Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. Bölüm-İgnis’in Gücü

@melikemn

🔥

Her insan hayatı boyunca mutlaka yalan söylerdi. Hiç söylemedim derken bile hem de…

Benim yalanlarım bir tık fazla sayılırdı ancak hepsi beyaz yalan dediklerimizdendi. Annem Karla’dan nefret ettiği için onunla buluşacağım zamanlarda başka bir arkadaşımla olacağımı söylerdim mesela. Ya da sevdiğim birisi dış görünüşüyle ilgili soru sorduğunda beğenmesem de güzel bulduğumu söylerdim. Bunların kime ne zararı olabilirdi değil mi? Şimdi ise şartlar benim alışık olduğumdan daha ciddiydi. Ağzımdan çıkan her yalanın hayatımı dönüşü olmayan bir yola sokma ihtimali vardı. Üstelik önümdeki tek seçenek yalanken…

Victoria aklımdan ve kalbimden geçen her bir detayı anlatmak için yanıp tutuştuğum biriydi ancak Rahlia ve kurallarına hala o kadar yabancıydım ki kız kardeşime karşı bile dürüst olmak ürkütücü görünüyordu.

“Annie’nin dükkanında görmüştüm. Orada tanıştık.” Dedim pat diye. Eh, bu yalanların şahı sayılmazdı. Hala beyazın kıyılarında dolanıyordum.

Victoria’nın yüz hatları bir süre daha gergin kaldıysa da sonunda gevşedi. “Biliyordum. Sana bakışları bir garipti.” Diye yorum yaptı kendinden emin. Onu kandırmayı başardığım için mutlu hissetmiyordum elbette ancak üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi rahatlamıştım.

Yeniden ilerlemeye başladığımızda merakla sordum. “Nasıldı ki bakışları?” Ares bana nasıl bakıyor olabilirdi ki? Kötü mü? Meraklı mı? Tehlikeli mi?

Aşık mı?

Yuh yani Lisa. Gidip gelinlik seç istersen bir de!

“Sana bakmak hoşuna gidiyor gibi.” Dedi omuz silkerek. O bunu çok sıradan söylemişti ancak benim kalp atışlarımı hızlandırmıştı. Gülümsemek istememiştim ama aniden oluverdi. Üstelik o kadar şanslıydım ki Victoria bunu daha ilk salisesinde yakaladı. “Ondan hoşlandın mı?” diye bağırdı şaşkınlıkla. Kardeşim olduğunu her hareketiyle ispatlamayı başarıyordu.

Hoşlanmak kelimesinin ne anlama geldiğini dahi bilmiyormuş gibi kocaman bir “NE?” döküldü dudaklarımdan. Aferin kızım. Biraz daha zorlarsan yılın en iyi oyuncusu ödülünü kaparsın!

“Öyle bir şey olsa bana söylerdin ama.” Derken imalı bir tını kullandı. Biraz daha konuşursa utançtan yerin dibine girecektim şimdi! Ofladım. “Doğru dürüst tanımadığım birine karşı duygularım olabilir mi hiç?”

Hah. Kendimi bilmesem az daha ben bile söylediklerime inanacaktım.

“Çok yakışıklı tabi orası ayrı.” Dedi Victoria. Dudağımı ısırdım. “Öyle.” Diye mırıldandım kendi kendime daha çok. Ayrıca bir Feniks melezi ve dokunuşunu da inanılmaz derece hissediyorum bu yüzden de aklımı yitirmek üzereyim diye eklemedim.

Odamın olduğu koridora çıkana kadar çok şükür ki Ares konusu kapanmıştı ve Victoria annesiyle ilgili can sıkıcı olaylardan bahsetmeye başlamıştı. Kate bana Victoria’nın yasak aşkıymışım gibi davrandığı için onu bir tek kodese kapatmadığı kalmıştı. Buna rağmen bir şekilde yan yana gelmeyi başarıyorduk.

Üvey anne: 0 Lisa ve Victoria: 1

Victoria’ya hızlıca iyi geceler diledikten sonra odaya girip, kapıyı usulca örttüm. Sırtımı yaslayıp yere çöktüm ve derin bir iç çekip, yüreğime doluşan negatif enerjiden kurtulmaya çalıştım.

Kız kardeşimin radarına girmiştim bu yüzden Saray’dayken Ares’le arama olması gerekenin bin katı falan daha fazla mesafe koymalıydım. Ayrıca onun benden hoşlanma ihtimalinden çok dokunuşumu hissediyor olduğu için kafasının karıştığını düşünüyordum. Aynısı benim içinde geçerliydi ve buradan bir imkânsız aşk doğmasına izin vermeyecektim. Şu lanet çözüldüğünde ve aramızdaki çekim her neyse sona erdiğinde hepimiz rahat bir nefes alırdık. Ben Rahlia’daki sıradan sayılabilecek hayatıma devam ederdim ve o da boyutlar arası takılırdı işte. Belki ara sıra beni dünyaya götürürdü.

Hayır!

Onunla herhangi bir aktivite yapmayacaktım.

