@melikemn
|
♟️ “Acı insanı yıkar, intikam diri tutar.”
Dört yıl psikoloji okumuştum. Koca koca kitaplar bitirmiş, düşmanı tanımama yardımcı olacak tonla bilgiyi doldurmuştum beynime. Necati ve Beril’in her adımını takip etmiş, işime yarayacak bütün yaşantılarını zihnime kazımıştım. Cesur’u araştıracak vaktim olmamıştı çünkü aslında onun hiç Soykan ailesine yeniden gireceğini, bir gün hop diye hapiste olduğunu ve bir de tahliye edildiğini öğreneceğimi hesaba katmamıştım. Bu yüzden en fazla holdinge bir çalışan olarak sızacağımı düşünmüştüm. Böylesi daha mı iyiydi yoksa daha mı kötü bilemiyordum ama amcamın hızlıca yaptığı tavlama planını kendimce değiştirmiş, uç noktalara taşımıştım. Zafere elimle tutabileceğim kadar yakın olduğumu hissediyordum da üstelik ancak Cesur tahmin edilemezdi. Hamleleri beni bazen zora sokuyordu ve bu yüzden adımlarımı sağlam atmalıydım.
Sekiz Eylül 1996’da doğmuştu Cesur Soykan. Bunu zaten biliyordum çünkü Beril’in bütün otobiyografisine hakimdim ancak Cesur’dan duymak, ilk defa duyuyormuş hissi yaratmıştı. Başak burcuydu, ki tüm o ukala cevaplardan sonra bu beni gram şaşırtmayan bir detaydı. Boyu 1.92ydi. O yüzden artık ona fasulye sırığı diyeceğimi söylemiştim ve o da buna epey sinirlenmişti.
Sinirlenmesi gram umurumda olmadığından sözümden dönmedim.
Açık öğretimde dört yıllık işletme okumuştu. En sevdiği yemek karnıyarıktı. Cezaevinden çıktığından beri en çok yaptığı şey tekneyle açılmaktı ve bu yüzden bize Marina’da karşılaştığımız bir tanışma hikayesi bile uydurmuştum.
Uğurlu sayısı altıydı. Fenerbahçeliydi. Yıllar önce bağımlılık derecesinde motor tutkunuydu ancak şu an yeniden dönmeyi düşünmüyordu motor kullanmaya. Benim de motorum vardı ama evin kömürlüğünde paslanmaya yüz tutmuştu. Yine de ortak bir nokta bulmak hikayemizi kuvvetlendireceğinden, bundan ona da bahsetmiştim. Büyük aşkımızı mantıklı bir zemine oturtmak için beynimi zorluyor, ufacık bir açık dahi kalmayacak şekilde, kapsamlı bir plan yapıyordum. Necati Soykan’ı kandırmak kolay olmayacaktı. Asıl düşmanım da rakibim de büyük Soykandı.
Karnımı doyurmuş, biraz sakin kafayla uyumuş ve daha zinde uyanmıştım sabaha. Bu yüzden dümene geçmiş olan ve bizi İstanbul’a yaklaştırmaya çalışan Cesur’u adeta sorguya almıştım saatlerdir. Bir yandan kendimle ilgili çok da özel olmayan detayları anlatıyor, diğer yandan onun anlattıklarını zihnime not ediyordum. Marinaya yaklaştığımızda ancak dikkatimi üzerinden çekmiştim çünkü başka bir noktaya odaklanmam gerekmişti.
Gergin bir ifadeyle beni bekleyen İlhan’a.
Yaklaşık bir saat önce telefon yeni çekmeye başladığında tüm aramalara dönmüş, amcamın azarını işitmiş ve İlhan’ın zorla da olsa beni almaya gelmesini kabul etmiştim. Onu gördüğümde biraz daha direnmediğime de pişman olmuştum gerçi. Öfkesini metrelerce öteden bile hissedebiliyordum. Hiç haddi olmayan kıskançlık krizine katlanacak kadar sabrım kalmamıştı da üstelik çünkü hepsini Cesur Soykan’a harcamıştım.
“Bu mu senin polis?” Diye sordu Cesur küçümseyici bir sesle. Tekne durdu ve ben hiçbir şey söylemeden inmek için hareketlendim ancak tek adımla önüme geçti. “Aramızda.” Dedi beni kısık sesle uyararak. “Beril konusu da evlilik konusu da.” Bir an için başını omzunun üzerinden arkaya çevirdi ve İlhan’a kısa bir bakış attı. “Bırak beni sana aşık sansınlar.”
Neden böyle bir şey istediğini bilmiyordum ama zaten ben de henüz planımı bizimkilere anlatacak kadar delirmemiştim. Amcam Eftalya’yı Beril’in öldürdüğünü çözüp, Cesur’u tehdit ederek evlenmeyi kabul ettirdiğimi duysa, Sevilay’la kavuşamadan kalp krizinden giderdi muhtemelen.
Sözleri karşısında sırtımı dikleştirip, gözlerimi devirdim sadece ve elimi usulca omzuna koyup kenara çekilmesini sağladım. “Ben yine bulurum seni. Detayları konuşuruz sonra.” Ona telefon numaramı ya da ev adresimi vermeyi düşünmüyordum şimdilik. Önce sağlam bir sözleşmeyle tüm şartları güvence altına alacaktım ve ben oyun oynamak isterken onun beni oyuna getirme ihtimaline engel olacaktım. Düşmanımı tanımıştım sonuçta artık. Sandığım kadar kolay biri olmadığını da öğrenmiştim. Bundan sonra iki kat daha temkinli hareket etmeliydim. Çünkü Cesur tarafından ufacık bir konuda dahi yenilmeye tahammül edemezdim.
Korkarak da olsa teknenin sallanan merdivenlerini inip, birkaç metre ötede dikilen İlhan’a yaklaştım. Gülümsemeyi denemiştim ama gözlerinden mavi bir ateş çıkaracakmış gibi göründüğünden aceleyle yüz hatlarımı düzelttim tekrar.
“Sen bizi öldürecek misin Asi?” diye sordu daha tam anlamıyla yanına bile ulaşmamışken. Amcamın telefondaki tüm öfkesine karşılık sessizliğimi koruduğumdan ve dişlerimi sıkarak kırılmalarına sebep olmak pahasına dudaklarımın ucuna kadar gelen kelimeleri yuttuğumdan, aynısını İlhan’a yapacak enerjim de kalmamıştı. “Abartma İlhan.” Dedim geçiştirmeyi umarak. Sonra da koluna yapışıp, marinanın çıkışına doğru sürüklemeye başladım onu. “Yorgunum. Duşa girmem lazım çünkü saçlarım tuzdan ve rüzgardan keçeye döndü. Hadi, eve gidelim artık.”
