Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13. Bölüm-Bir Aşk Meselesi

@melikemn

🔥

Dünya üzerinde görüp görebileceğiniz en meraklı kişi olabilirdim. Dedikoduya bayılırdım mesela. Başkalarının hayatlarını öğrenmek isterdim. Ya da bilmediğim her ne varsa işte… Ancak öyle bir andaydım ki… Hayatımda belki de ilk defa öğreneceğim şeyden deli gibi korkuyor ve öğrenmemek için olabildiğince direniyordum. Annie’nin neden öldüğünü ya da Ares’le beni kimin takip ettiğini gram merak etmiyordum. İnanması güçtü ama günlerdir tek çabam bundan kaçmaya yönelikti. Ne yazık ki bazı gerçeklerden kaçmak pek mümkün olmuyordu. Bunu bana Rahlia öğretmişti.

Annie’nin, dükkanında cansız bedenini bulduktan hemen sonra oradan çıkmıştık. Büyücü için elimizden bir şey gelmeyeceği ve kabullenmek istemesem de ölmesinin sebebi de biz olduğumuz gün gibi ortadaydı. Bunu bile bile orada Ares’le dikilmemiz koca bir saçmalık olurdu. Sonrasında birazda mecbur kalarak bir plan yaptık. En azından ortalık durulana kadar her şey oldukça normal gibi davranacak ve sadece derslerimize devam etmek için buluşacaktık. Bu yüzden kaç gündür Ares’le sarayın bahçesinde bekçilik öğrenmekten başka herhangi bir şey yaptığımız yoktu. İyi yanından bakarsak, oldukça güvende hissediyordum. Onunla ileri gidebileceğimiz herhangi bir ortam oluşmuyordu çünkü bazen Victoria ve sıklıkla da Kevin bizi göz hapsinde tutuyordu. Ona sinirleniyor olsam da bu yaptığı için uyarma niyetinde değildim. İşime geliyordu. Sadece birkaç kez Ares Kevin’ı yakmaya kalkmıştı -ki kesinlikle bunu mecazen söylemiyordum- ama garip bir şekilde bana karşı koyamadığını ve onu sakinleştirebildiğimi fark etmiştim. Kahrolası herif aklımı başımdan alıyordu ve bu da yetmezmiş gibi hissettiklerimin karşılıklı olduğunu düşündürtüyordu. Başıma daha korkunç ne gelebilirdi ve hayatımda daha ne kadar imkânsız birine tutulabilirdim ki… Can sıkıcıydı. Aynı zamanda heyecanlı… Güzel… Hayranlık uyandırıcı… Feniks melezler de bir tür büyücü olabilirler miydi? Çünkü üzerimdeki etkisi sadece aşkla açıklanamayacak kadar güçlüydü.

Sabahın erken saatlerinde yatağımda uzanırken yeniden uykuya dalmak yerine Ares’i düşündüğüm için kendimi öldürmem lazımdı ama tabi ki kendime kıyamazdım. Bu yüzden minik bir fırça atmaktan ötesine gitmedim ve hemen ardından Ares’li anıların içine yeniden dalıverdim.

İflah olmazdım.

Dakikalar ardı ardına akıp da benim hala korkulu rüyam olan aile kahvaltısı saatimiz yaklaştığında zorlukla doğruldum. Rahlia’da daha fazla nefret ettiğim çok az şey vardı ve onların hepsi de toplu aile buluşmalarımızı içeriyordu. Kate’in beni gözleriyle parçalara ayırmak istiyormuş gibi bakması bir yana, James’in yersiz ego dolu sözleri ve bana ilkokul üçüncü sınıftaymışçasına laf sokma çabası dayanılmaz bir hal almıştı. Babam elbette tüm bunları görmezden geliyordu. Ara sıra beni savunmak isteyen Victoria’nın ise lafları çoğunlukla ağzına tıkılıyordu.

Kevin ise… Hala kendini prens beni de uyuyan güzel sanıyordu ve bir öpücükle uyanacağımdan oldukça emindi. Öpünce uyanıp uyanmayacağımı bilemiyordum ancak beni öpmesini istediğim prensin o olmadığını gayet iyi biliyordum.