Oldukça kararlı bir tavırla ayağa kalktığımda zihnime bu defa da Kevin’la olanlar ilişti. Hızlı adımlarla koşup pencereden baktım. Hala aynı yerde oturuyordu. Gözlerimi sımsıkı yumup, kendimce zamanı geri almaya çalıştım.

Tabi ki olmadı.

Kevin beni öpmüştü ve ben bunu ne unutabiliyor ne de yok sayabiliyordum.

Şuradan atlayıp kendimi öldürsem her şey herkes için yoluna girer gibi gelmeye başlamıştı.

Oflayarak yatağıma döndüm ve botlarımı çıkarıp uzandım. Kuş tüyü döşeğim bile bana zevk vermiyordu artık. Belki üç beş fotoğraf çekinsem iyi hissederdim ancak benin antidepresanım olan telefonumu, dünyada ıssız bir yere fırlatmıştım. Hoş. Yanımda getirsem ne olacaktı ki? Rüzgarla mı şarj edecektim?

Yorulmuş gibiydim. Deliler gibi efor harcadığımdan değil ancak bu kadar olayla nasıl baş edeceğimi bilmediğimden… Ya da geleceğe dair bir umudum olmadığından belki… Oysa Rahlia’ya adım attığımda her şeyin daha güzel olacağını zannetmiştim. Arven ve Karla yoktu. İnsanları öldürmekten korkmak yoktu. Alıştığımı düşünmüştüm.

Ares’le karşılaşmamış, saçma bir lanetin içine çekilmemiş veya Kevin’ın zıvanadan çıkan duygularını öğrenmemiş olsaydım keşke. Gerçi koca evrende temasını hissedebildiğim tek varlıkla tanışmamak büyük bir kayıp olurdu. Bu duyguyu tatmadan ölmek istemezdim ama her iyi şeyin kötü bir bedeli vardı anlaşılan.

Gözlerimi yumdum. Aklıma dün gece gördüğüm kâbus geldiyse de umursamamaya çalıştım. Her şey üst üste geldiği ve ben hepsini bir anda kaldıramadığım için rüyalarımın yoldan çıktığına karar vermiştim ve bir anlam yüklemekten vazgeçmiştim.

Birkaç dakika sonra uykuya dalarken zihnimi kısa süreliğine boşaltabildim.

**

Sabah saat altıda kendi rızamla uyanıp, yeniden uykuya dalmayı da bir türlü başaramayınca kendime söve söve yataktan kalktım. Akşama daha yıllar vardı ve ben küçük bir çocuk gibi heyecandan yerimde duramıyordum. Sanki Ares’i ilk kez görecektim. Gerçekten birinin beni sağlam bir dövmesi falan gerekiyordu. Aklımın başka türlü başına geleceği yoktu çünkü.

Üzerime deri bir tayt, uzun, bol beyaz bir gömlek ve hâkî yeşil, korseli bir yelek giydim. Ayağıma postallarımı geçirdim ve saçlarımı balıksırtı ördüm. İtiraf etmem gerekiyordu ki, Rahlia’ya dair en sevdiğim olay bu kıyafetlerdi. Kendimi geyşa gibi hissetmeme neden oluyorlardı. Dışarıdan bakılınca, bıçak tutmayı dahi yeni yeni becerebildiğimi kimse anlamazdı.

Düşüncelerimin arasında, zihnimin içine Kevin’ın sesi süzüldü. “Bıçak değil hançer Lis!”

Takıntılı herif. Benim için ikisi de aynı şeydi.

Planımı bir kez daha kafamdan tekrar ettim. Kevin’ın olabileceği alanlardan uzak dur. Görünce görmemiş gibi davran. Dün gece hakkında konuşmaya çalışırsa konuyu değiştir. Sıkışırsan çığlık at. Sonuncuyu uygulamak zorunda kalmam diye umuyordum.

Temkinli adımlarla kapıyı araladım ve dışarıya adım attım.

“Lis?”

Hay şansıma!

Birkaç metre ötemde dikilen Kevin’ı görünce içimden kısa ama etkili bir küfür savurup aynı anda bunun yüz ifademe yansımasına engel olmaya çalıştım. İlk iki planım daha ilk saniyeden çöp olmuştu. Harika.

Kendimi hiç bu kadar köşeye sıkışmış hissetmemiştim. Kesin çuvallayacaktım.

“Kevin!” dedim gereğinden fazla coşkulu bir sesle. Benim bile rol yapabilme yeteneğimin bir sınırı vardı belli ki.

“Seni bekliyordum. Ders olmadığı için uyumak istersin diye düşündüğümden odana gelmedim.” Diye açıkladı Kevin daha önce ondan hiç duymadığım kadar çekingen bir sesle. Kendimi boğmak istememe neden olmuştu.

“Uyku tutmadı.” Hayır. Bunu söylememeliydim. Sebebini sorarsa verecek iyi bir cevabım yoktu. Tüh. Saçma sapan bir ton özelliğe sahip olmak yerine keşke zamanı geriye sarabiliyor olsaydım diye düşündüm yine.

“Bahçeye inelim mi?” dedi geçmem için bana yol verirken. Çaresizce başımı sallayıp onu onayladım. Sarayın bu kadar büyük olmasından ilk defa bu denli nefret ettim. Benim odamın bulunduğu kattan dışarı çıkmak aniden o kadar zor görünmüştü ki, yürümek yerine kendimi yere bırakıverecektim neredeyse.

