Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10.Bölüm-Tehlikeli Yakınlık

@melikemn

🔥

Bir kuş yuvasının önünde, yavrularını besleyen güvercinleri izlerken bulmuştum kendimi. Meyve ağaçlarıyla dolu bir yerde, güneşin en tepede olduğu, sıcak bir yaz günündeydim. Üzerimde ince askılı, pembe çiçekli, mini elbisem; ördüğüm saçlarımın ucunda aynı tonda bir kurdele vardı. Beyaz spor ayakkabım biraz çamura bulanmıştı ama sorun etmiyordum. Hissettiğim huzur o kadar yoğundu ki, sürekli gülümsemekten başka bir şey gelmiyordu içimden.


Başımı havaya kaldırıp, gözlerimi yakan güneşten korunmak için kirpiklerimi kırpıştırdım. “Denize de girebilir miyiz Arven?” diye sordum heyecanla. Hemen yanımdaki ağacın dibine oturmuş, hayran hayran beni izlediğini biliyordum.


“Fırtına geliyor bebeğim.” Dedi hatırladığımdan daha tok bir sesle. Oysa gökyüzünde tek bir bulut dahi yoktu. Bu havada bir yağmur damlasının bile düşmesi imkansızdı.

Küçük bir çocuk gibi inatçı bir tavır takınarak defalarca omuzlarımı silktim. “Lütfen, lütfen…” ellerimi birleştirip çenemin altına koydum ve kafamı ona çevirdim. Kendimi biraz daha ısrar etmeye hazırlamıştım ancak orada olmadığını görünce donup kaldım.

“Arven?” diye seslendim endişeyle. Etrafıma bakındım. “Arven? Saklambaç mı oynuyoruz? Çocuk muyuz biz?”

Kulaklarımı sağır edecek bir gök gürültüsüyle olduğum yere sindim. “Arven!” diye bağırdım neredeyse çığlık atarak ancak etrafta kimse yoktu. Yüzüme düşmeye başlayan yağmur damlalarından kaçmam gerektiğini düşünerek hareketlendim. Var gücümle koşuyordum ancak hiç ilerliyormuş gibi hissetmemiştim. Aradan ne kadar zaman geçtiğini hesaplayamasam da bir süre sonra olduğum yerde saydığımdan emin olarak, çaresizce durdum. Derin nefesler alıp veriyor, olanları algılamaya çalışıyordum. Uçsuz bucaksız görünen ağaçları geçemeyeceğime kanaat getirerek tersi yöne döndüm ve sert bir gölgeye çarptım.

Bir adam.

Onu tanımıyordum.

Çığlık attığım esnada adam yere düştü ve ben onun ölü olduğunu o an fark edebildim. Korkuyla büyüyen gözlerim ve kaskatı kesilen suratımı yok saymaya çalışarak geriye doğru adımlar atmaya başladım ya da öyle yaptığımı sandım bilemiyorum çünkü kafamdakinin tam aksi hareketlerle adama yaklaşıyordum. Bir el sırtımı bulduğunda ve ben temasını çok net hissederek omzumun üzerinden dönüp baktığımda beni ittirdi. Hiç gücüm yokmuş gibi yere savruldum ve ölü adamın tam yanına düşüverdim.

“Yardım edin!” diye bağırdım korkuyla. Az önce beni ittiren kişi olduğunu düşündüğüm kadın elinde bir kürekle üzerime toprak fırlatmaya başladığında olduğum yerde debeleniyordum.

“Lisa!”

Şükürler olsun. Victoria beni bu azaptan kurtarırdı. “Buradayım!” diye seslendiğim sırada kadın bir kürek toprağı daha yüzüme doğru savurdu.

“Lisa!” diye bağıran Victoria’nın sesi yeniden kulaklarıma ulaştı ve bu defa çok daha yakından geliyordu. Kadın beni diri diri gömmeye kararlı bir şekilde toprak atmayı sürdürürken çoktan hıçkırarak ağlamaya başlamıştım.

“Uyudun mu öldün mü belli değil!”

Görüntü kayboldu.

Gözlerimi aralamak istedim ancak yüreğime öyle bir acı gelip yerleşmişti ki, gerçek hayata dönmek korkutucu olurdu. Öleceğimden oldukça emindim oysa. Öyle ki toprak darbelerine karşı ellerimi yüzüme kalkan yapmıştım.

Zihnim bir nebze olsun berraklaştığında kirpiklerimi kırparak yatağın ucuna oturmuş beni izleyen kız kardeşime baktım.

“Kâbus mu görüyordun? Garip sesler çıkarıp durdun.” Dedi günaydın bile deme gereği duymadan. Benden daha meraklı olan tek varlıktı.

