@melikemn
|
🔥 Daha önce hapse girmemiştim. Hatta nasıl bir yer olduğunu filmlerden ve dizilerden gördüğüm kadarıyla biliyordum. Bir polisle konuşmuşluğum bile yoktu. Annem hep yaramaz bir çocuk ve sorunlu bir genç kız olduğumu söylese de belki de şans eseri başımı hiç belaya sokmamıştım. En azından suç işlememiştim. Rahlia’da defalarca kez zindana atılmanın kıyısından döndüğüm düşünülürse ve dünyada bir süre için polis tarafından arandığımı hesaba katarsak gerçekten sadece şans eseri yırtmıştım. Şu son günlerde olanlara bakılırsa ise yırtamayacağım zamanlara yaklaştığım söylenebilirdi. İki adım ötemde Ares ve onun az ilerisinde, Kütüphanenin kapısında dikilen Kevin’a bakarken kapının açıldığını dahi duymayacak kadar zihnimin bulanmasına izin verdiğim için kendime küfürler yağdırıyordum. “Kev?” dedim masum bir sesle. Yüz ifadesine bakılırsa şu an ne yaparsam yapayım onu yumuşatamazdım. Sabah onu net bir dille reddetmiş olmam da pek işimi kolaylaştırmazdı muhtemelen. Bir gün de kaç farklı felaket gelebilirdi ki başıma? Bunun bir sınırı yok muydu? Bence kotam çoktan dolmuştu. “Lisa?” diye karşılık verdi bana otoritesini ortaya koyarak. Arkadaşım Kevin değildi orada dikilen. Saray’ın baş muhafızıydı. Bu hapı yuttuğum anlamına mı gelirdi? Acaba Ares beni kaçıracağını söylerken ciddi miydi? Buna gerçekten ihtiyacım olacak gibi duruyordu. “Gidelim mi Prenses?” dedi Ares omzunun üzerinden bana dönüp, hafifçe elini uzatmıştı. Şakacı. Sanki şu an elini tutup onunla çıkmam çok normal olurmuş gibi benden bunu yapmamı mı bekliyordu gerçekten? Boğazımı temizleyip Ares’e yaklaştım ve hemen yanında durdum. “Eğitimimle ilgili bir bilgiye ihtiyacımız vardı.” Diye de açıklamaya koyuldum kendimden emin. Bu son yirmi dört saat içinde söylediğim bin beş yüzüncü yalan falan olmalıydı. Yalan iyiden iyiye ağzıma yuva yapmıştı. Bunun bana vidan azabı çektirmesine izin vermemek için kendimle yoğun bir iç hesaplaşmaya giriştim. Hesabın kime kalacağı henüz belirsizdi. “Saray dışından herhangi birisi yasal izin olmadan Saray kütüphanesine giremez.” Dedi Kevin gözleri Ares’le benim aramda gidip gelirken. Omuz silktim. “Öyle mi? Tamam. Bir daha gelmeyiz.” Umursamaz tavrımla Kevin’ı çileden çıkarıyor olmalıydım çünkü yumruklarını sıktığını gördüm. “Şu herifi çıkar şimdi şuradan.” Diye tısladı adeta bana doğru. Kaskatı kesilmiş bir halde, bakışlarıyla beni bir kodese hapsetmişken, korkudan tüm ilgimi Kevin’a verdiğim için Ares’i bir saniye için görmezden geldim. Ne büyük hata! Benden tarafa olan elinin ortasında yanan bir ateş topu gözüme çarpınca panikle elini tuttum. “Gidelim mi Ares…” böyle de çok samimi olmuştu. “Bey…” Bey mi? Gerçekten mi Lisa? Kevin çat diye gözlerini ellerimize indirince elektrik çarpmış gibi geri çekildim. “Oldu o zaman biz kaçtık.” Dedim hareketlenirken. Kevin buz gibi bir gülümsemeyle bakıyordu yüzüme. “Dersiniz bugünlük bitsin çünkü yemek saati yaklaşıyor.” Ofladım. Bu nasıl bir ikilemdi böyle? Ares’le birlikte Annie’nin yanına gitmem lazımdı. Oturup yemek yiyecek halim yoktu ancak diğer türlü de tüm dikkatleri üzerime, daha fenası Ares’in üzerine çekerdim. “Tamam.” Diye yanıtladım onu çaresizce. Kevin’a doğru ilerlerken bir an için durup Ares’e baktım. Kırmızıya dönen göz bebeklerini görünce dehşete düşmüş bir şekilde yeniden önüme döndüm. Kevin donmuş gibi öylece dikildiği için kolunu tutup çekiştirmem gerekti ancak