@melikemn
|
♟️ “Satranç, kumar değildir.” 27 Nisan 2016 GEÇTİĞİMİZ AYLARDA KURDUĞU MARKAYLA, KOZMETİK DÜNYASINA HIZLI BİR GİRİŞ YAPAN NECATİ SOYKAN’IN EŞİ ÖLDÜRÜLDÜ! Evinin bahçesinde ölü bulunan Eftalya Soykan’ın kesin ölüm nedenin belirlenmesi için adli tıptan gelecek rapor bekleniyor, ancak ilk alınan bilgiler; villayı soymak isteyen, kimliği belirsiz bir hırsızla yaşadığı arbede sonucunda camdan düşerek hayatını kaybettiği yönünde. Necati Soykan konu hakkında açıklama yapmayı rettederken, ailenin iki çocuğundan biri olduğunu öğrendiğimiz Beril Soykan, annesinin trajik ölümünü gözyaşları içinde anlattı. Suçlunun bir an önce bulunup cezasını çekmesini istediğini söyleyen Soykan, kameralara görünmek istemeyen erkek kardeşi Cesur Soykan hakkındaki soruları da yanıtsız bıraktı. Sayamadığım kadar çok defa izlediğim haberi, bir kez daha baştan oynatmak için telefonun ekranına götürdüm elimi. Eftalya Soykan’ın ölümüne dair tek haber başlığı bu olduğundan, elde edebileceğim bütün ipuçlarını da sadece buradan bulabilirdim ancak her şey o kadar üstü kapalıydı ki, beynim bir türlü olayların içine girmeyi başaramıyordu. Necati Soykan şöhretinin henüz başında kaybettiği karısının cinayetine ilişkin basın yasağı getirdiğinden sonrasında ortaya çıkan hiçbir detay kamuoyuyla paylaşılamamıştı. Dolayısıyla bir hırsızlık vakası olarak konunun üzeri örtülmüştü. Cesur Soykan’ın katil olduğu sekiz yıl boyunca bir sır gibi saklanmış olmasına rağmen tam cezaevinden çıkacağı sırada nasıl bütün haber kanallarına yayılmıştı bilmiyordum ama Necati’nin izni olmadan yapılamayacağını anlayacak kadar kafam çalışıyordu. Belki de oğlunun dışarıda huzurla dolaşmasını istememişti ve sekiz yıllık cezayı yetersiz bulmuş, şimdi de kendince cezalandırmaya karar vermişti. Onu insanların önüne atmış, ifşa etmişti. Ya da Beril’i onu göndermeye ikna edemediğinden, köşeye sıkıştırıp Cesur’un kendi rızasıyla gitmesini sağlamaya çalışıyordu. Oturduğum masanın önünde dikilen amcamı fark ettiğimde, kafamda kurduğum bütün teorileri bir kenara bırakarak, gerçek dünyaya döndüm. Günlerdir çözmeye çalıştığım davayla ilgili ufacık bir ilerleme dahi kaydedemediğim için oldukça öfkeliydim ve bu yüzden pek kimseyle iletişim kurmak da istemiyordum. “Çiçeğim, yetmez mi kaç gündür uğraşıp durduğun?” diye sordu amcam endişeli bir sesle. Ağrımaya başlayan başım yüzünden odağımı yitirdiğim için, parmaklarımı alnımda ve gözlerimin çevresinde gezdirerek toparlanabilmeyi umdum. “İlhan dönmedi mi?” diye sordum onun sözlerini duymazlıktan gelerek. Yanımdaki sandalyeyi çekip otururken, sıkıntıyla ofladı amcam. “Yavrum biz bir plan yaptık. Cesur Soykan’ı tavlayıp, yalıya girecek; sonra da onların açığını bulacaktın. E adam hoşlandı benden diyorsun. Niye üzerine gitmek yerine, Eftalya’ya daldın yine?” Telefonun ekranını kapatıp, kollarımı kaldırdım ve sırtımdaki her bir kemiğin yandığını hissederek arkaya doğru gerindim tüm gücümle. “Hoşlanması yetmez çünkü. Onu kendime mecbur edeceğim.” Öne doğru eğilip dişlerinin arasından tıslar gibi konuştu amcam. “Bana bak, salak saçma bir bok yiyip attırma benim tepemi. Herifle arandaki mesafeyi koru. İntikam alacağız derken katil olmayayım ben de.” Amcamın aklından geçenleri fark ettiğimde suratımı buruşturdum. “Yapar mıyım öyle şey? İğrenç…” diye mırıldandım kendi kendime daha çok. Onun bana dokunmasına dahi zor tahammül etmiştim. Daha fazlasını kaldıramazdım. Rahat bir nefes koyuverdi amcam. “Bazen öyle bir dönüyor ki gözün, korkutuyorsun insanı.” Bakışlarımı kahvehanede gezdirdim bir süre. Saat gece yarısına geliyordu ve kapının önündeki masada okey oynayan amcalar dışında kimse kalmamıştı. Burası benim sığınağım gibiydi bu yüzden günümün çoğunu, hiçbir işim olmasa dahi evde değil de amcamın kahvehanesinde geçirmek en büyük huzur kaynağımdı. Amcamın sözlerine sesli bir cevap vermeyi düşünmüyordum. Gözümün döndüğü doğruydu ancak bu yeni bir bilgi de değildi benim için. Uzun zamandır Soykan’lar konusunda sağlıklı düşünemediğim apaçık ortadaydı zaten. Böyle olmasını gram sorun etmiyordum da üstelik. Bazı durumlar karşısında akıllılıktan ziyade delilik işe yarardı. “Sabahlayacağız herhalde gençler. Tatlılar benden o zaman.” Diyerek kahvehanenin kapısından girdi İlhan şen şakrak bir tavırla. Saatlerdir onu beklediğim için, bir an boş bulunarak heyecanla doğruldum. “Hele şükür.” Yüzünde, memnuniyetle karışık şaşkın bir gülümseme belirdi. “Yolumu mu gözlüyordun?” Gözlüyordum aslında ancak sebebi hiç de onun düşündüğü gibi değildi. Yine de bozmamaya çalıştım. “Tabi ki. Sıkıntıdan patladım burada. Senden daha dişli rakip bulamıyorum ki bu mahallede.” Amcam az önce oturduğu sandalyeden kalkıp, İlhan’ın elindeki poşeti aldı ve çay ocağına döndü tekrar. “İçersiniz değil mi?” diye sordu bir yandan da bize. İlhan’la aynı anda salladık başımızı ve o, karşımdaki sandalyeye oturdu usulca. Öne doğru eğildim. “Senden bir şey isteyeceğim.” Gözlerimle amcamı kontrol ederek, bizi dinlemediğinden emin oldum. “Başka niye gözleyesin yolumu zaten değil mi?” diye sordu İlhan beklediğimden de alıngan bir sesle. Benim gibi fısıldıyordu o da. “Çocuk musun İlhan? Küs bir de bari.” Dedim çok da sert çıkışmadığımı umarak. İç çekti. “Ah… Küsebilsem…” diye mırıldandı gergince. Gözlerimi devirmemek için kendimi tuttum. Onu üzmek istemiyordum ama tahammülsüz bir insan olduğumdan, o üzüldüğünde de