Bir aydan fazladır buradaydım ve kendime ait bir tarz yaratmayı başarmıştım. Kıyafetlerime, takılarıma ve postallarıma alışmıştım. Hatta bağlandığımı ve onlarla sağlıksız bir ilişki kurduğumu bile söyleyebilirdim. Bundan rahatsız mıydım? Tabi ki hayır.

Aynaya yansıyan görüntüme memnun bir ifadeyle bakarken gözlerimi duvardaki saate çevirdim ve aşağı inmem gerektiği hatırlatan yelkovan ve akrebe lanet okudum. Buna da alışmanın bir yolunu bulmalıydım.

Tüm olumsuz düşüncelerimi bir kenara bırakarak yüzüme en sahtesinden bir gülümseme yerleştirip yemek salonumuza doğru yola çıktım. İçeri girdim ve her sabah olduğu gibi yine neşeli bir sesle “Günaydın.” Diye şakıdım. İçten içe hepsini boğmak istiyor olabilirdim ama bunu onlara belli etme niyetinde değildim.

Kevin “Günaydın.” Diye yanıt verirken, Kate gözlerini devirdi. James gülümsemeye çalıştı ancak daha çok kusar gibi görünüyordu ve babam… Babamdı işte. Kafasını kaldırıp bakmadı bile. Eh, demek ki sarayda her şey yolundaydı.

Sandalyeme doğru hareketlendiğimde dikkatimi başka bir şey çektiği için cinayet planlarımı unutuverdim.

Victoria yoktu.

Şimdiye kadar benden sonra geldiğine hiç şahit olmamıştım.

“Victoria nerede?” diye sordum yerime yerleşirken. Cevabım koca bir sessizlikti. Tadımı kaçırıyorlardı. “Victoria nerede?” dedim tekrar bu defa daha yüksek sesle.

Babam çatalını sertçe masaya koydu ve yüzünü bana çevirdi. Ondan korktuğum falan yoktu ancak yine de bakışları olduğum yere sinmeme neden oldu.

“Bir süre yemeklere katılmayacak.”

Sorgulamak için hazırlandığımda aynı şiddetle ayaklandı. “Afiyet olsun.” Ve konuşmama fırsat vermeden arkasını dönüp hızla salonu terk etti. Hemen arkasından Kevin ve James’te çıktı. Odadaki soğuk rüzgâr da onlarla birlikte ortamı terk eder sandıysam da Kate’in buz gibi ifadesi tüylerimi diken diken etti.

“Bir sıkıntı mı var? Victoria iyi mi? Hasta mı?” diye sordum olabilecek en kibar tonlamayla. Derin bir nefes aldı. Sandalyesini çekti ve sakince ayağa dikildi. “Çok fazla soru soruyorsun.” Dedi beni dövmek ister gibi. “Sormamalısın.” Ve beni masada tek başıma bırakarak çekip gitti.

Gün geçtikçe aile yemeklerimiz bir kabusa dönüşüyordu.

**

Koskoca sarayın koskoca yemek salonunda tek başıma yaklaşık yarım saat oturup da tüm saray erkanına lanet okuduktan sonra biraz daha sakinleştiğime karar vererek çıkmıştım. İlk işim Victoria’nın odasına gitmek olmuştu elbette ancak kapısı kilitliydi ve defalarca çalmış olmama rağmen ses vermemişti. Ya bir ölüm uykusuna yatmıştı ya da orada yoktu. En ufak ihtimal ise beni görmek istemiyordu. Aramızın bozulmasına sebep olacak hiçbir şey yapmadığımdan ya bu işte Kate’in parmağı vardı ya da Victoria sadece benimle değil kimseyle görüşemeyecek durumdaydı. Aklıma doluşan türlü felaket senaryoları yüzünden panik atak geçirmeme ramak kalmıştı.

Gerçekten sevdiğim tek aile üyem ortalıkta yoktu ve kimse bana bilgi verme zahmetinde bulunmuyordu. Hepsi yerin dibine batabilirdi.

Zihnimdeki seçeneklerimi değerlendirdim. Babama, Kate’e ya da James’e sorarak hiçbir sonuç elde edemeyeceğim ortadaydı. Hem bir şeyler bilme ihtimali olan hem de bunları benimle paylaşacak tek bir insan tanıyordum ve can sıkıcı görünse de daha parlak bir plan yapamamıştım.

