Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Bölüm “Kalender Mahallesi’nde Bir Soykan.”

@melikemn

♟️

 

“Cesur Soykan değil mi bu?”

 

“Ne işi var burada?”

 

“Hapisten çıkmadı mı yeni?”

 

“Annesini nasıl öldürdü acaba?”

 

“Asi’yi tanıyor mu?”

 

Beynime bir balyoz gibi inip duran soruların arasından bir tanesini çekip aldım hızlıca. “Seni satrançta yendi mi?” diyerek kocaman açtığı mavi gözlerini üzerime dikmiş olan İlhan’a bakıp, öfkeden ve utançtan titreyen dudaklarımla söze girdim. “Acemi şansı. Bir kaza oldu işte.”

 

“İki.” Dedi aynı anda, iki arada bir derede yanıma yaklaşıp tepeme dikilmiş olan Cesur. Ateş çıkarmak üzere olan bakışlarımı ona çevirdiğimde üstünlük taslayan gülümsemesi genişledi ve koyu kahverengi gözleri kısıldı.

 

“İki kere mi yendi?” diye sordu bu defa da İlhan, az öncekinden daha şaşkın bir sesle. Kafamı yeşil örtülü masaya vurmak ve ıstakayı Cesur’un münasip bir yerlerine monte etmek arasında bir karar verme çabasına giriştiğimden, bir süre sessizliğimi sürdürdüm.

 

“İki kere oynadık çünkü. Aslında oynadığımız bütün oyunları ben yendim desek daha doğru.” Cesur’un her bir kelimesi mideme yumruk indirmiş gibi kasılmama neden olduğu için, delicesine ağlayasım gelmişti ama elbette onun önünde ağlayarak kendimi daha fazla küçük düşürmeyecektim. “Alt üstü oyun. Abartmasak mı?” dedim asla benden beklenmeyecek bir olgunlukla. Sırf o oyunu kaybettiğim için onu öldürmek istediğimi ve hayattaki en büyük amaçlarım arasına da Cesur Soykan’ı satrançta yenmeyi koyduğumu belli etmemeye çalıştım.

 

Ellerimi sertçe masaya vurup ayaklandım ve Cesur’un koluna yapışıp onu var gücümle çekiştirmeye başladım. Neyse ki o da bana direnmiyor, hatta oldukça eğlendiğini gizlemeye gerek duymadan, gülümseyerek adımlarıma ayak uyduruyordu. Kahvehanenin önündeki masaları da geçip, sokağın diğer tarafına, insanların bizi duyamayacağı bir köşeye kadar sürükledim onu. Fırlatmak istercesine ittirip, elimi üzerinden çektim ve suratımı buruşturdum. “Ne arıyorsun sen burada?”

 

Bütün adalelerini ortaya çıkaran, siyah, polo yaka tişörtünü düzeltti hızlıca. Ardından ellerini, tişörtüyle tonuna kadar aynı renk olan keten pantolonunun cebine koyup başını yana eğdi. “Bu defa da ben seni bulayım dedim.”

 

Gözlerimi devirdim. “İyi bok yedin…” diye geveledim ağzımda kelimeleri tiksinir gibi. Kıkırdadı. Bu adamın beni öfkelendirip durmaktan daha kayda değer bir işi yok muydu? Nasıl oluyordu da bütün kelimelerini özenle seçip, beni en kışkırtacak noktalara temas edebiliyordu?

 

Sıkıntıyla dudaklarımda gezdirdim dilimi ve aramıza set çekmek amacıyla kollarımı göğsümde kavuşturdum.

 

Oysa en azından birkaç gün onu görmem diye umut etmiştim. Böyle her gün dip dibe olmak zorunda mıydık ki? İki gün önce evlenmeye karar vermiş iki insan olduğumuzdan, kendimi buna alıştırmalıydım belki de ama o kadar sinirlerimi bozuyordu ki saçımı başımı yolacaktım neredeyse. Cesur, bir Soykan olarak yeterince nefretimi kazanmamış gibi her cümlesiyle bu nefreti katlayıp duruyordu bir de.

 

“Nasıl buldun ki? Soyadımı bile bilmiyorsun. Hiçbir şey bilmiyorsun benimle ilgili.”

 

Umursamaz bir tavırla omuz silkti. “Seni bulmadım ki zaten. İlhan Demir’i buldum.”

 

Hayatımın şu an ki bütün kötü olaylarının başrolünü nasıl İlhan’a kaptırmıştım aklım almıyordu. Bir gün en yakın arkadaşımdı ve ertesi gün başıma gelen felaketlerin sebebi…

 

Göz ucuyla kahvehaneye baktığımda içerideki herkesin, büyük bir dikkatle bizi izlediğini gördüm. “Bari satranç meselesini söylemeseydin…” dedim oldukça kısık bir sesle ve ağlayacak gibi. Yenilmiş olmam yeterince büyük travma değildi sanki. Resmen Cesur Soykan, Necati Soykan’ı sollayıp yeni kabusum olmaya yemin etmişti.

 

“Sen pek gazete, televizyon, magazin sayfası falan takip etmiyorsun anlaşılan.” Dedi sözlerimi duymazlıktan gelerek. Sorgulayan bir yüz ifadesine büründüğümde, cebinden telefonunu çıkardı. Sonra da ekranı açıp gözümün önüne doğru tuttu.

 

“Cesur Soykan’ın yanındaki güzel kim?” haber başlığını sesli okuyup, algıladıktan sonra şok olmuş bir şekilde kaldırdım kafamı. “Ben miyim?” Gözlerimi kısıp, ufacık fotoğraftan kendimi tanımaya çalıştım ancak arkam dönüktü ve o kadar net değildi ki, o gün giydiğim siyah kombinimi görmeme rağmen emin olamadım. “Ne demek bu yani?”

 

Telefonu hızla geri çekti Cesur. “Beril dün geceden beri kafama ekşiyip duruyor demek.”

Bu beni hiç ilgilendirmiyordu aslında ama birlikte bir oyun oynayacağımıza göre sanırım ucundan kıyısından dahil olmalıydım. “İyi ya. Bir yerden başladık işte.”

 

Az önce tüm suratına yapıştırdığı ve saniyelerce soldurmadığı tebessümü tamamen kaybolmuş, onun yerine bütün kasları olabildiğine gerinmişti. “Seni yarın akşam yemeğe davet ediyor.” Dedi imalı bir sesle.

 

“Ha, siktir. Yarın akşam mı?” küfür edip olduğundan daha kaba görünmek istemezdim ama yaşadığım afallamanın daha net bir karşılığı da yoktu. Henüz oturup Soykanlarla yemek yiyecek konuma gelmemiştik ki. Hala konuşmamız gereken bir ton detay vardı. Ona şartlarımı bile söylememiştim!

