Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm “Bazen akıllı değil, deli olmak gerekir.”

@melikemn

♟️

"Bazen akıllı değil, deli olmak gerekir."

 

Anne ve babamla birlikte yanan arabanın kalan parçalarını gördüğümde, amcam beni artık sahibi olmadığımız evimizden çıkarıp babaannemin yanına getirdiğinde ve babaannem on yaşındaki Asiye’yi dizlerine yatırıp, büyük bir şefkatle saçlarını okşadığında karar vermiştim bir günlük tutmaya. Yüreğime sığmayan duygularımı nereye, kime haykıracağımı bulamamıştım çünkü.

Başlangıçta hep acılarımı dökmüştüm sayfalara. Özlemimi, hüznümü, yalnızlığımı… Bir süre sonra öfkemi kusmaya başlamıştım ve ortaokulun sonlarına yaklaştığımda ismim gibi Asi bir ruh canlandırmıştım içimde.

Amcamın çaresizliğini görmüş, tek başına mücadele edemeyişine şahit olmuştum. Babaannemin kendini hayattan soyutlayışını, zamanla gözyaşlarını içine akıtıp, dışarıya kocaman bir duvar örüşünü izlemiştim.

Bir gün amcamın belki de oyalanayım diye kahvehaneye aldığı satranç matının başına oturmuş; İlhan’dan, çat pat bildiği oyunun her detayını bana anlatmasını istemiştim. Beni ilk saniyede içine çekip bir oyunun ötesine geçen satranç taşlarıyla böylece tanışmış, onlarla tabiri caizse biraz da sağlıksız bir bağ kurmuştum.

Necati Soykan’ı hiç görmemiştim. Çocuktum çünkü. Eve işle ilgili yabancı birileri geldiğinde ya odaya kapatılır ya da babaannemin yanına gönderilirdim. İsmini duymuştum ama. Cenazede…

“Kumarhaneye çökmüşler.” Demişti amcam öfke dolu bir sesle. “Dükkanlar gitmiş.” Dişlerinin arasından tıslar gibi tamamlamıştı sözlerini. “Necati Soykan, Bolat’ları bitirdi oğlum.”

Kiminle konuştuğunu hatırlamıyordum çünkü yalnızca, küçük kalbimi yakan kelimeleri kazınmıştı zihnime. Anlayamamıştım. Satrançla tanışana kadar Necati Soykan’ın ne yaptığını, nasıl yaptığını ve neden yaptığını kafam almamıştı belki de. Sonra oyun oynamanın ne demek olduğunu fark etmiştim. Hayatın bir oyundan ibaret olduğunu ve etrafımızın piyonlar, vezirler ve atlarla sarıldığını keşfetmiştim. Bir Şahın koruyanı olduğu kadar, yıkmak isteyeni olduğuna da kavrayabilmiştim ve yenile yenile, yenmeyi çözmüş, sonrasında yenilmemeyi öğrenmiştim.

Amcamın aklından neler geçtiğini kestiremiyor olmama rağmen, tüm cesaretimle ve asiliğimle karşısına dikilip; Necati Soykan’ın Bolatlardan çaldıklarını geri alacağımı haykırmıştım. Nasılını düşünmeden hem de ve önce kendi içimde sonra da sevdiklerimle birlikte bir intikam mücadelesi başlatmış; hayatımın geri kalanında yaptığım her şeyi, Soykan soyadına karşı yapmıştım.

Büyü önce demişti amcam. Kendini koruyabilecek, düşmanı alt edebilecek ve daha önemlisi düşmanı tanıyabilecek kadar büyü…

Büyümüştüm.

Ve şimdi de yıllardır sabırsızlıkla beklediğim intikam oyununun, başrollerinden birinin, yenilgiyi tatmış, kasvetli gözlerine bakıyordum.

Dudaklarımdan dökülen kelimelerin ardından, saniyeler süren derin bir sessizliğe gömülmüştü Cesur Soykan. Anlamaya, çözmeye, hazmetmeye çalışıyordu. Tüm bu süre zarfında dikkatle incelediği yüzümdeki zafer ifadesini hiç söndürmemiş, ona kaybettiğini; kelimelerle olmasa bile mimiklerimle defalarca kez hissettirmiştim.

“Sen… Nasıl?” daha yeni konuşmaya başlamışken, ikinci bir şok dalgasına hapsolduğundan olsa gerek, sustu tekrar. Arkasını döndü, yumruklarını beline yaslayıp derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştı. Beyninin içinde verdiği mücadele gözle görülebilecek kadar belirgindi ve bana satrançta yenilmiş olmanın hezimetini unutturmuştu.

En azından… Şimdilik…

“Niye üstlendin suçu?” diye sordum onu daha da köşeye sıkıştırmak isteyerek. Yeniden gelip tam önümde durdu Cesur. Başını olumsuz anlamda sağa sola sallarken, az önce gözlerimi kovalayan koyu kahveleri bu defa kaçacak delik arıyordu. “Ne bildiğini sanıyorsun bir fikrim yok ama… Senin eğlenceye çevirebileceğin bir şey değil bu!” tehditkar bir tavırla parmağını yüzüme doğru salladı. “Oyun oynamak istiyorsan, başka bir oyun arkadaşı bul kendine!”

Kollarımı göğsümde bağladım ve çenemi hafifçe kaldırdım yukarı. “Ben seninle oynamak istiyorum.” Dedim onu daha da kışkırtmak için.

İki kolumu birden tutup, sırtımı yeniden duvarla buluşturdu ve dişlerinin arasından tısladı adeta kelimelerini. “Lan! Manyak mısın sen? Kimsin ki hayatıma zorla girmeye çalışıp bir de beni tehdit ediyorsun!”

Öfkesini bütün hücrelerimde hissettiğimden, benim de bedenim kasılmış, kontrol etmeyi başaramadığım, ufak bir korku yerleşmişti yüreğime. Elimi usulca çantama götürdüm.

Yoktu.

“Hay, sıçayım…” dedim yalnızca dudaklarımı oynatarak. Çantamı yukarıda unutmuştum ve bu da Cesur’a karşı bir silahım olmadığı anlamına gelirdi. Kelimelerimden başka…

“Tanışırız zamanla. Bol bol vaktimiz var Cesur Soykan. Sen beni tanıyacaksın, ben de seni.” Diyerek onun tavrına rağmen geri adım atmadığımı ve beni sindiremeyeceğini gösterdim ona. Canımı bile alsa bir Soykan’a boyun eğmezdim çünkü.

Cesur tuttuğu gibi aynı hızla geri çekti üzerimdeki ellerini, sonra da aramızdaki mesafeyi iyice açarak, diğer duvara yasladı sırtını. “Ne bu? Zengin, bekar erkek avı mı? Çok merak ediyorum… Türkiye’de başka kimse kalmadı mı da annesini öldürmüş ve babası tarafından muhtemelen mirastan men edilecek birine taktın kafayı?” Tiksintiyle buruşturdu yüzünü. Kelimeleri zihnimin içinde şimşekler çaktırdığından, bir an için bütün dikkatim dağıldı. Para avcısı olduğumu düşünmesi işime gelirdi aslında çünkü asıl amacımı daha iyi gizlerdim böylece ancak sesli dile getirildiğinde sandığım kadar makul görünmedi sözleri.

Birkaç kişinin bize doğru yaklaşıyor olmasını fırsat bilerek, sessiz kalıp toparladım kendimi. Söylediği ya da yaptığı her şeyi bir şekilde hazmetmem gerekiyordu. Fevri davranırsam kaybedeceğimin farkındaydım çünkü.

“Anneni öldürmedin Cesur…” diye mırıldandım oldukça yavaş ve harfleri uzatarak. “Solak birisi, yüzü kendine dönük birinin kafasının sol tarafına, öldürecek kadar güçlü bir darbe vuramaz çünkü. Ayrıca eğer planlı değilse, ki öyle olduğunu hiç sanmıyorum; her işini sol elinle yaparken, o cismi sağ eline alıp vurmuş olamazsın.” Buz gibi bir gülümseme yerleştirdim dudaklarımın kenarına. “Dur bakayım… Evde de annen ve senin dışında sadece bir kişi olduğuna göre o gün…” Telaşla yanıma yaklaşıp, elini ağzımın üzerine örttü. “Kes sesini ruh hastası!” Onunla aynı anda bileğini kavrayıp, kendimden uzaklaştırmaya çalıştım üzerime çullanmış bedenini.