Victoria’nın odasının önünden ayrılıp yönümü müştemilata çevirdiğimde cümlelerimi kafamın içinde toparlamaya ve en makul olanları seçmeye çalışıyordum. Gerçi gün ortasında Kevin’ı odasında bulmam mümkün sayılmazdı ama şansımı deneyecektim.

Öncesinde mutfağa uğrayıp Olivia’ya selam verdim. Buraya ilk geldiğimde yemeklerimi onunla yerken ne kadar huzurlu olduğumu düşündüm. Keşke hep o zamanki gibi kalsaydım ve tek derdim buraya uyum sağlamak olsaydı. Şimdi bildiklerimden bir nebze korkuyordum. Daha fazlasını öğrenmekten de ve bundan kaçamayacak olmaktan da…

Ares’i laneti öğrenmeye zorlayanın ben olması büyük ironiydi çünkü şu an hiç de öyle hevesli hissetmiyordum.

Tahmin ettiğim gibi Kevin odasında yoktu. Saray’ın içinde miydi onu da bilmiyordum ama önemli değildi çünkü birkaç saat sonra Ares’le dersimiz vardı ve muhtemelen yine kaçırmazdı.

Bahçeye inip çimlerin üzerine uzandım. Ellerimi başımın altına koyup gözlerimi de gökyüzüne diktim. Biraz kafa dinlemeyi umuyordum ama göz kapaklarım ağırlaşıp kapandığında aynı anda bilincimde kayboldu ve derin bir uykuya daldım.

Rahlia’ya geldiğimden beri çok fazla rüya görüyordum ve çoğunu gerçekten yaşıyormuş gibiydim. Bu yüzden kendimi ormanlık bir alanda, boylu boyunca uzanırken bulunca ilk önce buraya ışınlandığımı sandım.

Beline kadar inen siyah düz saçları ve kahverengi gözleriyle karşımda dikilen kadını baştan ayağa süzdüm. Yeşil elbisesi ve buğday tenini inceledim. Güzelliğini bir kenara bırakırsak, hayatımda gördüğüm en asil duruşlu varlıktı ve büyülenmiştim. Yanıma yaklaştığını fark edince benimle konuşacağını zannettim ama yanımdan geçip gitti. Onu daha önce Saray’da görmemiştim. Bu yüzden kim olduğunu epey merak ettim. “Bakar mısınız?” diye seslendim arkasından. Durmadı. “Size diyorum!” diye bağırdım tekrar. Ya kulakları duymuyordu ya da beni umursamıyordu emin olamamıştım. Gözlerimi devirip homurdanmaya başladığımda aniden olduğu yere sabitlenerek bana döndü. Aceleyle yüz ifademi toparladım. Bakışlarımız çakıştı. Kaşları çatıldı ve suratında sorgulayan bir ifade belirdi. Belli ki o beni bir yerlerden tanıyordu.

Yavaş adımlarla yaklaşmaya başladı. Doğruldum. Ya da doğrulduğumu sandım bilemiyordum çünkü hala gözlerim gökyüzüne bakıyordu. Uzuvlarımı hareket ettiremediğimi o an fark ettim. Kadın dibime kadar ulaştığında yavaşça eğildi. Vücudumda akıl almaz bir acı baş gösterdi. Öyle ki bin bir parçaya bölündüğümü zannettim. Kadın elini yüzümde gezdirdi. Nasıl canımı böylesine yakabilmişti? İçimde o kadar büyük bir korku dolanıyordu ki daha önce böylesini yaşamadığımdan emindim. Yeniden ayağa kalkmak ve buradan olabildiğince kaçmak için hamle yaptım ancak tüm çabama rağmen öylece uzanmaya devam ediyordum. Sonunda başka çarem kalmadığında nefes nefese yeniden kadına baktım. Kaşları çatılmış, ifadesi ürkütücü bir hal almıştı. Aklımda tek bir şey vardı o da bu kadından uzaklaşmak. Gözlerimi kapattım ve tüm gücümü toparlayıp bir kez daha olduğum yerden fırlamayı denedim.

Gözlerimi açtığımda zorlukla nefes alıyordum.