üzüldüğü için yine ona sinirleniyordum. “Eftalya Soykan’ın dosyasına ulaşabilir misin?” hiç lafı uzatmadan direk konuya girdiğimden olsa gerek şaşkınlıkla kasıldı İlhan. Yüzünde soğuk bir tebessüm belirmişti. “Meslekten atılırım.” Umursamazca omuz silktim. “Yakalanmazsan atılmazsın. Otopsi raporuyla ilgili bilgi alabildin sonuçta değil mi? Dosyadaki detayları da bulabilirsin yani.” beklenti dolu gözlerimle, onun kısılan mavi gözlerini esir aldığımda huysuzca homurdandı. “Kuklaya çevirdin iyice beni.” Yalvarıyor gibi bir imaj çizmemek için duruşumu dikleştirdim. “Lütfen. Cesur’a karşı bir koza ihtiyacım var. Adamı kendime nasıl mecbur bırakacağım? Hamile mi kalayım?” Kızgınlık dolu gözlerini kocaman büyüterek, bana doğru eğildi tekrar İlhan. “Asi… Biliyorsun zaten şu tavlama planında nefret ettiğimi. Ne diye kışkırtıyorsun beni hala? Arkadaşa sorup öğrenmeye benzemez, arşive girip dosyaya bakmak. Bokunu çıkarmaya başladın farkında mısın? Nasıl ulaşayım ben dosyaya? Cinayet büroda bile değilim.” Onu sinirlendirdiğim anların sayısı bir elin parmaklarını geçmediğinden, şu anki arka arkaya sıraladığı öfkeli sözleri karşısında geri adım atmaya karar verdim. Ya da en azından öyle görünmeye… “İyi peki, nefret ettiğin A planından devam o zaman. Oysa… Çok daha kolay olabilirdi her şey.” İlhan’ın kaşları o kadar çatılmıştı ki, kaşlarının arasındaki kırışıklıkları sayamadım bile. “Ne geçiyor o cin aklından yine acaba?” diye sordu bana yargılarcasına. Omuz silkip bağladım kollarımı göğsümde ve meraktan çatlamasını umarak, yanıtsız bıraktım onu. Amcam elindeki tepsiyi masanın ortasına koyduğunda, yeniden konuşmak için dudaklarını aralamış olan İlhan, sözcüklerini geri yuttu ve onun yerine sıkıntılı bir nefes bıraktı dışarı. “Hayırdır? Niye dalaşıyorsunuz siz?” diye sordu amcam merakla. Kollarımı göğsümde birleştirip imalı bakışlarımı İlhan’a diktim. “Hiç. Satrançta yine bana meydan okuyor da.” Alaylı bir sesle güldü amcam. “Yenilen pehlivan demiyoruz boşuna.” Tepsideki çay bardaklarından birine uzandım. Sonra da tabağın kenarındaki çatalı aldım elime. “Kaç gün oldu? Ne zaman döner aile tatilinden bu Soykan’lar?” diye geveledim ağzımda, bir cevap beklemeden. Yalıdaki davetten sonra Beril ve Cesur valizlerle çıkıp gitmişlerdi ve sonra bir daha haber alamamıştık ikisinden de. Sevilay, Necati Soykan’ın sessiz sedasız gelip gittiğini söylüyordu sadece. Yalıya girmek için kaçınılmaz fırsattı ama benim sorunlarımı yalıya girmek çözmeyecekti belli ki. İkizlerin kaçmış olabileceklerini düşünmeme çok az kalmıştı. Tek dayanağım Necati’nin Beril’i kaybetmeyi göze alamayacak olmasıydı. “Kıbrıs’talarmış.” Dedi İlhan ruhsuz bir sesle, yüzüme dahi bakmadan. Gözlerimi şaşkınlıkla büyüttüm. “Nereden duydun? Niye söylemedin?” Canının sıkkınlığı neredeyse kahvehanenin tüm havasını değiştirdiğinde, güçlü bir nefes koyuverdi bilmem kaçıncı kez. “Beril’in instagramında gördüm az önce.” Kaşlarım istemsizce çatıldı. “Beril’i instagramdan takip mi ediyorsun?” “Sen etmiyor musun?” Ediyordum ama benim etme sebebim apaçık ortadaydı. İlhan ise olayların arka planında kalır, ancak biz bir şeyler istediğimizde destek olurdu ve hiçbirimiz ondan Beril’i takip etmesini istememiştik. “Benim etmem sana yetmiyor mu?” diye sordum kirpiklerimin altından, gerilen yüz kaslarını takip ederken. Başını hafifçe yana eğdi ve fısıltı gibi bir sesle girdi söze. “Kıskandın mı?” Hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Aralık bulduğu her kapıdan burnunu sokmaya çalışıyordu ve defalarca kez o kapıyı suratına çarpmış olmam umurunda bile değildi. Tavrı dudaklarımın kenarında üstünlük taslayan, ufak bir tebessüm belirmesine neden oldu. “Mahvoldum kıskançlıktan.” Dedim alay ederek. Sonra da önümdeki tatlıdan bir çatal aldım. “Konuya mı odaklansak?” diye sordu amcam uyarıcı bir tonlamayla. Gülümsememi söndürmeden İlhan’a bakmayı sürdürdüğüm için gözlerini ilk kaçıran da o oldu. Bana meydan okumaması gerektiğini hiç öğrenememişti. “Konu basit.” Omuz silktim. “Kıbrıs’a gideceğim.” Hızlıca itiraz etti amcam. “Tek başına gidemezsin.” Huysuz bir çocuk gibi göğsümde bağladım kollarımı ve suratımı buruşturdum. “Bana güvenmeyi ne zaman öğreneceksiniz? Ne yaptığımı biliyorum. Gideceğim. Cesur’u kumar masalarına gömüp bana aşık olmasını sağlayacağım.” Kulağa oldukça kolay geliyordu ve kolay olduğunu düşünmelerini istiyordum ancak öyle olmayacağını Cesur’la tanıştığımda anlamıştım. “Ben de geleyim.” Dedi İlhan dahiyane bir fikir bulmuş gibi göğsünü kabartarak. Dirseklerimi masaya yaslayıp, ellerimi de çenemin altına yerleştirdim ve kirpiklerimi kırpıştırdım hızlıca. “Beril Soykan’ı görmeye mi?” Onu kıskandığımı söyleyemezdim ama onunla uğraşmayı ve daha önemlisi onun benimle ilgilenmesini seviyordum. “Abartma istersen Asi.” Diye yanıtladı sözlerimi. Ben de karşılık olarak ona dil çıkardım. “Çiçeğim, fazla hafife almaya başladın bu işi.” Derken elini sırtıma koydu amcam. Kim bilir kafamdan geçen asıl planı duysa, neler düşünürdü? Ona ya da diğerlerine güvenmiyor değildim ancak hayatımda ilk defa beni zafere götürecek şeyin ne olduğunu bulduğumu hissediyordum ve bulduğum şeyi hiçbirinin onaylamayacağını bilecek kadar da tanıyordum onları. Bu yüzden mecburen, bir süre gizli kapaklı iş çevirecektim. “İlhan… İzin alamazsın ki çat diye.” Amcama döndüm. “Bir gece. Gideceğim. Sadece kumar oynayacağım. Ertesi gün