 

Stresle ofladım lafa girmeden önce. “Ama… Sözleşme yok daha. Plan tam hazır bile değil. Ya şüphelendirirsek onları. Yani ben profesyonel sayılırım gerçi bu işte ama sen… Ya kız kardeşin ya da baban senin bana aşık olmadığını anlarlarsa…” kafama aynı anda birden fazla senaryo yüklendiğinden, beynim makinelerle dolu bir fabrika gibi, büyük bir gürültüyle çalışıyordu. Cesur’un koyu kahve gözleri benim kahvelerimle buluştuğunda tekrar gevşedi yüz hatları ve yarım yamalak gülümsemesi genişledi. “Anlamazlar. Merak etme.”

 

Ben o kadar emin olamıyordum çünkü ona gram güvenmiyordum ama başka çarem de yoktu. Hem sandığımdan daha çabuk içlerine girecek olmanın keyfini çıkarmalıydım belki de. Yıllardır hazırlandığım savaşı başlatmak üzereydim. “Önce biz bir konuşalım o zaman. Her şeyi zihnimde bir düzleme oturtmak istiyorum.” Ufacık bile bir belirsizlik bırakmamalıydım planımda.

 

Hafifçe başını sallayıp beni onayladı Cesur. “Akşam bir yemek yeriz o zaman. Yedide gelip seni alırım.” Arkasını döndü ve kahvehanenin önüne doğru yürümeye başladı. Kabul edip etmediğimi sormadan, emrivaki bir buluşma organize ettiğinden, ona bilmem kaçıncı kez öfkelenerek düştüm peşine. “Dur bir ya!” diye bağırdığım sırada, kapıya kadar gelmiş olan amcamın bakışları benimkileri buldu. Sinirli halimi bir kenara bırakıp adımlarımı yavaşlatarak gülümsemeyi denedim. Neyse ki Cesur da aynı anda durmuştu. “Evet?” dedi omzunun üzerinden bakarken, tek kaşını yukarı kaldırarak.

 

“Nereden alacaksın beni?” herkesin bizi duyabileceği bir noktaya geldiğimizden, bu soruyu sormam dünyanın en aptalca hareketiydi ama bir kere ağzımdan çıkmıştı işte. Cesur topuklarının üzerinde bana doğru döndü ve bir saniye ciddi bir tavırla düşündü. Sonra da bir kez daha telefonunu cebinden çıkardı. Elimi tuttu, avucumu açtı, ardından da telefonu avucumun içine bıraktı. O tüm bunları yaparken, amcamın kahverengi gözleri gittikçe koyulaşıyordu. Üstelik hemen arkasında İlhan belirmiş, mavileriyle bizi esir almıştı. Bu şartlar altında mücadele etmek çok zordu!

 

“Numaranı yaz.” Diyerek beklenti dolu bakışlarını bana sabitledi Cesur. Daha dün, ona numaramı da ev adresimi de vermek için erken olduğunu iddia etmiş ve kendi içimde tüm oyunun benim kurallarıma göre ilerleyeceğinin planını yapmıştım ama belli ki şartlar her zaman bizim istediğimiz gibi gitmiyordu. Hali hazırda sürpriz gelişmelerden nefret eden bir insan olduğum için, şu an yaşadığımız durum da bütün vücudumdaki kanın çekilmesine ve beynime sıçramasına sebep olmuştu.

 

Çaresizce telefon numaramı girdim. Herkesin pür dikkat bizi izlediğini bildiğimden stresle omuzlarımı gerdim ve mimiklerimi kontrol altında tutmaya çalıştım. “Al.” Dedim telefonu kafasına fırlatmamak için kendimi dizginledikten sonra. Cesur tebessümünü gizleyebilmek için dudaklarını yaladıysa da başarısız oldu ve ukala gülümsemesi yüzünden hissettiğim öfke de tüm damarlarımın her bir köşesine yayıldı usulca. “Konum atarsın.” Diyerek hareketlendi tekrar. Ben öylece arkasından bakarken, o birkaç metre ilerideki siyah ve oldukça lüks araca binip uzaklaştı ve saniyeler içinde de sokağı dönerek gözden kayboldu.

Şimdi büyük bir açlıkla beni bekleyen yamyamlarla yüzleşme vaktiydi.

 

Derin bir nefes alıp cellatlarıma döndüğümde, “İçeri gir Asi.” Dedi amcam yıllardır duyduğum en otoriter sesiyle. En son benimle bu sertlikle konuştuğunda lisedeydim. Sinirimi bozan bir kız grubunu okulun son ders saatinin bitmesine yakın tuvalete kilitlemiştim ve bu saçma ve gereksiz neden yüzünden üç gün uzaklaştırma almıştım. Müdürler bazen acımasız olabiliyorlardı ne yazık ki.

 

Tek bir kelime etmeden kahvehaneye girip, okey masasına oturdum yeniden. “Her şey kontrolüm altında. Endişelenecek bir şey yok.” Dedim, sorgu meleği gibi bir tarafıma İlhan, diğer tarafıma amcam dikildiğinde ve hiçbir sorun yokmuş ve dünyanın en sıradan gününü yaşıyormuşuz gibi ıstakamdaki taşları düzenleme işine giriştim.

 

“İçimize kadar girmesine gerek var mıydı gerçekten?” diye sordu amcam elini omzuma yerleştirdiği sırada. Çok haklıydı ancak işler o noktada bir tık kontrolden çıkmıştı. Umursamaz bir tavırla dudağımı büzdüm. “İlhan’ın bok yemesi yemin ederim.” Onu ortaya atmak istemezdim ama doğruları da söylemek zorundaydım.

 

İlhan şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Ben ne yaptım be?”

 

Yüzümü ekşittim. “Salak gibi gidip adama, ben İlhan Demir, Asi’nin en yakın arkadaşıyım diye kendini tanıtmasaydın; O da mahalleyi bulamazdı. Benim soyadımı bile bilmiyor çünkü, bilmeyecekti de bir süre… Polis İlhan!” son iki kelimemi Cesur’u taklit ederek söylediğimden, İlhan’ın bütün vücudu kasıldı. Dişlerini birbirine kenetledi ve büyük bir öfkeyle geçip karşımdaki sandalyeye yerleşti.

 

“Cesur Soykan’ı nereden tanıyorsunuz ki?” Serhat abinin sorusu kulaklarıma ulaşana kadar, masadaki varlığını dahi unuttuğumdan hızlıca kirpiklerimi kırpıştırarak döndüm ona. “Bir… İşle alakalı.” Diye yanıtladım geçiştirebilmeyi umarak.

 

“Necati’nin oğlu, annesini öldürmüş. Biliyorsun değil mi?” dedi Eşref amca da kendini hatırlatmak istercesine. Her şeyden haberleri olmasa ölürlerdi sanki.

