessüm için kıvrıldı dudakları. “Sonra ne oldu? Yolunu kaybedip, yatak odamda, gömleklerimi koklarken mi buldun kendini?” buz gibi bir kahkaha attı. “İlginç hikayeymiş.”

Gömleği aldığım yere geri asıp, dolabın kapağını sertçe örttüm. Ona doğru hareketlenip, tam yanına ulaşana kadar da tekrar durmadım. Aramızdaki korkunç başlayan iletişimi daha korkunç bir seviyeye taşımamam gerektiğini biliyordum ama bir an için boş bulunarak çattım kaşlarımı. “İsmin Cesur değil de kaba, kasıntı, ukala ya da… Korkak olmalıymış.” Dedim tüm ciddiyetimle. Parmaklarını öfkeli bir tavırla koluma dolamasına rağmen bakışlarımı onunkilerden çekmedim de üstelik. Kahverengi gözleri şimdi çok yakınımdaydı ve orada süzülen kafa karışıklığı kolaylıkla seçiliyordu. Ukala bir şekilde gülümseme sırası bendeydi. “İnsanlardan, kadınlardan kaçıyorsun. Odandaki eşyaları bile kendin seçmemişsin. Birkaçı senin tarzın ama senin seçimin asla değil.” Yeniden meydan okudum ona. “Bir de benden hoşlanmaktan korktuğun için aşağıda yaptığın o şov… Cesurmuş… Cesur ne demek bir fikrin var mı acaba?” Her bir kelimemle daha çok sinirlendiğini fark etmiştim. Gözleri hafifçe kısılmıştı ve yüzü kaskatı bir hale bürünmüştü. “Senden hoşlanabileceğimi nereden çıkardın?” Kolumdaki elini gevşetti. Üstünlük taslayan bir bakış gönderdim ona. “Yalan mı ki? Beni oldukça güzel bulduğun hatta çekici…” Duygularını iyi gizlediğini söyleyebilirdim ama ara sıra açık veriyordu ve ben detayları analiz etmeyi severdim.

Hiç de kibar olmayan bir kahkaha attı yüzüme doğru. “Sekiz yıldır içerideyim.” Dedi bana oldukça bariz olan bir şeyi anlatmak ister gibi, kelimelerin üzerine basa basa. “Gördüğüm çoğu kadını güzel ve çekici buluyorum zaten.” İçimdeki şiddet yanlısı tarafı ortaya çıkaran tavırlarına karşılık, üstün bir çabayla korumayı başardım sakinliğimi. “Ama hepsinden uzak duruyorsun. Niye? Seni tavlamaya çalışan sekiz kadını niye reddettin mesela?” diye sordum imalı bir sesle. “Yoksa… İnsanların seni,” işaret parmağımı göğsüne vurdum. “Gerçek seni tanımasından da mı korkuyorsun?” Benim temasıma karşılık o kolumdaki elini çekip temasımızı sonlandırdığında, bunu fırsat bilerek, boynuma astığım çantamın içindeki küçük not defterimi ve kırmızı kalemimi çıkarıp uzattım ona.

“Ne bu?” diye sordu şaşkın gözlerle. Onu afallatmış olmanın verdiği hazla yanıtladım sorusunu. “Günlük. Benim günlüğüm ama ağlayarak yazmaya ihtiyacı olan senmişsin gibi duruyor.”

Yaşadıklarına inanamıyor gibi bir hali vardı. Bir günlükle karşılaşmayı beklemediğinden kafası karışmış olsa gerek, biraz önceki sözlerime dahi cevap vermedi. “İnsan niye bir davete gelirken, yanında günlük taşır ki?” diye sordu onun yerine.

Gülümsedim. “İnsan hafızası her şeyi olduğu gibi hatırlamaz. Zamanla kendi istekleri doğrultusunda değiştirmeye meyillidir. Ama ben o anı, tüm gerçekliğiyle, şeffaf bir şekilde hatırlamak isterim. Ne hissettiysem, hangi duyguya sahipsem ve aklımdan tam o saniye ne geçirdiysem kaydederim bu yüzden.” Bu, Cesur’a karşı en dürüst olduğum andı belki de, o da sanki bunun farkındaymış gibi, çözdü vücudunu. Omuzları düştü. Kaskatı duruşu gevşedi. “Adının hakkını veriyorsun Asi…” diye mırıldandı memnun olduğunu gizlemeye gerek duymadan. “Peki, şu an yazacak olsan… Ne yazardın?”

Bir saniye gerçekten düşündüm sorusu üzerine. Ona hissettiğim nefreti günlüğüme aktarmak istiyordum aslında ancak bugün elbette bir nefret ilanıyla tamamlanamazdı.