de döneceğim. Hem biraz para kazanırım. Sen de düğün hazırlıklarına başlarsın artık. Malum üçüncü yaza girdik ya hani.” Dedim onu yumuşak karnından vurmak isteyerek. Sıkıntıyla sakallarını sıvazladı amcam. Bu sene de düğünü yapmazsa Sevilay’ın onu terk edeceğini düşünüyor olmalıydı. Sevilay onu yedi cihan yansa da terk etmezdi ama bu düşüncemi paylaşmak gibi bir niyetim yoktu. Birkaç saniye boyunca derin bir sessizlik çöktü kahvenin ortasına. Ben tatlı yemeye devam ederken, İlhan büyük bir dikkatle amcamın dudaklarından dökülecek sözleri bekliyordu. En sonunda iç çekerek, “Tamam.” Dedi amcam isteksiz de olsa. “Tarık abi ya, sıçayım ama…” diye hayıflanan İlhan’ı duymazdan gelerek, heyecanla fırladım ayağa ve bardağın dibinde kalan çayımı kafama diktim. “Gidip valizimi hazırlayayım ben...” Amcam daha cümlemi tamamlamadan girdi söze. “Bir gece Asi.” Kendimden emin bir tavırla kafamı salladım kapıdan çıkmadan önce. “Bir gece.” Dedim içini rahatlatacak kadar güven verici bir tonlamayla. “Söz.” ** Yaklaşık bir ay önce amcamla gelip, uzaktan renkli ışıklarını izleyerek Soykanların başına yıkma planları yaptığım kumarhanenin kapısında dikiliyordum şimdi. Bacaklarımı saran, siyah deri taytım; askılı bluzum ve kalın topuklu stilettolarımla bir kez daha Cesur Soykan’ın karşısına çıkmaya hazırdım. Bu defa düz saçlarımın omuzlarımdan dökülmesine de izin vermiştim. Dark Palace hariç üç kumarhane daha açmıştı Necati Kıbrıs’ta. Görünürde her şeyi yasal yollarla yapıyordu üstelik ancak arka planda bir kara para ağı olduğunu bilecek kadar hakimdim konuya. Bu da, insanların çoğunlukla kaybettiği ve kasanın kazandığı bir düzenek kurulduğu anlamına gelirdi. İnsanlar hile yapmadığı sürece… Kırmızı halıda yürürken, yüzüme aydınlık bir ifade yerleştirmiş, her an karşıma çıkma ihtimaline karşı umursamaz bir tavra bürünmüştüm. Amcamın kahvehanesinde, piştide yenip durduğum, mahallenin yaşlı amcalarından sonra burada gerçek manada kumar oynayacak olmanın heyecanını da gizlemeye çalışıyordum. Kumar bağımlısı değildim elbette ama oyun bağımlısı olabilirdim. Salonun içinde hızlıca dolandı gözlerim. Herhangi bir Soykan görüş alanımda değildi ancak yakınlarda bir yerde olduklarını Beril’in instagram hesabından görmüştüm. Eninde sonunda geleceklerdi. Eh, beklerken biraz eğlenmekten kimseye zarar gelmezdi. Blackjack masasına yaklaşıp, masanın başındaki sarışın kadının ve etrafındaki üç kişinin oyununu takip ettim on dakikalık bir süre boyunca. Çoğunlukla kasanın kazandığı oyunu izlerken insanların ellerindeki kartları inceledim önce. Sonra da kadının saat yönünde dağıttığı kartları. Çok param olduğunu söyleyemezdim ancak en azından kaybetme şansımın düşük olduğunu biliyordum. “İyi akşamlar.” Dedim tüm dikkatlerini masaya verdikleri için yanlarına ulaşana kadar yüzüme bakmamış olan, orta yaşlı üç adama. Kısa bir an için gözleri üzerime çevrildiğinde gülümsedim. “Çok affedersiniz.” Diye mırıldandım ellerimi Blackjack masasına yaslarken. “Oyun biraz sıkıcı gidiyor gibi geldi de bana.” Yüz dolarlık pulumu boş olan bölmeye koyup oyunun başlamasını bekledim. “Buyurun.” Dedi adamlardan biri benim izin almadan ortaya dalıvermiş olmamdan duyduğu rahatsızlığı sesine yansıtarak. Hepsi kendi pullarını masaya bıraktı ve kadın elindeki kartları tek tek açmaya başladı. Hızlıca kartları tararken, biraz önce takip ettiğim kartlarla birlikte, şimdi önümdeki kartların üzerindeki sayılar da zihnimin içinde dönüyor, bakışlarım masa ve kartlar arasında gezip duruyordu. İlk eli kazandıktan sonra, bir sonrakini kaybettim ve ardından üç el daha kazandım. Adamlardan kumral ve daha genç olan homurdanmaya başladığında üstünlük taslayan bir gülümsemeyle baktım. “Kazandığım bütün parayı koyacağım.” Dedim meydan okuyarak. “Son el.” Huysuz adamın kararsız bakışlarına karşılık, diğer ikisi anında onayladı ve hatırı sayılır bir miktarı bıraktılar masaya. Kasadaki kadın her birimizin önüne ve kendi önüne de iki kart koydu. Kasanın açık olan kartı ondu ve bu benim elimdeki toplam sayıya denk geliyordu. Adamlardan ikisinin eli on sekiz, diğeri de on yediydi ve kimse yeni bir kart çekmek istemedi. Riskliydi ama destedeki kartlar iyice azaldığından, şansımın daha yüksek olduğunun farkındaydım. Kadın benim önüme bir kart açtı. Yüzümde zafer kazanmış bir ifade belirdi. Papaz benim kartlarımın toplamını yirmiye ulaştırmıştı ve ben biliyordum ki destedeki kalan en büyük sayı da ondu zaten. Çünkü bir önceki ellerde tüm aslar tükenmişti. Kasanın toplam sayısı on dokuzda kaldı ve ben masadaki bütün parayı kazanmış oldum. Sanırım gerçekten Sevilay ve amcam bu yaz evlenebileceklerdi. “Eğlenceliydi.” Dedim adamların her birinin yüzüne bakarken. Şaşkın gözleri altında uzaklaştım yanlarından ve bu defa da rulet çarkının tepesinde dikilmeye başladım. Sanırım bu kumarhanede, mutluluktan aklımı kaybetmek üzereydim. Cesur Soykan’a söylüyordum ama ben de hayatın içinde kendime bir rakip arayıp duruyor ve meydan okumalardan besleniyordum belki de. Kazandığım paranın bir kısmını rulet çarkında harcamaya karar verdim. İşim tamamen şansa kaldığından, kontrollü olmak zorundaydım. Yüz dolarla girdiğim kumarhaneden, sıfırla çıkmak istemiyordum. Pullarımdan birini yirmi bire, birini yirmi ikiye ve diğerini yirmi üçe yerleştirdim. Bu defa yüzlerine bakmaya dahi tenezzül etmediğin insanların da kendi numaralarını doldurmasını bekledim