neyse ki kapıdan uzaklaşmasını sağladım. “Şu adamı çıkar dedim Lisa.” Dedi bir kez daha ve bu sefer daha büyük bir öfkeyle. Onun manasız tavrına söyleyecek çok lafım vardı ama şu an sırası değildi. “Tamam. Sonra da hemen yemek salonuna geleceğim. Git sen.” Kevin başını yana eğdi. “Burada bekliyorum. Birlikte gideriz.” Ah! Lanet! Dişlerimi birbirine kenetledim. “Of!” diye çıkıştım bıkmış bir tavırla ve hızlı adımlarla kütüphaneye döndüm. Karşımda Ares’i bulmayı bekliyordum ancak yere dağılmış birkaç kâğıt parçası dışında bir şey göremedim. Boğazım düğümlendi. Kütüphanenin açık penceresine bakıp derin bir iç çektim. Sessizliği canımı sıkmıştı. Öylece gitmesi ise kalbimi paramparça etmişti. Sonuç olarak burada dikilirken yüreğim göğüs kafesime sığmıyor, nefes almak bile zor geliyordu. Çaresizce arkamı dönüp çıkmak üzereyken gözüme yerdeki kağıtlardan biri ilişti. Eğilip aldım. İlk olarak en alttaki ismini okudum. Sonra ise üzerine yazdıklarını… Yarın sabah. Ormanda. Gülümsedim. Komik değildi. Sadece üç kelime başı sonu dahi olmayan bir cümlecikti ama suratımda saniyelerce aptal bir tebessüm kalmasına neden olmuştu. Kâğıdı katlayıp taytımın beline sıkıştırdım ve kendime çeki düzen verip yeniden kütüphaneden çıktım. Kevin koridorun sonuna doğru yürüyordu. Şükürler olsun ki sırtı dönüktü. Saçma bir yalan daha düşünmem gerekmeyecekti. İki adım daha atıp döndü ve bu defa da bana doğru yürümeye başladı. Volta atıyordu. Önden yemeğe gidip otursa ölürdü çünkü. “Baya da acıktım aslında.” Dedim ona doğru yaklaşırken. Olabildiğince her şey normalmiş gibi davranmaya çalışıyordum. Kaşlarını çattı. “Gitti mi?” Anında kafamı salladım. “Görmedin mi?” Rolümü büyütüp arkama baktım. “Çoktan gözden kaybolmuş şu işe bak.” Kevin’ın yüzünde soru işaretleriyle dolu bir ifade olsa da üstelemedi. Bunun yerine geçmem için bana yol verdi. Merdivenleri çıkarken ve bir üst koridoru yürürken de herhangi bir yorumda bulunmadı. Tam konuyu kapattığını düşünerek rahat bir nefes alacaktım ki yemek salonuna yaklaştığımız sırada aceleyle önüme geçti. “Ne ara bu kadar samimi oldunuz?” Bir saniyeliğine gözlerimi kapatıp, sakinleşmeye çalıştım. “Kiminle?” diye sordum safa yatarak. “Lisa. Kimden bahsettiğimi biliyorsun.” dedi üzerine basa basa. Kevin’ı seviyordum. Kalbini kırmaktan korkacak kadar hem de ancak sabrımın sınırına ulaşmasına ramak kalmıştı. “Samimi değiliz. İyi bir eğitmen sadece.” Başını olumsuz anlamda, sağa sola salladı. “Sadece öyle olmadığını anlamayacak kadar aptal değilim.” Buraya kadardı. En yakın arkadaşım Kevin içimdeki kendine güçlü bir darbe indirmişti. “Bunun seni gram ilgilendirmediğini anlamayacak kadar aptalsın ama.” Diye yapıştırdım cevabı kollarımı göğsümde kavuştururken. Onu üzdüm. Hem de gözle görülecek kadar çok üzdüm. Pişman mıydım? Evet. Yine olsa yine yapar mıydım? Evet. Yanından geçip yemek salonuna girdim ve yüzüme en sahte gülümsememi yerleştirip sevgi dolu aileme selam verdim. “İyi akşamlar.” Masada tanımadığım birkaç yüz daha olduğu ve kafam da yemek dışında her şeyle meşgul olduğu için tek bir yorum dahi yapmadan Victoria’nın yanına oturdum ve tabağımdakilere odaklandım. Birkaç saniye sonra Kevin’da içeri girdi ve James’in tam karşısındaki yerini aldı. Ondan tarafa bakmadım. Bir süre de bakmayı düşünmüyordum. Aklım daha çok Ares’le dolu olduğundan pek Kevin’a odaklanamıyordum. “İyi misin?” diye sordu Victoria