“Olur. Acelem var ama. Şey…” Lanet! “Babamla konuşmam gerekiyor.”

Hayatımda duyduğum en sahte yalandı.

Kevin kaşlarını çattı. “Öyle mi? Peki.” Gülümsedim. “Öyle.”

Hadi ama. Kimse gelip beni bıçaklamayacak mı? Çok ihtiyacım var!

Taş merdivenleri inerken yanımızdan geçen her muhafıza selam verip, konuşmaya çalıştığım için Kevin bir türlü söze giremedi. Çoğu beni umursamamıştı ama ben her şey yolundaymış gibi dost canlısı görünmeyi sürdürdüm ancak en sonunda ofladığında susmak zorunda kalmıştım. “Anlıyorum konuşmak istemiyorsun ama benim söylemek istediklerim var. Aramıza yersiz bir duvar örmene gerek yok.” Dedi vurgulu bir tonlamayla. Cümlesi nedenini anlamadığım bir şekilde beni kırmıştı. Muhtemelen söylediğinin doğru olmasından kaynaklıydı.

Saray’ın en büyük giriş kapısına varmadan hemen önce duraksadık. Etrafta dolanan kişi sayısı azalana kadar -ki bu yaklaşık bir dakika sürmüştü- sessizce bekledik. Bu sırada kafamda vereceğim cevapları planlamayı denedim ancak hala bulabildiğim tek mantıklı yanıt çığlıktı.

“Özür dilerim.” Diye girdi söze Kevin. “Amacım seni tedirgin etmek değildi. Bazı duygular yaşıyorum ve inan bana benim için de kolay değil. Sadece yeni olmadığını bil. Dünyada, sen benim senden nefret eden bir sınıf arkadaşın olduğunu düşünürken bile böyle hissediyordum.”

Yer yarılsaydı da beni içine çekseydi keşke. Ya da tam arkamdaki duvar üzerime yıkılsaydı. Ne bileyim, kıyamet kopabilirdi mesela. Şu an bazı felaketlerin yaşanması için mükemmel zamanlamaydı.

“Artık sandığım kadar imkânsız olmadığımızı düşünüyorum ve bu bana cesaret verdi.” Dedi son olarak.

Başımı sağa sola salladım. “İmkansızız Kev.” Bunu söylemek o kadar zordu ki ağlamak istemiştim ama Kevin beni şaşırtarak gülümsedi. “Henüz. Lis.” Kafasını hafifçe yana eğip, elini uzattı ve saçımdan düşen ufak bir tutamı kulağımın arkasına ittirdi. Refleks olarak bileğini yakaladığımda ise gülümsemesi genişlemişti. “Ama imkansızlar imkân kazanana kadar… Hala en güvendiğin bekçi olarak yanında olacağım. Bir beklentim, talebim yok. Sadece… Yanındayım.”

Sanırım bir tık gerilmiştim. Anlamsız özgüveni tepemi attırmak üzereydi. Kolunu indirdim ve benimle olan temasını sonlandırdım. “Konuyu kapatmaya ve olmamış gibi yapmaya ne dersin?”

Beni tek bir kafa hareketiyle onayladı ama bakışları aksini iddia ediyordu. Pekâlâ. Boştan yere umut etmek istiyorsa kendisi bilirdi. Ben onunla gayet net konuştuğumu düşünüyordum.

“Şanslısın. Kral geliyor.” Dedi gözlerini yan tarafımda bir noktaya dikip. Sorma. Ne şans ama!

“Hiç baba dırdırı çekemem şimdi. Kaçtım ben.” Diyerek hareketlendiğimde önüme doğru bir adım atıp beni durdurdu. “Onunla konuşacağını söylememiş miydin?” yüzündeki imalı ifadeye bakılırsa, en başından böyle bir şeyin gerçek olmadığını anlamıştı. Söylediğim yalanı unutmam da bunun koca bir ispatı olmuştu. Yine de asla ama asla geri atmayacaktım. “Doğru.” Omuz silktim.

Babam yanımıza yaklaşırken, arkasındaki muhafızlara durmalarını söyledi. Kevin onu başıyla selamlayıp uzaklaşırken bana bir kez daha gülümsedi ve sırtını dönüp gözden kayboldu. En azından kafam biraz daha rahat edecekti. Vicdan azabı çekmem gereken bir durum kalmamıştı.

“Ne haber?” dedim babama el sallarken. Bir saniyeliğine gözlerini yumup derin bir nefes aldı. “Üslubun konusunda ciddi bir düzenleme yapman gerekiyor.” Diye uyardı beni otoriter bir sesle. Kasıntı herif. Tadımı kaçırmasa olmazdı. Zaten yakın arkadaşımın bana âşık olduğunu öğrenmiş olmam yeterince moral bozucu değilmiş gibi bir de onun babam yerine sürekli kralım gibi emirler yağdırması can sıkıntıma tuz biber olmuştu.