“Polis misin?” diye sordu hafifçe kolunu indirirken. Sıradan bir tavırla omuz silktim. “Değilim.”

“Kimsin lan o zaman?”

Onun öfkeleniyor olmasından memnundum ancak bana bu kadar yakın durmasıyla ciddi bir sorunum olmak üzereydi. Bu yüzden ellerimi göğsüne koyup var gücümle ittirdim onu. “Tekrar ediyorum. Bol bol zamanımız var. Tanışırız.” Dedim ve elimi belli belirsiz omzuna koyup vurdum iki kere. “Hadi bakalım Cesur Soykan…” yanından geçmek için hamle yaptım. “Ben seni tekrar bulana kadar… Dikkat et kendine.” Parmak uçlarımda yükselip kulağına ulaşmaya çalıştım. “İpler elimde.” Ve yüzüme yerleştirdiğim zafer gülümsemesiyle birlikte, hiç aceleci olmayan adımlarla ilerlemeye başladım.

Cesur beni durdurmaya çalışmadı. Sözlerime cevap da vermedi. Belli ki afallamış ve ne yapacağını da şaşırmış haldeydi. Ona kafasını toplaması ve mantıklı olanın benim tarafımda olmak olduğunu anlaması için biraz zaman vermek en iyisiydi. Bu sırada ben de bir sonraki görüşmemizde onu satrançta yenebileceğim stratejiler düşünecektim. Çünkü her şeyi bir kenara bıraksak bile, ona üst üste iki kez kaybetmiş olmanın ağırlığını bir süre üzerimden atamayacağım aşikardı.

Dışarı çıktığımda ancak çantamı odada unuttuğumu bir kez daha hatırlamıştım ve bu yüzden kendime sağlam birkaç küfür savurdum. Onu koridorda o şekilde bıraktıktan sonra nasıl geri dönüp çantamı almak istediğimi söyleyebilirdim ki?

Hava, günün en karanlık anındaydı ve uçağıma da hala saatler vardı. Göze batmayacağım, kuytu bir köşede bekleyip Cesur içeriden çıktıktan sonra çantamı almaya gitmek çok daha mantıklıydı.

Artık ayağıma vurmaya başlayan topuklu ayakkabılarımdan kurtulup elime aldım ve yalın ayak yürüdüm yolu. Sonra da bulduğum ilk banka çöküp bağdaş kurdum.

Cesur’un aklından neler geçtiğini merak ediyordum. Öfke ve endişe dışında ne düşünüyor ve daha önemlisi ne planlıyordu acaba? Beni bulmaya çalışacağı barizdi ama soyismimi dahi bilmediği için de kolaylıkla bulamayacağından emindim. Bu yüzden birkaç gün bekleyecek ve o bana gelmeden ben ona gidecektim. Cesur’u köşeye sıkıştıracak bir koz elde ettiğimden, artık amcamla da bu konuyu konuşup, onunla birlikte çok daha sağlam bir plan yapabilirdim. Adım adım yaklaşıyordum Soykanlara. Necati’nin arka planda kara para dışında bulaştığı ne kadar suç varsa ortaya çıkaracaktım ve ellerindeki her şeyi kaybettikleri anı keyifle izleyecektim.

Karnım acıkmıştı ancak her şeyim çantamla birlikte kumarhanede kaldığından bir süre bununla mücadele etmem gerekiyordu ve ben açlıkla mücadele etmekten nefret ederdim. Oflayarak yasladım sırtımı banka ve başımı geriye attım. Şurada uyusam ve İstanbul’da gözlerimi açsam ne kadar güzel olurdu.

Ağırlaşan gözkapaklarımla da savaşırken, karanlıkta bir süliet belirdi tepemde. Saatlerdir sadece onun yüzünü gördüğümden midir bilmiyorum ama Cesur sandım ilk önce. Hemen sonra tanımadığım birisi olduğunu fark ettim. Garip bir şekilde bana kırk yıllık dostuymuş gibi baktığından oturduğum yerde taarruz pozisyonuna geçtim hızlıca. “Hayırdır?” diye sordum gözleriyle beni yemeye ant içmiş olan adama.

“Cesur Bey sizi bekliyor.”

Güldüm. Burada ne kadardır oturduğumu kestiremiyordum ama en azından saatler olmadığından emindim. Sabırsızdı demek ki. Umursamıyordum.

“Çok bekler daha o beni.” Dedim yerimden kalkarken. Ben onu bulacaktım. O beni ayağına çağıramazdı.

Yerde duran ayakkabılarımı parmağıma astım ve adama arkamı dönüp hareketlendim ancak peşimden geldiğini anlayınca durdum tekrar. “Yorgunum be arkadaşım. Cesur Beyine söyle; Bir zahmet sabırlı olsun azıcık.” Diye hayıflandım huysuzca.

Adam bir saniye için hiçbir şey söylemeden baktı suratıma. Karanlıkta olduğumuzdan mimiklerini tam seçemiyor, kaslarının seğirişini göremiyordum, bu yüzden aniden üzerime doğru hamle yapınca panikleyerek geri çektim kendimi ve dizimi karnına geçirdim. Adam acıyla inlerken, “Kardeşim manyak mısın sen gece gece?” diye azarladım bir de öfkelenerek. Koşarak uzaklaşmaya başlayacaktım ancak aynı anda başka bir el arkadan boynuma dolanınca kontrolü kaybettim ve ben daha ne olduğunu anlayamadan bilincimi yitirdim.

♟️

Gözlerimi yüzüme vuran loş ışıkla birlikte araladığımda, beyaz bir tavanla karşı karşıyaydım. Görüşüm bulanık olduğundan tam olarak neye benzediğini seçemedim, bu yüzden elimi gözlerime götürüp ovaladım hızlıca. Bir beşikte yatıyormuş gibi usul usul sallandığım için dengemi sağlayıp doğrulmayı da başaramamıştım. Kumarhanenin orada tepeme dikilip, Cesur’un beni beklediğini söyleyen ve dövmeye kalktığım, kalkmaktan ötesini de yapmış olabilirdim, adamı hatırladım. Sonra birinin beni bayılttığı gerçeğiyle yüzleştim.

“Ha, siktir!” küfrümü o kadar hissederek söylemiştim ki, bir an içimdeki bütün kötü duyguları döktüğümden, kısa süreli bir rahatlama belirdi bedenimde ancak hemen ardından tekrar telaşlanarak fırladım ayağa.

Ufacık bir odadaydım, bir yatak ve hemen yatağın önündeki topuklu ayakkabılarım dışında başka hiçbir şey yoktu. Duvarlar da taş ya da toprak değildi zaten. Elimle hemen dibimdeki duvarı yokladım. Metaldi.

“Ha, siktir!” diye bağırarak sövdüm bu defa. Neler olduğu hakkında fikir yürütebilecek kadar ayıldığımda, benim boyumdan bile daha alçak olan kırmızı kapıyı yumruklamaya başladım deli bir öfkeyle. “Cesur Soykan! Öldüreceğim lan seni! Allah’ın cezası! Manyak!” arka arkaya sıraladığım tüm hakaretlere rağmen içim soğumadığı için, yumruklarımı da yetersiz bularak birkaç tekme savurdum.

Bir ay önce hapisten çıkan birisine göre, ailesinin pis işlerine çok çabuk adapte olmuştu belli ki Cesur. Ona öyle bir ders verecektim ki; beni kaçırıp, tekne olduğunu tahmin ettiğim bu yere getirdiği için, özür dileyerek ayaklarıma kapanacaktı!

“Seni tekrar içeri tıktırmayan Asi’nin de… Görürsün sen! Dağ başı mı lan burası? Adam kaçırmak ne?” Beni duyup duymadığını hatta buralarda bir yerde olup olmadığını bile bilmiyordum ama bu onu tehdit etmeme engel değildi. Ondan ve ailesinden yeterince nefret etmiyormuşum gibi şimdi canlarına okumam için bir sebebim daha olmuştu. Hayatlarını karartmak için yanıp tutuşuyordum adeta ve öyle büyük bir sinir ele geçirmişti ki zihnimi, başka hiçbir şey düşünemez haldeydim.