kulağıma eğilip. “Bilmiyorum.” Diye yanıtladım onu bugün belki de ilk defa dürüst olarak. “Yemekten sonra odama gel.” Dedi. Kafamı sallamakla yetindim ve yemeğin geri kalanında ne tek kelime ettim ne de doğru düzgün bir şeyler yedim. Sadece bir an önce sabah olması için dua ettim. Garip bir Ares zehirlenmesi yaşıyor olmalıydım. Her şeyden vazgeçecek, herkesi silecek kadar hem de… Annie’nin sözlerini hatırladım. Ares’in dokunuşumu hissedebildiği için benden uzak kalamadığını söyleyişini… Beni bu hale getiren şeyin adı her neyse tek taraflı olmalıydı. Üstelik o kadar imkansızdık ki… Tüm yaşananların aklımı başıma getirmesi gerekiyordu ama benim aklım hepten gidivermek üzereydi. ** Gece yarısına doğru soluğu Victoria’nın odasında aldım. Yemekten sonra kafamı toplamak için biraz zamana ihtiyacım vardı ancak daha sonra Victoria’ya haksızlık ettiğime karar vermiştim. Ona karşı biraz daha dürüst olabilirdim. Artık burada iyiliğimi isteyen tek kişi olduğundan emindim. Kevin’ı birkaç saat önce denklemin dışına itmiştim. Birine güvenmem gerekiyordu. Ares dışında herhangi birine… Victoria’nın penceresinin hemen altında geniş, zümrüt yeşili bir kanepe vardı. Ayakları altın işlemeli, sırtı taht gibi süslüydü. Hayatımda gördüğüm en abartılı koltuktu. Bayılmıştım! “Bundan bana da alabilir miyiz?” diye sordum Victoria’ya. Omuz silkti. “Alırız tabi.” Ona teşekkür ettiğimi belli eden bir bakış gönderdim. Sonra da kanepeye çöküp, kendimi bıraktım. Ne kadar yorulduğumu ancak buraya uzandığımda fark edebilmiştim. “Seni dinliyorum. Annem yüzünden pek fırsat bulamıyoruz konuşmaya ancak bir şeylerle mücadele ettiğinin farkındayım. Seni uzun süredir tanımıyor olmam kız kardeşimi anlamıyorum demek değil.” Dedi Victoria bir bilge edasıyla. Stresli bir iç çektim. En fazla ne olabilirdi? Beni öldürecek hali yoktu. Babama mı şikâyet ederdi? Eh, bazen risk almak gerekiyordu. Tabi ya. Hayatımda hiç risk yokmuş gibi… “Sana bir soru soracağım. Tek kelime. Net bir cevap istiyorum. Evet ya da hayır.” Dedim doğrulup koltuğun üstünde bağdaş kurarken. Yüzünde bir merak ifadesi belirdi. “Sor.” Derin bir nefes aldım. “Kevin’a aşık mısın?” Victoria kaşlarını kaldırdı. “Hayır.” Samimi gibi görünüyordu. Yine de cevabından tatmin olmadığımı fark etmiş olacak ki ekleme gereği duydu. “Onunla aramda garip bir bağ olduğu doğru. Aşk gibi değil ama. Kardeşlik gibi daha çok. Ben daha doğmadan kaybetmiş ailesini. Rahlia her zaman bu kadar sakin bir ülke olmuyor. Babam kral olmadan önce bir ayaklanma sırasında ölmüşler. Aynı ayaklanmada o zamanki kral da öldürülmüş.” Şaşkın bir nida çıktı dudaklarımın arasından. “O zamanki kral derken… Büyükbabamızdan mı bahsediyorsun?” Victoria başını sallayıp onayladı beni. “James’le Kevin hemen hemen aynı yaşta. Aynı dönem James’in annesi de ölünce…” Victoria, babamın karısının bir Feniks tarafından öldürüldüğünü düşündüğünü daha önce söylemişti. Aklıma yine istemsizce Ares geldi. Oysa Victoria’nın odasına onu zihnimden uzaklaştırabileceğimi düşünerek girmiştim. “Annem Saray’da ailesi olmayan çocuklara eğitim veriyormuş o sıra. Babamla evlenince de James’in üvey annesi oldu tabi. James’le Kevin’da o kadar iyi anlaşıyorlarmış ki ikisini hiç ayırt etmemiş annem. Babam da tabi…” omuz silkti. “Ben doğunca iki abim var gibi büyüdüm hep.” Hem James hem de Kevin için üzüldüm. Lanet olası hassas kalbim. İkisine de öfke doluyken nasıl içimi