Yalandan kafamı salladım. Az ileride bıraktığı muhafızları göz ucuyla kontrol etti. Bizi izlemediklerinden emin olunca ise söze girdi. “Tüm ömrünü dünyada geçirdikten sonra Rahlia’ya ayak uydurmanın zor olduğunu anlıyorum ama yüzyıllardır süregelen sistemi senin için esnetemeyiz.” Oysa zaten ondan böyle bir talebim olmamıştı. Sadece biraz daha babammış gibi davransa ölmezdi. Bir hata yaptığımda uyarmak yerine zindana atmakla tehdit etmeseler benim için yeterli olacaktı.

“Tamam.” Demekle yetindim çünkü Kevin’dan sonra bir de ona laf anlatasım gelmemişti. Babam sakinliğime şaşırmış olacak ki kaşlarını kaldırdı. “Güzel. Ayrıca…” biraz öne eğilip sesini alçalttı. “Artık yemekleri bizimle yemeni istiyorum.”

Acaba bana bunu söylemekten ne zaman vazgeçerdi? “İstemiyorum. Hem benim sizlerle olmam sadece sorun yaratıyor. Ben olmadan daha mutlusunuz sanıyordum.” Dedim üstünlük taslayarak. Bunun kalbimi kıran bir detay olduğunu ise sesli dile getirdiğimde fark etmiştim. Çok saçma. Sanki bu ukala saray erkanının arasında yer almak hoşuma gidermiş gibi bensiz mutlu olmalarına üzülüyordum. Bir aileye ihtiyacım yoktu. Annemle bile aynı sofraya oturmalarımız nadirdi. Tek başıma yemekten her zaman zevk almıştım. O halde… Neden yüreğimde bir kıpırtı vardı?

Ah… Yaşlanıyordum… Bunun başka açıklaması olamazdı.

On sekizden sonrasını hiç sevmemiştim.

“Misafir değilsin Lisa. Henüz herkes bilmese de bu hanedanın bir parçasısın. Aynı zamanda bir bekçisin. Hayatının geri kalanında burada yaşayacaksın. Burada evleneceksin. Bekçi çocuklarını burada büyüteceksin. Hatta kim bilir belki tahtta söz sahibi olacaksın.” Diye bir şeyler zırvaladı babam. Tüyler ürpertici hatırlatmalarına kulaklarımı tıkama fırsatı bulamamış olmam korkunçtu. Evlenmek, çocuk… Koca galakside en uzak olduğum şey falandı. Hele taht… Şimdi kusacaktım.

“Cidden geleceğimi konuşmak zorunda mıyız? Şu an gayet iyiyim ben. İnan bana dünyayı özlediğim falan yok. Arkadaşlarım bile var. Hiç sıkılmıyorum. Lütfen düşünme. Beni zindana atmayın ya da idam etmeyin yeter. Kalanını ben bir şekilde hallederim.” Dedim hızlıca. Sonra ona karşı yeterince dürüst olmadığımı fark ederek ekledim. “Sırf biyolojik olarak babamsın diye kendini sorumlu hissetme. Beni kızın olarak görmediğinin ya da gözünde kayda değer bir yerde olmadığımın farkındayım. Sorun değil. Ben de babamsın gibi hissetmiyorum zaten.” Öyle hissetmek istiyor muydum tartışılırdı ancak güncel durum buydu. Babanın olması nasıl bir duygu tatmamıştım. Bunu düşünmemiştim de. O hayatıma girdikten sonra bile hem de…

Sözlerim onu afallatmış olmalıydı çünkü birkaç saniye hiçbir şey söylemedi. Sonunda ise duruşunu dikleştirip, üzerindeki kalın, bordo kaftanı düzeltti. “Çok dikkat çekmemeye çalış.” Dedi konuyu öylece kapatarak.

Ağzımdan dökülen her bir kelimenin doğru olduğunu biliyordum ancak buna rağmen bu kadar kolay onaylayacağını düşünmemiştim ama sessizliği koca bir evetti benim için ve üzerine söyleyebileceğim hiçbir şeyim kalmamıştı. Bu yüzden, “Peki.” Diye mırıldandım sadece. Pekiydi…

**

Akşamüzerine kadar bahçede boş boş oturup Ares’i beklememiş gibi o bana doğru gelirken şaşkın bir yüz ifadesi takındım. “Erken gelmedin mi?” diye sordum bir de tavrımı yetersiz bularak. Bence ne kadar ilgisiz olduğumu ispat etmiştim.

“Daha erken geldim.” Dedi aramızdaki mesafeyi azaltırken. “Saray’ın çatısından ne kadar süre daha beklemeye devam edeceğini izliyordum.”

Kahrolası uçan canlılar.

Geri adım atmadım. “Ben… Hava alıyorum. Saray baya bunaltıcı. Seviyorum burada oturmayı.” Kafamı karıştıracak olan tebessümü yüzüne yerleşmeden hemen önce ekledim. “Ne kadar süredir ordasın ki?” sesimin tedirgin çıkmasını istememiştim ancak olmuştu işte. Bugün ölmem için harika bir günken neden hala nefes alıyordum? Gerçek olması için daha kaç defa tekrar etmeliydim?