“Lan! Geri zekalı! Sence ben salak mıyım? Anneni senin değil de kız kardeşinin öldürdüğünü ve senin onu korumak için suçu üstlendiğini bildiğim halde kendimi sana karşı güvenceye almamış mıyımdır?”

Almamıştım.

Şu an burada kapalı olduğuma göre, tek umudum dosyada yazanlardan ve benim üstün körü anlattıklarımdan sonra İlhan’ın da olayı çözebilmesiydi ancak bu ufak detayı neden Cesur’la paylaşacaktım ki?

Adım seslerini duyunca geri çekildim ve oldukça soğukkanlı bir şekilde kollarımı göğsümde kavuşturup, tek ayağımı yere vurmaya başladım. İçimde patlamaya hazır bir bomba olduğunu bir süre gizli tutmalı ve onun tam olarak amacını öğrenmeliydim.

Kapı yavaşça açıldı üzerime doğru ve Cesur, tanıştığımız akşam olduğu gibi aşağılayıcı ve sert gözlerini gözlerime sabitledi. “Boşuna bağırıp durma.” Dedi bıkkın bir sesle. “Denizin ortasındayız ve yalnızca ikimiziz.”

Eğer çantam yanımda olsaydı çoktan bıçağımı kalbine saplayıp onu öldürmüştüm bu yüzden belki de unuttuğuma şükretmeliydim çünkü katil olmak istemiyordum henüz.

“Ne yapacaksın? Polise gitmeyeyim diye denize mi atacaksın beni?” diye sordum tiksinir gibi. Başını olumsuz anlamda sağa sola salladıktan sonra arkasını döndü. Beni tekrar odaya kapatacağını sanarak telaşlandım ancak bir saniye sonra sıkıntıyla seslendi. “Yukarı gel!”

Dişlerimi öfkeyle birbirine yapıştırdım ve peşinden tıslayarak konuştum. “Emredersin paşam! Üzerine sos da ister misin?”

Sözlerim üzerine dar merdivenlerin hemen başında durdu Cesur ve omzunun üzerinden, alaylı bir gülümsemeyle baktı bana. “Didişmeden nefes bile alamıyorsun değil mi?”

Ağzım açık bir şekilde ona bakakaldığımda yeniden hareketlenmişti. “Beni kaçırdın be? Ne yapayım? Plaket mi takayım? Geri zekalı!”

Delirecektim. Hayatımda ilk defa sinirden aklımı yitireceğimi hissedebiliyordum. Bedenim kavruluyordu adeta ve her yeri yakıp yıkasım, Cesur’u da denize atasım vardı. O beni atmazsa tabi. Atmayacağını söylemişti. Atmazdı herhalde.

Bir an panikleyerek etrafa bakındım hızlıca. Kesici, delici bir alet ya da sert bir cisim falan bulabilmeyi umdum ama bomboştu. Belki de biraz suyuna gitmeliydim. Karaya çıkmaya ikna edene kadar en azından. Ona sürekli hakaret edersem planladığım her şeyi batıracak, muhtelemen kendi mezarımı kazmış olacaktım.

Sakinleşmeyi umarak derin bir nefes aldım ve Cesur’un dediği gibi yukarıya çıktım çaresizce. Teknenin iç kısmına göz gezdirdim hızlıca. Karşılıklı duran, duvara bitişik iki oturma yeri ve mini bir buzdolabı vardı. Cam kapı kapalıydı. Arkasında ise büyük bir yemek masası duruyordu ve Cesur’da masanın baş köşesine yerleşmişti. Her şeye rağmen ise asıl aklımı karıştıran, masadaki yemekler oldu.

Saat kaçtı acaba? Uçağım kaçmış mıydı ki? Amcam ve İlhan telaştan kafayı yiyeceklerdi ve Sevilay tüm mahalleyi ayağa kaldıracaktı. Defalarca aramış olmalılardı. Muhtemelen elime yüzüme bulaştırdığımı düşüneceklerdi hatta amcam bu işten vazgeçmemi bile isteyebilirdi.

Kasılan midemin üzerine koydum elimi. Her şeyi oldukça iyi hesaba katmışken nasıl bir gecede binlerce kez Cesur Soykan karşısında yenilebilmiştim aklım almıyordu. Benden daha mı akıllıydı? Daha mı deli? Hamlelerini bir türlü tahmin edemememin, onu ilk gördüğüm andaki gibi net okuyamamamın sebebi neydi?

Bir kez daha ortamdaki bütün havayı ciğerlerime doldurdum ve cam kapıyı aralayıp, gözlerini denize sabitlemiş olan Cesur’un dikkatini çekebilmek için boğazımı temizledim. Benden tarafa bakmadı. Yalnızca oturduğu yerde belli belirsiz kıpırdandı ve benim gibi boğazını temizledi o da. “Otur.”

Emrivaki söylediği her cümle bana yumruk atmış gibi hissettirdiğinden, karşılık olarak parmaklarımı boynuna dolamama çok az kalmıştı ama buna rağmen duygularımı mükemmel derecede gizleyerek gülümsedim usulca. “Karnım da nasıl aç? İyi oldu.” Karşısındaki sandalyeye yerleşip yemeklere uzandım ancak son anda zehirli olabileceklerini düşünerek durdurdum kendimi. Beynim işlevini yitirmişti herhalde. Üst üste bu kadar hata yapmamın başka açıklaması olamazdı.

“Korkma.” Dedi hafifçe bana doğru dönerken Cesur. “Seni zehirlemeyi düşünmüyorum.” Dudaklarından buz gibi bir kıkırtı döküldü ve kaşları havalandı. “Henüz.”

Bir kez daha gözlerim etrafı taradı ve o anda Cesur’un hemen yanındaki sandalyede duran çantama çarptı bakışlarım. “Şükürler olsun.” Diye mırıldandım daha çok kendi kendime ve almak için uzandım masanın üzerinden. Aynı anda ayağa kalkıp çantamı tuttuğum elime yapıştı. “Dur. Önce bir konuşalım. Sonra alırsın çantanı.”

Kafamı ışık hızında kaldırdım ve çok yakınımdaki, soğuk, kahverengi gözlerine baktım. “Merak etmişlerdir. En azından arayıp birilerine haber verirsem…” beni onaylarcasına başını salladı Cesur. Yüzünde imalı bir tebessüm belirmişti. “Hiç endişelenme. Ben konuştum. Birkaç gün teknede kalacağımızı ve kafa dinleyeceğimizi söyledim.”

Göğsümün ortasına bir sancı girdi. “Birkaç gün mü?”

Beni gerçekten kaçırmıştı!

“Daha çabuk anlaşırsak, kısalabilir tabi süre.”

Stresle dudaklarımı ısırmaya başladığımda, asıl odaklanmam gereken noktayı kaçırdığımı fark ettim. “Bir dakika! Kiminle konuştun sen?”

Çantamdaki elimi kaldırıp çekti Cesur ve ben de engel olmayarak uzaklaştım ondan. Yeniden oturup sandalyesini bana çevirdi, sonra da dirseklerini masaya yasladı. “İlhan mı ne? Yüz elli kez arayınca açmaya mecbur kaldım diyelim.”

Belki de hem Cesur’u hem kendimi öldürüp bu işkenceye son vermeliydim çünkü nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde, gittikçe öfkem artıyordu ve sanırım birazdan baştan ayağa bir alev topuna dönüşecektim.

“Ne dedi?”

Umursamazca omuz silkti Cesur. “Sana zarar verirsem beni öldüreceğini falan söyledi. Arkadaşlarına beni pek hoş anlatmamışsın belli ki. Ha, bir de polis olduğunu söyledi. Buradan yola çıkarak tüm öğrendiğin o şeyleri onun sayesinde öğrendiğini farz ediyorum.” Kirpiklerinin altından dikkatle inceledi yüzümü. “Sana da baya aşık. Bunu kendisi söylemedi ama pek gizleyemiyor.” Soru sorar gibi çatıldı kaşları. “Sen ona aşık değilsin ama sanırım, yoksa birlikte olurdunuz ve herhangi bir adam birlikte olduğu kadını, başka bir erkeği tavlamaya göndermez.”

Her bir cümlesi karşısında daha fazla dehşete düşerken, bir yandan da polis olduğunu söylediği için İlhan’a kızıyordum.