“Burada uyuya mı kaldın gerçekten?” diye sordu kafamın ucunda dikilip güneşimi kapatan Kevin. Birkaç saniye gördüğüm rüyanın etkisinde çıkabilmek için kendime izin verdim. Yavaşça doğrulup oturur pozisyona geçtim ve derin bir iç çektim. Victoria için sandığımdan daha fazla endişeleniyordum belli ki. Rüyam üzerine düşünülecek daha birçok şey olmasına rağmen şu an önceliğim kız kardeşimdi. Bu yüzden hızlıca toparlandım. “Victoria nerede Kevin?” diye sordum merhaba veya nasılsın demeye gerek duymadan.

Usulca yanıma oturup bağdaş kurdu. “Odasında değil mi?”

Soruma soruyla karşılık vermesi tepemi attırsa da sakin kaldım. “Hayır.”

Kevin omuz silkti. “Bilmiyorum. Dün akşam bir şeyler olmuş ancak öğrenemedim.” Dedi. Ofladım. Birilerinin beni dikkate alması için ille babamın birkaç tabağını daha mı devirmeliydim yani?

“Bana söylediğini söylemem gerçekten. İyi olduğunu bileyim en azından.” Diyerek oldukça ılımlı bir şekilde konuşup Kevin’ın ağzından laf almaya çalıştım ancak yüz ifadesine baktığımda daha fazlasını bilmediğini anlamıştım.

“Emin ol bir şey öğrenirsem ilk sana söylerim Lis. İyidir ama. Kralla ufak bir sorun yaşamış olmalılar. Başka bir şey olsa gizli kalmazdı.” Dedi beni rahatlatmak isteyerek. İşe yaramamıştı orası ayrı.

“Akşam bir kez daha odasına gider şansımı denerim.”

Kevin bana gülümsemekle yetindi ve önüne döndü. Sonrasında geçen birkaç dakika ikimizde konuşmadık ve sessizlik aramızda garip bir havanın oluşmasına neden oldu. Bana aptal aşkını ilan etmeden önce başının etini yediğim zamanları düşündüğümde içimde ufak bir özlem duygusu belirdi. Uzun süredir tanışmıyorduk ve dünyada çok iyi bir başlangıç yapmamıştık ancak Rahlia’ya geldiğimde kendimi ona oldukça yakın hissetmiştim. Ona değer veriyordum ayrıca. Âşık olacak başka kimse kalmamış gibi gelip beni bulmuştu. İyi bir dayağı hak ediyordu ama bunu ona yapmayacaktım. Şimdilik.

“Dersin başlamak üzere.” Dedi en sonunda hiç de memnun olmayan bir sesle. Ne kadar süre uyumuştum ki ben? “Saat kaç?” diye sordum heyecanlı görünmediğimi umarak.

“Üç.”

Sadece beş dakikalığına daldığımı sanmıştım oysa. İki saatten fazladır uyuyor muydum? Güneşin altında hem de! Pancar gibi kızarmış olmalıydım!

“Yüzüm berbat mı? Ah! Aptalın tekiyim gerçekten. Güneş kremi sürmeden şurada bu kadar saat durduğuma inanamıyorum. Kesin soyulacak yüzüm ve buruşmuş domatese benzeyeceğim!” Ellerimi yüzüme götürdüm. Alev gibiydi!

Ölmek istiyordum!

“O kadar da kötü değil.” Diye bir şeyler zırvaladı Kevin ama ikna olmayacaktım elbette. Ağlamak üzereydim.

Hızla ayağa fırladım. Ares beni böyle görmemeliydi! “Uydurma.” Dedim Kevin’a arkamı dönüp. Güldü. “Abartma Lisa. Biraz yanakların kızarmış sadece. Hem… Baya yakışmış.” Benimle alay ediyordu bir de. Öfkeyle dirseğimi karnına geçirdim. “Dünyadan gelirken bir de fondöten getirsen ölür müydün ya da güneş kremi?”