Bana itiraz etmedi İlhan ve oldukça sıkıntılı bir tavırla oflayıp dursa da, bir süre cevap vermedi sözlerime ama sonra aklına ne düştüyse, aniden olduğu yerde durdu. “Bir dakika ya. Bana telefonda saçma sapan konuşan adamla bir yüz yüze tanışmak hakkım değil mi benim?”
Işık hızında gözlerimi ona çevirdiğimde şaka yaptığını düşünmüştüm ancak kolunu hızlıca benden kurtarıp tersi yönde ilerlemeye başladığında ciddi olduğunu fark edebildim. “Salak mısın İlhan?” diye tısladım dişlerimin arasından, büyük bir sinirle. Bir yandan da neredeyse koşar adımlarla ilerlediğinden, panikle ona yetişmeye çalışıyordum. Eve döndüğümde bütün topuklu ayakkabılarımı yakacaktım!
“Cesur Soykan!” diye bağırdı İlhan kollarını göğsünde bağlayıp, teknenin hemen önüne konuşlandığında. Cesur hala teknenin merdivenlerinin başında dikildiğinden ve aralarında toplasan en fazla beş metre falan olduğundan İlhan’ın bağırması dünyanın en utanç verici sahnesine dönüşmüştü. Bana olan duyguları ve asla hakkı olmayan kıskançlığı bugün öncekilerden daha fazla canımı sıkıyordu. Bu yüzden sorun çıkarmama çok az kalmıştı.
“Polis, İlhan?” dedi Cesur neredeyse aşağılayarak. Sonra birkaç adımda merdivenleri indi ve İlhan’ın hemen karşısına yerleşti. Şimdi ikisi birbirine bakıyordu, ben de bir metre çaprazlarında dikilirken, sıkıntıyla, olacakları bekliyordum.
“İlhan Demir.” Diyerek tokalaşmak için elini uzattı İlhan belki de polisi bir sıfat olarak kullanmasından rahatsızlık duyarak. Cesur dünyanın en sıra dışı bilgisini öğrenmişçesine büyük hareketlerle salladı başını. “Ve? Bu neden umurumda olsun?”
Beni çileden çıkardığı yetmemiş gibi bir de çevremdeki herkesi çileden çıkarmaya yemin etmişti anlaşılan ama İlhan’ın asıl derdinin şu an Cesur Soykan değil de, benimle iki gündür bir tekneden baş başa kalmış olan Cesur olduğunu bildiğimden, çileden çıkmışlığı da, bir noktada bana sıçrayacaktı.
“Asi’nin yakın arkadaşıyım.” Dedi İlhan oldukça gereksiz bir korumacılıkla. “En yakın arkadaşıyım.”
Onun adına utandığım bir anda olduğumuzdan, aralarına girip ne söyleyeceğimi dahi bulamadım. Bu yüzden bakışlarımı ikisi arasında gezdirirken, en azından Cesur’un makul ve konuyu kapatmaya yarayacak bir cevap vermesini umuyordum.
“Evet. Bir abi gibi değil mi? Tahmin etmiştim telefonda söylediklerinden sonra.”
Vermedi. Hatta kelimelerini özenle seçip, İlhan’ı en çok sinirlendireceğini bildiği şekilde yanıtladı sözlerini.
İlhan’ın yüz hatları, olabilecek en gergin haline büründüğünde ve şaşkın gözleri kısa süreliğine üzerime döndüğünde ona onaylamayan bir bakış gönderdim. “Gidelim mi artık tanışmanız bittiyse?” diye de girdim araya fırsattan istifade.
“Benim için bitmiştir.” Dedi Cesur oldukça net bir ses tonu kullanarak ve İlhan’ın az önce uzattığı eli tutmamışken, şimdi o elini uzattı. “Çok memnun oldum Asi’nin en yakın arkadaşı İlhan Demir. Sık sık karşılaşırız zaten bundan sonra.”
İlhan öfkeden deliye dönmek üzere olduğunu gram gizlemeden, Cesur’un uzattığı eli havada bıraktı ve bunun yerine usulca belime dokundu. “Gidelim mi Asi’m?” Kaşlarımı şaşkınlıkla çattım ancak o an için bir şey söylemedim de. Bir saniye için bakışlarımı, oldukça eğleniyor gibi duran Cesur’a çevirdim ve sadece gözlerimden onu öldürmek istediğimi anlamasını umdum. Sonra da İlhan’ın belimde duran elini indirip hareketlendim.
“Asi’m mi?” diye sordum kısık sesle, birkaç metre uzaklaştığımızda. Onun kıskançlık krizini çekebileceğime, onu ne inandırmıştı bilmiyordum ama hiç katlanamadığım yerlere götürüyordu işi ve bunun bir an önce farkına varmasını diliyordum.
“Yürü Allah aşkına bütün sinirim tepeme fırladı zaten. Çekip vuracağım şimdi adamı!” diyerek önüme geçti bir hışımla. İlerlerken yumruklarını sıkmıştı ve burnundan soluyordu adeta. Onun saçma sapan öfkesini bir nebze bile umursamadığımdan, bir adım gerisinden ilerlerken sırtına vurdum sertçe. “Bir çuval inciri berbat edeceksin salak!”
Aniden yavaşladığında az daha ona çarpacaktım. “İncirine de çuvalına da! Ne bok yiyorsunuz iki gündür denizin ortasında Asi?” diye çıkıştı benden tarafa bakmadan. Omzumun üzerinden geriye çevirdim kafamı. Cesur çoktan teknenin içine girmişti sanırım çünkü görünmüyordu. Rahat bir nefes alarak İlhan’la aynı hizaya ulaştım ve kolundan ittirdim bu defa da. “Sana ne İlhan?”