ve çark dönmek üzereyken kalp atışlarımın hızlandığını fark ettim. Son anda bir el uzandı çarkın üzerine ve dokuz numaraya birden fazla pul bıraktı usulca. Gözlerimi ışık hızında kaldırdığımda, yüzünde en son odasından çıkarken gördüğüm gülümsemesi duruyordu. Kendimi oyunlara o kadar kaptırmıştım ki bir an buraya onu bulmaya geldiğimi dahi unutmuştum. Bu yüzden karşımda belirince kısa süreli bir şaşkınlık yaşadım. Önünden iki düğmesini açık bırakıp, kollarını katladığı ve üzerine yapıştığı için yine bütün adalelerini önümüze serdiği, mavi gömleğine, ardından bacaklarında jilet gibi duran siyah pantolonuna baktım. Ufacık bir kırışıklık dahi olmaması bana yeni giydiğini düşündürtmüştü. Saat ya da herhangi bir aksesuar takmamıştı yine. Sigara kokularının arasından parfümünü seçmek zordu ancak imkansız diyemezdim. Davetin üzerinden bir haftadan fazla zaman geçmişti ve o bana verdiği numarayı dahi unutmamıştı. Suratımdaki tebessüm de tam bunu düşündüğüm sırada belirginleşti. Cesur hiçbir şey söylemeden çarkın dönmesini bekledi ve en sonunda top dokuz numarada durunca bakışları hızlıca yakaladı bakışlarımı. Yaşadığımız şu an mistik bir olay sayılırdı aslında ve bu yüzden bir kez daha beni afallattı. Rulet masasından uzaklaşırken kafamın içinde anlamsız düşünceler dolanıyordu. Birkaç küçük adımda yanıma yaklaşıp, ben kaybettiğim pullarla vedalaşırken eğildi kulağıma doğru Cesur. “Dokuz numara…” diye mırıldandı fısıltıyla. “Ben seni beni tavlamaya çalışıyorsun sandım ama sen düpedüz sapık çıktın.” Kafamı hafifçe yukarı kaldırdığımda, yüzünün oldukça yakınımda durduğunu fark ettim ve geri çekildim yavaşça. Onun tam olarak nasıl bir cevap duymayı beklediğini ya da istediğini bildiğimden, aceleyle sürdüm savaş boyalarımı ve gardımı kuşandım. “Senin için geldiğimi mi sanıyorsun buraya?” “Kumar oynamaya mı geldin?” diye sordu imalı bir sesle. Sıradan bir tavırla omuz silktim. “Evet.” Bana inanmadığını belli eden, ukala gözlerini gözlerime sabitledi bir kez daha. “Yazık…” diye başladı konuşmaya, geldiği andan beri soldurmadığı gülümsemesini iyice genişletirken. “Güzel olduğun kadar yalancısın da yani.” Davette yaşadığımız her şeyi bu kadar net hatırlıyor oluşundan cesaret alarak dikleştirdim duruşumu. “Aynen. Yalancı olduğum kadar da salağım aynı zamanda. Bu yüzden burada durup senin için geldiğimi düşünerek, egonu tatmin etmene izin vereceğim.” Diye yapıştırdım cevabı, elimden geldiğince onun kullandığı aşağılayıcı tonlamayı kullanmaya çalışarak. Yüzünün yarısını kaplayan kirli sakallarında gezdirdi elini usulca. Muhtemelen fazla bulduğu için bastırmaya çalıştığı gülüşü, sessiz geçen birkaç saniyenin sonunda tamamen silindi. Kafasının içinde bir mücadele veriyor gibiydi. “Madem buraya kadar geldin… Seninle bir oyun oynayalım.” Dedi en sonunda soru sorar gibi değil de emir verir gibi. Merakla çattım kaşlarımı. “Kumar mı?” Sahte bir üzüntü ifadesi için dudaklarını büzdü. “Hile yapmayacaksın ama.” İtiraz ettim. “Hile yapmam ben.” Küçümseyici bir tavırla kaşlarını kaldırdı. “Blackjackte kartları sayıyordun.” Suç işlerken yakalanmış küçük bir çocuk gibi kaçırdım gözlerimi ancak dikkatimi çeken başka bir detay yüzünden de gülümsedim tekrar. “Beni mi izliyordun?” Dilini dudaklarının üzerinde gezdirdi yarım yamalak bir tebessümle birlikte. “Sayılır. Aile işine ayak uydurmaya çalışıyorum diyelim. Herkesi izliyorum.” İmalı bir şekilde kıkırdadım. “Kimmiş yalancı acaba?” kollarımı göğsümde birleştirdim ve dikleştirdim sırtımı. “Kartları saymak hile değildir ayrıca.” Diye savundum bir de kendimi, sözlerini hazmedemediğimi fark ederek. Acıyan bir bakış gönderdi Cesur bana. “Etik de değildir.” Yüksek sesli bir kahkaha attım yüzüne doğru. “Etik kuralları Cesur Soykan’dan mı öğreneceğim? Ne sıra dışı bir gün ama!” Onun buraya gelme sebebim konusunda söylediğim yalanı yutmadığını biliyordum ve yutmasını da istemiyordum aslında. Peşinden koştuğumu düşünebilirdi. Ben bunu reddettiğim sürece, o üzerime gelmeye devam edecekti çünkü. “Oyun?” dedi bir kez daha, ona karşı alt metni hakaret içeren sözlerimi duymazlıktan gelerek. Gözlerimi kumarhanede gezdirdim yavaşça. Amcam buradaki oyunların hepsini bana öğretmişti ve ben de zamanla çoğunun hilesini çözmüştüm, bu yüzden Cesur’un cezaevinde benim bildiklerim kadarını öğrenebilmiş olması imkansızdı. “Hangisi?” diye sordum bir an yersizce heyecanlanarak. Ellerini açarak ortasında durduğumuz büyük salonu işaret etti bana. “Sen seç.” Birkaç saniye ciddi bir tavırla düşündüm. Hile yapmayacaksam, şans oranının en düşük olduğu oyunu seçmeliydim ancak bu salondaki hiçbir oyunda yeteri kadar risksiz hissetmeyeceğimi de biliyordum. “Satranç.” Dedim net bir sesle, güvenilir sularda yüzmeye karar vererek. “Hiç ihtimal vermiyorum ama… Biliyor musun oynamayı?” Gerçi bir satranç tahtası da göremiyordum ortalıkta ama koskoca Cesur Soykan’dı değil mi? Buluversindi. Cesur memnun bir ifadeyle salladı kafasını. “Gel benimle.” Diyerek hareketlendi ve arkasını dönüp ilerlemeye başladı bir hışımla. Ben de anında düştüm peşine. Temkinli adımlarla ilerlerken, boynumda asılı olan çantaya uzandım çünkü hala tam olarak neler yapabileceğini kestiremiyordum. Sonuçta yalnız kaldığımızda bana, beklenmedik bir hamle yapıp yapmayacağından da emin olamazdım. Üst kattaki kapısı açık odalardan birine girdi ve bende tereddütle de olsa takip etmeyi sürdürdüm