 

Sıkıntıyla iç çektim çünkü boğuluyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. “Karışık oralar biraz. Bilerek öldürmemiş ki. Bir kaza olmuş. Necati’yle de pek anlaşamıyor zaten. Hem babasına benzemiyor da. Onun işleriyle de ilgisi yok. Onun gibi hain, acımasız birisi deği…” amcam gürültüyle boğazını temizlediğinde yarıda kestim cümlemi. Aniden herkese karşı Cesur’u savunmaya geçtiğimi de o an fark edebildim. Gerçi, birkaç gün sonra onu müstakbel kocam olarak tanıştıracağım için ortamı yumuşatmak mantıklı bir hareketti ama beni anlamsız gözlerle izleyen dört adam abarttığımı yüzüme vurmak ister gibiydi. Eşref amca ve Serhat abi olayları dışarıdan bir göz olarak biliyorlardı yalnızca ve ailemin başına gelenleri de ancak tahmin ediyorlardı. Yine de mahallede Necati’yi az ya da çok tanıyan herkes onun ne bok olduğunun farkındaydı.

 

İlhan sarı kirpiklerinin altından dikkatle beni inceledi bir süre. “Cesur Soykan’a methiyeler dizmen bittiyse… Oyuna dönelim mi? Ya da satranç oynayalım ne dersin? Hazır, hayattaki ilk gerçek yenilgini de almışken… Zayıf anında ben de yenebilirim seni belki.” korkunç imaları yüzünden saç diplerime kadar yanmaya başladığımdan, gözlerimden ya da kulaklarımdan alev atmak üzereydim. “Sen var ya… İyice götü başı dağıttın ha!” diye çıkıştım öne doğru eğilip yumruğumu da masaya vurduğumda.

 

“Biz kaçalım.” Serhat abi telaşla ayaklanıp, Eşref amcayla birlikte masayı terk ettiğinde ve onun bıraktığı boşluğa bir saniye sonra amcam yerleştiğinde dahi öfkeli gözlerimi İlhan’ın üstünden çekmedim.

 

“İlhan sıçacağım ağzına lan. Kessene sesini.” Dedi amcam gergince ve hemen ardından bana döndü. “Tamam, sıkıntı yok. Plana aykırı bir şey değil ki bu. Hem Asi de bilerek yenilmiştir. Sırf adamı etkilemek için.” Diyerek yorum yaptı yaşananlara ve sonra elini yavaşça koluma koydu. “Sakin ol çiçeğim. İlhan kuduruyor yine. Takılma. Sen ne yaptığını bilirsin.”

 

Bütün çabama rağmen, oldukça net ve sebepsiz bir şekilde Cesur’a yenilmiş olduğumdan, amcamın beni sakinleştirmeye çalışmasını duymazlıktan geldim. Üstelik İlhan’a olan öfkemi bir türlü bastıramıyordum. “Bir daha Cesur Soykan’la ilgili saçma sapan, ufacık bir ima da bulunursan çok fena bozuşuruz İlhan. Anladın mı?” Hızla ayağa fırlayıp, yeniden kimseyle konuşmadan ve kimseye bakmadan kendimi dışarı attım.

 

Birilerine hesap vermekten nefret ettiğimi tüm dünya biliyordu ancak iki gündür sürekli sorguya çekiliyordum. Beynimin içinde korkunç bir çatışma çıkmıştı ve kurşunlar havada uçuşuyordu. Tek dileğim herhangi bir kurşunun, sevdiğim birinin kalbine isabet etmemesiydi. Çünkü benim otokontrolüm yavaş yavaş ellerimden kayıp gidiyordu ve muhtemelen intikam ateşimin küllerinden birazı Soykanların yalısından, Kalender mahallesine sıçrayacaktı.

 

♟️

 

Görüş açımı ele geçirmiş olan kelebekleri izlerken, onların güzelliklerine tezat bir şekilde yüreğimi ele geçiren kötü duygularla mücadele ediyordum. Evimizin bahçesindeki sandalyelerden birine oturmuş, dirseklerimi dizlerime yaslamıştım. Cesur’un mesaj atmasını beklediğim sırada, bir yandan da omzumun üzerinden sarkıttığım örgümün ucunu tutup saçlarımla oynarken, haziran ayının son günlerinin bütün güzelliğine rağmen öfkelenecek bir şey bulabilmiştim.

 

“Asi abla! Topumuzu atar mısın?”

 

“Yapacağınız işe ya! Oğlum kaç kere bahçeye atmayın diyeceğim şu topu!” dalıp gittiğim kelebek evreninden beni söküp almak ister gibi tam önüme bir top düştüğünde, azıcık doğaya kendimi kaptırıp, huzurun kıyısında dolandığım an da sona erdi.

 

“Abla valla biz atmadık. Şu abi attı!” diye bağıran Doruk’a diktim gözlerimi. On yaşında bir çocukla laf dalaşına girmek istemezdim ama açıkçası laf dalaşına girerken yaşı bir kriter olarak da almıyordum uzun zamandır. Parmaklarımın ucundaki topu tek elimle yukarı kaldırıp yavaşça ayaklandım. “İyi. Gelip o abi geri alsın topu benden alabiliyorsa.” Dedim oldukça aksi bir sesle. Doruk dünyanın bütün yükünü omuzlarına yüklemişim gibi, abartı bir ifadeyle büzdü dudağını. Omuz silktim.

 

“Dokuz numara! Sen oynamayı bilmediğin bütün oyunları bozar mısın böyle? Amma mızıkçı çıktın!”

 

Cesur’un artık tahammül edemediğim sesini duyduğumda bütün bedenim gerildi. Bu ara kafamı çevirdiğim her an onu görüyor olmak, sabrımı tüketmeye başlamıştı. Ona sokağın başında beklemesini ve evin çevresinde görünmemesini söylemiştim oysa ki.

Arka cebimdeki telefonu çıkarıp saate baktım.

 

“Saat daha 18.56. Erken gelmişsin.” Diye bağırdım, kollarını bahçenin duvarına yaslamış bir halde, ukala gülümsemesiyle beni izleyen Cesur’a. Sonra da topu tam suratına fırlattım ancak havada yakaladı. “Sen çoktan hazırlanıp, yolumu gözlemeye başlamışsın ama.” Dedi topu Doruk’a verirken.

 

Her şeye bir cevabı olmasa nefes alamazdı çünkü!

 

“Ne yapacaktım? Kırk saat süslenecek miydim senin için?” diye söylendim huysuz bir yaşlı gibi…

 

Huysuz bir yaşlı demişken…

Kulağımın dibinde birisi pencereye parçalamak istercesine vurduğunda, dikkatimi Cesur’dan çekip, arkama döndüm. Babaannem yüzüne, bacaklarımı kıracağını ima eden bir ifade yerleştirmiş bir halde, kısık gözleriyle bana bakıyordu. Ben onu fark edince pencereyi açtı ve kafasını dışarı çıkardı. “Asiye! Kim bu adam?”