“Bir süredir.” Dedi çok net bir cevap vermiş bilmişliğiyle. İmasını duymazlıktan geldim. Onun yerine dağınık, siyah, parlak saçlarına baktım. Üzerine giydiği siyah geniş gömleğe, bacaklarını saran siyah pantolonuna, postallarına… Zaman Çukurundaki halinin aksine şu an ne kadar çok bekçilerden biri gibi göründüğüne inanamadım.

Kehribar gözleri yüzümde dolanıyor, beni oradan oraya sürüklüyordu. Yine de sessiz geçen birkaç saniye tamamen normale dönmemi sağlamıştı. Konuyu değiştirmeye karar verdim. “İlk dersimiz ne?”

“Öncelikle küçük bir ipucum var. Ders sonunda bir arşiv araştırması yapacağız. Rahlia kaynaklarına ulaşabilir miyiz?” diye sordu. Cevabını bildiğim bir soru sormuş olmasının yarattığı özgüvenle, hızlıca başımı salladım. “Saray Kütüphanesine bakarız.”

Ares gömleğinin kollarını yukarı sıyırıp tam önümde durdu. “Güzel.” Dedi bir sorunu çözüme kavuşturmuş gibi. Otoriter bir sesle devam etti. “Şimdi bana dokun.” Aklıma ilk olarak edepsiz sayılabilecek bir ton şey geldiği için konuşmadım. Bunun yerine açıklamasını bekledim.

“Gözlerini kapat, bedeninde dolanan enerjiyi çağır ve tüm gücünle saldırıya geç.” Diye telkinler verdi arka arkaya. Tam olarak ne istediğini algılayamadığım için öylece durmayı sürdürdüm. Karşımda bir kaya gibi dikiliyordu. Ya da bir heykel… Yunan heykeli…

“Sana saldırmamı mı istiyorsun?”

Başını usulca salladı. “Ne kadar yukarı çıkarsan, o kadar sert çakılırsın. Gücünün zirvesine ulaşacağız ki, dibini görebilelim.” Dedi. Benim içi gereğinden fazla teorik olan sözleri oldukça anlamsızdı. Kimya öğretmenim Bay Wilson bile daha mantıklı konuşuyordu.

“Buradaki herkes doğduğu andan itibaren yeteneklerinin farkında olarak büyüyor. Bir şekilde bu yetenekleri zamana yayarak kullanıyorlar da… Sen farklısın. On sekiz yıl o enerjiyi içinde sakladın ve hiçbir zaman açığa çıkaramadın. Bunu kontrol edebilmen için önce kontrolsüzce birikmiş enerjiyi boşaltman gerekiyor.”

Söylediğini nasıl yapacağıma dair ufacık bir fikrim bile yoktu. “En son kontrolsüzce enerjimi boşaltmaya kalktığımda Arven’i öldürüyordum.” Dedim bunun ona tehlikenin boyutunu ispat edeceğini düşünerek. Omuz silkti. “Öldürmemiş olman can sıkıcı.” Herhangi bir cümlemi ciddiye almayacaktı belli ki. “Öldürecek gücün var. Şimdi onu benim üzerimde deneyeceğiz.” Diye tamamladı sözlerini.

Yanlış mı anlıyordum yoksa onu öldürmeye çalışmamı mı istiyordu? Hah. “Aklını kaçırmış olmalısın.”

“Düşün. En son neye çok öfkelendin mesela?”

Pekâlâ, onun benden çok daha şey bildiği aşikardı. Sorgulamak yerine söylediklerini yapmak daha akıl karıydı. Kafamda birkaç olayı tarttım. “Kevin’ın beni öpmesine.” Dedim pat diye. Çünkü ben bir aptaldım.

Ares’in yüz hatları bir yay gibi gerildi ve kırmızıya dönen gözlerinden bir ok fırlatacakmış gibi tam gözlerimi hedef aldı. Bir saniye öyle yoğun baktı ki sanki yalnızca bakışlarıyla beni ortadan ikiye bölebilirdi. Boğazını temizledi. Duruşunu dikleştirdi. Derin bir nefes alıp kirpiklerini kırpıştırdı. “Tamam. Peki, ona nasıl tepki vermek isterdin? Ya da verdin?” son sorusu bariz bir merak içeriyordu. Hay aksi. Gerçekten ağzımdan çıkanların hiç ayarı yoktu.

“Kaçtım.” Kaşları çatıldığı sırada devam ettim. “Ama suratına sağlam bir yumruk geçirsem fena olmazdı.” Kevin’ın kendine gelmek için ihtiyacı olan tek şeyin bu olduğundan bu sabah söylediklerinden sonra emin olmuştum ama en azından bu kısmı Ares’le paylaşmamam gerektiğini akıl edebildim.

“Bir yumruk…” diye tarttı kafasında Ares. “Yeterli değil.”

Ellerimi iki yana açıp ona karşı çıktım. “Ne? Beni öptü diye onu da mı öldürmem gerekiyor?”

Bana doğru bir adım attı. “Hayır.” Dedi üzerine basa basa. “Gerekmiyor.” Sesinde garip bir ima vardı. Yine tehlikeli denebilecek kadar yakınıma ulaşmıştı. “Ama ben yapabilirim belki.” Yeniden eski rengine dönen göz bebekleri, hala ateş saçıyordu.

Yutkundum. “Dersi kaynatıyorsun.” Ve irademi yerle bir ediyorsun diye devam etmedim.