onu. Ben bir çalışma odasını andıran bu yeri incelerken durmuştu. Bakışlarım önce siyah büyük masayı, ardından deri koltukları seçti. Pencerenin hemen önünde bir sehpa ve üzerinde satranç tahtası duruyordu. Onu sürekli aşağılayarak, sınırlarını zorlamak istemiyordum ama, ciddi ciddi oturup benimle satranç oynayacaksa, bu gece epey eğlenceli geçecek demekti. “İddialı mısın?” diye sordu benden tarafa bakmadan. Mütevazi olmayı denedim ama sanırım başaramayacaktım. “Türkiye birinciliğim var.” Şaşkın gözlerini üzerime çevirdi. “Baya heyecanlı olacak desene.” İlhan beni on yıldır yenmeye çalışıyordu ve bir kez bile başaramamıştı. Üstelik bunun için ne kadar uğraştığına bizzat şahittim. En son ne zaman, kim tarafından yenildiğimi dahi hatırlamıyordum. Kendi kendime gülümsedim. Heyecanlı olmayacaktı ama kolay ya da zor, ona karşı kazandığım herhangi bir zafer hoşuma giderdi. “Hiç şansın yok.” Diye mırıldandım şimdiden sıkılmış gibi. Özgüvenimi beğendiğini belli ederek, baştan ayağa süzdü beni. “O zaman, bir iddia da koyuyorum ortaya.” Başını yana eğdi hafifçe. “Sen kazanırsan, istediğin bir şeyi yapacağım.” Dedi işaret parmağını bana doğru tutarken. Ucunu açık bırakmış olmasından memnundum ve şimdiden ondan isteyebileceklerimin bir listesini yapmaya başlamıştım kafamda. Sonuçta Soykan’lar bana bir aile ve zenginlik borçlulardı. Bu yüzden benim listem de epey kalabalık olacaktı. Gözlerini kıstı Cesur ve bu defa kendi göğsüne yasladı parmağını. “Ben kazanırsam, bana sadece senin bildiğin bir sırrını söyleyeceksin.” Meydan okuyan duruşu, sert bakışları ve keskin yüz hatlarına baktığımda gerçekten bir umudu olduğunu görebiliyordum. Beni tanımadığı için, haklıydı da aslında ve böylesi büyük bir hezimete uğraması beni oldukça tatmin edecekti. “Öyle bir sırrım olduğunu nereden çıkardın ki?” diye sordum öylesine. Kazanan taraf ben olacağımdan, zaten herhangi bir sır dökülmeyecekti ortaya. En azından şimdilik… “Altıncı his.” Diye yanıtladı beni Cesur ruhsuzca. “İzin ver, oyuna başlamadan önce bir iki saniye düşüneyim.” Dedim saçımı kaşıyarak. “Korktun mu?” diye sordu şaşkınlıkla. Boynumdaki çantayı çıkarıp, satranç tahtasının siyah taşların olduğu tarafındaki koltuğa koydum ona avans vermek amacıyla ve kendim de iyice yerleştim oturduğum yere. “Oyun çok çabuk bitecek ya. Vaktim kalmaz diye, şimdiden ne isteyeceğimi düşünüp karar vereyim dedim.” Cilveli sesimden etkilendiğini gizlemeye gerek duymadan, gülümsediği sırada alt dudağını ısırdı Cesur. Davetteki haline nazaran, oldukça gevşemişti ve sohbet etmeye de pek hevesliydi. Ya yalıda olmadığı için bu kadar konuşkandı ya da arada geçen günler boyunca beni düşünmeyi bırakamadığından. Acaba ben buraya gelmeseydim, bir gün o beni bulmaya çalışacak mıydı yoksa hayatında gördüğü en güzel kadın olarak hafızasının bir köşesinde, tarihe mi gömülecektim? Sakin adımlarla geçip karşımdaki koltuğa oturdu. “Hadi bakalım Asi Hanım… Göster marifetini.” Derken biraz öne eğilip, dirseklerini bacaklarına yasladı ve uzun kirpiklerinin altından bana bakarken şahının önündeki piyonu bir kare öne taşıdı. Onun gibi ben de eğildim ve onunla aynı hamleyi yaptım. “En son kiminle oynadın?” diye sordu Cesur düz bir sesle. Bir yandan da taşını hareket ettiriyordu. Beni tanımak istediğini anladığımdan, gizemli bir hava yarattım kendime. “Bir arkadaşım.” Dedim hamlesine karşılık verirken. Soğuk bir gülümseme belirdi yüzünde. “Çok arkadaşın var mı?” Neyi merak ediyordu tam olarak çözemedim. Bu yüzden tehlikesiz detaylar konusunda yalan söylememeye karar vermiştim. Başka bir gün yalanımı unutup, onu şüphelendirmek istemiyordum. “Pek yok.” Sessizce boğazımı temizledim. “Senin? Var mı arkadaşın?” Olumsuz anlamda sağa sola salladı başını. “Dışarıda yok.” Zaten bana bir arkadaş listesi çıkarmasını beklemediğimden, cümlesi beni şaşırtmadı. “Var mıydı peki?” diye sordum biraz çekinerek. Onu ciddi manada öfkelendirebileceğim bir noktaya parmak basmak istemiyordum henüz. “Vardı.” dedi üzerimdeki bakışlarını başka yöne çevirdiğinde. Filini Şahımın altı kare ilerisine çekti aynı anda. “Şah.” “Çıkınca görmedin mi hiçbirini? Konuşmak istemedin mi?” atımla filini yiyerek geri savuşturdum hamlesini. “Hayır.” Dedi Cesur bugünkü en soğuk sesiyle. Tavrı henüz bu konulara girmemem gerektiğini düşündürttüğünden sohbetin gidişatını başka yöne çektim hızlıca. “Hala hayatında gördüğün en güzel kadın olduğumu düşünüyor musun?” diye sordum aniden gerilen ruh halini dağıtabilmek için. Belli belirsiz bir tebessüm belirdi dudağının kenarında ve yeniden kirpiklerinin altından baktı ancak bu defa gözleri gözlerimi kovalıyordu. “Sen söyle.” Diye girdi söze kısık sesle. “Hala öpmek istiyor musun bir katili?” Hazır cevaptı. Şimdiye kadar karşılaştığım en hazır cevap insandı ve hatta belki bu konuda beni bile sollayabilecek kadar yetenekliydi. İki saniye cevap vermedim sorusuna ve bunun yerine satranç tahtasındaki kalan taşlarımı analiz ederek, gelecek hamlelerini tahmin etmeyi denedim. Oyun tarzı daha önce oynadığım çoğu insandan farklıydı ve bazı taşları yerinden oynattığında şaşırarak bakıyordum ona. Yine de beni yenebilecek kadar iyi olduğunu söyleyemezdim. “Belki.” Dedim kaçamak bir şekilde ve Şahının hemen önüne çektim vezirimi. “Şah.” Dakikalardır hızlıca götürdüğü oyunu bir süre duraklattı Cesur. Köşeye sıkıştığını hissediyor olmalıydı ve aslında onu kurtaracak bir