Birkaç saniye, zihnimden geçen kelimeleri makul bir zemine oturtmaya çalıştım ve usulca araladım dudaklarımı. “Değiliz. Seni tavlamaya falan da göndermedi ama zaten.”

Ellerini birleştirip, ovalamaya başladı Cesur. “Konumuza dönersek…” hafifçe eğildi bana doğru. “Otur, lütfen.” Görende sıradan bir akşam yemeğine çıktığımızı sanırdı. Az önce bana emirler yağdırmıyormuş gibi şimdi lütfen demiş olması beni daha da öfkelendirdi. Buna rağmen itiraz etmeden çöktüm sandalyeye ve o da memnun bir ifade yerleştirdi yüzüne. Bir yandan tabağının kenarındaki çatalla oynarken, duruşunu dikleştirdi. “Para mı istiyorsun?”

Olumsuz anlamda salladım kafamı.

“Ne istiyorsun o zaman? Beni değil. Orasını anladık. Ama para da değilse… Ne diye peşimde dolanıp, meydan okuyup duruyorsun bana? Yani… Bence senin tarzın bu gerçi. İnsanlarla bu şekilde iletişim kuruyorsun. Yine de…” Tüm yüz kasları gerildi ve sesi zorlukla duyulabilecek kadar alçaldı. “Bir şeyin peşinde olmasan, annemin ölümünün peşine düşüp, beni tehdit etmezsin de.”

Sırtımı geriye yaslayıp, ellerimi masanın üzerine koydum. Elbette ona verebilecek bir cevabım vardı ancak öncesinde kendimi güvenceye almam lazımdı. Parmaklarımı masadaki bıçağa yerleştirdim çaktırmadan. Omuzlarımı genleştirdim ve beklenti dolu gözlerine baktım. “Paranızı istemiyorum ve haklısın seni de istemiyorum. Ama önce sen bir gerçekleri anlat bana. Sonra bakarız neler yapabileceğimize.” Dedim söylediği gibi yine ona meydan okuyarak. “Ne oldu o evde? Sekiz yıl önce.” Cevabı biliyordum ancak onu sonuca dolaylı yoldan ulaştırmak daha etkiliydi.

Cesur’un bir saniyeliğine gevşediğini sandığım yüz kasları, öncekinden bile daha fazla gerildi. Sıkıntıyla dudaklarını yaladı söze girmeden önce. “Sen… Ne bildiğini düşünüyorsun?”

Hala blöf yapıyor olabileceğime inanıyordu belli ki, onca kanıta rağmen. Öyle olsundu. Bütün hayat hikayesini bir de benden dinlesindi madem. “Manik depresif.” Dedim kirpiklerimi kırpıştırırken. “Yıllarca çok ağır ilaçlar kullanmış, defalarca kez intihar etmeye kalkışmış. Babanın ileri düzeydeki takıntılı aşkı yüzünden olduğunu farz ediyorum.”

Bocalayan bakışları karşısında, yarım yamalak gülümsedim. “Kayıtlarda yok ama bence şizofreni başlangıcı da vardı. Yoksa iki çocuğuyla birlikte kendini eve kapatıp, büyük bir soğukkanlılıkla evi yakmaya çalışması sadece manik depresifle açıklanamaz. Ha, bir de Beril ifadesinde; Eftalya’nın ölmeden önce kendi kendine konuştuğundan bahsetmiş.” Tepkisini ölçebilmek için birkaç saniye duraksadım. “Yalan ifade vermediyse tabi. Basına yansıyan ilk ifadesinde bir hırsızı suçluyor. İkincide kesin doğru söylediğini nereden bileceğiz değil mi?”

Cesur’un gölgelenen yüzünden ve benden kaçırdığı gözlerinden anladığım kadarıyla, hatırlamak istemediği detayları sesli dile getiriyor olmam onu sinirlendirmekten çok üzmüştü. Ne kadar üzüldüğünü pek umursamadığımdan devam ettim konuşmaya. “Anneniz üçünüzü birden katletmesin diye onu öldürmekte bulmuş çözümü Beril. Buraya kadar her şey tamam ama sonra, o ana kadar hiç görmediğimiz veliaht Soykan, gizli kapaklı bir şekilde baş zanlı olarak cezaevine girmiş. Üstelik tüm detaylarıyla itiraf etmiş işlemediği bir cinayeti.” Meraklı bir ifadeyle çattım kaşlarımı. “Beril cezaevine girmesin diye yaptın. Onu anladım ama garip geliyor hala. Muhtemelen senden daha az ceza alırdı. Kim kendini herhangi biri için feda eder ki?” Omuz silktim. “Ben etmezdim.”

Elini başına götürüp, parmaklarıyla şakağını ovmaya başladı Cesur oldukça sıkıntılı bir tavırla. Yaşananların gözünün önünde canlandığını ve her bir kelimemin canını yaktığını görebiliyordum. İçimde bir yerlerde, ufakta olsa bir Soykan’a sunabileceğim bir vicdan olmadığından; büründüğü kasveti de yok sayacaktım.

Uzun bir süre sessizlik hakim oldu ortama ve kulağımda denizden gelen hışırtılar yankılandı sadece. Rüzgar yüzünden birbirine karışmış olan saçlarımın arasında gezdirdim ellerimi. Tuz kokusunu doldurdum ciğerlerime ve gözlerimi sonsuz gibi görünen maviliğe çevirdim. Denizi oldukça huzurlu bulurdum ama şu an garip bir korku belirmesine neden olmuştu içimde. Karadan izlemek gibi değildi tam ortasında süzülüyor olmak. Ürkütücüydü. Ucunu bucağını göremediğim yerlerden nefret ederdim ben. Şimdi ise kocaman bir bilinmezliğe düşmüştüm sanki.

Soluğumun beni hayatta tutmaya yetmeyeceğini düşünerek güçlü bir hava çektim içime. Ardından boğuluyormuş gibi geri bıraktım tüm oksijeni.

“Beril…” diye girdi söze Cesur, ben denizle olan savaşımı sürdürürken. “Yapamazdı. Hassastır o. Kırılgandır. O gün yaşananları bile çok zor atlattı. Bir de cezaevine girse… Kaldıramazdı. Zarar verirdi kendine.”

Kafamı ona çevirdiğimde tedirgin gözlerinin üzerimde dolandığını gördüm. İç çekti stresle. “Sana çok anlamsız geliyor olabilir ama… Başka çaresi yoktu. Bizi kurtarmak için yaptı. Annem…” bir saniye için durup kuruyan dudaklarını yaladı gergince. “Kötü haldeydi. Öyle bir noktaya ulaşmıştı ki bizi onun için yapılacak bir şey olmadığına ikna etti. Ya, üçümüz birden ölecektik… Ya, o.”

Şaşkın bir bakış attım tüm içini döküşlerine karşılık. “Siz de öz annenizi öldürmekte bir sorun görmediniz öyle mi? Çok iyi planmış gerçekten.” Dedim alay eder gibi, acımasızca.

Cesur’u anlıyordum. Şu an içinde verdiği mücadeleyi, geçmişin üzerinde bıraktığı acıları ve hala kanayan yaralarını görüyordum ve sıradan bir insan olsa onun için üzülürdüm belki hatta yaralarını sarmak için bir şeyler yapmaya çalışırdım ama karşımdaki sıradan bir insan değildi ne yazık ki.

“Kazaydı!” diye gürledi dakikalar sonra yeniden öfkelenerek. Sertçe masaya vurdu yumruğunu ve benim de olduğum yerde sıçramama neden oldu. Aynı şeyi Beril de söylemişti ancak bu, ortadaki gerçeği değiştirmiyordu.

“Neyse ne?” diyerek geçiştirdim sözlerini. Karma böyle bir şeydi demek ki. Necati Soykan benden ailemi almıştı ve hayat da onu ailesiyle cezalandırmıştı. “Baban sırf Beril için sana katlanıyor, sen sırf Beril için işlemediğin bir suçu üstleniyorsun. Ne Berilmiş ama.” Dedim bir de hızımı alamayıp. Az önce bana içini döken bir adamı kendime düşman etmek için oynayabileceğim bütün kozlarımı oynamıştım, üstelik tüm bu acımasız sözler ben istemeden dökülüyordu dudaklarımdan. Pişman olduğumdan değildi ama intikam hırsımın beni kötü bir insan yapması da evrenin bana bir cezasıydı belli ki.