Defterin kapağını açıp duvara yasladım ve Cesur’un meraklı bakışları altındayken, önce tarih attım boş sayfanın üst köşesine, ardından da döktüm kelimelerimi. Sonra da sanki her anımı takip etmemiş ve ne yazdığımı görmemiş gibi bakması için ona uzattım defteri. “Sen?” dedim tepkisini ölçmeye çalışırken. “Senin olsaydı bu defter, ne yazardın?”

Elimdeki kalemi sol eliyle kaptı hızlıca ve benim gibi duvara dayadı günlüğümü. Az önce yazdığım cümlemin altındaki boşluğu doldurup, bir de daha ben okuyamadan kapattı kapağını. Defteri almam için uzattığında bir kez daha ancak öncekilerden farklı şekilde, gözleriyle birlikte gülümsüyordu bana. “Kendine dikkat et dokuz numara.” Diye girdi söze imalı bir sesle. “Hakaret ettiğin her erkek, elini kolunu sallayarak çıkmana izin vermez odasından.”

Onu yendiğime inanmak istemiyordum henüz ancak en azından Cesur Soykan’ın tarzına dair ipuçlarını yakalamıştım. Elimi usulca omzuna vurdum iki kere. “Sen de kendine dikkat et Korkak Cesur. Her kadın benim kadar dürüst olmaz bir Soykan’a karşı.” Yanından geçip, koridor boyunca ilerledim ve merdivenlerin başına ulaştığımda omzumun üzerinden dönüp baktım ona. Beni izlediğini fark edince ise hafifçe gülümsedim.

Elimdeki defteri çantama koymaya hazırlanmıştım ancak son anda vazgeçerek kaldırdım tekrar. Az önce birlikte doldurduğumuz sayfayı açıp kelimelerin üzerinde dolaştırdığım gözlerimi.

14.06.2024

Sevgili günlük, bugün bir katili öpmek istedim. Yazmıştım cüretkâr davranıp, risk alarak ve Cesur’un cevap niteliğindeki cümlesini okurken başardığımı anladım.

Sevgili günlük, bugün hayatımda gördüğüm en güzel kadını reddettim.

Bir kez daha, gözlerini hala benden çekmemiş olan Cesur’a baktım ve genişlettim gülümsememi. Merdivenleri hiç aceleci olmayan bir tavırla inerken gülümsememi soldurmamış, kafamın içinde günün değerlendirmesini yapıyordum.

Parfüm seçimi güzeldi. Kırmızı rengi seviyordu. Saat takmaktan hoşlanmıyordu. İnsanlarla iletişim kurmayı tercih etmiyordu ve söylediğinin aksine, çoğu kadını güzel de bulmuyordu. Bahçede konuştuğumuz süre zarfında bir kez bile etraftan geçen kadınlara dönüp bakmamıştı. Mimiklerini pek kullanmadığından, duygularını anlamak zordu ama imkansız da sayılmazdı. Kaçmak değil kovalamak istiyordu ve kendine meydan okunmasından zevk alıyordu. Bir nevi toksikti yani. İnatlaşmaktan hoşlanıyordu. İlişkide kendine bir partner değil, bir rakip arıyordu belli ki. Eh, bunun beni pek zorlamayacağı aşikardı.

Bardağı sol eliyle tutuyor, sol eliyle yazı yazıyordu. Refleks kolu soldu.

Yalının bahçe kapısından çıkarken bir savaşı kazandığımdan emindim çünkü asıl bulmam gereken ipucuna ulaşmıştım. Yolun karşısındaki arabanın içinden bana el sallayan amcama karşılık verdiğim sırada zaferimin de tadını çıkarıyordum kendi içimde.

Gerçek bir oyun kurucunun her zaman bir B planı olmalıydı. A planında her şey yolunda gidiyor olsa bile. Şanslıydım çünkü benim bu gece tüm planlarım sonuca ulaşmıştı. Cesur Soykan benden hoşlanmıştı ve… Tümüyle… Solaktı.

 

♟️

Ben mahvoldum arkadaşlar. Sürekli yeni kurgu üretmekten bittim tükendim. 😂 Karanlık Cennet evreninden çıkıp Oyunbozan evrenine bir göz atmaya davet ediyorum sizi. Şu an aynı anda iki kitap yazıyor olacağımdan bu kitaba 15 günde bir Pazar günleri bölüm gelecek. Baktım her şey yolunda ve hızlıyım gidişata göre süreyi kısaltabiliriz belki. Çok çok heyecanla yazdım bu kitabı da sizin yorumlarınızı okumak için de sabırsızlanıyorum. Giriş kısmında bir iki değişiklik yaptım kurgunun tam oturması için. Önceden okumuş olanlar tekrar bir göz atabilir ama atmasanız da konunun gidişatını etkilemeyeceği için bir şey kaybetmezsiniz. :) Salı Ölüm Çemberi, Perşembe Kainat Bekçileri, Cumartesi de Karanlık Cennet'te görüşmek üzere. Kendinize dikkat edin. 😇

Loading...
0%