Her gece birbirinden saçma, onlarca rüya görürdüm ama hiçbiri bu kadar gerçekçi değildi. Sanki uyanmamış da buraya ışınlanmıştım. Gücüm yettiğince doğrulmaya çalıştım ve ne kadar terlemiş olduğumu umursamayarak, kız kardeşime gülümsedim. “Aynen. Kâbus. Geçti ama. Hatırlamıyorum bile.”

Acilen Ares’e ulaşmalıydım. Melez’dim sonuçta. Üstelik bizi birbirimize bağlayan bir lanet vardı. Rüyalarımın bir anlamı olmalıydı. Başı belada olabilirdi. Hoş. Öyle olsa ona yardım edebilecek son kişiydim ama olsundu. Bir yolunu bulurdum.

Onu son görüşümün üzerinden iki gün geçmişti. Birlikte laneti çözmeye karar verdikten sonra uzun uzun bunun üzerine konuşmuştuk ancak elimizde kayda değer pek bir seçenek yoktu. Kevin’la olan eğitimimizden arda kalan tüm vaktimi kütüphanede geçirdiğim için onu görme şansım olmamıştı ama bugün onu bulmam lazımdı.

Rahlia o kadar ilkeldi ki, dumanla dahi haberleşmenin mümkünatı yoktu. Bu yüzden Zaman Çukuru’na gitmekten başka bir çözüm yolu bilmiyordum. Eğer orada Fenikslere yem olursam bunun tüm sorumluluğu teknolojik gelişmeyi reddeden Kral babama aitti. Tabi ondan önce tahta geçmiş tüm atalarıma da…

“Kalk ve hazırlan o zaman. Eğitimden önce bahçede kahvaltı yapacağız.” Dedi Victoria elimi tutup beni kaldırmaya uğraşırken. Dokunuşu elbette benim bir milim dahi kımıldamamı sağlamamıştı ama yine de çabasını takdir ederek ayaklandım.

“Kimle yapacağız?” diye sordum dolabımın karşısına geçtiğim sırada.

“James, babam, annem, ben, Kevin ve…” cümlesini tamamlamasına izin vermedim. “Hayır, hayır. Size afiyet olsun. Sabahın köründe hiç bu aile kavuşmasını çekemem. Oliva’nın yanına gidip bir şeyler atıştırırım ben. Zaten buradaki yemekler yüzünden kilo aldım. Diyetteyim.” Dedim aceleyle.

Korkunç planı duyunca hazırlanma işini yavaştan almaya karar vermiştim ama Victoria suratını öyle bir astı ki, vicdanımı sızlatmayı başardı. “Lütfen Lisa. Hepsi sana karşı daha ılımlı artık. Misafirimiz var ve babam seni tanıştırmak istiyor. Benim yardımcım olarak değil hem de. Kızı olarak.”

Rüyanın üzerimdeki etkisi azaldıktan sonra şimdi de bir şaşkınlık dalgası yayılmıştı vücuduma. Kralı yolundan döndürerek büyük sırrı açıklayacak kadar güvendiği misafir kimdi acaba? Of ya. Şimdi gururum ve merakım arasında bir seçim yapmam gerekecekti ve benim için çok zor olmasına rağmen karar vermem üç salise falan sürdü.

“Tamam. Yapalım şu kahvaltıyı.”

Ve o an için rüyanın etkileri de kaybolup gitmişti.

**

Hava güneşliydi. Rahlia’nın mevsimine dair bir izlenim elde edememiştim henüz çünkü geleli yirmi gün dahi olmamıştı ama yağmurla veya karla karşılaşmamam şimdilik hoşuma gidiyordu. Rüyamda beni sırılsıklam eden yağmuru düşününce tüylerim ürperdi. Yağmura dair anılarım pek iç açıcı sayılmazdı.

Kevin’la eğitim yaptığımız çim alanın biraz ötesinde, devasa bir masa kurulmuştu. Etrafına onlarca sandalye dizilmiş olsa da yalnızca altı tanesi doluydu. Babam her zamanki gibi baş köşedeydi. Onun bir tarafında James, diğer tarafında Kevin vardı. Geldiğimden beri ilgimi çeken bir diğer detay Kevin’in en az James kadar saygı görüyor olmasıydı. Acaba o da gizli kardeşlerimden biri miydi? Babamın aşk hayatı o kadar çalkantılıydı ki çevremdeki herkesin kardeşim olma ihtimalini hesaba katmam gerekiyordu.

James’in yanına Kate oturmuştu. Karşısına muhtemelen Victoria, Victoria’nın yanına da ben geçecektim. Misafirimiz her kimse henüz teşrif etmemişlerdi. Bakalım prenses olmanın nimetlerini üzerinde uygulayabileceğim birisi miydi?