Hayatımdaki rolünü karıştırmışa benziyordu. Beni, şimdiye kadar onu kıracak herhangi bir laf söyleyip aramıza belli bir sınır çekmediğime pişman etmeye de ant içmişti anlaşılan. “Asi! Adamı tavlayacağım diye bir oyun kurdunuz, sesimi çıkarmadım ama iki gün olmuş tanışalı; Kıbrıs’a kumara diye gittin, Başımı yakmak pahasına Eftalya Soykan’ın dosyasını da attım sana ve o sırada da nefret saçmaya devam ediyordun. Sonra ne oldu da kendini o herifle bir teknede buldun acaba? Bir açıklamayı da hakkediyorum en azından!” bir yandan ilerlerken sıraladığı öfkeli cümleleri karşısında dehşete düştüğümden midir bilinmez, bir süre öylece ona baktım sadece.
İlhan bu hayatta değer verdiğim insanlar listesinde epey üst sıralardaydı ancak bu onun beni yargılarcasına sorguya çekebileceği anlamına gelmezdi elbette. Kimseye hesap vermek gibi bir niyetim yoktu bu konuda. Amcama bile. Ben bir savaş başlatmıştım ve benim savaşımda her şey mubahtı.
“Aptal aptal konuşup tepemi de attırma istersen. Plan tıkır tıkır işliyor ve yalnızca bu kısım ilgilendirir seni. Geri kalan her şey benim hayatım. Benim kararım.” Dedim en sonunda bir nebze sakinleştirebildiğimi düşündüğüm sesimle. Ardından adımlarımı hızlandırarak önüne geçtim ve ileriye park etmiş olduğu arabanın önüne kadar da, ona konuşabileceği bir fırsat yaratmadım. Kapıyı açmasını beklerken kollarımı göğsümde bağlayarak kendimi iletişime kapatmış, tek ayağımı yere vuruyordum.
İlhan anahtarın düğmesine bastı ve ben de ön koltuğa yerleştim hızlıca. Gelip şoför koltuğuna oturduğunda, arabayı çalıştırdığında ve hareket ettirdiğinde de sessiz kalmayı sürdürerek kendimce onu protesto ettim. Aradan geçen birkaç dakikanın ardından gürültülü bir iç çekti İlhan dikkatimi ona çevirmemi ister gibi. Göz ucuyla baktım sadece.
“Tamam, ileri gittim.” Dedi ufacık bir bakışımdan cesaret alarak. “Sen ne yaptığını bilirsin. Karışmayacağım.” Hala ona bir cevap vermek gibi bir niyetim olmadığını anladığında da devam etti konuşmaya. “Asi… Duygularımı senden gizlemedim hiç. Karşılığı olmadığının epey farkındayım ama… Açıkçası gelecekte… Yani bu Soykan dosyası kapandığında her şey değişebilir değil mi?” diye sordu beklenti dolu sesini gizleme gereği duymadan. Defalarca kez bu sohbeti yaptığımız için bıkkınlıkla derin bir nefes bıraktım dışarı. “Gelecekle ilgili tek bir hayalim var. O da Soykan’ları geçmişe gömmek. Lütfen aynı konuları açıp durma.” Yine her zamanki gibi ucu açık konuştuğumu fark ettiğimde sürdürdüm sözlerimi. “Bence sen yoluna bak. Ne bileyim? Bul birini, evlen, çoluk çocuğa karış. Benden umudunu kes. Benim senin hayal ettiğin gibi bir yolum olamaz.” Diyerek belki de ilk defa bu kadar acımasızca reddettim onu. Vicdan azabı çekmiyordum ama. Çünkü başka türlüsünün şimdiye kadar işe yaramadığını görmüştüm ve onun hoşuma giden ilgisinin sınırı aşmaya başladığını, aşmaya da devam edeceğini hissediyordum.
“Asi… Ben bir yol değil, seni hayal ediyorum. Sen olduğun sürece yürüdüğüm yolun önemi yok ki.” Dedi bir an için buğulanan mavilerini üzerime çevirip. Dirseğimi camın kenarına koyup, elimi de başıma yasladım. “Ben yokum ama İlhan. Lütfen aramıza duvarlar örüp durma artık bu konuyu uzatarak.”
Kırmızı ışıkta durduğumuzda, birkaç saniye bakmaya devam etti gözlerime. Orada aradığını bulamamış olacak ki acı bir nefes taştı dudaklarından. “Peki,” diye geveledi ağzında zorlukla. “Kapattım. En yakın arkadaşın İlhan olarak kalmaya devam edeceğim.” Başını imalı bir tavırla öne arkaya salladı. “Bir abi gibi…” Cesur’un kelimelerini, neredeyse onun tonlamasıyla birebir taklit ettiğinde ruhsuz da olsa bir gülümseme belirdi yüzümde. Kim bilir karşılaştığı diğer aile üyelerime ne boyutta sinir krizleri geçirtecekti Cesur Soykan?
Umarım beni ağzını bantlamaya mecbur bırakmazdı.
İlhan’a cevap vermek yerine dışarıya çevirdim gözlerimi bir kez daha. Yüzüme vuran haziran güneşinin tadını çıkararak, zafere yaklaşıyor olmamın heyecanını yaşamak istiyordum. Şimdiye kadar nasıl hayatımı bu intikam üzerine kurarak İlhan’ı ve duygularını yok saydıysam, yine aynısını yapmaya devam edecektim.
Mahallenin girişindeki dar sokağı döndüğümüzde arabanın hızı da oldukça yavaşladı. “Gel bir çay ısmarlayayım sana.” Dedi İlhan biraz mahcup bir ses tonuyla. Kendini tutamayıp yine Cesur’la ilgili bir ton soru soracağını bildiğimden, bugünlük onunla başka bir sohbete dalmaya niyetim yoktu. “Sen beni eve götür.” Diye mırıldandım duygusuzca ancak tam o anda mezarlığın önünden geçtiğimizden, aceleyle doğruldum. “Ya da dur. Annemle babamın yanına uğrayayım. Kaç gün oldu gitmedim. Yürürüm kalan yolu da.”
Endişeli gözleriyle beni süzdü arabayı köşede durdururken. “Geleyim mi ben de?” Sonunda bütün sabrım da enerjim de tükendiği için babaannemi bile sollayacak bir huysuzlukla homurdandım. “Sal beni İlhan.”
İki elini birden direksiyona yaslayıp gerindi sıkıntıyla. “Tamam Asi.” Derken ismimi beni dövercesine söylemişti. Başımı onaylamayan bir tavırla sağa sola sallarken kapıyı açmak için hamle yaptım. “Hadi, görüşürüz yarın.” Dedim epey mesafeli bir sesle ve arabadan inip, kapıyı da sertçe çarptım.