sızlatabilirlerdi ki? “Tabi öz abim olmadığını biliyordum. Belli bir süre ona hayrandım da… Saray’da başka erkek görmeden büyüdüğüm için olabilir ama.” Son cümleyi söylerken güldü. Ben de ona eşlik ettim. Babam Kevin’ı bu kadar benimsemişken, ben öz çocuğu olmama rağmen asla kabullenmemesi bir tık moralimi bozmuştu. Sonrasında bunun bencilce olduğuna karar verdim ama içimdeki burukluk geçmedi. “Şimdi sana dönebilir miyiz?” diye sordu Victoria azarlarcasına. Daha fazla bu yükü tek başıma taşıyamayacaktım. En azından bir kısmını bırakmam gerekiyordu. “Dün gece bahçede Kevin beni öptü.” Dedim pat diye tek avazda. Victoria’nın göz bebekleri kocaman oldu. “Yok artık.” Suratımı buruşturdum. “Ona karşı bir şey hissetmiyorum. Yakın arkadaş olduğumuzu sanmıştım çünkü dünyadan gelirken ve geldikten sonra hep yanımdaydı ve bana destek oldu ama şimdi takıntılı bir aşık gibi davranıyor sadece.” Diye de açıklamaya devam ettim. Victoria ilk şoku atlatamadığından olsa gerek bir süre konuşmadı. Ardından aklı yeni başına gelmiş gibi güçlü bir nefes koyuverdi. “Kevin’ı James’ten daha iyi tanıyorum çünkü James hep kasıntı ve soğukken Kevin benimleydi. Hırslıdır. Muhtemelen vazgeçmeyecektir.” Dedi Victoria. Korktuğum başıma geliyordu. “İyi de ben ne yapacağım? Ondan kaçıp duracak mıyım? Şimdi Ares’i de radarına aldı.” Ofladım. “Ben ona ne yapacağımı bilirim de muhtemelen yapacağım şeyin de saçma sapan bir cezası vardır!” Sinirlenmeye başlayınca ayağa kalkarak odanın içinde oradan oraya yürüyüp sakinleşmeye çalıştım. Victoria güldü. “Ares konusunda haklıyım yani.” Dedi. Konumuz bu muydu? Ah! “Hayır!” diye çıkıştım neredeyse bağırarak. Daha çok güldü. Böyle devam ederse tüm öfkemi ondan çıkaracaktım! “Ne kadar stres altında olduğumu görmüyor musun?” Yanıma geldi ve bana sarıldı. “Kurabiyem… Senin dünyanda işler nasıl ilerliyor bilmiyorum ama özellikle bir prensessen burada birinin sana âşık olmasının hiçbir anlamı yok. Çünkü bunun kararını dahi kral verir.” Demek ki o yüzden Kevin babamla konuşmaktan bahsediyordu. Ondan izin mi alacaktı? Babam izin verirse ne olurdu peki? Aynı takıntılı, ruh hastası tavırları sürecek miydi? İçimde kocaman bir endişe topu büyüyüp duruyordu. Geri çekilip Victoria’ya bakarken suratımı buruşturdum. “İzin vermezse ne olur ki?” Yüzü gölgelendi. “Öğrenmek istemezsin.” Diye yanıtladı sorumu ama aniden durgunlaştığı gözümden kaçmamıştı. Sanki bunu bizzat deneyimlemiş gibi… Sormak istedim ancak daha ben söze girmeden konuyu değiştirdi. “Ares’le ilk dersiniz nasıldı?” imalı sesini duyunca yanından geçip yeniden koltuğa çöktüm. “Eh.” Dedim kısaca. Gözlerimi başka yöne dikmiştim çünkü saçma sapan bir hareketle kendimi ele vermekten korkuyordum. Victoria’da gelip yanıma oturdu. “Sana bir tavsiye.” Dedi uzanıp elini elimin üzerine koyarken. Kaşlarımı çattım. “Yanlış adama âşık olma.” Gizli bir iş yaparken yakalanmış gibi telaşlandım. “O bir kere olur.” Diye yanıtladım düz bir sesle. Elimi çektim ve aceleyle önüme döndüm. Konu burada kapandı ancak cümlesi bir süre daha beynimin içinde dönüp duracaktı. ** Başıma gelebilecek en kötü şey geldi. Güneşin doğuşuyla birlikte gözlerimi açtım ve bir daha uykuya dalmayı bir türlü başaramadım. Sanırım erken kalkmayı huy edinmiştim. Daha berbat ne olabilirdi ki? Homurdanarak kalkıp küveti doldurdum. Ilık suyun içinde dakikalarca öylece durdum ve beynimi yiyip bitiren düşüncelerin