“Günaydın millet.” Dedim masaya yaklaştığımızda. Victoria benden önce gidip yerine oturdu. Kevin sinsice gülümserken, babamın yüz hatları gerildi. Aman bu adama da yaranılmıyordu.

Kimse cevap vermeyince düzeltme gereği duydum. “Pardon. Tamam. Günaydın majesteleri kral babacığım.” Hafif bir reveransla onu selamladıktan sonra James’e döndüm. “Günaydın dünya yakışıklısı prens abim.” Bana öldürecekmiş gibi attığı bakışı es geçip Kate’e baktım. “Ve günaydın kâinatın en asil kraliçesi, üvey annelerin Rihannası.” Rihanna’nın kim olduğunu sormazlar diye umuyordum.

Kendimi tutamayıp kıkırdamaya başladığımda Kevin’la göz göze gelmiştim. “Günaydın Kevin.” Dedim ona sevimli bir ifadeyle. Sahte bir alınganlık suratı takındı. “Sadece Kevin mi?” Ortamın korkunç gerginliğine rağmen bana ayak uydurmuş olmasını sevmiştim.

Masa buz kesmişti ama umurumda değildi. Kraliyet ailesiyiz diye azıcık takılamaz mıydım yani?

“Lisa!” diye uyardı babam öfkeyle. “Sakın misafirimizin yanında böyle davranma.” Hemen ardından Kate içine içine mırıldandı. “Onu Zindana atmamız gerekiyordu.” Sandalyeme geçmeden önce yanına yaklaşıp kulağına eğildim ve aynı sessizlikle konuştum. “Çarmığa germeye ne dersin?” O kadar yakınına geldiğimi fark etmemiş olacak ki kaskatı kalıverdi. Doğrulup hızlıca yerime oturdum. “Espri yaptım ve şok haber. Kimse ölmedi. Dünyanın sonu değil.” Bir saniye sonra ekledim. “Ya da herhangi bir evrenin.” Tabağımdakileri incelerken omuz silktim. “Gevşeyin biraz.”

Kimse gevşemedi.

Victoria ve Kevin dışındaki herkes beni yerin dibine gömmek ister gibi bakıyordu. Ne hoş. Ben de aynı şeyi onlara yapmak istiyordum zaten.

Karnımı bir an önce doyurduktan ve şu gizemli misafiri gördükten sonra buradan defolup gitmeye karar vererek sessizliğe gömüldüm. Aradan geçen yaklaşık bir dakika boyunca tek kelime etmemiştim ve babam “Hoş geldin Ares.” Demeseydi hiçbiriyle uzun bir süre daha muhatap olmazdım da.

Kafamı hızlıca kaldırdım. Babamın hemen yanında dikilen ve bir ruh gibi hiç ses çıkarmadan buraya kadar gelen Ares’e şaşkınlıkla bakakaldığımı ve ağzımın beş karış açık olduğunu ancak Victoria çenemi usulca ittirince fark edebilmiştim. Yaptığının usulca ittirmekten fazlası olduğunu ise ona bakınca anladım.

“Çok yakışıklı farkındayım ama biraz toparlansan mı?” dedi koluyla da beni dürttükten sonra. Kafamın içinde milyon tane soru arka arkaya sıralanmış, bir silahın ucundan çıkacak kurşunlar gibi Ares’e doğrulmuştu ama şu an sessiz kalmamın daha hayırlı olacağına karar verdim. Nasılsa bir yolunu bulup onu darlardım.

Ares elini kolunu sallayarak Saray’a girmeyi nasıl başardı diye meraktan delirirken bakışlarımız bir saniyeliğine kesişti.

Bana göz kırptı.

Elim ayağıma dolanınca aceleyle kafamı başka yöne çevirdim. Ölümsüz olmasaydı onu şuracıkta boğmamam için hiçbir sebep yoktu. Tabi bir de ölürse böylesi bir yakışıklılığa yazık olurdu ama bu konumuzun çok dışındaydı.

“Ares benim taşradan bir arkadaşım Lisa.” Diye açıklamaya koyuldu James, evrenin en mükemmel abisi edasıyla, gereğinden fazla sevecen bir sesle. Ona suratımı buruşturarak cevap verdiğimde Victoria bir kez daha, bu sefer daha hızlı -öyle ki neredeyse canım bile acıyacaktı- koluma vurdu.

Demek ki Ares, James’le arkadaş olduğu için balolara elini kolunu sallayarak katılabiliyor ya da Rahlia sokaklarında dolanabiliyordu. Hepsini birden kandırabildiğine göre baya güzel rol yapıyor olmalıydı. Bir şey söylemese de bu haliyle oldukça normal görünüyordu gerçi. Bir Feniks melez olduğunun anlaşılması mümkün değildi. Biraz sakinleşmeliydim ancak bu sefer de aklıma başka bir detay takıldı.