Bu kadar arsızlaşmasının sebebi artık gerçekten umudunu yitirmesi miydi yoksa yıllardır peşinden koştuğum Soykanlara sonunda ulaşıp, yolun sonunu görmeye başlamamız mıydı bilmiyordum ama ona karşı duygularımın hiçbir zaman aşka dönüşmeyeceği kocaman bir gerçekti. Şimdiye kadar, hislerine rağmen iki yakın arkadaş kalabileceğimize inancım tamdı ancak bugün aklıma hiç istemediğim bir şüphe düşürmüştü.
Sıkıntıyla iç çektim mezarlığa adım atarken. Adımlarımı yavaşlattım ve annemle babamın mezarının başına ulaştığımda da dimdik durdum. Dik durmalıydım çünkü. Sonunda ailemi elimden alanlarla tek tek yüzleşiyor, bana verdikleri açıklarla onları en hassas noktalarından vuruyor, köşeye sıkıştırıyordum. Cesur Soykan sayesinde içeri girecek, Necati Soykan’ı ipe götürecek, ardından Beril’i polise verecektim ve geriye her şeyini, herkesi kaybetmiş bir Cesur bırakacaktım. Soyadını bile…
Zehra Bolat ve Kenan Bolat yazısının üzerinde dolaştırdım elimi. Mezar taşının hemen yanına yarım yamalak oturup, yaşarmaya başlayan gözlerimi kırpıştırdım. Uzun zaman önce bir söz vermiştim onlara. Ağlamayacaktım. Acı çekmeyecektim. Acının insanı yıkmaktan başka hiçbir işe yaramadığını yaşayarak öğrenmiştim çünkü. Ben intikam alacaktım. İçimde nefret ve kin büyütmüş, canımı yakan tüm duygularımı kalbime gömmüştüm.
“Çok az kaldı…” diye mırıldandım bir yerlerde beni dinlediklerini, izlediklerini ve benimle gurur duyduklarını umarak. “Size, bize yaşattığının kat kat fazlasını yaşayacak Soykanlar. Söz veriyorum.”
Üzerimden attığımı sandığım yorgunluğum kara bir bulut gibi tepeme çöktüğünden, ölümü hatırlatmak istercesine, sıcak havaya rağmen buz gibi olan mermere yasladım yavaşça başımı. Usulca kapattım gözlerimi ve temiz havayı ciğerlerime çektim. Daha önce mezarlıkta uyuyakaldığım olmuştu ama şimdi uyumanın sırası değildi.
“Allah’ım… Senin sevmeyeceğin bir oyun oynadığımı biliyorum ama… Lütfen kaybetmeme izin verme…” Cesur’un dediği gibi, benim zihnim fikir üretmeyi hiç bırakmazdı ve hep bir planım olurdu ancak içimde sebebini henüz çözemediğim bir sıkıntı dolandığından ve ondan kurtulmak için denediğim tüm planlarım başarısızlıkla sonuçlandığından, fısıltıyla bir yakarış gönderdim Allah’a. Buradan dönemezdim. Buradan sonra kaybedersem, toparlanamazdım.
“Asi?”
Ne kadar süre orada öylece durduğumu bilmiyordum ama kulaklarıma ulaşan sesle birlikte doğrulduğumda belim ağrımıştı. Bakışlarım, Nermin teyzenin endişeli bakışlarıyla çakıştı. “İyi misin?”
İlhan’ın annesiydi Nermin teyze. Benden pek hoşlanmıyordu son zamanlarda aslında çünkü oğlunu üzdüğüme ya da üzeceğime inanıyordu. Yine de belki de yıllardır birlikte olduğumuzdan ve bu mahallede onun da gözünün önünde her şeyi yaşadığımdan, içten içe beslediği şefkati arada göstermeyi ihmal etmezdi.
“İyiyim.” Dedim zorlukla da olsa gülümseyerek. Elini usulca omzuma koydu ve benim gülümsememe karşılık kocaman bir tebessüm yerleştirdi yüzüne. “İnsan her şeyi unutuyor da, toprağa verdiklerini hiç unutamıyor.” Gözlerimi onun üzerinden çekip, birkaç mezar ötedeki Alaattin Demir yazan mermere çevirdim. “Öyle…” diye geveledim iç çekerek. Sonra da aramızda oluşan birkaç saniyelik sessizlikten faydalanarak toparladım dağılan parçalarımı... “Eve geçeyim ben.”
Sözlerime rağmen bana bakmaya devam etti Nermin teyze. Ben de bir şey söyleyeceğini düşünerek öylece durmaya devam ettim.
“Asi.” Dedi en sonunda az öncekine nazaran, sert bir sesle. “İlhan dalgın bu aralar. Aranızda bir sorun mu var?”
Hala mezar taşının üzerinde duran elimi kaldırıp, sıkıntıyla saçlarımı kaşıdım. Üzerime böyle bir sorumluluk yüklediği için İlhan’ı nefret ettiğim aşkıyla birlikte uzaya fırlatmak istiyordum. Onu konuşasım yoktu aslında ama annesine de öyle cevap veremezdim. “İyiyiz. İşle ilgili bir şeydir belki.” Dedim masumca omuz silkerek. Düşünceli bir tavırla başını salladı Nermin teyze. “Eğer gönlün yoksa, yolundan çekil olur mu?” dudaklarımın ucuna gelen öfkeli kelimeleri son anda durdurdum çünkü hüznünü yansıttığı mimikleri gittikçe belirginleşiyordu.
“Ben İlhan’ın yolunda değilim zaten.” Diyerek arkamı döndüm mezarlığa da, Nermin teyzeye de. “Benim yolum bambaşka.”
Sevgiyi, aşkı hissetmenin yanından bile geçemeyecek haldeki, körelmiş duygularımı uzun uzun oturup ona anlatacak değildim ama en azından cevabımın yeterli olduğunu biliyordum.
Bir gün aşık olup olamayacağım üzerine hiç kafa yormamıştım. Soykanlarla meselemi çözdükten ve yüreğimi soğuttuktan sonra yaşayacaklarımı hayal etmemiştim bile. Sanki o noktada bende ölüp gidecek, huzurla sonsuzluğa karışacaktım.
Bir elimde çantamı sallarken, diğer elimi taytımın kalçamdaki küçük cebine sıkıştırdım. Aşkı düşünsem dahi, karşılığına İlhan’ı koyamıyordum. Oysa ne kadar kolay olurdu onu sevmek ama kalbin hiçbir konuda kolay olanı seçmeyeceğini bilecek kadar da zekiydim.