“Ne istiyorsun Asi?” diye sordu Cesur bir kez daha ancak bu defa büyük bir nefret yüklediği sesiyle. Omuz silktim. “Baban prenses gibi büyüttüğü kıymetlisinin, aşık olduğu kadının katili olduğunu öğrense neler olur kim bilir?” kollarımı masanın üzerinde birleştirip eğildim. “Karıştırayım mı ortalığı?”

Oturduğu yerden bir hışımla kalkıp yanıma ulaştı Cesur ve yapıştı koluma hiddetle. “Bana bak…” diye tısladı beni çekiştirip zorla ayağa kaldırdığında. Kalçam masaya yaslanmıştı ve bedenim Cesur’la masa arasında sıkışıp kalmıştı aniden. Göğsümün ortasına bir ağrı saplandı. Gözlerimi onun gözlerinden kaçırdım aceleyle çünkü bu defa onu daha öncekilerin toplamından bile daha çok sinirlendirdiğimi fark etmiştim. Suyuna gitmeyi planlamıştım oysa. Nasıl olayı bu noktaya getirebilmiştim? Nasıl Cesur Soykan’dan bir günde, Necati’den bile daha fazla nefret eder hale gelmiştim ve kontrolü yitirmeye başlamıştım?

“Katil olmadım ama olmak üzereyim haberin olsun!” diye gürledi korkunç bir sesle. Öyle ki istemsizce nefesimi tuttum bir süre.

Az önce elimin altında duran bıçağa uzandım çaktırmadan. Onun öfkeden gözü dönmüşken, bıçağın sapını kavradım sakince ve artık acıtmaya başladığı kolumdaki eline batırdım hızlıca. Acıyla inleyip geri çekildiğinde çıktım masayla onun arasından ve güverteye doğru yöneldim paniklemiş adımlarla. Bir yandan da her ihtimale karşı bıçağı ona doğru tutuyordum. “Dene bakalım bir. Kim kimin katili oluyormuş görelim.” Yemek bıçağıyla onu öldüremezdim ama bu yeltenmeyeceğim anlamına da gelmezdi elbette.

Buz gibi surat ifadesiyle bana doğru birkaç adım attı Cesur. Aynı anda ben de geriye gidiyordum ama dönüp arkamı kontol ettiğimde, ilerleyecek çok fazla yerim kalmadığını görerek duraksadım çaresizce. Sıçıp batırmışlık hissi en sonunda zihnimde belirmeye başladığından, geceden beri hissettiğim bütün duyguların karşılığı olarak; rüzgarında etkisiyle yaşardı gözlerim. “Yaklaşma bak, atarım kendimi denize!” diye bağırdım Cesur’a ama sonra bunun onu tehdit etmek için doğru yol olmadığını fark ettim. O da düşüncelerimi ispatlamak ister gibi gergince gülümsedi bana. “İşime gelir.” Dedi omuz silkerek.

“İlhan seninle bir teknede baş başa olduğumu biliyor. Asla aklayamazsın kendini. Çıktığın o bataklığa da geri dönersin. Üstelik ikinci kez bir kadını öldürdüğün için de müebbet yersin muhtemelen.” Diyerek karşı tezimi sundum ona. Öyle derin bir iç çekti ki Cesur, hayatındaki bütün bıkmışlıklar içindi sanki bu. “Çattık yemin ederim.” Diye geveledi ağzında gergince. “Gel şuraya, saçma sapan bir şey yapma.”

Tekne sallandığı için ara sıra dengem şaşıyordu ve düşecek gibi hissettiğimden, kalp atışlarım hiç olmadığı kadar hızlanmıştı. Gözlerimi denizle Cesur arasında gezdirip duruyordum. O da üzerime gelmeyi sürdürüyordu. Hayatımda bu kadar çaresiz hissettiğim başka bir an yaşamamıştım bu yüzden kafamın içinde mantıklı bir plan da kuramıyordum. Korku usul usul yüreğime yerleştiğinde Cesur’la aramda bir metreden az bir mesafe kalmıştı. Telaşla geriye doğru bir adım daha attım uzaklaşmak için ve boşluğa düşüverdim.

Dudaklarımdan bir çığlık döküldüğünde, korkudan yummuştum gözlerimi ve kendimi denizin serin sularında bulmayı bekledim ölümü bekler gibi ancak bunun yerine bir elin önce koluma sonra belime dolandığını ve aynı anda sırtımın sert, oldukça sıcak metalle buluştuğunu fark ettim. Elimdeki bıçak düşüverdi ve zaten bütün uzuvlarımın kontrolünü de yitirdim aniden.

Göğüs kafesim şiddetle inip kalkarken yaşadığım stres yüzünden ayaklarımın bağı çözüldüğü için bedenimi bir un çuvalı gibi bıraktım kollarına. Daha sonra bunun için kendime hiç hoş olmayan küfürler savuracağımı o an umursamadım da üstelik.

Kirpiklerimi kırpıştırıp, görüşümü yeniden kazandığımda, Cesur’un buz gibi gözleri karşıladı beni. Zorlukla yutkundum önce ve ardından etrafa bakındım tereddütle. Denize düşmeyecektim. Sadece hemen arkamdaki merdiveni fark edememiştim ve en fazla güvertenin sert zemine çakılıp kalçamı kıracaktım. Rahatlayarak derin bir nefes bıraktım dışarı. Ölmekten daha kabul edilebilir bir seçenekti sonuçta.

“Sen… Baya delisin.” Diye söylendi Cesur hala belimde duran elini çekmemiş, vücudunu da benimkinden uzaklaştırmamışken. “Yani, sekiz yıl her türlü deliyle karşılaştım içeride ama…” olumsuz anlamda sağa sola salladı kafasını. “Değişik türde bir delisin sen gerçekten.”

Yaşadığım anın şokunu yavaş yavaş üzerimden atarken, bakışlarım onun belime sımsıkı sarınmış koluna çevrildi. Elimi bileğine yerleştirip ittirdim sakin olmaya çalışarak. “Dokunma bana.” Diye çıkıştım bir de dünyanın en nankör insanı olma yarışındaymış gibi tüm minnetsizliğimle.

Soğuk bir kıkırtı döküldü dudaklarından yüzüme doğru ve gözleri gözlerimi kovalamayı sürdürdü bir süre. “Merak etme.” Dedi sonunda elini gevşetip, aramızdaki teması kestiğinde. “Dünyadaki son kadın da kalsan… Sana dokunmam bir daha.”

Kelimeleri beni nedensizce yeni bir öfke dalgasına sürüklerken, göğsünden ittirdim onu. “İyi edersin!” Yanından geçip hızlı adımlarla döndüm geriye. “Aşağıdayım ben!” diye bağırdım beni rahatsız etmemesini umarak. “Madem daha buradayız, uyuyacağım izin verirsen!” sonrada bir cevap beklemeden, ki o da bir cevap vermemişti zaten, içeri girip cam kapıyı hızla örttüm.

Nefret… Ondan o kadar nefret ediyordum ki, neredeyse daha önce hissettiğim duyguların nefret olamayacak kadar masum kaldığına inanacaktım. Tanıştığımız andan beri bana hiçbir şey de yapmamıştı üstelik ama yüreğimde büyüyen garip bir kin vardı Cesur Soykan’a karşı… Ucu bucağı olmayan bir kin ve nefret…

Cesur’un söylediği her bir cümle beynimin içindeki duvarlara çarpıp duruyor, hücrelerimde kor ateşler harlıyordu. Onu tavlayıp, içlerine girerek intikam almak için çıktığım bu yolda, odağımı yitirmiş gibi hissediyordum kendimi. Amacım yalıya sızmaktı. Bir hizmetlinin, Sevilay’ın, sızdığı şekilde değil ama. İlmek ilmek, sinsi sinsi en mahrem, en ulaşılmaz yerlerine…

En başından Cesur’u tavlamanın yeterince iyi bir plan olmadığını biliyordum ve bu yüzden kendi içimde başka bir plan yapmıştım zaten ancak kafamdaki gibi de ilerlemiyordu aslında çoğu şey… Cesur’u köşeye sıkıştırdığım doğruydu ama o da beni köşeye sıkıştırmıştı sanki. Kurallarını benim belirlediğim bir oyunda nasıl oluyordu da beni şok edebilecek hamleler yapabiliyordu? Satrançta yenmek, tekneyle kaçırmak ve on saniye önce denize düşmemin işine geleceğini söyledikten sonra, düşmek üzereyken beni kurtarmak gibi hamleler…

Sayamadığım kez defa sıkıntıyla ofladım. Beni yiyip bitireceğinden emin olduğum duygularımın yoğunluğuyla baş edemiyordum. Oysa temkinli ve kontrollü bir insandım ben. Öfkeli olduğum anlarda bazen sınırları aşardım ama bu kadar öfkelenmemin sebebini de anlamıyordum.