beynimi yiyip bitirmeye devam etmesine göz yumdum. Buraya ilk adım attığımda telefonum, bilgisayarım ve makyaj malzemelerim olmadan nasıl yaşayacağımı düşünüyordum ancak günler o kadar yoğun geçiyordu ki sıkılmaya dahi vaktim olmamıştı. Buna sevinmem gerekirdi sanırım ama gerçekten artık biraz sakinliğe ihtiyacım vardı. Durulanıp havluma sarındım. Aynanın karşısına geçip yüz hatlarımı inceledim. Kaz ayaklarım mı çıkmıştı? Daha bir ay olmadan çökmüş müydüm? Bilmem kaç yaşında olmasına rağmen hala taş gibi görünen Kate geldi aklıma. Acaba Rahlia’da genç kalmak için tam olarak nasıl yaşamak gerekiyordu? Onun yaptığı gibi sorunlara sırtımı dönüp, yoklarmış gibi mi davranmalıydım? Ya da soruna sebep olacak şeylerden kaçmam mı lazımdı? Onun hem kendini hem de Victoria’yı benden uzak tutmak için harcadığı üstün çabayı düşündüm. Belki de çözüm buydu. Canını sıkan her şeyden olabildiğince kaçmak… İyi de benim baş sorunumdan hiç kaçasım yoktu ki… Hızlıca üzerimi giyinip, saçıma ve soluk tenime biraz çeki düzen verdim. Olabildiğince kimseye görünmeden, hızlı ama temkinli adımlarla merdivenleri inip, ince koridordan müştemilat tarafına geçtim. Ardından ormana en yakın kapıdan dışarı çıktım. Eteğimin cebine sıkıştırdığım kâğıdı çıkarıp sanki ezberlemesi çok zor bir yazıymış gibi bilmem kaçıncı kez daha okudum. Yarın sabah. Ormanda. Tebessümümü içime gömüp adımlarımı hızlandırdım ve ormanın nispeten ücra ve Saray’ın herhangi bir bölümünden görünemeyecek, sık ağaçların olduğu kısmında durdum. Onun gelip beni bulacağını biliyordum. Bu yüzden boşuna ortalıkta dolanmayacaktım. Ağacın dibine çöküp beklemeye başladım. Erken gelmiştim. Sabah demişti ama bence şu an fazla sabahtı. Bu kadar da sabahtan bahsettiğini düşünmüyordum. Aradan birkaç dakika geçti. Bulamamış mıydı acaba? Acele mi etmiştim? Biraz daha odada oyalansa mıydım? Sabırsızlanarak ayaklandım. Ağaçları inceledim. Gövdelerine dokundum. Vazgeçmişti muhtemelen. Dün Kevin’la gittiğim için o kadar kızmıştı ki beni göresi falan yoktu. Ağlamak istiyordum. Kollarımı göğsümde kavuşturup, tek ayağımı toprağa vurmaya başladım. Bir el belimi kavradı. Tenimde hissettiğim ağırlık gerilen tüm hücrelerimin aniden gevşemesini sağlamıştı. Ona sinirliydim ama unutmam bir salise falan sürdü. Ayaklarımın yerden kesildiğini fark ettiğimde az daha çığlık atacaktım ancak bakışlarıyla beni susturdu. “Soru sorma. Buradan çıkalım. Anlatacağım.” Dedi esrarengiz bir tonlamayla. Söylediğini yapıp tek kelime dahi etmedim. Usulca havalandık. Ağaçların üstüne doğru yükseldik ve birkaç saniyenin ardından yeniden zemine bastık. Kanatları görüş açımdan çıkınca nerede olduğumuzu anlamak için etrafa bakındım. “Vay canına…” diye mırıldandım kendi kendime. Saray’ın çatısındaydım… “Biri bizi takip ediyor.” Derken tavrı ürkütücüydü. Kaşlarımı çattım. “Kim?” Başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. “Bilmiyorum ama bunun yeni bir şey olduğunu sanmıyorum.” Dedi. Bir bu eksikti. “Yanlış anlamış olabilir misin?” “Olamam.” Harika. Ellerimi belime koydum. Düşündüm. Kimin bizim peşimize düşebileceğini daha da önemlisi uçarak yolculuk yapan Ares’i takip edebileceğini bulmaya çalıştım. Bir Feniks belki. Rahlia’ya girmenin bir yolunu bulmuş olabilirdi. Herhangi bir bekçi Ares’e yetişecek kadar yetenekli olamayacağına göre… Bir büyücü müydü? Öyleyse onu bulmamız imkânsız falandı. “Ne yapacağız?” diye