♟️
Sabah korkunç bir baş ağrısıyla gözlerimi araladığımda, birisi kırmak istercesine kapımızı çalıyor, aynı anda da arka arkaya zile basıyordu. Şaşkınlıkla doğrulup neler olduğunu anlamak için beynimi zorlarken, çoktan endişe bedenimi ele geçirmişti. İki seçenek vardı. Ya berbat bir şey olmuştu ya da birisi canına susamıştı.
“Asiye!” babaannemin sesi de kapı ve zil seslerinin arasına karışınca, hışımla fırladım yataktan. Dün akşamdan beri amcamdan kaçmak için kendimi odama kapatmış olduğumdan, evin içinde dolanırken amcamla karşılaşmamak için de temkinli adımlarla ilerledim.
“Kahvehaneye gitti çoktan.” Dedi babaannem aklımı okumuş gibi. Ben onun odasının önünden geçerken yüzüme bile bakmamıştı. Nasıl ömrünün çoğunu bu odada geçirdiği halde hayatımızdaki her şeye bu kadar hakimdi hiç anlamıyordum. Yaşlılar gerçekten bir garipti.
“Kim bu alacaklı?” diye sordum dış kapının kolunu indirirken. Beni buraya kadar getirmese ve iki adım ötesindeki kapıyı o açsa ne olurdu sanki diye kendi içimde ona sitem ederken huysuzca homurdandı babaannem. “Eserekli geldi.” Yüzünü tam göremesem de ses tonundan, büzüşen mimiklerini tahmin edebiliyordum.
Sevilay aydınlık bir yüzle karşımda belirdiğinde kaşlarımı çattım. “Deli misin sen Sevilay? Sabah sabah aklımı aldın.” Diye çıkıştım mızmızlıkla karışık öfkeli bir sesle. Hiçbir şey söylemeden omzumdan ittirdi beni ve içeri giriverdi. “Saat on be ne sabahı? Senin uykun ağır ya biraz. Hatice anne de öldürsen açmaz kapıyı biliyorum. Ondan öyle sert vurdum Asi’m.” Dedi çoktan evin salonuna yaklaşmışken. Babaannem, “Eserekli gelin. İnsan bir selam verir.” Dediğinde ise çaresizce topuklarının üzerinde geri döndü. “Annem. Rahatsız etmemek için uğramadım yanına.”
Babaannem Sevilay’ı seviyordu. Sevdiğinden emindim ama sevdiği insanlara karşı da herhangi olumlu bir davranışta bulunmazdı zaten. O yüzden çevremizdeki kimse ona alınmaz ya da kızmazdı. Garip bir düzen oturtmuştuk babaannemle aramızda. Onun herkesi payladığı, herkesin de bunu kabullendiği bir düzen…
“Hadi hadi. Bilmiyorum ben seni sanki.” Derken gözlerini devirdi. Kapının pervazının bir tarafından ben, diğer tarafından Sevilay uzatmıştı kafasını. Babaannem sert bakışlarını ikimizin arasında gezdirdi birkaç saniye. “Sende mi kalıyor bu kız iki gündür?”
Işık hızında Sevilay’a dönen gözlerim, onunkilerle çakışıp yardım dilenmeyi umdu ancak hiç bana bakmayı akıl edememişti belli ki. Bunun yerine aynı saniyede yanıtladı babaannemi. “Asi… Bende tabi. Nerede kalacak başka?”
Neyse ki dünyanın en kolay yalan söyleyebilen arkadaşıydı da, beni kurtarması için benim onu uyarmama gerek kalmıyordu.
Rahat bir nefes bıraktım dışarı. “Babaannem sen kahvaltı yaptın mı bakayım? Hazırlayayım mı hemen? Şöyle kız kıza güzel bir kahvaltı yaparız. Ne dersin?” diye sıraladım konuyu dağıtmasını umduğum sorularımı.
“Gelin,” dedi babaannem kısa bir süre beni inceledikten sonra. “Bu kızın görüştüğü biri mi var?”
Gözlerim şaşkınlıkla kocaman açıldı. Müneccim gibi kadındı gerçekten ve bazen ürkütücü oluyordu bu hali. Soykanlarla giriştiğim intikam oyunumu da anlarsa ne yapacaktım? Biliyordum ki hem kendi mahvolur hem beni mahvederdi.
“O nereden çıktı babaanne?” diye sordum tereddüdümü sesime yansıtmadığımı umarak. Bakışlarını benim üzerimden çekti hızlıca. “Cevap ver Sevilay.”
Sevilay’ın yalan söyleme becerisinin bir sınırı var mıydı bilmiyordum ama o sınıra yaklaştığı bir günde olmadığını umuyordum. Ben korku dolu bir ifadeyle onu izlerken, o dudaklarını yaladı. Derin bir nefes aldı ve yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirdi. “Sen torununu bilmiyor musun? Erkek sinek yaklaştırmaz yanına. Kız kurusu olup başına kalacak bu haberin olsun.” Dedi tüm neşesiyle ve çok komik bir espri yapmışçasına patlattı kahkahayı. Eh, yeterince inandırıcı olmasa da, fena sayılmazdı.
“Sevilay sen işe gitmeyecek misin?” diye sordum babaannemin yeniden konuşmasını önlemek için. Aceleyle başını salladı Sevilay. “Evet. Durağa kadar yürürüz beraber, iki laflarız diye geldim ben de.”
Çok şaşırtıcı bir haber duymuş gibi dudağımı büzdüm. “Söylesene baştan. Hemen giyinip geleyim.” Babaanneme baktım. “Gelince kahvaltı yapar mıyız?”
Küçük bir çocuk gibi sağa sola salladı kafasını asık bir suratla. “Git sen nereye gidiyorsan. Doyurdum ben karnımı.” Bazen bu kadar zor biri olduğu için üzülüyordum ama onunla empati yapmak da oldukça kolay olduğundan, hislerini ve duvarlarının sebebini anlayabiliyordum. Çünkü galiba birebir aynısı olmasa da, onun duvarlarının bir kısmını ben de kendi yüreğime örmüştüm.