“Ders bugünlük bitti.”

Beklediğim kesinlikle bu olmadığı için düşünmeden itiraz ettim. “Hayır. Bitmedi.” Aniden elini belime koyup beni kendine çekti. “Bitti.” Dedi net bir sesle. Kehribar gözleri bir kez daha gözlerime çarptı. Kalbim bir anda ağzımın içinde atmaya başlamıştı. Aceleyle kirpiklerimi kırpıştırıp, ellerimi göğsüne koydum. Onu usulca ittirip, botumun kenarına sokuşturduğum sahte ignisimi çıkardım. Kevin bunun bizi yaralamaktan öteye gidemeyeceğini söylemişti bu yüzden kullanırken rahat ediyordum. James ve Victoria’nın hediye ettiği sembolik ignis de vardı ama onu yatağımın altına koymuş, bir daha gün yüzüne çıkarmamıştım. Bana negatif enerji veriyordu. Belki de James’in hediyesi olduğundandı.

“Denemek ister misin?” diye sordum ona uzatıp. Konuyu başka yöne çekersem Kevin konusunu kapatabileceğimi ummuştum.

Hem bu şu an bekçilikle ilgili en iyi bildiğim şeydi ve bu yüzden kendimi ilk defa ondan daha bilgili hissediyordum. Ben melez olsam dahi bekçi genlerim baskındı. Bu yüzden İgnis kullanmayı öğrenmek zorundaydım ancak o baskın bir feniks meleziydi. Belki hiç ignis görmemiş dahi olabilirdi çünkü bekçilerin, feniksleri ortadan kaldırmak için kullandığı bir silahı kullanmayı öğrenmesi için bir sebep yoktu. Ayrıca ellerinden ateş çıkıyordu. Bir silaha neden ihtiyaç duysundu ki? Böyle düşününce bir tık özgüvenim kırıldıysa da sonrasında aklıma onun ateşini söndürebildiğim geldi.

“Bana meydan mu okuyorsun?” diye sordu eğlenir gibi. Neyse ki tümüyle gevşemiş görünüyordu. Bu Kevin’ı öldürmekten vazgeçtiği anlamına mı gelirdi?

Ona ayak uydurmaya karar verdim. “Bunun ne olduğunu biliyor musun?” diye karşılık verdim sorusuna. Tavrımdan memnun olacak ki gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı. Daha önce bu kadar güzel gülen bir varlık görmediğimden emindim.

Dik dur kızım. Koyuverme kendini.

Ares ona doğrulttuğum İgnis’i daha ben ne olduğunu anlayamadan çevik bir hareketle kaptı. Kendimi mızıkçılık yapmaya hazırlamışken, arkama geçip tek elini belime sardıktan sonra, hançeri tuttuğu elini boynuma doladı. İgnisin ucu tam şah damarımın üzerindeyken yanağı yanağıma yaslanmıştı. Yaklaşık bir saniye içinde aldığı pozisyon yüzünden başım dönerken, elimde tuttuğumu sandığım özgüvenim yerle bir olmuştu.

Refleks olarak gözlerimi yumdum. Bana bir şey yapmayacağını bilmeme rağmen ölümle burun buruna gelmiş gibi ürpermiştim. Zaman Çukuru’nda beni Kan Hırsızlarının arasından çekip çıkardığında Azrail’im olduğunu düşündüğüm zamanı hatırladım. Aynı ölüm duygusu bedenimi ele geçirdi. Nefes alışlarım yavaşladı ve bir an için zihnim allak bullak oldu.

“Üç farklı evreni gezerek yüzyıllar geçirdim. Senin bilip benim bilmediğim bir şey olduğunu sanmıyorum.” Dedi her şey çok yolundaymış ve şu an şah damarıma bir hançer dayamamış gibi.

Terleyen avuç içlerimi bacaklarıma sürttüm. “Var.” Dedim son kalan meydan okuma çabamla. Bana bu kadar yakınken ve göğsünün her hareketinde sıcak nefesi yanağıma çarpıyorken pek sağlıklı konuşamasam da kendimi tümüyle bırakmayacaktım.

“Ne?” diye sordu merakla. Zincirlere vurulmuş gibi kaskatı kesilmiştim. Dahası kurtulmak için çaba da harcamıyordum. Halimden memnun muydum yoksa düşünme yetimi mi yitirmiştim emin olamadım.

“Tokalaşmak.” Derken nefes borumun tıkandığını hissettim. Ya o çok bastırdığı içindi ya da ben gerildiğim için bilmiyordum ama sahte İgnis boynumu kesip atacakmış gibiydi.

Ares haklılığımı kabul ederek beni serbest bıraktı. Aramıza aniden koyduğu mesafe rahatlatıcı ama bir yandan da buruktu. “O kadar çok öldürmekten bahsettik ki beni öldüreceğini düşündüm bir an.” Dedim şakayla karışık bir sesle. Hayal mi görmüştüm acaba? Bana yaklaştığı anda zihnim allak bullak olmuştu. Bir kısmını kafamda kurmuş dahi olabilirdim. Üzerimde bıraktığı etki içimi ürpertmişti. Uzak kalmamız için tek sebep ona kapılıp gitmem değildi belki de. Henüz bilmediğim, daha tehlikeli ihtimaller vardı.