Neden bundan bana bahsetmemişti?

“Memnun oldun prenses.” Dedi bir metre ilerimde dikilen Ares yarım bir gülümsemeyle ve tokalaşmak için elini uzattı. Bu hareketi ben de gülme isteği uyandırmış olsa da yüzümde ufacık bir mimiğin dahi oynamasına izin vermedim. Yavaşça yerimden kalkıp, uzattığı eli sıktım. Tanıştığımız gün onunla tokalaşmak istediğimde verdiği tepkiyi anımsadım. Bana dokunduğu anda bedenime yayılan elektrik akımıyla titrediğim içinse geri çekildim. “Ben de.” Diye yanıtladım kısaca. Oynadığı oyun her neyse, şimdilik ona ayak uyduracaktım.

Ares yanımdaki sandalyeyi çekip oturdu ve bir an için kolu koluma değdi. Aramızda gerçekleşen her temasta heyecanlanmamam gerektiğini bir kez daha kendime hatırlattıktan sonra kafamı önümdeki tabağa gömdüm. Kısacık sessizlikte, her şeyi yiyip bitirdiğim için buradan koşarak kaçabilirdim.

“Afiyet olsun. Odama çıkıyorum ben.” Dedim ayağa fırlarken. Gidip Ares’le yalnız konuşabilmenin yollarını aramalıydım. Bu aile saadetiyle uğraşırken vakit kaybediyordum.

“Hayır.” Dedi babam beni dövecekmiş gibi. Kafamı ona çevirdiğimde kaşlarım istemsizce çatılmıştı. “Otur kızım.” Diye ekledi daha yumuşak bir sesle. Kızım mı? Aramızda bir yabancı varken babam olduğu aklına gelmişti belli ki.

Derin bir nefes alıp itiraz etmeye hazırlandım ama benden önce söze girdi. “Söyleyeceklerim var.”

Hiçbir varlığın dokunuşunu doğru düzgün hissedemiyor olmamdan daha kötü bir özelliğim varsa o da her şeyi fazla merak ediyor olmamdı. Bu yüzden oflayarak yerime çöktüğümde kendimi vurmak istedim. Oysa babama meydan okumak için harika bir fırsattı ve bunu kaybetmiştim.

“Kevin bundan sonra görevine baş muhafız olarak devam edecek.” Dedi hızlıca. Ses tonundan anladığım kadarıyla onu terfi ediyordu. Bu yüzden Kevin’a bakıp gülümsemeden edemedim. Babam sözlerini sürdürdü. “Artık oldukça yoğun olacağı için eğitimlere devam edemeyeceksiniz.”

Kollarımı havaya kaldırıp gürledim. “İşte bu be!” Hayatımda aldığım en güzel haberlerden biriydi bu ancak masadakilerin beni dehşete düşmüş bir şekilde izlediğini görünce tepkimin fazla olduğuna kanaat getirdim. Hemen yanımda oturan Ares, yalnızca benim duyabileceğim şekilde kıkırdıyordu.

Aman çok komik.

“Yani… Tebrik ederim Kevin. Senin adına çok sevindim.” Dedim içten bir şekilde. Sevinmiştim. Kendi adıma daha çok belki ama sevinmiştim işte.

Babam hayatından bezmiş bir tavırla, hayatından değil de benden bezmiş de olabilirdi, iç çekti. “Ama elbette tüm bekçilere ayak uydurabilmen için bu eğitimin tamamlanması gerekiyor.” Derken uyarıcı bir tonlama kullanmıştı. Kurtulamamıştım. Dünyamın başıma yıkıldığını belli etmemek için gülümsemeye çalıştım. “Var ya bir an ödüm kopmuştu tüm bekçilerden geri kalacağım diye.” Diyerek ikna edici görünmek adına üstün bir çaba harcadım. Ares’ten tarafa bakmıyordum çünkü gülmek istememe sebep oluyordu. Hem de şu an ona sinirli olmam gerekmesine rağmen…

“Kim verecek bu aşırı işime yarayacak eğitimi?” ah, şu ukala çenemi hiç tutamıyordum!

Umarım eğitimlerime Victoria’yla falan devam ederdim. Henry’de olurdu. Ama babam, James derse şuracıkta kendimi öldürürdüm.

“James, Ares’in bunun için en uygun kişi olacağına beni ikna etti.” Diye yanıtladı beni babam. James kesin bir haltlar karıştırıyordu! Yoksa gizlice Ares’le görüştüğümü öğrenmiş, beni tuzağa mı çekmeye çalışıyordu? Onunla görüşmemin de anlamsız bir cezası var mıydı ki? Of. Bazı bilgileri alabileceğim kadar da olsa olanlardan kız kardeşime bahsetmeli miydim acaba? Burada beni yargılamayacağını düşündüğüm tek insandı. Yine de risk hep vardı.