sordum korkuyla. “Her ne yapıyorsak onu.” Derken netti. Oysa bana hiç mantıklı gelmemişti. Ya yakınlaştığımızı görmüşse… Ya konuşmalarımızı duymuşsa ve aramızda bir şeyler olduğunu düşünüyorsa… “Nasıl yani? Bırakalım da ne haltlar yediğimizi öğrensin mi?” Kaşlarını usulca havalandırdı. “Ne haltlar yiyormuşuz?” Evet Lisa. Cevap ver. Bu cümleyi kurarken kafandan ne geçtiyse onu söyleyebilecek misin bakalım? “Laneti bulmaya çalışıyoruz ya!” bağırdım. Yersizdi ama olmuştu bir kere. “Hem senin Rahlia’da dolanan bir Feniks olduğun ortaya mı çıksın?” Cevabımdan memnun bir şekilde duruşumu dikleştirdim. Çok iyi kıvırmıştım. Zaten asıl önemli olan noktalar bunlarken neden hep kafam edepsiz düşüncelerle doluşuyordu ki? Ben akıllanmazdım. “Bunu her kim yapıyorsa, Bir feniks olduğumu, hatta bir melez olduğumu biliyordur zaten.” Dedi. Eh, haksız sayılmazdı. Kafamın içinde olanları tartıp, hızlı bir yorum yaptım. “Sorunlarımızı bir öncelik sıralamasına falan mı soksak?” Milyon tanesinden hangisini başa tutturacağımızı ben de bilmiyordum. “Annie’yi görmekle başlayalım.” Diye önerdi daha çok benim yerime de karar vermiş gibi. Zaten itiraz edecek halim de yoktu. Bu olaylara hala o kadar yabancıydım ki ne yapmam gerektiğini kestirebilmem imkansızdı. Ares yeniden bana yaklaştığında onu elimde durdurdum -ki bu inanılmaz bir irade gerektirmişti-ve uyardım. “Oraya kadar uçacak halimiz yok.” Dedim. Mantıklı düşünen tarafın ben olması garip hissettiriyordu. Bir saniye için afalladı. “Haklısın.” Diyerek onayladı en sonunda ve bir kez daha bana doğru adım atıp elini belime koydu. “Hala çatıdan inmek için uçmamız gerekiyor ama.” Omuz silktim. Sonrasında beni sarıp sımsıkı tuttuğunda ve ayaklarım yerden kesildiğinde konuşmadım. Hatta yeniden zeminle buluşana kadar çıt sesi dahi çıkarmadım. Bunun yerine zihnimin içinde dolaşan saçma sayılabilecek bir ton düşünceyle boğuştum. Victoria’nın yanlış adama âşık olmamla ilgili sözlerini hatırladım. Kevin’ın imalarını… Babamın Rahlia’da bir hayat kuracağıma inanmasını… Benim her gün daha çok Ares’e kayan aklımı… Onun gözlerinin güzelliğini… Ürkütücü görünen ancak ne olduğunu dahi öğrenemediğimiz lanetimizi… Bizi birbirimize çeken şeyin lanet olabileceğini… “Ares?” dedim yeniden karşı karşıya dikildiğimizde ve kısa süreliğine çakışan bakışlarımızın sonunda ben gözlerimi geri çektiğimde… “Prenses?” Saray bahçesinin büyük kapısında duran at arabalarını inceliyor gibi görünmeye başladım çünkü umursamaz bir hava takınmaya çalışıyordum “Laneti öğrendiğimizde ve belki de çözdüğümüzde… Neler olabileceğini düşünüyor musun sen de?” diye sordum. Onu hazırlıksız yakalamış olmalıydım çünkü birkaç saniye cevap vermek yerine o da benimle at arabalarına bakmayı sürdürdü. “Bazen.” Dedi en sonunda kısaca. “Bu olağanüstü durumlara pek alışık olmadığımdan… Kafamda milyon tane falan ihtimal dolanıyor. Sence en kötü ne olabilir mesela?” Fantastik filmler izlemiştim ama bazı şeylerin filmlerdekinden farklı olduğunu da görebiliyordum. Aradan birkaç saniye geçtiğinde ve Ares konuşmadığında ondan bir cevap alamayacağımı anladım. Belki de en kötü olabilecek şey her neyse kaldıramayacağım kadar korkunçtu. Ya da o bile en kötüsünü hayal edemiyordu. Normal şartlarda onu konuşturana kadar ısrar ederdim ancak o an içimden gelmedi. Bilmek her zaman için iyi sonuçlar doğurmuyordu. “Birini çağırayım da bizi götürsün.” Dedim konuyu