 

Günlerdir sürekli bu tarz sorular duyduğumdan, çığlık çığlığa Kalender Mahallesini terk etmeme ramak kalmıştı. Yine de babaanneme elbette diğer insanlara olduğu gibi ters cevap vermeyecektim çünkü o bu hayatta üzmek isteyeceğim son kişiydi. Bu yüzden içimdeki sıkıntıyı ve gerginliği atabilmek için bir nefes koyuverdim önce, ardından gülümsemeye çalıştım masum bir suratla. “Arkadaşım.”

 

Cesur dünyanın en sevimli insanıymış gibi kocaman bir tebessüm eşliğinde çıktı duvarın arkasından ve babaanneme el salladı. “Merhaba, teyzeciğim.”

 

Kaşınıyordu. Bu ailenin asıl belalısının babaannem olduğunu bilmediğinden verdiği selam yüzünden birazdan ağzının payını alacak, o ukala ruhunu Allah’a teslim etmek için yalvarmaya başlayacaktı. Eh, bana da eğlenerek izlemek düşüyordu.

 

Babaannem neredeyse bir füze atabilecek kadar keskin gözlerini Cesur’a sabitledi. Birkaç saniye ciddi bir yüz ifadesiyle onu baştan ayağa süzdü ve sonrada eliyle gelmesini işaret etti. Günün en keyifli anı başlamak üzereydi.

 

Cesur yüzündeki gülümsemeyi genişletti ve bahçe kapısından içeri girip, pencerenin önüne kadar yaklaştı. “Babaannem.” Dedim tanışma faslını hızlı geçip bir an önce sadede gelmelerini sağlamak amacıyla. Cesur babaannemin pencerenin pervazında duran elini avucunun içine aldı büyük bir özenle ve dudaklarına götürdü. Sonra da kirpiklerinin altından baktı. “Cesur ben.” Diye girdi söze duyduğum en kibar ses tonuyla. “Asiye ne kadar benziyor size? İnanılmaz.”

 

Ben onun tam ismimi kullanmış olmasının şaşkınlığıyla, imalı bakışlarımı üzerine diktiğimde kaçamak bir bakış attı bana ve göz kırptı. Hızlıca çevirdim kafamı.

 

Çok uzun zamandır babaannem dışında kimse bana Asiye demediğinden, Cesur’un sesinden duymak oldukça garip gelmişti kulağıma. Bazen ismimin Asiye olduğunu bile unutuyordum. Oysa küçükken annemler söylediğinde hep hoşuma giderdi.

 

“Neyi oluyorsun sen Asiye’nin?”

 

Cesur, babaannemin elini alnına koyduktan sonra doğruldu yavaşça. “Arkadaşıyım. İzin verirseniz yemeğe çıkarmak istiyordum aslında.” Dudaklarından dökülen kelimelerin anlamını bilmediğini düşünerek bir iki adım yanına yaklaşıp, çaktırmadan belini dürttüm sinirle. Aileye yalakalık kozunu sonraya saklasa olmaz mıydı? “Geç dönmem babannem.” Diye geveledim ağzımda Cesur’u parçalamama çok az kaldığını belli etmemeye çalışarak.

 

“Asiye izin almanın ne olduğunu unuttu ne zamandır. Kafasına göre gider gelir.” Dedi babaannem. Aniden beni Cesur’a şikayet etmeye karar vermiş olmalı ki, sitemkar bir ses tonu kullanmıştı.

 

“Çok haklısınız tepkinizde. Aklınız kalmasın ama. Ben hangi saatte derseniz, kapıya kadar bırakırım. Bundan sonra çıkmak istediğimizde de önce sizden izin alırım.”

 

Yılın damadı ödülünü kazanmak için gözünü karartmış olan Cesur Soykan, babaannemi bu şekilde kandırabileceğine inanıyordu belli ki ancak Hatice Kuntay böyle oyunlara gelmezdi. Eğer yalakalık iş görüyor olsaydı, İlhan’ı başının üstünde taşıması gerekirdi.

 

Babaannem Cesur’u incelemeyi sürdürürken kafasını usulca yan taraftaki güllere çevirdi Cesur. Karman çorman halde açmış olan renkli gül dallarını büyük bir dikkatle süzdü ve kaşlarını çattı sıkıntıyla. “Bu güllerin budanması lazım. Kimse ilgilenmemiş sanırım. Yazık, çok da güzeller oysa.”

 

Allah aşkına, konunun güllerle ne ilgisi vardı şimdi? Bir kez daha ancak bu defa daha büyük bir şiddetle cimcikledim belini. “Sana ne canım güllerden? Büyüyüp gidiyor işte onlar kendi halinde.” diye çıkıştım dişlerimin arasından.

 

Babaannem bana sert bir bakış gönderdi. Sonra da dünyanın en üzgün yüz ifadesiyle Cesur’a döndü. “Kimse ilgilenmiyor ki bahçeyle. Birinin de umurunda değil. Oysa ne emeklerle diktim zamanında tüm bu çiçekleri, ağaçları.”

 

Sonu gelmeyecekmiş gibi görünen sohbet beni iyiden iyiye daralttığından, kollarımı göğsümde birleştirip, tek ayağımı yere vurarak, sabırsızca beklemeye başladım. Aynı anda Cesur ellerini pencerenin pervazına yasladı. “Ben budarım. Bahçeyi de düzenlerim.”

 

“Daha neler?” diye bağırdım bir an boş bulunarak. Babaannemin gözlerinde uzun zamandır görmediğim bir parıltı belirdi ancak yüz ifadesi hala oldukça sert ve buruşuktu. “Hiç bu işlerden anlar gibi durmuyorsun.” Dedi küçümseyici bir sesle ama araya karışmış olan ufak heyecanlı tını kalp krizi geçirmeme neden olacaktı.

 

“Olur mu? İki yıl bahçede çalıştım ben. Birkaç günde cennete çeviririm burayı, hiç merak etmeyin.” Babaannemin elini avcunun içine aldı şefkatle. “İzniniz olursa tabi.”

 

Yaşadığımız şu anın bir rüya olduğuna kendimi ikna etmeye uğraştığımdan, Cesur’la babaannemin gereksiz sayılabilecek samimiyeti karşısında sessizliğimi korudum bir süre. Oysa babaannem oldukça hiddetli başlamıştı konuşmaya. Bu lanet olası Soykan gül bahanesiyle nasıl sakinleştirmişti kadını böyle?

 

“Benimkilerin elini süreceği yok. Madem anlıyorsun sen. Asiye’nin de arkadaşıymışsın. Gel, uğraş bakalım.” Diyerek kafasını salladı babaannem. İstekli görünmemeye çalışıyordu ancak ses tonu çoktan yumuşamıştı. Öyle ki bu ses tonunu bana bile en son ne zaman kullandığını hatırlamak için saniyelerce zihnimi zorlamam gerekti. Birkaç ay olmuş olmalıydı. Belki de birkaç yıl…

 

Cesur benim gerçekten arkadaşım bile değildi. Anne ve babamın katilinin oğluydu. Babaannemin onu sevmemesi gerekiyordu. Çevremdeki hiç kimsenin ona ufacık dahi olumlu bir duygu beslememesi gerekiyordu hatta.