Kafa karışıklığımı gizlemek için başımı aşağı eğdim. Suratıma yansıttığım saçma sapan mimiklerimi görmelerini istemiyordum. Hafifçe kafamı yana çevirip Ares’e baktım. Bana bakmıyordu. Neden bana bakmıyordu?

Ne yapsın adam Lisa? Her saniye gözünü üzerine mi diksin? Kraliyet sofrasında hem de.

Of.

Kahvaltı faslının geri kalanı babamın, Kevin’ın ve James’in kulaklarımın kanamasına sebep olacak kadar iç bunaltıcı devlet işlerini konuşmalarıyla geçti. Ara sıra Kate’te konularla ilgili yorum yapıyordu. Victoria annesinin göz hapsinde olduğu için bir salise için bile benden yana bakmamıştı. Sonuç olarak kimsenin umurunda değildim.

O hariç…

“Seni özledim.” Dedi yalnızca benim duyabileceğim kadar kısık bir sesle, dibime kadar girerek. Gözlerim fal taşı gibi açıldı.

Yanaklarıma ani bir sıcaklık hücum ederken, gülümsediğini göremesem bile hayal edebiliyordum. Aramızdaki kahrolası çekim, karşılaştığımız ilk andan başlamış ve her defasında artmıştı. Bunun tehlikeli ve bir o kadar da yasak olduğunu bilecek kadar kafam çalışıyordu ama hiç engel olmak aklıma gelmemişti. Belki de kendimi aksine inandırmaya çalışıp dursam da henüz olayın ciddiyetini kavrayamamıştım. Eh. Bir süre daha bunu düşünmeyi reddedecektim ne yazık ki…

“Yalnız kaldığımız anda seni şiddetli bir sorguya çekeceğimin farkındasın değil mi?” diye sordum en az onun kadar sessiz olarak. Birbirimize dokunmuyorduk ve bakmıyorduk da ama yanağının oldukça yakınımda durduğunu fark etmiştim. Bunun ellerimin titremesine sebep olduğunu gizlemek için kollarımı aşağı indirdim.

“Evet.” Dedi net bir sesle. “Oldukça hazırım da ayrıca.”

Kaşlarımı çattım. “Sorguya mı?” beni yine afallatmıştı.

“Hayır.” Diye yanıtladı bu defa da. “Yalnız kalmaya.”

Belli ki üzerinde garip bir arsızlık vardı bugün. Aileye girdi diye miydi bu cesaret bilmiyorum ama beni öfkelendirmişti. Hoşuma gitmiş bile olsa… Öfkelendirmişti işte!

“Arsız…” dedim doğrulurken. Onu çok kısa zamandır tanıyor olsam dahi, artık alıştığım tebessümünün yine yüzüne yayıldığını göz ucuyla görebiliyordum. Kısa sohbetimiz son bulduğunda ve ben onun tam yanımda oturduğunu unutmak için kendimi paralarken neyse ki sevgili yarı üvey, yarı öz ailem doymayı başarabildi.

Kate, Victoria’yı neredeyse zorla masadan kaldırıp Saray’a götürdü. Babam görevlilere sofrayı kaldırmalarını söyledikten sonra Kevin’la birlikte uzaklaştı ve sona James, Ares ve ben kaldığımızda korkunç bir sessizlik ortamı ele geçirdi.

Ares tek ayağını yere vurarak sıkıldığını belli etmeye başladığında homurdandım.

“E James.” Diye girdim söze elimi çenemin altına yerleştirirken. “Nereden tanışıyorsunuz?”

James bir an için onunla konuştuğumdan emin olamamış olacak ki afalladı. Ardından beklediğimden daha sıcak bir gülümsemeyle konuştu. “Geçen seneki baloda tanıştık.” Sonra da aniden aklına bir fikir gelmiş gibi ayaklandı. “Halletmem gereken işler var.” Dedi hızlıca. Sırasıyla Ares’e ve bana bakıp başıyla selam verdi ve arkasını dönüp uzaklaştı.

Sonuç olarak masada bir Ares kaldı. Bir de ben…

Harika…

Gözlerimi ona çevirdiğimde sorgu perilerim yelkenleri suya indirmek üzereydi. Bu yüzden ayağa kalkıp ondan uzaklaşmaya karar verdim.

“Seni dinliyorum.” Dedim kollarımı göğsümde kavuşturarak. O da ayaklanıp karşıma dikildi ancak aramızda bir metreden fazla mesafe vardı. Güvenli sayılırdı.

“James’le arkadaş değilim. Onunla da Kralla’da geçen sene baloda tanıştık ancak sonrasında ikisini de bir daha görmedim.” Diye bir şeyler zırvaladı Ares ama gram mantıklı değildi.