tümüyle kapatarak. Sessizliği bir ton soru işareti doğursa da üstelemedim. Zihnimin de bununla dolmasına izin vermeyecektim. Hareketlendiğim sırada Ares elimi tutunca durmak zorunda kaldım. “Gel.” Derken hafifçe çekiştirdi beni. “Ben hallederim.” Kaşlarımı havaya kaldırdım. “At arabası da sürebiliyorsun demek.” Gülümsedim. “Etkilendim.” Aynı tebessüm onun yüzünde de belirince kalbimin yerinden çıkacağını sandım. “Sevindim.” Diye karşılık verdi bana. Onunla flört ediyor gibi görünmek istemesem de buna engel olamıyordum. Gerçi burada işler dünyadaki gibi işlemiyordu. Tavırlarımın da dünyadaki gibi algılanmayacağına kanaat getirdim. Çünkü kendimi kandırmaya ihtiyacım vardı. Hala ona kapılmamak tek amacımdı. Henry’le olduğu gibi Ares’le de at arabasının önüne oturdum. Araba yola koyulduğunda “Kötü bir şey olmasına izin vermeyeceğim.” Dedi aniden. Bir saniye sonra da ekledi. “En azından sana…” Sözleri derin anlamlar içeriyordu elbette ama düşünmek istemedim. Her şeyi olduğu gibi bunu da görmezden gelmeyi tercih edecektim. Sanki ben sormamışım gibi cevabını kulak arkası ettim. “Bana biraz Zaman Çukuru’ndan bahsetsene.” Kaşlarını çattı. Omuz silktim. “Ne var? Senin gibi her gün gelip orayı gezemediğime göre… Merakımı böyle giderebilirim.” Bir an için dönüp bana baktığında bal rengi gözleri parlıyordu. “İstersen seni gezdirebilirim.” Diye önerdi imalı bir tavırla. Asla kabul etmeyeceğim bu fikrini gerçekten düşünüyormuş gibi davrandım. “Peki Kan Hırsızlarına yem olmadan kaç dakika geçiririm tahmini?” Kahkaha attı. Onu çok sık gülümserken görmeme rağmen, kahkahaları sınırlıydı. Bu kadar güzel görüneceğini bilsem bunun daha fazla olmasını sağlardım. “Ciddiyim.” Dedi. “Sana kötü bir şey olmasına izin vermem.” Sırtımı geriye yasladım. “Neden güvenecekmişim sana?” Oysa burada güvendiğim varlıklar sıralamasının başında yer alıyordu ama bunu ona söylemek gibi bir niyetim yoktu elbette. Ares gözlerini önüne dikti. Yüzünde hala eğlenir gibi bir ifade vardı. “Seni bir kere onlardan kurtardığım için olabilir.” Kolumla onu dürttüm. “Eh, makul bir sebep.” Başımı sağa sola salladım. “Ama hala orayı gezmeyi düşünmüyorum.” Ben cümlemi tamamladığım sırada at arabası durdu. Çok hızlı mı gelmiştik yoksa zaman mı hızlı geçmişti emin olamadım. Ares bana doğru dönüp, kolunu omzumun üzerinden uzattı ve elini arkamdaki tahta parçasına yasladı. “Sana bir sebep daha…” dedi ciddileşerek. “Çok istememe rağmen… Kevin’ı öldürmedim.” Aniden yüzü çok yakınıma geldiğinden olsa gerek, zihnim bulandı. Böylece benim hazır cevaplarım da puf diye uçup gitti. “O konuda…” dedim afallayarak ancak devamını getiremedim. Aramızdaki mesafe beş santim falandı. Ne ara bu kadar yakınlaştığımızı anlamamıştım bile ancak başımı döndürmeye başlamıştı. Derin bir nefes aldım. Bu kadar güzel kokuyor olması diğer tüm güzel kokulara haksızlıktı. “Ona zarar verecek bir şey yapmadığın ve kendini tuttuğun için teşekkür ederim.” Diye bir şeyler zırvaladım en sonunda. “Prenses…” diye mırıldandı kısık sesle. Nefesi alnıma ve saçlarıma çarpıyordu. Terleyen avuç içlerimi elbiseme sürttüm. “Kendimi neler için tuttuğumu bir bilsen…” Yutkundum. Hay aksi… Heyecandan ölüp gidecektim. Oysa daha on sekiz yaşındaydım. Gözlerimi yumdum. Kafamı toplamaya ve aramızdaki yok olmak üzere olan mesafeyi açmaya çabaladım. Aniden ayağa fırlayıp, şen şakrak bir tavır takındım. “Ah, gelmişiz bile. Hadi