 

“Tabi. Haftaya olur mu?” dedi Cesur. Cidden bunu yapacak mıydı? Niye böyle bir şey yapmak istesindi ki? Bir yanım ona yine deli gibi öfkelenmişken, diğer yanımda kafa karışıklıkları kol geziyordu. Yaşadığımız şu an dünyanın en gereksiz ve saçma anısı olarak beynimin köşesine yerleşmişti çoktan.

 

Babaannem umursamazca omuz silkti cevap olarak ama neredeyse gülümseyecekti. Akıl alır gibi değildi. Bahçeyi düzeltmenin onu mutlu edeceğini ben neden hiç tahmin edememiştim ki? Gerçi… Onu mutlu etmek için oturup düşünmemiştim de çok uzun zamandır. Cesur Soykan’dan yeterince nefret etmiyormuşum gibi bir de omuzlarıma yüklediği yük ve vicdan azabı yüzünden bir kez daha nefret etmek zorundaydım şimdi!

 

“Gidelim mi Asi?” diye sordu Cesur bana dönerek. Çaresizce başımı sallayıp onayladım onu. “Dikkat et babaannem. Yemek hazırladım. Aç uyuma olur mu? İlaçların da masada.” Ona öpücük attım ve geçmem için bekleyen Cesur’u geride bırakıp, hızlı adımlarla bahçeden çıktım.

 

“Arabayı sokağın başında bıraktım dediğin gibi.” Diyerek yanıma ulaştı Cesur. Yüzündeki muzip gülümsemeyi buruşturup kafasına fırlatmanın bir yolu olsaydı keşke.

 

Sıkıntıyla iç çektim. “Senin de arabanın içinde beklemen gerekiyordu aptal!”

 

Hakaret etme işini rafa kaldırdığımızı sanıyordum ama kendimi tutamamıştım yine ve bu tümüyle onun suçuydu! Babaannem dünyadaki herkese huysuzluk yaparak yaşayıp gidiyordu işte. Ne diye ortalığı karıştırıyordu!

 

“Çocuklar topu arabaya doğru atıp durunca, çıkıp eşlik edeyim onlara dedim. Sen ne kadar huysuz, aksi bir şeysin! Babaannen senden daha sevimli.” Dedi Cesur aşağılayıcı bir ses tonu kullanarak. Gözlerimi kocaman açtım ve yüzümü ona çevirdim. “Ben miyim aksi? Bana bak Cesur Soykan!” adımlarımı yavaşlattığım sırada, parmağımı da ona doğru sallamaya başlamıştım. “Bu benim oyunum. Benim kurallarım. Öyle kafana göre iş yapıp duracaksan bozuşuruz.”

 

Sözlerim üzerinde hiçbir etki bırakmadığından, daha çok öfkelendim. Gözlerini devirdi Cesur. “Bu bir oyun değil Asi. Hayat. Her zaman kontrol elinde olamaz.”

 

Olacaktı. Yıllarımı vermiştim ben bu intikam savaşına. Başka türlüsünü aklım da yüreğim de kabul etmezdi. “Bahçe için gelmeyeceksin. Hem sen ne anlarsın bahçeden Allah aşkına?” dedim konuyu onun ders niteliğinde söylediği sözlerden uzaklaştırıp, gram umursamadığımı göstermek isteyerek.

 

Cebinden arabanın anahtarını çıkarıp kapıyı açarken omuz silkti. “İki yıl açık cezaevinde, bahçede çalıştım.”

 

Oysa ben ciddiye almamıştım sözlerini. Babaanneme yaranmak için uydurduğunu düşünmüştüm. Sonuçta Soykan’dı o. Bahçeyle uğraşamayacak kadar zengin bir ailesi vardı. O zenginliğin içine sekiz yıl gecikmeli olarak girdiğini bazen unutuyordum.

 

Siyah, spor arabanın kapı kolunu kavrarken sıkıntıyla ofladım. “Sahte bir evlilik yapacağız diye, çektiğim çileye bak!”

 

Yolcu koltuğuna otururken, Cesur’a karşı duyduğum öfkeyi daha fazla dışarı yansıtmak için derin bir nefes alıp yeniden araladım dudaklarımı ancak, gözlerim kısa süreliğine arabanın içinde dolandığında şaşkınlıkla donup kaldım. “Ha siktir! Bu ne böyle?”

 

Siyah parlak direksiyon kılıfına, bizim evdeki televizyon kadar büyük ekranına, renkli ışıklarına ve uzay mekiğini andıran tasarımına bakarken ağzımın kenarından salyam akmak üzereydi. “Kaç milyon ki bu? On var mıdır?” diye sordum az önce doksan beşinci tartışmamızı yaşamamışız ve ben yine ona hakaretler etmemişim gibi.

 

Arabayı çalıştırırken dudağını büzdü Cesur. “Bilmem. Beril’e bana bir araba ayarlamasını söylediğimde ben de böyle bir şey beklemiyordum.”

 

Bir Soykan’a ait olan herhangi bir şeye hayran olmak istemezdim ama ne yazık ki duygularımı kontrol edemiyordum. İçinde bulunduğum araba o kadar güzeldi ki, Cesur yerine onunla evlenebilirdim.

 

Yine de suratımı, hissettiğim heyecana rağmen tiksintiyle buruşturdum. “Beril de vicdanını temizleyecek diye…”

 

Aniden hiddetle lafımı kesti Cesur. “O konuyu ağzına sakız etme Asi. Sakın.” Beklediğimden yüksek ve otoriter sesi ve uyarıcı tonlaması yüzünden kelimelerimi geri yuttum. Altta kalıp, ona karşı susacağımdan değildi ama sanırım her şeye rağmen duracağım noktayı kaçırmıştım. Ona acıdığım ya da kırmaktan korktuğum falan yoktu ancak çat diye bütün gemileri yakıp, planımı mahvetme ihtimali vardı sonuçta. Riske değmezdi.

 

Hiçbir şey söylemeden Cesur’un arabayı hareket ettirmesini bekledim. Sonrasında camı açtığında da gözlerimi yola çevirdim. Birden heyecanım da sönmüştü zaten. Oysa biraz kurcalarım diye düşünmüştüm ama şimdi içimden arabaya dokunmak bile gelmiyordu.

 

Cesur radyoyu açtı. Birkaç kanal geçip, en sonunda bir şarkıda durdu. Dakikalardır arabada olmamıza rağmen tek kelime etmemişti. Oldukça kısık sesle çalıyor olmasına rağmen ben de usul usul mırıldanmaya başladım şarkıyı. Madem o benimle konuşmuyordu… Israrcı olmayacaktım elbette. Dilerse küsebilirdi de…Umurumda değildi.