Hiçbir şey söylemeden geldiğim gibi koşarak çıktım merdivenleri ve üzerime rahat, dizimin üzerinde biten bir taytla, oldukça bol bir tişört geçirdim. Yüzümü yıkayıp, saçlarımı taradım ve yaklaşık üç dakika falan süren hazırlanma serüvenimi bitirip Sevilay’ın yanına döndüm.
“Dünyanın en hızlı hazırlanan kadını.” Dedi Sevilay şok olmuş bir sesle. Üstünlük taslayan bir tavırla saçlarımı omzumdan arkaya savurdum. “İyi olmadığım tek bir şey yok.” Sinsi bir tavırla başını salladı. “Bilmez miyiz? Bir çıkalım evden. Soracağım iyi olduğun diğer şeyleri de.”
Şen şakrak tavrımı bir anda söndürdüğü için omzuna sertçe vurdum. Spor ayakkabılarımı giyip ondan önce bahçeye çıktığımda da söyleniyordum. “İlhan zaten saçma sapan konuşup bütün tepemi attırdı. Lütfen sen de yapma şimdi.”
Sevilay kapıyı kapattıktan sonra, babaannemin odasının penceresine dönüp el salladı ona kocaman bir gülümsemeyle. Sonra da koluma girip beni çekiştirmeye başladı. “Eğer hiçbir detayı atlamadan anlatırsan, ben de yorum yapmam.”
Bahçeden geçip, sokağa ulaşana kadar sesimi çıkarmayıp, ciddi bir tavırla düşündüm. “Pekala…” diye geveledim ağzımda son harfini olabildiğince uzatarak. Sevilay’a anlatabileceğim tehlikesiz detayları seçmeye çalışıyordum ama öyle bir iki gün geçirmiştim ki, neresinden tutsam elimde kalıyordu.
“Baya para kazandım biliyor musun?” dedim en sonunda heyecanla. “Düğün salonuna yetecek kadar!”
Sevilay’ın yüzünde bir mutluluk ifadesi belirdiğinde, konuya doğru noktadan giriş yaptığımı anladım.
“Yengesinin gülü ya bu!” diye bağırarak sokak ortasında beni gıdıkladığında birkaç adım uzaklaştım ondan. “Abartma!” dedim onun kadar yüksek bir ses tonu kullanarak ancak bir yandan da gülüyordum.
“Babamın istediği bileziklerin parasını da bulursak, biriktirdiğimizle de ıvırı zıvırı hallederiz. Oldu bitti. Bu yaz artık kıyarız şu nikahı.” Dedi tekrar düşünceli bir tavra bürünerek. Sevilay’ın babası, Hasan amcanın mahallede bir kuruyemiş dükkanı vardı. Sahibini bilmediğimiz on üç dükkandan biriydi ve aslında değerinin çok üzerinde kira ödüyordu yıllardır. Yaşadığı maddi sıkıntılar yüzünden amcamın kahvehanesi olması da yetersizdi onun için. Biraz düğünle ilgili beklentileri yüksekti ama haksız diyemezdim. Mahalledeki herkes çok dara düştüğü bir dönem yaşamış ve bunalmıştı. Kızının da aynı darlığı çekmesini istemiyor olmalıydı.
“Tekrar gidip kumar oynamamı ister misin? Bak, git de sen. Çırağan’ı tutacak kadar kazanırım. Ne diyorsun?” diye sordum biraz da alay ederek. Suratını ekşitti Sevilay. “Soykanlardan birisi, onların kumarhanesinde hile yaptığını fark ederse hayatın kayar biliyorsun değil mi?”
Yani, aslında çoktan birisi fark etmişti ama bu önemsiz detaydan şu an bahsetmeye gerek yoktu. “Kartları saymak hile değildir.” Dedim ona da Cesur’a söylediğim gibi. Gözlerini devirdi. “Tabi canım.”
“Bu düğün bu yaz bitmeden yapılacak o kadar.” Diyerek onun gerilen yüz hatlarını gevşetmeye çalıştım. Dertli bir iç çekti. “Boş ver bunu şimdi. Güncel konumuza dönelim biz.”
Oysa geçiştirdiğimi ummuştum ama elbette Sevilay asla böyle şeyleri unutmazdı ve ben dökülmeden de huzur vermezdi. Yeniden koluna girdim. “Satranç oynadık. Sonra tekneye geçtik. Sohbet ettik, birbirimizi tanımaya falan çalıştık. Bana baya düştü sanırım. Sürekli bir iltifatlar, bir şeyler…” Cesur’un hakaretleri kulağımda yankılanınca ve birbirimizi öldürmenin kıyısında dolandığımız anlar zihnimde canlanınca hızlıca kirpiklerimi kırpıştırdım. İki gündür ona yeterince maruz kalmamışım gibi bir de yanımda yokken düşünmek istemiyordum.
“Tabi sen onu satrançta yenince… İyice etkilendi. Erkekler sever böyle şeyleri.” Diye yorum yaptı Sevilay bilmiş bir tavırla. Gözlerimi yola çevirdim. “Aynen.” Dedim başımı saniyelerce sallayarak onu onaylarken. Yalan üstüne yalan söyleyip, kendimi en dibe batırmaya devam ediyordum.
“Sana dokundu mu? Öpmeye falan çalıştı mı? Ya da… Birlikte uyudunuz mu mesela?” diye sordu Sevilay, dünyanın en normal mevzusuymuş gibi sıradan bir sesle. Omzumla omzunu dürttüm. “Yuh!”
Canını yaktığını bildiğim darbeme rağmen eğlenir gibi bir hali vardı. “Kızım adam flört ettiğinizi düşünüyor ya hani. Ne yapacaksınız? Mantı mı açacaksınız birlikte oturup? Tabi nereden bileceksin sen? En son lise ikide sevgilin oldu onun kafasına da sıra fırlatmıştın.” Hiç lise aşklarımı konuşmaya gönlüm yoktu ama Sevilay’ın sözleri de beni güldürdü. Bazen biraz şiddete meyilli olabiliyordum ancak insanlar da benim bam telime basmadan duramıyordu. “Henüz öyle bir samimiyet gelişmedi aramızda. Gelişmeden bitireceğim bu oyunu da Soykan’ları da.” Evlilik kısmını söylemek için henüz erkendi belli ki.
Bir saniye cümleleri kafamın içinde dönüp durdu. En sonunda kendi kendime mırıldandım. “Elin adamıyla niye uyuyayım ben ya? Tövbe tövbe.” Sevilay ise kıkırdamayı sürdürdü. Mükemmel bir arkadaştı ancak bazen beni çileden çıkarıyordu. Ben çok çabuk çileden çıkabilen biri olduğumdandı sanırım. Çünkü hayatımdaki herkes beni bazen çileden çıkarıyordu.