hamle olmasına rağmen, göremiyordu. Zaferimin tadını çıkarmaya başlamalıydım sanırım çünkü belli ki hata yapacaktı. At herkesin gizli silahı olamayacak kadar özeldi ve Cesur bu oyunda sandığı kadar iyi değildi. Derin bir nefes aldı sıkıntıyla. Sırtını dikleştirip gerindi. Koyu kahve gözleriyle yüzümü inceledi bir süre. Ardından gözlerini üzerimden çekmeden atına uzandı. Öfkeyle ona bakarken, vezirimi oyun dışı bırakışının her anına da şahit oldum. Bir Soykan olduğunu kısa bir süreliğine unuttuğumu fark ederek, hemen sonra kendime de sinirlendim ve beynimin içinde bir kavgaya tutuştum. Saçma sapan konuşmalarıyla dikkatimi dağıtmasına izin veremezdim. Yeni bir hamle yaptığımda, benim hakkım olan zafer ifadesi, onun yüzüne yayılmıştı. Üstelik henüz ortadaki taşların yarısı dahi bitmemişti. “Ne isteyeceksin benden? Karar verdin mi?” diye sordu Cesur alaylı tonlamasıyla. Kuruyan dudaklarımı yalayıp, eğdim başımı usulca. “Kumarhanelerinizden birini isterim belki.” Dedim şakayla karışık, imalı bir tını kullanarak. Kahkaha attı. “Yanlış kişiden istemiş olursun.” İçimdeki intikam ateşi harlandı. Onun sohbetine bir anlık olsa bile kapılıp, dikkatimi dağıtmasına izin verdiğim için kendimden tiksinmiştim ve istemsizce de olsa çattım kaşlarımı. Onu kandırıp Soykan ailesini yıkacak bir kanıt bulmak için çıkmıştım bu yola. Arkadaş edinmek için değil… Soy ismini zihnime büyük harflerle kazımalıydım onun yanındayken belki de ve salise sürecek kadar bile bocalamayı kabul etmemeliydim. “Pekala…” diye mırıldandım saniyeler sonra, aklımı başıma topladığımda. “Bende bir sırrını isterim senin.” Omuz silkti. “Pek, sırları olan biri değilimdir.” Kafamı sallayarak onayladım onu ancak konuşurken sesime ima katmadan ve gözlerimi devirmeden de edememiştim. “Eminim öyledir.” Bir süre yüzüne bakıp, orada sözlerimin ardından yaşadığı duygularını görebilmeyi umdum fakat açık vermeyecek kadar iyi gizliyordu kendini. “Şah.” Dedi bir kez daha ben tüm dikkatimi ona yönlendirmişken. Afallayarak satranç tahtasına baktım tekrar. Bir tarafta kalesi, diğer tarafta atı duruyordu ve hemen arkamda bir piyon vardı. gözlerimle birkaç kez taradım taşlarımı. Yüreğim sıkışıyor gibi hissetmeye başladığımda, az kalsın ağlayacaktım. “Mat.” Diyerek şahıma vurdu piyonuyla Cesur. Hayatımın belki de en büyük şokunu yaşadığımdan donup kaldım bir süre ve beynimdeki kaosun içinde kayboldum adeta. “Hile yaptın!” Dedim öfkeden deliye dönmek üzereyken. Üstünlük taslayan tebessümüyle birlikte doğruldu ve rahat bir tavırla geriye yasladı sırtını. Kollarını koltuğun kenarına yerleştirip, ayağını dizinin üzerine koydu. “Ya da sen sandığın kadar iyi değilsin.” Damarlarıma yayılan bir alev topu vardı ve muhtemelen tüm bedenimi yakacaktı. Yıllarımı vermiştim. Defalarca kez en iyilerle oynamış, hepsini alt etmiştim. Okulda kimsenin benimle oynamaya cesaret dahi edemeyeceği bir noktaya ulaşmış, İlhan’la oynadığım yüzlerce oyunun birinde bile yenilmemiştim. Şimdi bir Soykan karşısında kaybetmiş olamazdım. “Mümkün değil. İnanmıyorum sana. Kesin…” satranç tahtasına çevirdim gözlerimi yeniden ve hile yaptığına dair bir şeyler görebilmeyi umdum çaresizce. “Hile yapmış olmalısın.” Çantamın içindeki telefon, kulaklarımı sağır etmeye ant içmişçesine ötmeye başladığında dahi bakışlarımı çekmedim taşların üzerinden. “Bir kez daha oynayalım. Hile yapmadıysan bile… Benim dalgınlığıma gelmiştir. Kafamı karıştırdın. Lafa tuttun. Normal şartlarda beni yenebilmenin imkanı yok!” Arka arkaya sıradağım cümlelerim karşısında eğlendiğini gizlemeye gerek dahi duymadan gülümsüyordu Cesur. O gülümsedikçe benim kızgınlığım da hat safhaya ulaşmıştı ve odanın içindeki her bir eşyayı ona fırlatmama çok az kalmıştı. “Dokuz numara…” diye girdi söze uyarırcasına. “Asisin. Sapıksın onu da anladık ama, bir de mızıkçı çıktın sen.” Dişlerimi birbirine kenetlediğimde neredeyse sinirden gözlerim yaşarmıştı. Hızlıca kırpıştırdım kirpiklerimi. İki saniye önce susan telefon bir kez daha çalmaya başladı. “Hay sikeyim telefonunu da…” diye tısladım öfkeyle. Bir kez daha güldü Cesur. Beynim kaynar bir kazanın içinde kaynıyordu sanki. Hücrelerimin her birinde şimşekler çakıyor, deli duygularım bedenimden fırlamak için fırsat kolluyordu. “Telefonu aç istersen.” Dedi yavaşça koltuktan kalkarken. “Israrcı birisi anlaşılan.” Benim yanımdan geçerken hafifçe eğildi. “Ben de içecek bir şeyler getireyim ikinci oyundan önce. Belli ki gece uzun olacak.” Odadan çıktı ve sanırım rahat konuşabileyim diye de arkasından kapattı kapıyı. Üçüncü kez öterek beni iyice çileden çıkarmak için uğraşan telefona uzandım hiddetle ve ekrandaki isme dahi bakmadan açıp götürdüm kulağıma. “Ne var?” “Asi, iyi misin?” İlhan’ın endişeli sesini duyunca toparlandım. Hile yapmıştı. Çok açık bir şekilde hile yaptığını anlayabiliyordum çünkü beni başka türlü yenmesinin imkanı yoktu. Şimdi bir el daha oynayacaktık ve bu defa çok daha dikkatli olacaktım. Her bir hareketini takip ederek, onu bu satranç masasına gömecektim. “İyiyim. Sıkıntı yok. Biraz param gitti de.” Diyerek yalan söyledim İlhan’a. Cesur Soykan’ın beni satrançta yendiğini elbette paylaşmayı düşünmüyordum. “Soykan’ları göremedin henüz sanırım. Hala kumara devam ettiğine göre.” Dedi İlhan oldukça imalı bir sesle. Ofladım. “Göremedim. Umurumda da değil şu an açıkçası.” Yenmiş sayılmazdı. Hileyle yenmiş olması onun zafer kazandığı