Elindeki İgnis’i bana uzattı. “Bir daha öyle bir şey düşünürsen… Hızlı davran.” Dedi. “Önce sen beni öldür. Rakibin hamlelerini tahmin etmen yetmez. Engel olman da lazım.”

Tabi. Ölümsüz olması dışında bir sorun yoktu. İç çektim.

Titredim ancak üşüdüğüm için değil. Hançeri hızlıca kavrayıp, tekrar botuma sıkıştırdım. Bir gün içinde elli kez falan ölümden bahsettiğimizden olsa gerek, ruhum çekilmiş gibi hissediyordum. Geçen gece, rüyamda diri diri gömülüyor olduğumu gördükten sonra ölüm zihnimde farklı bir noktaya yerleşmişti.

Daha çok vaktimi araştırmaya ayırmalıydım. Hala bakma fırsatı bulamadığım yüzlerce kitap vardı. Tek başıma hepsini okumak yıllarımı falan alırdı gerçi ancak başka çarem yoktu. Ares’le sorunum her neyse bulmam gerekiyordu. Lanetin kendini gün yüzüne çıkaracağı an elbet gelecekti ve hazırlıksız yakalanmak istemiyordum. Ayrıca ondan uzak durmaya çalışmak yeterince zordu. Bir de üzerimde bıraktığı garip etkilerle nasıl mücadele edeceğimi bilmeyince, her şey bir çıkmaza giriyordu.

“Şimdi beni Saray kütüphanesine götürür müsün?”

Dersin başında nedenini soramamıştım çünkü onu görünce kısa süreli bir şuur kaybı yaşıyordum. Oraya soylular dışındakilerin girişi yasaktı ancak elbette benim umursadığım kısım burası değildi. “Ne oldu?” diye sorarken çoktan hareketlenmiştim. Ares’te peşime düştü. “Marcus’tan aldığım bir ipucum var ancak kanıt lazım.” Marcus’un kim olduğunu da sormaya yeltendiğimi fark etmiş olacak ki kısık sesle ekledi. “Babamdan.”

Babası olması çok anormal bir durummuş gibi şaşırdım. Onun Feniks babasını hayal etmek zordu. Birlikte yaşadığı herkesten farklı olarak o küllerden doğmamıştı, bir anne ve babaya sahipti. Bunu kabullenmek niyeyse ilginç geliyordu. “Babanla aran iyi mi?” diye sordum beni ilgilendirirmiş gibi.

“Eh.” Demekle yetindi. “Onu pek sık görmüyorum.”

Dudağımı büzdüm. “Niye? Zaman Çukuru üç metre kare falan bir yer. İstemeseniz bile beş dakikada bir karşılaşıyor olmanız gerekir.” Diyerek yarı alaylı bir ses tonu kullandım ancak esprim onu güldürmedi. Zaten sesli dile getirince bana da komik gelmemişti. Bugün patavatsızlığım üstümdeydi.

“Birincisi, Zaman Çukuru Rahlia’dan çok daha geniş. İkincisi de Fenikslerde insanlar veya bekçilerin geliştirdiği şekilde bir aile ilişkisi yok.” Dedi. Adımlarımı yavaşlatıp, tam yanıma gelmesini bekledim. “Boş ver. Benim aile ilişkilerim de mükemmel sayılmaz.” Onu teselli etmek istemiştim ama onun bu durumu dert ediyor gibi bir hali yoktu zaten.

Saray’ın kapısından girmeden önce duraksadım. “Kimseye yakalanmamamız gerekiyor çünkü seni kütüphaneye soktuğumu görürlerse bu defa kesin zindana atılırım. Kral kendi kızına bile acımıyor.”

Ares elimi tutup beni içeri soktu. “Merak etme. Seni oradan kaçırırım.”

Gülümsememem gerektiğini biliyordum ama kendimi tutamadım. Ares merdivenlerin başına gelene kadar elimi bırakmadı ve ben de bir an için bile geri çekmeyi düşünmedim. Tam temasımızı sona erdirirken de adım sesleri kulağımı doldurdu. Çevik bir hareketle beni sürükleyip merdiven boşluğunda, duvara yasladı.

“Ben neden saklanıyorum ki?” diye mızmızlandım o tam önümde, çok yakınımda dikilirken ve hala bir eli elimdeyken. Susmam için parmağını dudağıma yasladı. Ofladım. “Kimse ben burada…” Kevin’ın sesini duyunca cümlem yarıda kesildi.

“Lisa ve sen ha?” dedi yanındaki kişi. Henry. Kevin, üç kelimeyi dahi bir araya getirmeye tenezzül etmeyen muhafız arkadaşımla benim dedikodumu mu yapıyordu?

“Baş muhafız olduğuma göre, aramızda bir engel yok.” Henry benim prenses olduğumu bilmese de prensesin en yakını olmak da statü olarak üstün görülüyordu. Bu yüzden belli ki şu an Kevin’la şartlarımız eşitlenmişti. Ares’le bakışlarımız çakıştığında kehribarlar yine kırmızıya çalmak üzereydi.