Cesur Soykan beni kaçırmıştı. Ben de onu hayattaki en kıymetlisiyle, kardeşiyle tehdit etmiştim gerçi. Normal şartlarda bu bizi eşitlerdi ama ne şartlar normaldi ne de benim neredeyse gözlerimden fışkıracak kadar büyük nefretim.

Bir süre küçücük odada ne yapacağımı bilmediğimden, en sonunda uyuyakalmıştım ve yeniden gözlerimi araladığımda uyumadan öncekinden daha gergindim. Belki de beni satrançta, uzun zaman sonra yenen ilk insan olduğu içindi ve eğer ben onu yenersem de yüreğim soğurdu. Şimdiye kadar kafamdan geçen tonla düşünce arasında akla en yatkın olanıydı bu çünkü ben oyun konusunda bazen aşırıya kaçtığını bildiğim ancak engelleyemediğim bir hırsa sahiptim.

Usulca doğruldum yatakta ve sıkıntıyla iç çektim kapıyı açmadan önce. Merdivenleri çıkarken havanın karardığını fark edince istemsizce çatıldı kaşlarım. Sandığımdan daha uzun bir zaman geçirmiştim demek ki o daracık odada. O kadar çok acıkmıştım ki, her an yemek diye ağlamaya başlayabilirdim küçük bir çocuk gibi. Keşke Cesur yemeklerin zehirli olmadığını söylediğinde ona inanıp bir şeyler atıştırsaydım.

Üst kata ulaştığımda aceleyle Cesur’u aradı gözlerim. Güvertenin en ucunda oturuyor, ellerini geriye atmış bir şekilde gökyüzünü izliyordu. Açık havaya çıkıp bir süre sessizce gözlemledim onu. Sırtı gergindi. Ayaklarını uzatmış, üst üste atmıştı. Gözleri bir noktaya sabitlenmişti ve ifadesizce bakıyordu sadece. Demek ki açık havayla ya da geceyi aydınlatan binlerce yıldızla ilgilenmiyordu.

Düşünüyordu.

Benim gibi onun da zihninde düşüneceği çok fazla konusu vardı.

Hala denizin ortasında bir yerdeydik ve herhangi bir yol kat edip etmediğimizi anlayamıyordum. Ufacık bir kara parçası görsem kendimi daha güvende ve rahatlamış hissederdim ancak bunu Cesur’a elbette söylemeyecektim çünkü denizin beni ürküttüğünü öğrenmesini istemiyordum.

Hazır Cesur’un görüş alanında değilken, gidip çantamı bulmalı, en azından telefonumu ve bıçağımı almalıydım ancak tekne aniden sallanınca hızlıca kenardaki korkulukları tuttum ve boş bulunarak çığlığı patlattım. Omzunun üzerinden dönüp baktı Cesur sesimi duyunca. Onunla konuşmalı mıydım, ne konuşmalıydım henüz bilmediğimden hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp ilerlemeye başladım.

“Yıldızları saymayı denedin mi hiç?” diye sorana kadar çantamdan da vazgeçerek kendimi yeniden odaya kapatmaya karar vermiştim ancak sözleri o kadar anlamsız geldi ki kulağıma, şaşkın gözlerimi hızlıca üzerine çevirdim. “Ne?”

Parmağıyla gökyüzünde bir noktayı gösterdi. “Ben içeriden çıktığımdan beri her gece sayıyorum. Sürekli dört duvar görünce insan ucu bucağı olmayan şeyleri özlüyor. Deniz gibi, Gökyüzü gibi… Yıldızlar gibi…”

Sohbeti en son birbirimizi öldürebileceğimiz bir noktada bıraktığımızdan şimdi kullandığı sakin ses tonu beni şaşırttı. Üstelik o kadar anlam veremediğim bir konudan bahsediyordu ki, kafam allak bullak oldu. Onun amacı da buydu belki de. Kafamı karıştırmak.

Bir hışımla merdivenleri inip yanaştım yanına. Niyetim tepesinde Azrail gibi dikilerek onu rahatsız etmekti ancak tekne sallandığı için sürekli dengem bozuluyordu ve bu yüzden birkaç saniye sonra çaresizce çöktüm zemine. Onu sinirlendirmekten başka yapacak daha kayda değer bir işim olduğunu da söyleyemezdim gerçi.

Aramızda ki mesafenin güvenli olduğuna karar vererek onun gibi ellerimi sırtımın arkasında yere yasladım ben de.

Göz ucuyla beni süzdü kısa süreliğine Cesur. “Saydıkça çoğalıyor yıldızlar. Bir sonu yok sanki. Oysa dünyadan bakınca, çıplak gözle yalnızca altı bin tanesi görülebiliyormuş.” Sözleri o kadar hazırlıksız yakalamıştı ki beni, refleks olarak yıldızlara çevirdim bakışlarımı onun gibi ve merakla çattım kaşlarımı. “Sayma o zaman?”

Doğruldu Cesur. Bacaklarını toplayıp bağdaş kurdu ve sırtını dikleştirdi. “İnsanın acıları da öyledir.” Dedi imalı bir sesle. “Ne kadar sayarsan, o kadar çoğalır.”

Denizin ortasında, yalnızca ayın ve yıldızların aydınlattığı gölgeli yüzüne bakarken afalladım yine. Saniyelerdir dudaklarından dökülen her cümle karşısında sürekli şaşırıp durduğum için kendime kızmaya başladım bir de. Benim onun zihnine girmem, açıklarını bulmam gerekiyordu. O benim ayarlarımla oynayamazdı. Gerçi kendini mi kastediyordu yoksa beni mi emin değildim ama içimde çoğalan bir şey olduğunu bildiğimden, üzerime alınmadan edememiştim.

Cümlesini yanıtsız bıraktım ve yüksek duvarlarımın arkasına sığınarak, gökyüzüne bakmaya devam ettim bir süre daha.

“Anlat.” Diye çıkıştı Cesur sabırsızca.

“Neyi?” diye sordum ona kaçamak bir bakış gönderirken. Başımı geriye attım ve az önce onun yaptığı gibi yumdum gözlerimi. Üşümüyordum ama niyeyse bir an titremiştim.

“Senin de saya saya çoğalttığın acıların var belli ki. Yoksa niye her kelimenle beni öldürmeye çalışasın sürekli? Niye hiç tanımadığın birine düşman olasın ve bu kadar ileri gidesin?”

Ruhumdaki acıları birer öfkeye dönüştüreli uzun zaman olmuştu. Üzerime bir intikam zırhı geçirmiş, yüreğimdeki kötü duyguları tek bir noktaya sabitlemiştim. Soykan soyadının yıllar önce bana verdiği kine… Acılar insanı yıkardı. İntikam ateşi ise diri tutardı. Ben çok küçükken bir kez yıkılmıştım ve bir daha yıkılmaya niyetim yoktu.

Cesur’la oturup iki arkadaş gibi dertleşecek değildim ama içimden onunla yeni bir savaşa girmek de gelmedi. En azından şimdilik…

“Seni kelimelerimle öldürmeye çalışmıyorum.” Dedim bu tam olarak doğru olmasa bile. “Acıları da, yıldızları da saymanın mantıklı hiçbir tarafı yok ayrıca.” İçimden geçenleri söylememiştim ama içimden geçenlerin bir önemi de yoktu zaten uzun zamandır.

Kirpiklerimi kırpıştırarak araladım gözlerimi ve şuraya gelip oturduğumdan beri ilk defa gözlerine baktım. Orada benim ona duyduğum kadar olmasa da, dolanan nefreti görebiliyordum. Aniden birbirinden deliler gibi nefret eden iki insana dönüşmüştük. Benim için yeni değildi bu ancak, onun bununla ne yapacağını merak ediyordum doğrusu.