Yüksek sesli bir kahkaha attı. Adımlarımı hızlandırıp onu geride bıraktım. “Lis!” diye bağırdı ancak durmak ve onu dinlemek gibi bir niyetim yoktu. En azından yüzümü soğuk suyla yıkayacak kadar vaktim olmalıydı. “Benim için Victoria’yı bul Kevin.” Dedim ona bakmadan. Saray’ın kapısındaki muhafızların yanından geçerken kafamı öne eğdim ve koşar adımlarla merdivenleri çıkmaya başladım. Acil bir çözüm bulmalıydım. Dersi iptal mi etseydim? Hoş. Bunu nasıl yapacaktım ki? Ares’e mesaj atmak gibi bir şansım olmadığına ve güvercinle haberleşmeyi de bilmediğime göre yapamazdım. Zaten buna pek gönüllü de sayılmazdım ancak kendime çeki düzen vermeliydim.

Odamın olduğu koridora çıktığımda nefes nefese kalarak biraz adımlarımı yavaşlatmıştım ki babamın sesiyle olduğum yere çakılıp kaldım. “Lisa!”

Tam sırasıydı çünkü.

“Dersim var. Hazırlanmam lazım. Hiç sohbet etme havamda değilim.” Dedim arkamı dahi dönmeden. Yeniden hareketlenecektim ki öfkeli sesi kulaklarımı doldurdu. “Buraya gel.” Ülkenin kralı olması bana emir verebileceği anlamına gelir miydi?

Eh, belki.

Ofladım. Bundan kaçamayacağım aşikardı. Çaresizce babama yaklaşırken bir mucize olmasını ve beni buradan kurtarmasını umdum.

Olmadı.

“Victoria neden odasında yok?” diye sordum o konuya girmeden. Belki bir ipucu falan yakalardım.

“Odasında. Çıkmayacak bir süre. Yalnız kalmaya ihtiyacı var.” Dedi bana merakımı giderdiğini zannederek. Oysa daha da artmıştı. Dudaklarımı tekrar aralayacaktım ki babam konuşmayı sürdürdü. “Ares Saraya alınmayacak. Dersleriniz bir süre rafa kalksın. Senin de Saray’dan çıkmanı istemiyorum.”

Ağzından çıkan her bir kelimeyi oldukça net anlamış olmama rağmen “NE?” diye cırladım. Kötü bir şaka falan yapmıyorsa ve Zaman Çukuru bize savaş açmadıysa ne diye ben derslerime devam edemiyordum? Daha da fenası Ares’i göremeyecek miydim? Hem de sonu belli olmayan bir süre boyunca. Hay aksi. Sanırım tam şu an ağlamak istiyordum.

“Bekçilik eğitimine çok meraklıysan Kevin sana günde bir saat ayırabilir. Onunla epey iyi anlaşıyordunuz hem.” Yarı imalı yarı küçümseyici ses tonu midemi bulandırdı. Dişlerimi birbirine kenetledim. Ona itiraz edebilir, etrafı yıkıp dökebilir hatta birilerini pataklayabilirdim ancak hiçbirinin işe yaramayacağını biliyordum. Burada kaldığım kısa süre zarfında öğrendiğim en temel şeylerin başında geliyordu bu.

Son sözü her zaman Kral söylerdi.

Öfkemi içime gömüp yeniden odama yöneldim. Nasılsa Ares benim yanıma gelmenin bir yolu bulurdu ya da ben Zaman Çukuru’na giderdim. Victoria çok daha önemliydi şu anda ve gaddar babamın onu üzdüğünden artık emin sayılırdım.

**

Gece yarısı herkes uyuduğunda ve nöbetçi muhafızlar dışında koridorda dolaşan kimse kalmadığından emin olduğumda odamdan çıktım. Soluğu Victoria’nın yanında almayı planlıyordum ancak kapıdan dışarı adım attığım anda tam da onunla burun buruna geldim.

“Kurabiyem…” diye mırıldandım bir anne edasıyla kollarımı ona dolarken. Beni merakta bıraktığı için kızmadan ve sorularımla onu bunaltmadan önce başına her ne geldiyse, bunun için teselli etmek istiyordum.

“Lisa. Başka kimden yardım isteyebilirim ya da en azından başka kime anlatabilirim bilmiyorum o yüzden sana geldim.” Kaşlarımı çattığım sırada devam etti. “Odana geçebilir miyiz? Yakalanmak istemiyorum.”

Bir robot gibi hızlıca kafamı sallayıp kapıyı açtım ve o aceleyle içeri girdikten sonra da kilitledim.