şu yaşlı büyücüyle biraz sohbet edelim.” Diye şakıdım yersiz bir enerjiyle. Ares’in dudağının kenarına yerleşen ukala tebessümü görmezden gelerek kendimi at arabasından adeta fırlattım. Sadece dokunuşumu hissediyor olduğu için yanımda olmak istediğine dair kurduğum teorim yerle bir olmak üzereydi ve bu hiç iyi bir gelişme değildi. Sakin tavırlarla o da hemen arkamdan indi ve Annie’nin dükkânının önüne doğru ilerlediğim sırada, peşime takıldı. Bana yetişemesin diye anlamsız bir hızla ilerliyordum ancak elbette ki bu benimle aynı hizaya ulaşmasına engel olmadı. Sonunda pes ederek yavaşladım ve hemen yanımdaki varlığını kabullendim. Dükkânın önüne geldiğimizde de ona döndüm. “Büyük ihtimalle Abasis’i bulmamıza yardım etmeyecek.” Dedim ikinci bir planı olup olmadığını öğrenmek için. Kapalı olan kapının kolunu kavradı. “Haklısın.” Diye yanıtladı. “Muhtemelen zor kullanmam gerekecek.” Neyi kastettiğini sormak içimden gelmemişti. Hatta bir tahminde bulunmak bile ürkütücüydü. Bu yüzden sessizce onaylamayı tercih ettim. Ares kolu indirdi. Kapı açılmadı. “Kilitli.” Dedi birkaç defa denedikten sonra. “Çok mu erken geldik acaba? Rahlia’da dükkanlar kaçta açılıyor ki?” Geriye doğru bir adım atarken başını olumsuz anlamda salladı. “Annie’nin dükkânı hiçbir zaman kilitli olmaz.” Bu, bir aksilik olduğu anlamına mı gelirdi? Elini göğsüme koyup beni de geriye çekti ve eliyle kapıyı sertçe ittirdi. Ahşap kapı sonuna kadar aralandı -kırılmış da olabilirdi- ve midemi bulandıran bir koku burnumu doldurdu. “Büyücüler bu kadar pis midir genelde?” diye sorarken elimle ağzımı ve burnumu kapatmıştım. Ares konuşmadı. Gözlerinde anlamadığım ancak ödümü koparan bir ifade vardı. Bir saniye için durdu. Kırmızıya dönen gözlerini kırptı ve dükkânın içinde bakışlarını dolandırdı. En sonunda neredeyse uçarak tezgâhın arkasına geçti. “Sikeyim…” diye mırıldandı dişlerinin arasından. Feniksler de böyle küfürler biliyordu demek. Tedirgin adımlarla ben de tezgâha yaklaştım. “Ne oldu?” Koşarak kaçsam ayıp mı olurdu? Ares yere doğru eğilince usulca kafamı uzattım. Annie’nin cansız bedenini de o zaman fark edebilmiştim. Daha önce ölü birini görmemiştim. Ölümsüz sandığım birinin öldüğünü göreceğimi ise aklımın ucundan geçirmezdim. Şokla panik atak arasında dolanan ruh halimi bir kenara bırakıp nefes almaya çalıştım. Artık bu olağanüstü dünyanın bir parçasıydım ve bazı olayları metanetli karşılamam gerektiğini biliyordum ancak başlangıç olarak biraz hızlı giriş yapmamış mıydım? Abasis… sabrımı sınıyorsan… çok zaman kalmadı söyleyeyim… “Hani ölmüyorlardı?” diye geveledim ağzımın içinde zorlukla. Ares kafasını çevirip kırmızı gözlerini benimkilere dikti. “Belli ki birisi bizi takip etmekten fazlasını yapıyor.” Dedi buz gibi bir sesle. Bu iş iyiden iyiye ödümü koparmaya başlıyordu. En başta hissettiğim cesaretim bir tık kırılmıştı. Belki de babam haklıydı. Rahlia’da evlenip çoluk çocuğa karışmam ve bu işlerden uzak durmam en sağlıklısıydı. “Ne olacak şimdi?” Ares ayaklandı. Parmaklarını saçlarının arasından geçirdi ve ellerini beline dayadı. Sonra da şimdiye kadar beni korkutan her şeyden daha fazla korkutacak olan o kelimeyi söyledi. “Bilmiyorum.” Harika… 🔥 Yeni bölüm haftaya perşembe ve ondan sonraki her perşembe gelecek. Siz de lütfen bu arada yorum ve beğenileri unutmayın. Hikayenin gidişatıyla ilgili fikirlerinizi merak ediyorum. Görüşmek üzere. :) |
0% |