“Bir sebepten beni tavlamak için geldin davete.” diye mırıldandı ikimizin de bildiği bir gerçeği dile dökerek. “Kıyısından döndün ama.” Bir itiraf niteliğinde. Sorgulayan bir ifade belirdi yüzünde. “Niye? Bir oyun oynadın. Beni yenmek üzereydin. Amacın ne bilmiyorum ama niye zaten kirli olan bir oyunu daha kirli bir hale getirdin? Bu öfkeni hakkedecek ne yaptım öğrenmek istiyorum.”

Dünyanın en medeni insanıymışçasına sabırlı ve makul bir ses tonu kullandığından mıdır bilinmez, beni yiyip bitireceğinden emin olduğum öfkemin bir nebze bile olsa durulduğunu hissederek panikledim. Satranç oynarken de aynı hatayı yapmıştım. Kendimi ana kaptırmış, asıl amacımı unutup beni yenmesine neden olmuştum. Bir daha o kuyuya düşmeyecektim.

“Eğer beni öldürmeyeceksen…” dudağımı büzdüm. “Ki bence yapmayacaksın.” Doğruldum ve her zaman ki meydan okuyan duruşumu takındım karşısında. “O halde ben gidip polise her şeyi anlatmayayım, dosya tekrar açılmasın diye ne dersem yapmak zorundasın. Sebebini sormadan üstelik.” Dilimi usulca kuruyan dudaklarımda gezdirerek, yaptığım planın doğrulundan emin olabilmek için zaman kazandırdım kendimi bir saniye. Ardından Cesur’un büyük bir merakla beklediği kelimeleri sarf ettim. “Ben de Necati Soykan’ın inine girmek istiyorum.”

Sanki en başından söyleyeceklerimi tahmin etmiş gibi, histerik bir kahkaha döküldü dudaklarından. Kendini geriye bırakıp uzandı güverteye ve bir kez daha gözlerini yumdu. “Ne istiyorsun? Ölmesini mi? Her şeyini kaybetmesini mi?”

Ne istiyordum? İkisini birden mi? Sadece Necati için de değil. Onun soyadını taşıyan, onun zenginliği altında yaşayan herkes için… Ne kadar masum, ne kadar suçlu olduklarını umursamadan hem de… İsteyerek ya da istemeyerek benden çaldıkları hayatın üzerine inşa etmişlerdi tüm mutluluklarını. O mutluluğu onların başına yıkmayı dilemekten daha doğal ne olabilirdi?

“Sen Beril için Necati’yi satar mısın onu söyle?” diye karşılık verdim sorusuna. Şimdi ona tepeden bakıyor, beni dinlemiyormuş da uyuyormuş gibi tepkisiz duran yüzünü inceliyordum.

Cesur kirpiklerini araladı önce. Ardından ellerini başının altına koyup gözlerini daha net görebilmemi sağladı. Zorlukla seçilebilecek bir tebessüm yerleştirdiği suratında hala anlamlı herhangi bir mimik belirmemişti. “Beril bu dünyada beni seven tek insan. Ki ben pek sevilecek biri değilimdir ama onun suçunu üstlenmeden önce de o her şeye rağmen beni seven tek insandı. Kendinden çok benim canımı kurtarmak için yaptı.”

Dolaylı yoldan verdiği cevaptan tatmin olarak, derin bir nefes aldım. “O halde bir oyun daha oynayalım seninle.”

Kafasını belli belirsiz sallarken bir yandan da gülümsemesini genişletti Cesur. “Bu hayattaki her şey bir oyun değil mi senin için?” Beni en az benim onu analiz ettiğim kadar iyi analiz etmiş olmasından rahatsızlık duyarak huysuzca kıpırdandım yerimde. Sonra bundan da bir anlam çıkarabileceğini düşünerek omuz silkmekle yetindim sözlerine sadece ve devam ettim asıl niyetimi açıklamaya. “Sen beni Necati’ye götür. Ben de Beril’le ilgili bildiğim her şeyi silip atayım aklımdan.”

Sıkıntılı bir nefes doldurdu ciğerlerine. Ardından olumsuz anlamda salladı başını. “Kafayı yemişsin sen. Yakacaksın kendini.” Sakin ve kontrollü sesi yüzünden hala ona bağırasım ya da sert çıkışasım gelmediği için ya da belki didişip durarak bir yere varamadığımı fark ettiğimden, aynı sakin sesi tonunu kullandım ben de ama kelimelerim aynı sakinlikte değildi yine de. “Sana ne? Sen kardeşini düşün. Beni değil.”

Bugün kaçıncı kez olduğunu sayamadığım defa bıkkın bir iç çekti Cesur Soykan. “Mirastan men edecek. Sonra belki soyadı için de dava açar. Bilmiyorum. Elimden neler alabileceğini bilecek kadar hakim bile değilim onun malına mülküne ya da işlerine ama ben seni içeri sokabilecek kişi sayılmam.”

Beril’in böyle bir şeye asla izin vermeyeceğini ben bile tahmin edebilirdim ama Necati’nin ne boyutta bir öfke barındırdığını kestiremiyordum. Cesur katil olmamıştı. Beril belki de Cesur’un anlattığı gibi zorunda kalmıştı bunu yapmaya ancak bu ailede gerçek bir katil vardı hala. Necati Soykan, Soykanlara yayılan kanserin sebebiydi ve söküp atılması gereken ilk organdı da aynı zamanda.

“Sorun etmiyor musun?” diye sordum merakla. Cesur başına gelen ya da gelebilecek hiçbir şeyi sorun etmiyor gibi görünüyordu gerçi. Garip bir boş vermişliği vardı. Hayata karşı hırsını yitirmişti belki de cezaevinde kaldığı süre boyunca. Onu en hırslı gördüğüm an, benimle satranç oynadığı andı ve aslında belki de bunu tüm hayatına yaymadığına şükretmeliydim çünkü onun hırsı benim yenilmeme neden olmuştu.

Işık hızında üzerime çevirdiği gözleri, gözlerime değdiğinde bir hüzün gördüm kahvelerin arasına usulca yerleşmiş olan… Onunla empati yapmak istemiyordum ama gelin görün ki günümün çok büyük bir çoğunluğunu birlikte geçirdiğimizden sanırım, neredeyse duygularını elimle tutabilecek noktaya ulaşmıştım. Yine de bunun üstünü örtmeyi başardım hemen.

“Yapabileceğim bir şey yok.” Dedi ruhsuzca.

Beni kandırıyor olabilirdi. Tüm bu üzgün, reddedilmiş çocuk halleri bir oyun olabilirdi. İnsanları doğru analiz edebildiğini düşünen beni bile tufaya düşürecek kadar başarılı bir yalancı da olabilirdi. O Bir Soykan’dı. Necati’den aldığı genlerin yüzde biri bile, korkunç bir sinsilik ve hainlik katmış olmalıydı karakterine. Bu yüzden doğru hamleyi bulmam zaman aldı. Hem benim hem onun işine yarayacak, mantıklı hamleyi…

Aklım davet gecesi Necati ve Beril’in konuşmalarına kaydı usulca. Ne demişti Necati? Dikkatleri üzerinize çektiniz.

“Seni magazine kapak yapacak kadar önemli bir haberin olsa mesela. Gözler bir anda Soykan ailesinin üzerine, yalıya çevrilse. İkinci bir bomba patlatamaz Necati Soykan.”

Cesur başını hafifçe öne eğip, uzun kirpiklerinin altından büyük bir dikkatle inceledi beni bir süre. “O beyninin bir kapatma düğmesi yok mu senin? Sürekli oyunlar, planlar, hamleler… Hep bir savaşta… Hep taarruzda mı yaşıyorsun böyle?”

Beni benim silahımla vuruyordu. Her bir kelimemi, hareketimi, mimiği çözmeye çalışıyor; zihnimdeki düşünceleri yüzüme çarparak savunmasız bırakmak istiyordu. Kendimi iyi gizlediğimi sanırdım oysa. Hala bir şeyleri yanlış yapıyordum belki de. “Savaşmadan hiçbir şey kazanamazsın bu hayatta.” Dedim biraz da küçümseyici bir tını kattığım sesimle.

Gürültülü bir nefes bıraktı havaya doğru Cesur. “Akıllı mısın, deli misin hiç anlamadım.” Dedi kafa karışıklığını ortaya dökerek.