“Gizli bir şeyler dönüyor ancak ufacık bir fikrim yok.” Dedim merakla. “Sabah odana geldim ve defalarca kez kapıyı çaldım. Kimse doğru düzgün bir şey de söylemedi. İnanılmaz endişelendim.” Diyerek sitem ettim ona. Daha ağır konuşabilir ya da onu gerçek manada azarlayabilirdim ama o kadar halsiz ve yorgun görünüyordu ki kıyamadım.

Victoria hüzünlü bir iç çektikten sonra yatağımın ucuna oturdu. Gözlerini pencereye çevirip birkaç saniye öylece bakakaldı. Ürkütücüydü.

“Sana daha önce bahsetmeliydim ama cesaret edemedim. Yanlış anlama. Seni çok seviyorum ve güveniyorum da… Sadece bu seni de tehlikeye sokacak kadar yasak bir şeydi ve…”

Ah… Zihnimde korkunç ihtimaller dönüyordu ve kalp krizi geçirmeme sebep olacaktı. Nefesimi tutup anlatmasını beklerken öleceğim sanmıştım.

Victoria gözlerini yumdu. “Âşık oldum.”

Kaşlarım istemsizce çatıldı. Bu yasak mıydı ki? Kafam karışmıştı. “Sorunu anlamadım.”

Kız kardeşimin yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. “Saray dışından ve soylu olmayan birine.”

Omuz silktim. “Hala sorunu anlamadım.” Beynim mi durmuştu? Victoria neden bana her şey bariz ortadaymış gibi bakıyordu ve her şey bariz ortadaysa neden ben parçaları birleştiremiyordum? Yoksa o da bir Fenikse mi aşıktı? Hah. Ortamda bir Fenikse aşık olan başka biri daha varmış gibi konuşmuştum değil mi? Unutun gitsin.

“Kralın varisleri soylu olmayan kimseyle evlenemez Lisa.”

Dudaklarımın ucuna kadar gelen kahkahamı son anda bastırdım. Benim için oldukça tarih filmi kokulu bu olayın hayatın kendisi olduğunu hazmetmem gerekiyordu. Aşırı saçmaydı ancak gerçekti. Gerçek olması Victoria’nın üzülmesini kabulleneceğim anlamına gelmezdi. Babam bir barbardı. Daha da önemlisi korkunç bir ebeveyndi!

“Bana daha fazla detay vermen lazım.” Gidip tam karşısına oturdum ve ona yardım edebileceğime inanmasını diledim. Nasıl yapacağımı bilmiyordum ama mutlaka yapacaktım.

“Mücevherat dükkanında çırak.”

Pek umut vadedici başlamamıştık. En azından dükkânın sahibi falan olsa sevinirdim.

“Cyrus. Annie’nin dükkanının aksesuarlarını o getiriyor. Orada karşılaştık.”

Her taşın altından çıkan büyücü -şu an benim yüzümden ölü olan büyücü- bariz bir şekilde suratımın asılmasına neden olmuştu ancak şükürler olsun ki Victoria fark etmedi.

“Babam nereden öğrendi gerçekten fikrim yok. Muhtemelen birine beni takip ettirdi. Önemli olan bu değil. Cyrus’u zindana attı.”

Burada birini zindana atmak amma da kolaydı! “Saçma.” Dedim kusar gibi. Victoria iç çekti. “Beni de odama hapsetti. Cyrus’a zarar verirse ya? Onu oradan çıkarmam lazım Lisa.”

Dünyada ve Rahlia’da başıma açtığım işler düşünülürse yasadışı bir örgüt kurmama ramak kalmıştı. En azından olaya kurumsallık kazandırırdım.

“Birini zindandan kaçıracağız yani öyle mi?” diye sordum emin olmak için. Victoria yarı utangaç bir şekilde beni onayladı. Usulca ayağa kalkıp odanın içinde dolanmaya başladım. Muhtemelen başımı bin bir türlü belaya sokacaktım ancak Rahlia ve aptal kurallarını zaten yeteri kadar alttan almamış mıydım? Eğer biri için baş kaldıracaksam bu Victoria’dan başkası olamazdı. Bu yüzden iki kere düşünmedim bile.