 

“Arabanı sür soğuk Aralık’ta. Buz gibi sev beni yokuş aşağı. İzi kalır lastiklerin asfaltta. Kalamadım onlar gibi bi tarafta.” Gözlerimi kapatıp, kolumu dışarı çıkardım. Tenime çarpan rüzgarın rahatlatıcı bir etkisi olduğunu düşünürdüm hep. Herkeste aynı etkiyi bırakıyor muydu bilmiyordum ama ben çok uzun zamandır sadece bu şekilde sakinleşebiliyordum.

 

Cesur Soykan’ın yan koltukta olduğunu da unutursam, keyfime diyecek yoktu. Akşam güneşinin, gözlerim açık olmamasına rağmen kamaşmasına neden olan ışığına döndüm. Denizin tuzlu kokusu burnumu doldurduğunda, bakmasam bile hemen yanından geçtiğimizi hissedebiliyordum. Kendi kendime gülümsedim. O kadar uzun zamandır zihnim doluydu ki, en son ne zaman boş kafayla bir şarkı dinlediğimi dahi hatırlamıyordum. Bu yüzden şu an garip bir huzura kavuştuğumda öleceğimi sandım. Başka mantıklı bir açıklaması yoktu çünkü bunun. Ölüm öncesi rahatlaması olmalıydı.

 

Araba aniden durunca çat diye açtım gözlerimi. Refleks olarak bakışlarımı Cesur’a çevirdiğimde, o da beni izliyordu. “Balık?” Dedi soru sorar gibi. Kaşlarımı çattım. “Ne?”

 

“Sever misin?”

 

“Balık mı?”

 

“Evet.” Diye mırıldandı tereddütle.

 

“Balık mı tutacağız?”

 

“Niye balık tutuyoruz Asi?”

 

Konuşma ikimiz de beynimizi yolda düşürmüşüz gibi aptalca ilerlediğinden, kirpiklerimi kırpıştırıp kafamı toparlamaya çalıştım. Kendimi rüzgara ve çalan şarkılara fazla kaptırmıştım sanırım. “Yemek için mi? Tabi, olur. Fark etmez. Şartları konuşup dağılalım işte.” Dedim gergince. Oysa az önce yoldayken, bir saniye için neredeyse bütün kötü duygularımdan arınmıştım.

 

Arabadan indim ve Cesur arabayı valeye teslim ederken, sıkıntıyla beklemeye başladım. Bir dakika bile sürmemiş olmasına rağmen çoktan yüzümü buruşturmuştum. Kıyıdan köşeden ucunu yakaladığım huzurum da tekrar ellerimden kayıp gittiğine göre, normal ruh halime dönebilirdim.

 

Cesur hiçbir şey söylemeden yanımdan geçip ilerlemeye başladığında, mecburen peşine düştüm ben de. Lüks restorandan içeri girdiğimizde, kapıdaki adamın yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. “Hoş geldiniz Cesur Bey,”

 

Daha hapisten çıkalı bir ay olmuştu. Nasıl herhangi bir restoranda tanınabilirdi? Gerçi hiç gelmemiş dahi olsa, çoğu insan yüzünü artık ezbere biliyordu. Annesini öldüren Soykan’dı o ama zengin olması bir katil olmasını önemsiz kılıyordu belli ki. İnsanlar garipti. Garip ve bir o kadar da kötü… Midemi bulandırıyorlardı.

 

Adamın gösterdiği masaya doğru ilerledik. Adam sesini çıkarmadan, hızlıca önüme atlayıp sandalyemi çektiğinde afallayarak durdum ve tereddütle oturdum yerime. Cesur da tam karşıma yerleşti ve başıyla selam verdi oldukça resmi bir tavırla. Adam selamı yine kocaman bir gülümsemeyle karşılayıp, geri geri çıkarak yanımızdan uzaklaştı.

 

“İnanılmaz gerçekten.” Diye söylendim kendi kendime. Cesur’un da hala benimle konuşası yoktu belli ki çünkü duymasına rağmen cevap vermedi.

 

Aradan birkaç saniye geçmişti ki, garsonlardan biri geldi bu defa da dibimize kadar. Önce elindeki kadife kapaklı, lacivert menüleri masaya bıraktı, sonra da ellerini önünde birleştirip beklemeye başladı. Kapağını dahi açmadan yeniden garsona uzattım menüyü. “Beyefendi ne alıyorsan ondan yerim ben de.” Hiç bu safsatalarla uğraşmak istemiyordum. Konuyu halledip, çekip evime gidesim vardı. Cesur da konuşmuyordu zaten. Şikayetçi olduğumdan değildi ama bana küsecek cesareti nereden bulduğunu merak ediyordum doğrusu. Sıkıntıyla iç çektim. Daha yarın akşam ki Soykan yemeğine hazırlanacaktım.

 

Cesur hızlıca ikimiz için de sipariş verdi ve ardından gözlerini bana çevirdi ciddi bir ifadeyle. “Dinliyorum.”

 

Demek ki onun da oturup uzun uzun yemek yiyesi yoktu. Ne güzel. Tek ortak noktamız birbirimize tahammül edemiyor oluşumuzdu belli ki.

 

“Pekala…” bir süre gergin bir ifadeyle düşündüm. “Şartlarım var. Noter huzurunda sözleşme imzalamak isterdim ama, madem yarın akşam tanışma yemeği. Kendi kendimize halledeceğiz artık mecburen.”

 

Dirseklerini masaya koyup, ellerini önünde birleştirdi Cesur. Büyük bir dikkatle ağzımdan çıkacak kelimeleri bekliyor gibiydi. Kaşlarını çatmış, yüz hatlarını gereğinden fazla germişti. Ondan özür dilememi falan mı istiyordu acaba? Çok beklerdi çünkü.

 

Dilimi, kuruyan dudaklarımda gezdirip, gürültüyle temizledim boğazımı. “Birincisi, dokunmak yok. Baş başayken yani. İnsanların yanında da abartmadan lütfen.” Dudağının kenarında ufak bir tebessüm belirdi ama pek de dost canlısı sayılmazdı. Daha çok beni üşütecek cinstendi. Hem, zaten kendisi dünyada son kadın kalsam bile bundan sonra bana dokunmayacağını söylemişti. Şartlarım gayet makul gelmiş olmalıydı ona da.

 

“İkincisi, öpüşmek asla yok. Yeltenirsen, ısırır kopartırım dudağını valla rezil ederim seni.” Dedim masanın üzerindeki çatalla oynamaya başladığımda. Koyu kahve gözleri, gözlerime değdiğinde onayladı beni belli belirsiz başını sallayarak da olsa ancak sanırım istemsizce genişlemişti soğuk tebessümü ve tüm yüzüne yayılmıştı. Bence komik değildi. “Ne gülüyorsun?”