“Niye öyle söylesin ki? Hem nereden buldu seni o zaman?”

Omuz silkti. “Bir şeylerin peşinde çünkü. Geçen gün seni görmek için buraya geldiğimde öğrendim. Taşrada birçok kişiye haber yollamış. Rahlia’da aynı isimde başka biri olmadığından üzerime alındım.” Dedi. Son cümlesindeki küçümseyici imayı şimdilik duymazlıktan gelecektim çünkü bu olaydan ikimizde habersizce aynı sonucu çıkarmıştık.

“Bence de James bir haltlar çeviriyor.”

Ares öne doğru bir adım attı. “Çözmemiz gereken bir problemimiz daha var desene. Şimdiden baya iyi bir ikili olduk.”

Gözlerimi devirdim. “En azından geleceğini söyleseydin bu kadar şok olmazdım.”

Nasıl söylemeliydi tam olarak? Güvercinle mektup mu yollayacaktı? Bazen Rahlia’nın ilkellik seviyesini unutuyordum.

Ares’in bir şey söylemesine izin vermeden yeniden söze girdim. “Nasıl olacak şimdi? Gerçekten eğitmenlik mi yapacaksın bana?”

Başını salladı. “Her gün birlikte olacak olmamız işimizi kolaylaştırır diye düşünmüştüm.” Dedi kaşlarını kaldırarak. Kolaylaştırırdı. Hem laneti çözmek için hem de James’in karıştırdığı işleri öğrenmek için inanılmaz bir fırsattı ama bu kadar yakın olmamız beni iyiden iyiye germeye başlamıştı.

Derin bir nefes aldım. “Pekâlâ bay çok bilmiş.” Dedim ben de ona doğru bir adım atarken. “Senin dokunuşunu oldukça net hissediyorken ve sen de benimkini hissediyorken, nasıl bana bunu kontrol etmeyi öğreteceksin?”

Bir adım daha öne geldiğimde aramızdaki mesafe artık tehlikeli bir boyuta ulaşmıştı. “İzle ve gör prenses.” Üstünlük taslayan bakışları gözlerime değdi.

“İzle ve gör.”

**

Kevin’la olanın aksine Ares’le derslerim akşam olacaktı. Benim için çok iyi haberdi çünkü erken kalkmakla problemim gram azalmamıştı bile. İçimde garip bir heyecan vardı. Ares’i gördüğümde, bana dokunduğunda ya da sadece baktığında hissettiklerime benzeyen ancak içine birazda sabırsızlık eklenmiş garip bir heyecan… Bu yüzden gece uyumak için yatakta dönüp dururken kafayı yiyecekmişim gibi gelmişti. Sonunda dayanamayarak kalktım ve pencereyi açıp, kollarımı pervaza yasladım.

Hava serindi. Rahlia’nın düzensiz mevsimi en çabuk alıştığım şey olabilirdi.

Ares’le bahçedeki konuşmamızı dikkat çekmemek için kısa tutmuştuk ve yarın akşam için sözleşmiştik. Saatler geçmiyor gibiydi ve bu canımı sıkıyordu. Erkek arkadaşım tarafından yaklaşık üç hafta önce aldatılmış olduğum için bir yara bandı mı arıyordum acaba? Yoksa Ares devasa yakışıklı ve çekici olduğu için ergen triplerine mi girmiştim? Bu kadar kısa sürede bana bunları hissettiren saçmalık her neyse bedenimi terk etse iyi olurdu. Zira beni epey telaşlandırmaya başlamıştı.

Kabusumdan ona henüz bahsetmemiştim çünkü tam olarak nasıl anlatmam gerektiğine karar verememiştim. Üstelik sonradan düşününce bir gerçekliği olması gerekmediğine karar vermiştim. Yaşadıklarımın bilinç altımda bir yansımasıydı işte. Daha fazla anlam yüklemeye gerek yoktu.

Dışarıyı izlerken penceremin hizasında, Saray bahçesinin duvarında oturan birini gördüm. Öne doğru eğilip, gözlerimi kıstığımda ise o kişinin Kevin olduğunu anladım. Demek ki uyku tutmayan tek kişi değildim.

“Kevin!” diye bağırdım var gücümle. Daha sonra sesimin ne kadar yüksek çıktığını fark ederek dudaklarımı ısırdım.

Sanırım bütün Saray erkanını ayağa dikmiştim.

Kevin omzunun üzerinden dönüp baktı. Mimiklerini tam seçemesem de kollarıyla bana aklını mı kaçırdın diye soruyor olduğunu anlamıştım. Aman onu insan yerine koyup selam verende suçtu.

“Ne?” dedim ellerimi iki yana açarak.

Hay aksi.

Yine çok bağırmıştım.