“Pekâlâ… Öncelikle bana bir iki bilgi ver ki plan yapabileyim.” Dedim ömrümü birilerini hapisten kaçırmakla geçirmişim gibi profesyonel bir havayla. Arven’i az kalsın öldürdüğüm için kısa bir süre için hapse girme tehlikesi atlatmıştım. Bence yeterli bir tecrübeydi. Hem… başka bir seçeneğimiz de yoktu.

Victoria’da heyecanlanmış olacak ki ayağa dikildi. “Zindanlar müştemilat tarafında yerin üç kat aşağısında. Gündüz yedi geceleri dört muhafız nöbet tutuyor. Anahtarları kendi aralarında değiştirip duruyorlar o yüzden hangisinde olduğunu bulmak zor. İkimiz onlarla ne kadar başa çıkabiliriz tartışılır ama birine daha söyleyemem ve zaten başka kimse bana yardım etmez.” Bir saniye bekledi. “Sen de kabul etmeyebilirsin çünkü başımızın belaya girme olasılığı epey yüksek.”

Omuzlarımı düşürdüm. Başımı yana eğip tam karşısına dikildim ve şefkatle ellerini tuttum. “Rahlia’yı benim için yaşanır hale getiren insanların en tepesindesin. Tabi ki senin için her şeyi yaparım.” Gülümsedim. “Ayrıca kurallarınız çok boktan. Ciddi bir düzenleme yapılması gerekiyor. Eh, biz de bir yerden başlayalım.”

Akıl almaz cesaretim Victoria’yı üzgün ruh halinden kurtarmışa benziyordu. Benim yine gram sonunu düşünmeden bir yola giriyor oluşum ise şu an önemsizdi. En fazla Kral bizi de zindana atardı ve sonra Ares gelip beni çıkarırdı. Zaman Çukuru’nda sonsuza kadar mutlu yaşardık. Son.

Düşüncelerimin arasında bulduğum fikir beni şok etti. “Bize yardım edecek birisi var.” Dedim kalp atışlarımın hızlanmasını umursamadan. Üstelik onun zindana atılmak gibi bir derdi de olmazdı. Oradan kolaylıkla çıkabilirdi çünkü. Kabul eder miydi bilemiyorum ama sormaktan zarar gelmezdi. Onu görmek için bahane üretiyormuşum gibi göründüğünün farkındaydım ama değildi. Victoria mutlu olsun istiyordum o kadar ve sırf o mutlu olsun diye şimdi Zaman Çukuru’na gidecektim. Evet. Çünkü ben dünyanın en iyi ablasıydım!

“Odana geç. Sabah olmadan geleceğim.” Diyerek aceleyle hareketlendim ve neredeyse koşarak kendimi dışarı attım. Arkamdan ettiği itirazları duymazdan gelmiştim çünkü bu oturup üzerine düşünülecek bir şey değildi. Tereddüt ettiğim anda o garip yere gitmekten vazgeçerdim.

Daha önce bilmeden indiğim merdivenleri kendimden emin bir şekilde iniyor, varacağım yerden bu defa korkmuyordum. Değişik bir farkındalık yaşıyordum. Ares’in şu ana kadar söylediği bütün cümlelerin kendimi bu denli güçlü hissettireceğini düşünmemiştim ancak gün yüzüne çıkan duygularım ortadaydı. Beni etkilemişti. Kimseye dokunamıyor oluşumun yarattığı korkuyu, kimsenin dokunuşunu hissedemiyor oluşumun verdiği burukluğu ve gereğinden fazla olan güçlerimin omuzlarıma bıraktığı ağırlığı yok etmişti. Onunla bu yolu yürümek güzeldi. Melez Lisa ile barışmamı sağlamıştı.

Gümüş, parlak kapıyı aralarken zihnimde dolananlar bunlardı. Karşımda gördüğüm ise birkaç Feniks…

Merhaba hayat…

Merhaba asla zihnimin içindeki gibi olmayan teorilerim…

Etrafta dolanan Fenikslere baktım. Buraya ilk adım attığımda karşılaştığım Fenikslerden herhangi biri yoktu. Çevremi incelediğimde aynı noktadan çıkmadığımı da fark etmiştim. Geçit her defasında Zaman Çukuru’nun başka bir bölgesine getiriyordu demek ki. İşimin şansa kalması canımı sıkmıştı.