 

Saniyenin onda biri kadar olan bir süre boyunca, dişlerinin arasına sıkıştırdı alt dudağını. “Hiç. Bir an… Merak ettim de.”

 

Aceleyle ekşittim suratımı. “Öpüşmemizi mi merak ettin hayvan herif?” diye çıkıştım elimdeki çatalı, tehditkar bir tavırla kaldırıp sıkmaya başladığımda. Keyifle kıkırdadı Cesur. Küslüğü bitmişti anlaşılan. “Yo…” bana doğru eğilip sesini alçalttı. “Dudağımı koparacak kadar nasıl ısıracağını merak ettim.”

 

Gözlerimi telaşla onun üzerinden çekip, masanın üzerindeki altın işlemeli, saten örtüye çevirdim. Ondan utanacak halim yoktu ama anlam veremediğim bir şekilde yanaklarım yanmaya başladığından bir süre odağımı başka tarafa verdim. “Arsız…” diye geveledim ağzımda sıkıntıyla. Bir kez daha güldü Cesur. Birileri oyundan zevk almaya başlamıştı belli ki. Umarım onu ve ailesini yerin dibine soktuğumda da bu kadar eğlenmeye devam ederdi.

 

Bir süre onun yüz hatlarının düzelmesini ve benim aptal yanaklarımın da soğumasını bekledim sessizce ve ardından yeniden boğazımı temizleyerek girdim söze. “Üçüncüsü, aldatmak yok. Bizim için sahte de olsa benimle insanların gözünde bir ilişkin olacağından, öyle bir konuma düşmek istemiyorum.” Diyerek tepkisini ölçmeye çalıştım ama ifadesizdi.

“Senin için de geçerli bu.” Dedi birkaç saniye sonra. Kaşlarımı çattığımda devam etti. “İlhan’la aranda herhangi bir şey olmayacak bu iş bitene kadar.”

 

Şu sıralar İlhan’ı öldürmek istemekten ötesine gitmediğimden, konusu açılınca bile moralim bozuldu. “İlhan’la benim aramda zaten herhangi bir şey olamaz.”

 

Garson, elinde tabaklarla masaya yaklaştığından bana cevap vermedi Cesur. Ben de gözlerimi restoranın içinde gezdirdim. Denize bakan tarafı boydan boya cam olan kısma döndüm ve batmak üzere olan güneşin, denizin ardına saklanışına hayranlıkla şahit oldum. Doğuşu da batışı da mucizevi şekilde güzeldi çünkü. Güneşle deniz birbiri için yaratılmış olmalılardı. Pek doğayla iç içe bir insan sayılmazdım aslında ancak bugün Cesur’da kaçmak için her defasında onlara sığınmıştım.

 

Garson yanımızdan ayrıldığında yeniden Cesur’a odaklandım. “Dördüncüsü babanın suyuna gideceksin, pis işlerine bulaşacaksın biraz. Beni de içeri sokacaksın. Her detaydan haberim olacak.”

 

Bıkkınlıkla iç çekti Cesur. “Tamam.” Dedi ruhsuzca ve çatal ve bıçağını eline alıp, balığı kurcalamaya başladı.

 

“Benim aileme de kendini sevdirmeye çalışmayacaksın.” Diye ekledim son anda aklıma geldiği için. Uzun kirpiklerinin altından öldürücü bir bakış gönderdi bana. “Afiyet olsun Asi.”

Hiçbir şey söylemedim ve onun gibi ben de balığa verdim bütün odağımı. Bir çatal aldığımda lezzeti karşısında beynim bulandığından, zaten bitirene kadar yeniden konuşmayı aklımın ucundan geçiremezdim.

 

Yaklaşık on dakika sonra yemek sona erdiğinde, bir kez daha Cesur’a baktım. Kendimi şartlarımı anlatmaya devam etmeye hazırlamıştım ama gözlerini omzumun üzerinden bir yere diktiğini fark ettiğimde istemsizce çattım kaşlarımı. “İlk günden başka kızlarla bakışmıyorsundur inşallah.” Dedim imalı bir sesle. Hafifçe masanın üzerine doğru eğildi. “Tam arkandaki sırada, iki masa ileride oturan adam dakikalardır bizi izliyor.”

 

Dönüp bakmak için hareketlendiğimde, tabağımın yanındaki elimin üzerine koydu elini birden. “Dur. Bakma.” Gözlerim önce onun, endişeli yüzünde oyalandı bir süre. Sonra da ellerimize döndü. Hızla kestim temasımızı. Meraklanmıştım ama bu kendi koyduğum kuralları ilk dakikadan çiğneyeceğim anlamına gelmezdi.

 

“Sence gazeteci falan mı?” diye sordum arkaya dönmek için delice bir istek duyarken. Başını olumsuz anlamda sağa sola salladı Cesur. “Muhtemelen değil. Belinde silah var.”

 

Şaşkınlıkla havalandı kaşlarım. “Hadi be! Babanın adamı mı?” Birden içime yerleşen heyecan yüzünden kalp atışlarım hızlandığında, yüzümde tarifsiz bir gülümseme belirdi.

“Bulunduğumuz durumun hangi kısmı sana bu kadar mutluluk verdi tam olarak?” diye sordu Cesur şok içinde.

 

Onun gibi öne eğildim ben de ve sesimi iyice alçalttım. “Silahlı adamlar varsa doğru yoldayım demektir. Babanın işleri etrafımızı sarmış çoktan.” Şimdi o da gülümsüyordu ancak gülümsemesi benimkinden oldukça farklıydı. “Manyaksın sen hakikaten.”

 

Gözlerimi devirdim. “Korkak Cesur. Koca mafyanın oğlusun. Yok mu bir silahın senin de?” diye sordum yargılarcasına. Sırtını dikleştirip, başını usulca yana eğdi. “Arabada var. Gidip almak ister misin?”

 

“Gerçekten mi?”

 

Sıkıntıyla ofladı. “Seni eve bırakacağım.”

 

Aceleyle itiraz ettim. “Asla gitmem. Kaçırır mıyım bunu hiç?” geriye yaslanıp, kollarımı göğsümde bağladım. Yaşanacakları naklen izlemek istiyordum ama Cesur ben iyice yerime yerleştiğim sırada ayaklandı. Şimdi kim mızıkçıydı? “Asi. Kalk hadi.” Emrivaki ses tonuna karşılık, küçük bir çocuk gibi silkeledim omzumu. Cesur bir kez daha silahlı adama doğru baktı ve yanıma gelip, tepemde dikildi. “Neyin içine girmeye çalıştığını hiç bilmiyorsun.” Dedi küçümsercesine. “Senin, benim yanımda olman, müstakbel Soykan olacak olman ne anlama geliyor bir fikrin yok. O uyanık beynin, buna da bassa keşke biraz.” Kelimeleri beni sinirlendirdiği için belki de refleks olarak fırladım ayağa. Hafifçe çenemi yukarı kaldırıp, gözlerine baktım öfkeyle. “Ben her şeyin farkındayım. Kendimi koruyabilirim.” Kısık sesime rağmen, bağırır gibi konuştuğumdan bir adım geri çekildi Cesur ama yine aşağılayan ifadesini takınmayı ihmal etmemişti. “O makyaj malzemesinden bozma bıçağını mı fırlatacaksın kurşunlara?”