Kevin elini anlına vurdu. Onunla böyle iletişim kuramayacağımız ortadaydı. “Geliyorum!” diye gürledim bu seferde. Sesim de bekçi olduğum için mi bu kadar yüksekti acaba?

Koşar adımlarla Saraydan çıkıp, Kevin’ın yanına ulaştım.

“Bin beş yüz kişinin yaşadığı bir yerde, gecenin ikisinde avazın çıktığı kadar bağıramazsın Lisa!” diye azarladı beni görür görmez. İyi be. Bilerek yapmamıştım ben de herhalde. Ağzımdan kaçıvermişti işte. Ayrıca onun beni azarlamaları da tepemi attırmaya başlamıştı.

Suratımı ekşittim. “Sana da Merhaba. Evet beni de uyku tutmadı. Ah, tabi ki sohbet edebiliriz. Bana da iyi gelir.” Dedim hızlı hızlı. Sonra da az önce onun oturduğu yere çöküp, bağdaş kurdum. Başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. Bana ne yapacağını bilmediği küçük bir kız çocuğuymuş gibi bakıyordu. Benden nefret ettiğini düşündüğüm günleri özlüyor olmalıydı.

“Neden uyumadın?” Diye sordu birkaç saniye sonra pes edip yanıma yerleşirken. Omuz silktim. “Hala buraya alışmaya çalışıyorum.” Tümüyle doğru sayılamayacak cümleme karşılık Kevin birkaç saniye sessizliğe gömüldü. Onunla buradaki herkesten daha yakındım aslında ancak son günlerde pek sohbet etme fırsatımız olmamıştı. Saatler süren eğitimler boyunca dahi tam bir öğretmen edasıyla bana komutlar vermekten başka bir şey yapmıyordu. Şimdi düşününce bana soğuk davranıyor olduğuna dair bir kuşku zihnimi ele geçirdi. İstemeden bir hata yapmıştım ya da tavırlarımla onu canından mı bezdirmiştim acaba?

“Kafamı kurcalayan bir şeyler var.” Dedi en sonunda biraz dalgın bir sesle. Her şey benimle ilgili olmak zorunda değildi sonuçta. Belki de terfi edilmek onun için benim sandığım kadar iyi bir şey değildi.

Açıklama yapmasını bekledim ancak belli ki benimle derdini paylaşmak gibi bir niyeti yoktu. “Dünyadayken hayatım boyunca tanıdığım en patavatsız insan olduğunu düşünüyordum.” Dedim kafasının biraz dağılmasını sağlamak amacıyla. Kaşlarını çattı. “Değişti mi düşüncen?”

Bakışlarımı karşıya, Sarayın uçsuz bucaksız görünen manzarasına çevirdim. “Tabi ki değişti. İnsan olmadığını öğrendim bir kere.” Yüz hatları az öncekinin on katı falan daha fazla gerildi. “O kadar mı?” sesinde sahte bir alınganlık vardı. Yeniden ona baktığımda gözlerimiz çakıştı. “Patavatsız da değilmişsin. Ketum bile sayılabilirsin hatta. Baksana, hala bana kafanı neyin kurcaladığını söylemedin. Oysa yakın arkadaş olmaya başladığımızı sanmıştım.”

Dudağının kenarında belli belirsiz bir tebessüm baş gösterdi. “İnanılmaz birisin.” Dedi daha çok kendi kendine konuşur gibi ama bu ona cevap vermeme engel değildi elbette. “Ben gayet normalim. Siz inanılmazsınız.”

Aklıma Ares’le ilk karşılaştığımızda yaptığımız konuşma geldi. Beni garip olanın ben olduğuma nasıl ikna ettiğini hatırladım. “Ya da sen haklısındır. Bilemiyorum.” Diye tamamladım sözlerimi pes ederek.

“Özür dilerim.” Dedi aniden manasızca. Kaşlarım istemsizce havalandı. “Bir şey yapmadın ki.”

Başını sağa sola sallarken, gerçekten pişman görünüyordu. “Yaptım.” Diye girdi lafa üzerine basarak. “Arven ve Karla’nın ilişkisi olduğunu aylarca senden sakladım.”

Yüreğimde ince bir sızı baş gösterdi. Bunu daha önce öğrenmek ister miydim emin değildim ama Kevin’ın kendini kötü hissetmesine gerek olacak bir alınganlığım da yoktu. “Benim aşk hayatım için orada değildin. Daha önemli bir görevin vardı ve önce söylemek işlerin sarpa sarmasına neden olurdu. Sonuçta az daha Arven’i öldürüyordum.” Dedim. Üstelik gerçek düşüncelerim tam olarak bunlardı. Ona hiç kızgın değildim.