Ukala bir gülümseme için dudağımı kıvırdım. “İkisi de.” Diye yanıtladım hiç mütevazi olmadan.

“Egoistsin bir de.” Diye yapıştırdı cevabı beni yeni bir öfke kuyusuna fırlatmak isteyerek muhtemelen.

“Sen de ukala ve hazırcevapsın. Ha bir de kabasın. Korkaksın da. Bir şey diyor muyum?” Diyordum ama o an dediklerim gözüme yetersiz göründü. Keşke daha fazla hakaret edip, onu iyice çileden çıkarsaydım.

“Ben de nerede kaldı hakaretler diyordum.” Huysuz bir yaşlı edasıyla homurdandı kendi kendine. “Sen benim başıma çok fena bela olacaksın değil mi?”

Eh, niyetim o yöndeydi en azından. Yine de onun bu sakinliğini bozup, bir planı daha mahvetmemek için sessiz kaldım cümlesi karşısında.

“Pekala…” derken son harfini uzattı düşünceli bir tavırla. “Ne öneriyorsun?”

En başta, yola çıkarken kurduğumuz plana odaklandım tekrar. Amcam bunu, Cesur’u gerçekten kendime aşık ederek yapmamı beklemişti benden ama aynı sonuca ulaştıysak, gidilen yolun ne önemi vardı değil mi?

“Sevgili olalım.” Dedim onu beklediğimden daha büyük bir şoka sokarak. “Ya da magazin diliyle, aşk yaşayalım işte.” Kocaman açtığı gözleri benim gözlerimi delip geçmek istercesine, dikilmişti üzerime ve ne anlama geldiğini bir türlü çözemediğim bir gülümseme belirdi dudaklarının ucunda. “Ha, döndük mü yine o kısma? Oysa ben düşmanlığa gidiyor sanmıştım bu ilişki.”

Ukalaydı işte! Gördüğüm en ukala varlıktı.

“Öyle zaten.” Diye itiraf ettim zaten bildiği bir gerçeği. Başını sallayıp onayladı beni. “Her neyse… Hiç almayım ben sevgililik falan. Sağ ol. Gelemem o işlere. Daha içeriden çıkalı bir ay olmuş. Yeni bir kafese mi kapatayım kendimi?” diyerek canımı sıkan tüm sözlerini taçlandırdı bir de. Onu denize atmanın tam zamanıydı şu an.

“Ay ben ölüyorum sanki senin için. Manyak herif. Hem sen haber olacaksın, hem ben yalıya gireceğim işte.” Dedim küçümseyici bir tını kullanmaya özellikle dikkat ederek. Bence yine de iyi idare ediyordum. Şimdiye kadar boğazına yapışmamış olmam mucize sayılırdı.

“Bir haber başlığı. Birkaç güne unutulur gider. Değmez. Hem sen de öyle elini kolunu sallayarak gezemezsin yalıda sırf sevgilimsin diye. Soykan olmayana kapalı bütün kapılar, yalıda da şirkette de.” Dirseklerinden destek alarak doğruldu hafifçe ve tam anlamıyla yüzüme baktı dakikalar sonra. “Sen Necati Soykan’ın işlerini hafife alıyorsun. Görüp görebileceğin en takıntılı, mükemmeliyetçi ve egoist insan. Üzerine basıp yükseldiği onca kişi varken, riske atıp açık kapı bırakır mı ardında?”

Bırakmazdı. Bırakmış olsa Sevilay çoktan ufacık dahi olsa bir ipucu getirirdi zaten ancak benim inandığım çok ünlü bir söz vardı. “Kusursuz cinayet yoktur.” Diye mırıldandım daha çok kendi kendime.

Aklıma amcamın, İlhan’ın, Sevilay’ın hatta babaannemin bile beni öldüreceğini bildiğim bir fikir geldiğinde, heyecanla ısırdım dudağımı. “O zaman… İkimizin de oldukça işine yarayacağı başka bir planım var.” diye girdim söze sinsi bir tavırla. Dolaylı yoldan Cesur’un Soykan kalması yine benim işime yarıyordu ama detaylarda boğulmaya gerek yoktu.

Kaşlarımı kaldırdım ve muzip bir suratla baktım, merak dolu yüzüne. “Evlenelim.” Dedim kolayca, yemek yemek gibi. Su içmek gibi. Sıradan ve nidasız…

Cesur tanıştığımız andan beri duyduğum en yüksek kahkahasını attı. “Bir de çocuk yapalım bari. İnandırıcı olur. Ne dersin?” Diye geveledi ağzında bir de tüm gülüşlerinin arasında. Ciddiye dahi almadığını belli eden küçümseyici ve alaylı tavrına karşılık tüm gücümle sertçe omzuna vurduğumda ise kahkahası acı bir çığlığa dönüştü.

“Kardeşim…” dedim üzerine basa basa. “Abartma. Çoluk çocuğa karışıp, ömür boyu bir yastıkta kocayalım demiyorum sana. Alt üstü birkaç ay rol yapacağız. Ölür müsün? Sonra çöpünü bile istemeden boşanırım söz.” Daha fazla sabırlı davranamayarak, dişlerimin arasından tıslar gibi tamamladım cümlemi. Boşanırken neler isteyebileceğim üzerine uzun uzun düşüneceğimi belli etmedim. “İstemesiydi, sözüydü, nişanıydı, düğün alışverişiydi… Sana tonlarca haber. Bu kargaşanın arasında kalkıp sana dava açma riskine girer mi sence baban? Yıkar mı saygın iş adamı profilini?”

Mimikleri yine kapalı bir kutu haline dönüştüğünde, “Kardeşim…” diye fısıldadı Cesur. “Evlenme teklifi aldığım ilk kadından duymayı beklediğim o kelime...”

Hızlıca doğruldum ve eğildim ona doğru. “Kabul mü?”

Bu defa iç çektiğinde sadece bıkkınlık yoktu sesinde ancak ne olduğu da belirgin sayılmazdı. Bakışlarını yıldızlara çevirdi Cesur ve başını geriye attı. “Seni öldürmek daha mantıklı bir seçenek gibi görünmeye başladı gözüme.” Dedi homurdanarak.

“Beril konusunu kapatacağım. Canımı sıkmazsan tabi. Sen de bir zahmet üzerindeki ölü toprağını atıp babanın işlerine bulaşacaksın azıcık. Bana yardım edeceksin. Ben onu hapse tıkacağım sen de kalan malınla mülkünle ve biricik kız kardeşinle ömrünün sonuna kadar mutlu mesut yaşarsın.” Diye açıkladım planın detaylarını. En azından onun inanmasını istediğim şeklini. İşin sonunda üçünü birden ipe götüreceğimi yalnızca ben biliyordum.

Birkaç saniye sessizce yıldızları izlemeyi sürdürdü Cesur. Muhtemelen bir daha saymaya karar vermişti. “Ne yapıyorsun Allah aşkına?” diye çıkıştım en sonunda tüm sözlerime karşılık susup oturmasına tahammül edemeyerek.

Artık beni bile alıştırdığı ukala gülümsemesini yerleştirdi yüzüne. “Sabrımı sayıyorum.” Dedi imalı bir ses tonuyla. “O da saydıkça çoğalır belki.”

Sabra ihtiyacı olanın kim olduğunu onunla tartışabilirdim ama onu sinirlendirmeden durmaya devam etmem gerektiğinden söylediklerine cevap vermedim mucizevi bir şekilde. “Karaya ayak basar basmaz soluğu karakolda alırım.” Dedim bunun yerine.

Sıkıntıyla ofladı. “Bir listenin insanın başına bu kadar bela olacağını kim bilebilir? Bir de soruyor başka çıkış yolu bırakmış gibi.” sırtını dikleştirdi ve istemeye istemeye olsa da salladı başını. “Senden manyağını mı bulacağım?” Dedi duyulamayacak kadar kısık bir sesle. “Evlenelim.”

♟️

Helloooo! Keşke azıcık bu kitabın okunması da artsa değil mi? Biraz bölüm stokladığım için bölümleri haftalık yayınlayacağım bir süre. Sonra yine duruma göre bakarız diye düşünüyorum. :)

Asi'yle Cesur'u sevdiniz mi? Toksik çift deyince de onlar. :)

Lütfen beğeni ve yorumlarınızı eksik etmeyin. Haftaya görüşmek üzere. :)

Loading...
0%