Sıkıntıyla iç çektim.
“Kahvehaneye uğrayalım. Nişanlıma öpmeden gidemem işe.” Dediğinde beş karış suratla bakıyordum ona. “Tamam.” Dedim sadece ve sonrasında o kahvehanenin önüne gelene kadar yeniden Cesur Soykan hakkında soru sormadı neyse ki ve ben de sorarsa diye başka bir konu dahi açmadan sessizce ilerledim.
“Selam millet!” diyerek girdim içeri durgunluğumu üzerimden atarak. Amcam çay ocağının arkasından bana öfkeli bir bakış gönderdiğinde hızlıca kaçırdım gözlerimi ve Şeref amca ve İlhan’ın da olduğu masaya odaklandım. Sevilay, amcamın yanına ilerlerken ben de masaya yaklaşmıştım. İlhan’ın tepesine dikilip, önündeki ıstakaya dizdiği okey taşlarını inceledim. Sonrada hafifçe eğildim omzunun üzerinden. “Şunu şuraya koysana Allah aşkına İlhan.” Diye uyardım parmağımı taşlarda gezdirirken. Bu çocuk benimle birlikte büyümüşken nasıl kafası hiç böyle oyunlara basmıyordu anlayamıyorum.
“Asi yardım edecekse bırakalım oyunu.” Dedi Şeref amcanın karşısında oturan Serhat abi. Amcamın arkadaşıydı ve mahalledeki en büyük vasfı okey oynamaktı.
İlhan hafifçe kafasını bana çevirdi ve kulağıma doğru fısıldadı. “Girme şöyle dibime Asi. Dengem şaşıyor.”
Suratımı buruşturdum. “İyi be. Ne haliniz varsa görün. Küsüm ben sana zaten.” Yeniden doğruldum ve yanlışlıkla amcama baktım. Zaten o da bana bakıyor olduğundan gözlerimiz çakıştı ve bana eliyle gelmemi işaret etti. Dün kimseye hesap vermemekle ilgili aklımdan geçen onca şeyden sonra şimdi içime yerleşen ufak korkuyla baş edemeyecek gibiydim. Yine de bundan sonsuza kadar kaçamayacağımı bildiğimden, oflayarak da olsa ayaklarımı sürüyerek yaklaştım yanına.
“Sen benden kaçıyor musun?” diye sordu suçlar gibi amcam. Hayatımda duyduğum en sıra dışı cümleymişçesine, şok olmuş bir ifade yerleştirdim yüzüme. “Yok daha neler.”
Sevilay kolunu amcamın omzuna attı. “Aşkım ben aldım ifadesini merak etme.”
Amcam olumsuz anlamda sağa sola salladı kafasını ve çay ocağının arkasından çıkıp tepeme dikildi. “Bir de ben alayım bakalım.”
Savunmacı bir tavırla, göğüs hizamda kaldırdım ellerimi. “Planın dışına çıkacak hiçbir şey yapmadım. Onu kendime aşık ediyorum. Etmiş sayılırım hatta ama ileri gitmedim korkma. Para da kazandım.” Arka arkaya sıraladığım cümlelerim karşısında kaşları çatık bir halde dikilmeyi sürdüren amcama sevimli bir gülümseme göndermeye çalıştım. Birkaç saniye boyunca kaskatı kesilmiş yüz hatlarında ufacık bir gevşeme dahi olmadığından ofladım. “Yalıya girmeme çok az kaldı.” Dediğim sırada Sevilay amcamın yanağından makas aldı. “Yapma Tarık. Kızın aklına sen soktun adamı. Şimdi su koyuyorsun.”
Sevilay mükemmel bir arkadaştı, bu yüzden yolda gelirken beni çileden çıkardığı gerçeğini sildim aklımdan.
“Canım ben böyle olacağını nereden bileyim? Cesur Soykan’ın tahliye olduğunu duyunca, en savunmasız Soykan olarak ondan yürürüz diye düşündüm. Olayın bu kadar ileri gideceğini, beni de kudurtacağını tahmin edemedim.” Dedi amcam oldukça gergin bir sesle. Omuz silktim. “Teknede yemek falan yedik, iki sohbet ettik zaten. Başka bir şey olmadı yemin ederim.”
Yemin ettiğim için çarpılmayacağımı umarak aptal gibi gülümsemeyip duruyordum. Kuvvetli bir nefesi dışarı bıraktı amcam ancak neyse ki yeni bir şey de söylemedi.
“Asi. Cemal kalkıyor. Gel, geç İlhan’ın karşısına.” Diyen Serhat abi de benim sorgumu sona erdirdi.
“İyi miyiz?” diye sordum amcama masum bir ifadeyle bakarken. Dudağının kenarında zorlukla seçilen bir tebessüm belirdi. “Bir daha kafana göre iş yapmak yok.” İşaret parmağını yüzüme doğru tutup, otoriter bir tını ekledi sesine. Hızlıca salladım kafamı.
“Hadi ben de gidiyorum. Öğlene yalıda olmam lazım.” Derken önce amcamın yanağına ardından da benim yanağıma bir öpücük kondurdu Sevilay. Geri çekilmeden de kulağıma fısıldadı. “Cesur Soykan’a bir mesajın var mı?” sinsi tonlaması yüzünden öfkeyle ittirdim onu. “Sen bugün dayak yiyeceksin ha. Az kaldı.” Bir yandan kıkırdarken bir yandan da hareketlendi ve ben az önce onunla yürürken hissettiğim sinirime geri döndüğümde gözden kayboldu. Bir süre dişlerimi sıkarak baktım arkasından. “Patavatsız. Hiç ağzının ayarı yok bu nişanlının.” Dedikten sonra da söylene söylene amcamın yanından uzaklaşıp, İlhan’ın karşısına oturdum.