 

Sinirle dişlerimi birbirine kenetleyip, yumruklarımı sıktım. “Çantamı mı kurcaladın?” Dış görünüşü rimele benzeyen ancak içinde ufak bir bıçak saklı silahımı hafife almasından da nefret etmiştim. Çünkü şimdiye kadar o bıçakla onu defalarca kez öldürme şansı geçmişti elime ve aslında çok basitçe yapabilirdim. Şu an bile hem de…

 

“Yürü.” Dedi emrivaki bir tonlamayla ve arkasını dönüp ilerlemeye başladı ancak peşinden gitmediğimi fark ettiğinde durdu tekrar. Omuzlarını geriye atıp, başını bir sağa bir de sola eğerek boynunu genleştirdi. Yine bütün tadımı kaçıracak bir laf söyleyeceğini düşünerek kendimi ona sağlam bir cevap vermeye hazırladım ancak Cesur konuşmadı. Bunun yerine vücudunu bana çevirdi ve hemen ardından aramızdaki mesafeyi kapatıp tek hamlede beni omzuna aldı.

 

Bir saniye için afalladığımdan olsa gerek tepki veremedim ve bu yüzden o hareketlenene kadar çoktan karnım, geniş omzuna yerleşmişti bile. “Sen delirdin mi!” diye gürledim etrafta kim olduğunu umursamadan. Restorana kaçamak bakışlar attığımda, tüm gözlerin üzerimize çevrildiğini de görebiliyordum ama kimsenin müdahale etmek gibi bir niyeti de yoktu anlaşılan. Şaşkın şaşkın bakmaktan ötesini yapmıyorlardı.

 

Allah’ın medeniyetsiz zenginleri!

 

Yumruklarımı sırtına vurmaya başladığımda durdu Cesur. Beni indireceğini ummuştum ama sadece derin bir nefes aldı bıkkınlıkla.

 

“Cesur saçmalama! Patates çuvalı gibi taşınır mı insan böyle?”

 

“Söz dinlemeyi öğren sen de. İsmin Asi diye, bu kadar da olmaz ki!”

 

Ona vurmaktan vazgeçip, ağlamaklı bir ifadeyle büzdüm dudağımı. “Rezil oluyoruz. Farkında mısın?”

 

“Umurumda değil.”

 

Hay inadına!

 

Vurmam ya da debelenmem işe yaramadığından, en son çaresizce kendimi bıraktığımda yeniden hareketlendi.

 

“Cesur bey, bir sorun mu var efendim?” diye sordu Cesur’un sırtından başka hiçbir şey göremediğimden, sadece sesini duyarak tanıdığım adam. Bizi karşılayan görevliydi. Restoran müdürü olmalıydı.

 

“Kız arkadaşım.” Dedi Cesur neredeyse keyifli bir tınıyla. “Ufak bir kıskançlık meselesi. Kadınları bilirsiniz. Her şeyi abartırlar.” Sözleri üzerine bir kez daha ancak bu defa oldukça sert bir şekilde sırtını yumrukladığımda acıyla inledi.

 

“İyi akşamlar.” Dedi adam beni Cesur’un omzundan indirmeye dahi yeltenmeden. Zengin olmak gerçekten sizi dokunulmaz yapıyordu ve bu korkunç bir şeydi!

 

Açık havaya çıktığımızda, onun gereksiz kaslı omzunun sertliği yüzünden midem ağrımıştı ve kusacak gibi hissediyordum. Cesur sonunda beni yere indirdiğinde, elimi hızlıca karnıma koydum. “Allah belanı versin Cesur Soykan!” diye çıkıştım bir yandan da. Onunla tanıştığım günden beri zaten her saniyem onu öldürmek istemekle geçiyordu ancak bunu bu kadar net dilediğim ilk andı.

 

Kollarını göğsünde bağlayıp üstünlük taslayan bir bakış attı bana. “Nasıl bir belaya bulaştım ben?” dedi canından bezmiş gibi. Sanki ben onu sırtlayıp zorla çıkarmıştım restorandan. Nasıl o canından bezmiş olabilirdi ki?

 

“Cesur bey, hanımefendinin çantası kalmış.” Diyen garsonu duyduğumda, vereceğim hakaret içerikli cevabım ağzıma tıkıldı. Hiçbir şey söylemeden uzanıp aldım çantamı. Sonra da Cesur’a sırtımı döndüm. Gıcık! Sinir bozucu herif! Ukala, kaba ve saygısız! Ayrıca hadsiz!

Daha on beş dakika önce bana dokunmamasını söylemiştim!

 

Delirecektim!

 

Ben kendi içimde Cesur’a hakaretler ederek içimi soğutmaya çalışırken, vale arabayı önümüze kadar getirdi ve sonra inip anahtarı da Cesur’a teslim etti. Ne kadar olduğunu görmesem de sağlam bir bahşiş verdi Cesur ve binmem için beklemeye başladı. Binmeyip onu kızdırmak mükemmel bir seçenekti ve tam olarak bunu yapmayı planlıyordum aslında ancak bakışlarım sileceğe sıkıştırılmış, küçük not kağıdına kaydığında odağım değişti.

 

“Cesur?” dedim sorgularcasına, kağıda uzanırken. Hızlıca yanıma yaklaşıp kağıdı benden önce çekip aldı. Saygısızdı işte! Dünyanın en saygısız herifiydi hatta!

 

Çaresizce, kağıdı görebilmek için parmak uçlarımda yükselip, uzatıp kafamı.

 

“Gerçek dünyaya hoş geldin Cesur Soykan.” Hoş geldin kelimelerinin arasında kurşun büyüklüğünde bir delik vardı.

 

“Ne demek bu?” diye sordum açık bir tehdit olduğunu anlamış dahi olsam, tam anlamıyla ağzından duyabilmek için.

 

Kağıdı buruşturup, cebine soktu Cesur. “Çok merak ettiğin Necati Soykan’ın dünyası.” Dedi oldukça imalı ve sıkıntılı bir sesle. “Sen de hoş geldin.”

 

♟️

 

Hellooo! Sonunda kitap doğrulandı ve takipçi sayısı da artıyor. Çook mutluyum. :) Bölüm yorumlarınızı çok merak ediyorum. Bir sonraki bölümde bu kadar eğlenmeyeceğiz benden söylemesi. :) Haftaya görüşmek üzere..

Loading...
0%