“Canının yandığını hayal etmek bile canımı sıkıyor.” Diyerek dişlerini birbirine kenetledi Kevin. Vay canına. Bu kadar kafaya taktığına hiç ihtimal vermezdim. Demek ki yakın arkadaşlığımız tek taraflı değildi.

“Boş ver. Üç hafta değil de yıllar geçmiş gibi üzerinden. Eskisi kadar umursamıyorum. Hem eminim ikisi de layığını bulmuştur.” Dedim kendimden emin. Keşke Ares’in Arven’e yaptıklarını da söyleyebilseydim. Böylece gerçekten gününü gördüğüne onu ikna edebilirdim.

“Sevindim.” Kevin bana doğru hafifçe eğildi. “Bir de… Buraya geldiğimiz gece…” durdu. Aniden yüzü o kadar yakınıma gelmişti ki buz kestim.

Bu işte kesinlikle bir terslik vardı ve sanırım aptal kafam olanları algılayamıyordu. Sustu.

Sustum. Ne yapacağını anladığımdan değil. Ne söylemek istediğine dair ufacık bir fikrim bile yoktu. “Kevin…” diye sormaya yeltenecek oldum ancak dudakları dudaklarıma değince tüm kelimeler ağzıma tıkıldı.

Hayır.

HAYIR!

Bunu yapamazdı.

Aceleyle geri çekilip ayağa fırladım. “Uykum geldi benim.” Dedim elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırarak. “Lis…” diye itiraz edecek olduysa da izin vermedim. “Sonra görüşürüz.” Var gücümle koşarak kendimi Saray’a attım ve sırtımı duvara yaslayıp derin bir nefes almaya çalıştım.

Ah. Kahretsin.

Yakın arkadaş olduğumuzu sanıyordum ancak belli ki kendimi kandırmıştım. Kevin’ın beni arkadaş olarak gördüğü falan yoktu ve bu korkunçtu. Onu seviyordum ve tek istediğim geldiğim dünyayı tanıyan birinin beni anlayacağına güvenmekti. Kalkıp beni öpecekse ne anladım bu işten!

Nasıl davranmam gerekiyordu? Okyanustan atlarken olduğu gibi görmezden gelsem üzerini kapatabilir miydim? Victoria’nın Kevin’dan hoşlanıp hoşlanmadığını bile öğrenememiştim daha. Böyle bir aşk üçgeninin içine giremezdim. Üç hafta! Daha üç hafta dahi olmamıştı ve şuna bak! Başıma gelmeyen saçmalık kalmamıştı!

“Lisa! Neredesin sen? Koca Saray’da seni arıyorum.”

Victoria’nın sesi yerimden sıçramama sebep oldu.

Kevin’ın beni öptüğü yüzüme bakılınca anlaşılıyor muydu acaba?

Zorlukla yutkunarak boğazımı temizledim ve koca evrenin en sıradan günündeymişiz gibi normal görünmeye çalışarak gülümsedim. “Uyku tutmadı. Hava almaya çıkmıştım.” Dedim nefes nefese.

Victoria kaşlarını çattı. “Koştun mu?”

Hızlıca başımı salladım. “Akşam sporu. Dünyada hep yapardım.”

Bana deliymişim gibi bakmayı sürdürürken yanıma yaklaştı. “Sabahtan beri bir değişiksin. Her şey o kabusla başladı.”

Değil mi ama? Günümü mahveden şey kesinlikle o aptal rüyaydı. Keşke onu çöpe atabilmemin bir yolu olsaydı.

“Beni neden arıyordun ki?” diye sordum Victoria’nın koluna girip onu dış kapıdan uzaklaştırırken. Bana imalı bir bakış attı. “Annem uyuyana kadar peşimi bırakmadı yoksa kahvaltıdan hemen sonra gelecektim yanına. Benden bir şey gizlemeyeceğini düşünüyorum ama yine de kafamı kurcalıyor.”

Eyvah. Kevin’la beni mi görmüştü? Gerçi ta kahvaltıdan sonrasından bahsediyordu. Yoksa Kevin öncesinde ona bu konu hakkında imada falan mı bulunmuştu? Sorarsa ne diyecektim? Açıklama düşünecek vaktim olmamıştı hiç ama! Nasıl bu kadar kısa sürede koca bir yalan havuzuna batmıştım böyle? İçimden bir ses o havuzda boğulmama çok az bir zaman kaldığını söylüyordu.

“Sevgili kurabiyem,” dedi Victoria merdivenlerin başında durup. Sesi oldukça sakindi ancak bir o kadar da sorgulayıcıydı. Korku dolu mimiklerimi bastırmaya çalışarak ben de durdum. Başını hafifçe yana eğdi.

“Sabahki misafirimizi… Ares’i yani, daha öncesinden tanıyor olabilir misin?”

Loading...
0%