Gözlerimi önümdeki ıstakayla ortada yedişerli dizilmiş taşlar arasında gezdirirken kafamın içindeki Cesur görüntüsünü de, Sevilay’ın tepemi attıran sözlerini de unutmaya çalıştım. Ayrıca kafamın içinde neden Cesur Soykan’ın görüntüsü olsundu ki? Onu kanlı canlı görmek yeterince can sıkıcı değilmiş gibi…
“Bana bak İlhan. Şu oyunu düzgün oyna. Senin yüzünden yenilirsem, bu defa ıstakayı kafanda kırarım.” Diyerek İlhan’ı tehdit ettim önce peşin peşin. Onunla ne zaman yüzbir de eş olsam aptal gibi hamleler yapıyordu ve ben nefret ediyor olmama rağmen kaybediyor, bütün günümü mutsuz geçiriyordum.
“Ben Asi’yle olmak istemiyorum! Strese sokuyor beni!” dedi İlhan çocuk gibi mızmızlanarak. Serhat abi gülerken, Şeref amca İlhan’a ters ters bakıyordu. Masanın ortasındaki zarı alıp attım. Sonrada dirseklerimi masaya yasladım. Benim ardımdan İlhan’da zarı fırlattı ve gelen sayılardan sonra Şeref amca taşları dağıtmaya başladı.
“Asi’yle olmak istemiyormuş. Yalana bak.” Diye mırıldandı Serhat abi daha çok kendi kendine ancak masadaki herkes sözlerini duymuştu. Taşları dizerken, kirpiklerimin altından baktım İlhan’ın benim üzerime sabitlenmiş mavilerine. “Bizi mahalleye maskara ettin İlhan. Mutlu musun?”
Perlerimi dizip, en küçük taşımı Serhat abiye attım. İlhan’ın yüz hatları gevşedi ve sanki ona iltifat etmişim gibi kocaman gülümsedi. “Ayıp bir şey mi yapıyorum kızım? Delikanlı gibi niyetimi belli ettim işte ben. Top sende artık.”
Dün beni almaya geldiğinde yaptıkları ve benim ona söylediğim tüm cümlelerden sonra hala bu konuyu bu kadar rahat konuşuyor olması tadımı kaçırıyordu ama ortamın neşesini bozmamak için ters bir laf etmedim yine de. “İstemem ben top falan.” Dedim beklediğimden daha sakin bir sesle.
Şeref amca bana kırmızı dokuz attığında beynimde şimşekler çaktığı için oyuna karşı tüm odağımı da kaybettim. “Hay dokuzuna. Bütün dokuzlar beni takip ediyor herhalde.” Diye geveledim ağzımda. Ben unutmaya çalışıyordum ama evren Cesur’u gözüme gözüme sokuyordu sanki çok lazımmışçasına.
“Ne?” dedi Şeref amca onunla konuştuğumu düşünerek muhtemelen. “İlk elden dokuz mu atılır Allah aşkına? İlle okeyi vurduracaksınız bana.” Diye hayıflanırken bakışlarımı yeniden önümdeki taşlara çevirdim.
Serhat abi, “Asi, şaka maka bu çocuk sana fena yanık. Ondan iyisini mi bulacaksın kız? Mis gibi polis. Devlet memuru. Sen de atanırsın. Yaşarsınız gül gibi.” Derken eliyle İlhan’ın sırtına vurdu birkaç kere. “Kibar, tam bir ev erkeği.” Diye de ekledi hafif alaylı bir tonlamayla. Bir mahallenin toplanıp İlhan’ı bana pazarlamadığı kalmıştı zaten! İlhan bıyık altından gülerken gözlerimi devirdim. “Yok, benim şartlarımı sağlamıyor o hem.”
Şeref amca bana düşük bir taş attı bu defa. Aynı anda da merakla kaşlarını kaldırmıştı. “Ne şartı kız?”
İlhan imalı bir şekilde gülerken, benden önce söze girdi. “Asi hanım, kendisini satrançta yenemeyen bir erkeğe aşık olmazmış. İlk ve en önemli şartı.” Diyerek bana doğru eğildi masanın üzerinden meydan okur gibi. Ona karşı içimde büyüyen öfkeyi dizginledim hızlıca. Sorun çıkarmak için çok yanlış bir yer ve zaman olduğundan, kontrollü davranarak, derin bir nefes aldım. Böyle giderse ıstakayı kafasına yiyeceği kesinleşecekti ama şimdilik direnmeliydim.
İlhan’a en az onun kadar sinir bozucu bir cevap vermek için dudaklarımı aralamıştım ki, başka bir ses benden önce girdi araya.
“Bak şu işe,”
Şaşkınlıktan bedenim kaskatı kesildiği için, İlhan korumacı bir tavırla doğrulup sırtını dikleştirdiğinde, gözlerini kapıya çevirdiğinde ve tüm yüz kasları bir lastik gibi gerindiğinde öylece durmaya devam ettim. Amcam sıkıntıyla boğazını temizledi masamıza yaklaşırken. Şeref amca ve Serhat abi bile onu tanımış ve çoktan kaşlarını çatmışlardı ancak benim kafamın içinde dolanan saçmalıklar, asıl noktaya odaklanmama engel oluyordu.
“Demek ki ilk ve en önemli şartı geçmişim farkında olmadan.” Diye tamamladı cümlesini Cesur gereğinden fazla alışık olduğum ukala tonlamasıyla. Yerin yarılmasını ve beni içine çekip almasını beklediğimden, kımıldamamayı sürdürüyordum ancak beklediğim gibi olmadı.
Neye daha çok şaşırmalıydım? Cesur’un beni mahallede bulmasına mı? Aşık olma şartım hakkında söylediklerine mi? Herkese beni satrançta yendiğini ilan etmesine mi? Yoksa bir Soykan’ın on üç yıl sonra Kalender mahallesine adım atmış olmasına mı?
Omzumun üzerinden hafifçe dönüp, kahvehanenin kapısının pervazına yaslanmış, kollarını da göğsünde bağlamış bir halde, yüzünde yarım yamalak olmasına rağmen oldukça ukala görünen gülümsemesiyle dikilen Cesur Soykan’a baktım.
Belki de tam şu an ıstakayı kendi kafama vurup, bayılmalıydım.
♟️ Umarım sevmişsinizdir bu kitabımı. Eğer Karanlık Cennet'in aksiyonundan sonra bu size çerez gibi geldiyse, gelmesin. İleride inanılmaz şeyler olacak çünkü. :) Cesur yazdığım karakterler arasında favorim olmak üzere. Siz hangi kitaplarımı okuyorsunuz ve hangi karakterlerimi daha çok seviyorsunuz? Yoruma bırakır mısınız lütfen? Haftaya çok eğlenceli bir bölümle görüşmek üzere. :) |
0% |