anlamına gelmezdi sonuçta. İlhan’ın suratına telefonu kapatmamak için çok zor dayanıyordum çünkü kendime yeni bir strateji ve oyun stili geliştirmem gerekiyordu Cesur dönene kadar. Vakit kaybedemezdim. Nefesim daraldığı için, güçlü bir soluk çekmek istedim ciğerlerime ancak sinirden tüm organlarım kasıldığı için, az daha kendi soluğumda boğuluyordum. “Duyuyor musun beni Asi?” İlhan’ın yüksek sesi beni kendime getirdiğinde, dalıp gittiğimi fark ederek, uykudan uyanır gibi silkelendim. “Duyuyorum. Bir an gitti de sesin. Hatlardan galiba.” Dedim geçiştirebilmek amacıyla. “Attım sana dosyayı.” Dedi sıkıntıyla karışık, tereddütlü bir tonlamayla İlhan. Öfkeli ruh halime tezat bir şekilde, heyecanla büyüdü gözlerim. “Buldun mu?” “Götümden kan alacaklar muhtemelen ama buldum evet. Ne olup bittiğine bak. Sonra da sil tamam mı? Bir de dua etmeye başla ki, başım belaya girmesin.” Yüzümde bir türlü bastıramadığım bir gülümseme belirdiğinde, dakikalardır kasılan bedenim aniden gevşemişti. Şimdi elimde kazanabileceğim iki zaferim olmuştu. Onu hem satrançta yenecektim, hem de asıl kozumu sunacaktım ortaya. Oyun şimdi başlıyordu. Koltukta doğruldum. “Sen var ya kahramanımsın benim!” diye gürledim İlhan’a, içim içime sığmazken. “Hadi, şımartma beni. Yarın görüşürüz.” Dedikten sonra kapattı telefonu. Aynı anda hızlıca Watsapp’a girip İlhan’ın gönderdiği fotoğrafları açtım. Bir bilgisayar ekranından çekilen fotoğraflardaki yazılar net okunmadığından biraz yaklaştırdım ve telefonu da gözlerimin önüne kadar getirdim. Soykanların ifadelerine, Eftalya’yla ilgili bütün bilgilere ve olay yerinde olan biten her türlü detaya karşı şok olup dururken, satrançta yenilmiş olmanın verdiği korkunç ruh halimin çoğunu üzerimden atmıştım. Odanın kapısı açıldı ve elinde bir şişe ve iki bardakla girdi içeri Cesur. “Hazır mısın?” diye sordu kaşlarını havaya kaldırırken. Huzur dolu bir tavırla yasladım sırtımı geriye. “Hazırım.” Gelip karşıma yerleşti bir kez daha. Bardakları sehpanın kenarına bıraktı ve şişenin kapağını açarak, yarısına kadar doldurdu. Ardından satranç taşlarını dizmeye başladı tahtanın üzerine. Bakışlarımı kısıp, iki kadeh beyaz şaraba odaklandım dikkatle. “Seninle içki içmek istediğimi nereden çıkardın ki?” Kirpiklerinin altından üzerime sabitledi koyu kahvelerini. “Soğuk su mu tercih ederdin?” Kahkaha attım. “Hile.” Dedim kendimden emin. “Ya da en fazla acemi şansı. Bir daha olmayacak.” Dalga geçtiğini ulu orta ilan eden bir ifadeyle gülümsedi. “İçeride insanın pek hobisi olmuyor.” Diye mırıldandı sıradan bir sesle. “Bu oyunlardan başka.” Umursamaz bir tavırla omuz silktim. “Sekiz değil elli yıl da içeride satranç oynamış olsan, beni yenemezsin.” Sözlerimin fazla olduğunun farkındaydım ama ondan lafımı geri çekmeyi de düşünmüyordum. “Beyaza geçmek ister misin?” dedi benim silahımla beni vurmaya çalışarak. Başlangıçta ben ona acıdığım için beyazların olduğu tarafa izin vermişken, şimdi onun lütfeder gibi böyle bir teklifte bulunmasına sinirlendim. “İstemez.” Dedim sertçe ve bir kez daha gülmesine neden oldum. Ondan nefret ediyordum. Onunla inatlaşıp ona meydan okuyordum, hakaret ediyordum ve buna rağmen sadece onun eğlenmesine neden olabilmiştim. Cesur Soykan’a karşı hislerim Necati Soykan’a karşı duyduğum nefreti bile sollayacak gibiydi. Kadehlerden bana yakın olanına uzanıp birkaç yudum aldım. Oyuna aynı hamlelerle başladık ancak bu defa ben çok daha sinsi ilerlemeye kararlıydım. Acele etmedim, sakinliğimi korudum, saçma sapan konularla kafamı karıştırmasına da izin vermedim ve hatta onu analiz etmeyi de bir kenara bırakarak tümüyle oyuna odaklandım. En sonunda ise… Bir kez daha yenildim. “Sen Türkiye birincisi olduğundan emin misin?” diye sordu aşağılayan bir tavırla Cesur. Muhtemelen kalbimi söküp elime verse daha az canım yanardı. Bir saniye için sımsıkı yumdum gözlerimi ve vücudumda çıkacağı yeri bir türlü bulamadığından, damarlarımı patlatmaya hazırlanmış olan nefesimle baş etmeye çalıştım. Hile yapmamıştı. Allah’ın cezası hile yapmadan beni nasıl yenmiş olabilirdi? Hem de… İki kere. “Saçmalık…” diye geveledim ağzımda harfleri sıkıntıyla. Stresten terlemiş olan avuç içlerimi ovalayarak bir nebze sakinliğimi korumayı denedim ama her saniye daha da öfkeleniyordum. İlhan’ın gönderdiği dosyaların heyecanı da silinip gitmişti ve zihnim yeniden zedelenen egomun esiri olmuştu. “Kibir…” dedi bütün cinlerimi tepeme çıkarmaya yemin etmiş olan, rahat bir tavırla. “İnsanın en büyük düşmanı.” Konuşmaya devam etmeden önce başını hafifçe yana eğdi. “Ağlayarak günlüğüne yazmak istersen, yalnız bırakabilirim seni.” Yumruklarımı sıktım ve otokontrolümü sağlayabilmek için huzursuzca kıpırdandım oturduğum koltukta. Ardından oturarak kendimi dizginleyemeyeceğimi fark edince hızlıca ayağa fırladım. “Şu an…” sinirden kuruyan dudaklarımı yaladım. “O kadar nefret ediyorum ki senden.” Dedim kendimi tutamayarak. Ona karşı beni öldürmeye yetecek kadar büyük bir öfke birikmişti içimde, üstelik bir ay öncesinde varlığını dahi bilmiyordum bu Soykan’ın. “Kibirmiş.” Kollarımı göğsümde bağladım. “Benim kibrim senin ukalalığınla yarışabilir mi?” dişlerimin arasından tıslar gibi konuştum yüzüne doğru. “Gıcık herif!” Sonra da daha fazla orada duramayacağımı fark ederek, aceleyle çıktım odadan. Koridoru geçerken, merdivenleri inerken ve yeninden kumar salonunun olduğu kısma yaklaşırken