“Kralla konuşmadan önce bir kez daha düşün yine de.” Diye yanıtladı onu Henry. Kevin’ın kafasındaki plan tam olarak neydi anlamıyordum ama iyiden iyiye sinirlerim bozulmaya başlamıştı.

Ares’in hareketlendiğini gördüğümde, diğer elini de ben tuttum. Adım sesleri uzaklaştı ve Kevin ve Henry çok şükür ki saçmalıklarla dolu yeni bir cümle daha kurmadı. Tuttuğumu yeni fark ettiğim nefesimi serbest bıraktım. Sanırım konuyu kapatan tek kişi bendim ve Kevin ortalığı karıştıracak bir hamle yapmaya hazırlanıyordu. Babamla ne konuşacağını düşünmek dahi istemiyordum çünkü zaten bunun olmasına izin vermeyecektim.

“Şimdi daha önemli bir işimiz var.” Dedim aklımdaki cümlemi sesli tamamlayıp. Ares beni onayladıktan sonra neyse ki daha sakin görünüyordu.

Kütüphaneye çıkana kadar tekrar kimseyle karşılaşmadık ve ben devasa demir kapıyı kapattığımda da artık yalnızca Ares ben ve kitaplar vardık.

“Ne arıyoruz?” diye sordum ona binlerce kitabı işaret edip. Gözleri kütüphaneyi hızlıca taradıktan sonra büyücü kitaplarının olduğu kısma yöneldi. O nasıl anlamıştı bilmiyorum ama ben hangi koridorda ne kitap olduğunu dahi ezberleyecek kadar çok burada vakit geçirmiştim ancak hala yeni bir bilgi bulabileceğimize inancım tamdı.

Ares’in peşine düştüm. Birkaç kitabı kucağına toplayıp masalardan birini üzerine bıraktı. Bordo kapaklı, altın işlemeli birini bana uzatıp, kendisi düz siyah ciltli bir kitabı açtı.

“Zaman Çukuru’nda evrenle ve diğer ırklarla ilgili pek bilgi edinemezsin. Ben ne öğrendiysem Dünyadan ya da Rahlia’dan öğrendim. Marcus diğer Feniksler gibi değil çünkü Bekçilerle vakit geçirmiş olan nadir Fenikslerden biri. Bu yüzden onun yardımcı olabileceğini düşündüm.” Diye anlatırken bir yandan da kitabın sayfalarını hızlıca çeviriyordu. Bu kadar kısa sürede ne yazdığını nasıl anlıyordu bilmiyordum ama sormanın pek sırası değil gibiydi. Ben de önümdeki kitabı araladım ve onun onda biri kadar falan bir hızla okumaya koyuldum.

“Büyücüler bizler gibi değil. Bir arada yaşamazlar. Üremezler. Çoğalmazlar. Kolay kolay yok olmazlar da. Birkaç büyücüyle tanıştım ancak daha önce hiçbir büyücünün öldüğünü duymadım.” Dedi. Evrende hiyerarşik bir düzen vardı ve bu düzenin tepesinde Abasis yer alıyordu. Hemen arkasından büyücüler, Feniksler, bekçiler ve insanlar geliyordu. Biz melezlerin ise bu sıralamaya girmeye hakkı yoktu.

Lanetli ırk…

Kitapta bir bölüm gözüme takıldı.

Büyücüler istemediği sürece onları bulmak imkansızdı. Kendi aralarında özel bir iletişimleri vardı ve birbirlerinin varlığını hissedebiliyorlardı.

Kaşlarımı çattım.

“Bu ne demek ki?” diye sordum daha çok kendi kendime. Ares bakışlarını önümdeki kitaba dikti. Parmağımla, okuduğum paragrafı işaret ettim. Aniden yüzü aydınlandı. “Marcus haklıymış.” Dedi onda ilk kez gördüğüm bir heyecanla.

Sabırsızca kolunu dürttüm. “Bana da açıklayacak mısın?”

Kitabın kapağını kapatıp duruşunu dikleştirdi. “Abasis’i bulmaya hazır mısın?” diye sordu ciddi bir tavırla. Hiçbir şey anlamıyordum. “Nasıl?”

“Biz, yanımızda dikiliyor dahi olsa o olduğunu anlamayız ancak bir büyücü varlığını hissedebilir.”

Gülümsedim. “Annie, Abasis’i bulabilir mi diyorsun?” diye yorumladım sözlerini. Aynı gülümsemeyle bana karşılık verdi. “Annie Abasis’i bulmak zorunda diyorum.”

Tarif edemediğim bir heyecan yaşıyordum. Bir şeyleri başarmış olmanın gururuydu belki de. Ya da Ares’le aramızdaki engelleri kaldırmaya yaklaşmış olmanın umudu… En azından bir kısmını… Sonuç olarak içim içme sığmıyordu.

“Hadi gidelim o zaman.” Dedim aceleyle kitapları toparlarken. Tek tek aldığımız raflara yerleştirirken “Nereye?” diye sordu bir ses.

Ares’e ait olmayan bir ses…


Lütfen beğenmeden geçmeyin. Yarından sonra bölümler her perşembe gelecek. Takip etmeyi unutmayın.


Loading...
0%