neredeyse koşuyordum çünkü içimdeki adrenalini bir türlü atamamıştım. Bir el kolumu yakalayıp beni savururcasına çekerek, sırtımın duvara çarpmasına neden olana kadar, uzun bir süre duramayacağımı düşünüyordum. Cesur üzerime doğru eğilmiş, yüzünü yüzüme yaklaştırmıştı. Parmakları hala kolumun üzerindeyken, diğer elini duvara koydu. Gözleriyle bir saniye için etrafı taradı ve koridorda kimsenin olmadığını fark edince kısık sesle girdi söze. “Sen… Hiç korkmuyor musun benden?” Daha ben kontrol edemeden, tüm kötü duygularımı dışarı yansıtmaya yetecek, soğuk bir kahkaha döküldü dudaklarımdan. “Ben senden neden korkayım ki?” Cesur’un saniyelerdir bakışlarımı kovalayıp duran gözleri, en sonunda gözlerimin ta içine sabitlendi. Tanıştığımız andan beri en ciddi hatta belki en kızgın olduğu haliydi bu ve benim tüm meydan okumalarıma karşılık, sonunda gerçek bir tepki vermesi hoşuma gitti. Beni yendiğini düşünüyordu ama bir kez daha o yenilmişti belli ki. Yine de, elbette oynadığımız satrancın da bir rövanşı olacaktı. “Lan!” diye gürledi beni şok ederek. Bıkkınlıkla temizledi boğazını ve tekrar ses tonunu alçaltarak sürdürdü sözlerini. “Öz annemi öldürdüm ben. Konuşmaya çalıştın. Ki geldiğimden beri karşıma çıkan her kadın garip bir şekilde benimle konuşmaya çalışıp, cilve yapıyor ama sen… Odama girdin. Kıbrıs’a kadar gelmişsin. Benimle tek başına saatlerdir bir odadasın ve hala bana hakaret edip, meydan okuyorsun.” Yüzünü iyice bana yaklaştırdığında, kısıldı gözleri. Bakışlarımı kaçırmadım. Kaçırmayacaktım da. “Beni de öldüreceğini mi düşünmeliyim yani? Bu mu istediğin? İnsanlar senden korksun, kaçsın, uzak dursun mu istiyordun gerçekten?” Sıkıntılı bir iç çekti ve sanki olabilirmiş gibi iyice gerildi yüz hatları. Boynundaki damarlar belirginleşmiş, öfkesi gözle görülür bir hal almıştı ama o öfkenin sahibi ben değildim muhtemelen. Kendiydi. “Evet.” Dedi oldukça net bir sesle Cesur. “Tek istediğim bu hatta. İnsanlar benden uzak dursun!” Gözlerimi hala kolumda olan eline çevirdim kısa bir süreliğine ve o parmaklarını geri çektiğinde yeniden gözlerine baktım. “Niye benimle oynamak istedin o zaman? Saatlerdir tek başıma kapanmadım ya ben o odaya.” Az önce hissettiğim öfke ve adrenalin sönmeye başlamış, yerini anlam veremediğim bir duyguya bırakmıştı. Usulca dilini dudaklarında gezdirdi Cesur. “Beni anlamıyorsun.” İtiraz ettim. “Seni çok iyi anlıyorum Cesur Soykan.” Dedim bir kez daha onunla onun davet ettiği bir savaşa girerken. “Aklını başından aldım değil mi? Günlerdir sadece beni düşünüyorsun. Rüyalarında beni görüyorsun. Kaçmaya çalışıyorsun ama olmuyor. Kumarhanede karşılaşınca heyecanlandın. Dakikalarca, her bir hareketimi izledin… Satranç oynamak istediğimde de oldukça memnundun hatta ve benimle saatlerce bir odada kalmayı en az benim kadar sen de hiç sorun etmedin…” duvardaki elini belime indirip bedenini bedenime yasladığında yarıda kaldı sözlerim. Göğsümün ortasında hava dolu bir balon varmış gibi hissetmemin sebebini anlayamıyordum ama, onun ağzımdan çıkan her bir kelimeyi doğrularcasına yaptığı hareket benim haneme bir puan yazmış olsa da, dokunuşundan tiksinmiştim. “Manyaksın sen.” Diye mırıldandı fısıltıyla. “Senden etkilenmiş olmam, hayatımda hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Çünkü odamdan nasıl gitmene izin verdiysem, buradan gitmene de izin vereceğim öylece ve sonrasında senden haber de almayacağım bir daha. Hem de meraktan ölsem bile.” Aramızdaki mesafeyi bir nebze açabilmek için göğüs kaslarına yerleştirdim ellerimi ve ittirdim onu hafifçe. Suratını buruşturdu Cesur. “Daha önce birini öldürdün mü? Katil oldun mu?” nereye varmak istediğini tahmin etmeye çalışarak, olumsuz anlamda salladım başımı. “O halde, yanılıyorsun. Beni anlayamazsın Asi.” Dedi ve temasımızı bıçak gibi keserek kocaman bir boşluk açtı aramızda. Dakikalarca koşmuş gibi nefes nefese kaldığımı fark ederek, tenimdeki ellerinin verdiği mide bulantısından kurtulmayı denedim. Ona karşı duyduğum nefret miydi, kafamın içindeki çığlıkların sebebi? “İyi de…” diye geveledim ağzımda doğru anın geldiğini düşünerek ve onu mat etmek için yola çıktım. “Sen de daha önce… Birini öldürmedin ki.” Az önce çektiği gözleri, ışık hızında bana döndü tekrar. Kafa karışıklığını fırsat sayarak, sorgulamasına izin vermeden sürdürdüm cümlemi. “Madem yendin beni. Al sana sadece benim bildiğim bir sır.” Dedim duruşumu dikleştirirken. Kollarımı göğsümde bağladım ve hafifçe kaldırdım çenemi. “Cesur Soykan…” belli belirsiz bir gülümseme için kıvrıldı dudaklarımın kenarı. “Anneni senin öldürmediğini biliyorum ben.” Sesimi olabilecek en alçak seviyeye getirdikten sonra öne sürdüm atımı. “Kimin öldürdüğünü de biliyorum üstelik.” Satranç bir kumar değildi ve bu yüzden Satrançtaki zaferimizi belirleyen şey şans olamazdı. Cesur Soykan beni tahtanın üzerinde yenmişti belki ama şu an yüzündeki acı çeker ifade, iki yenilgiye rağmen kazananın kim olduğunu gösteriyordu. ♟️ İkinci ve benim çok heyecanlanarak yazdığım bir bölüm. Hiç kumarhanede blackjack oynamadım ve bu yüzden yazarken videolar izleyip araştırdım biraz aslında. İnşallah mantığını doğru anlamışımdır. 😂 Yine de inşallah oyunu iyi bilen birine denk gelip rezil olmam. 😂 Çaktırmayın lütfen yanlışsa da. 😂 Yorumlarınızı bekliyorum. Sizce nasıl gidiyor ve gidecek bu kitap? 3. bölümde görüşmek üzere. Kendinize dikkat edin. :) |
0% |