Birkaçı beni görünce gülümsedi. Harika. İşte başlıyordu. Ağzınıza layık bir yem olan Lisa tam karşınızda evet. Bu seremoni benim baş edilemez korkum geri gelmeden bitebilir miydi?

Duruşumu dikleştirdim. Cesur görünmeye çalışarak yüzüme manasız bir tebessüm yerleştirdim ve bana doğru yaklaşan Fenikslere el salladım. “Size de merhaba. Siz fark etmeden söyleyeyim evet Melezim. Tadımın daha lezzetli olabileceğine dair teoriler var elbette ancak hiç sanmam yani şuna bakın, kırk sekiz kilo falanım.” Kollarımı yana doğru açıp onlara ne kadar sıska olduğumu gösterdim. Gerçi Rahlia’da biraz kilo almıştım ancak bu detayı paylaşma niyetinde değildim. Anlamsız savunmamın işe yarayacağını umarak beklemeye başladım.

Aldığım cevabın kulağımı sağır edecek yükseklikte kahkahaların birbirine karışması olması pek umut vadetmiyordu. Neyse… Ares gelip yine beni kurtarırdı.

“Komik biriymiş.” Dedi içlerinden birisi. Mor gözleri üzerime sabitlenmişti. Yüzündeki gülümsemeye bakılınca epey eğlenmişe benziyordu. Bir Kan Hırsızlarına şaklabanlık yapmadığım kalmıştı!

“Melezler gerçekten midemi bulandırıyor.” Diye mırıldandı başka birisi. Bu defa konuşan kadındı. Kızıl, kıvırcık saçları o kadar dolgun ve parlak görünüyordu ki şampuanını sormamak için kendimi çok zor tuttum.

“Yapma Clara. Ares travmanı atlatmadın mı gerçekten hala? İki yüz yıl falan oldu.” Adını duyunca tenimden bir ürperti geçti. Söze girmek için tam sırası olduğuna kanaat getirdim. “Ares demişken… Onu nerede bulabilirim?” diye soruverdim olağan bir sohbetin ortasındaymışız gibi. Clara’nın kırmızıya dönen gözleri, benimkileri buldu. Ares travmasını -her neyse artık o- atlatamadığı üç kilometre öteden bile belliydi. Kıskanmak için oldukça yanlış bir zamandı ama bunu kontrol edebileceğimi de pek sanmıyordum. Zorlukla yutkundum.

“Ona dokunamayacağının farkındasın değil mi?” diye sordu esmer bir adam. Clara’nın birkaç metre ötesindeki ağaçlardan birinin tepesinde oturuyordu. Kafamı hızlıca ona çevirdim. Bana gülümsedi. Harika. Demek ki hepsi Drakula gibi dolanmıyordu ortalıkta. Dost canlısı olanları da vardı.

“Bilmem. Hiçbir insan-bekçi meleziyle karşılaşmadım ki.”

Sesin geldiği yere dönmek istediğimde Clara’nın bedenine çarptım.

Şimdi baya korkuyordum işte.

“Rahat bırak onu Clara. Rahlia Kralının kızı o. Başımıza iş açma.” Dedi ağaçtaki adam. Nasıl oluyordu da kim olduğumu bilebiliyorlardı? Geriye doğru bir adım atıp aramızdaki mesafeyi açmak istedim ancak Clara buna izin vermemeye kararlı gibiydi. Adımlarımı takip ederek benimle yürümeyi uzun süre sürdürdü. Ta ki sırtım bir ağaç gövdesine çarpana kadar… Aynı anda durduğumuzda yüzünde küçümseyici bir tebessüm belirdi.

“Aynı zamanda hayatta olması yasak. Ne derece tehlikeli olacağını bilemeyiz değil mi? Baksana. Bizim bölgemize elini kolunu sallayarak girebiliyor. Kim bilir başka neler yapabiliyordur?” dedi tahammül edilemez bir yavaşlıkla sırtını dikleştirip, bir nebze benden uzaklaşırken. Tuttuğumu dahi fark etmediğim nefesimi geri bıraktım. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki göğüs kafesimi delip geçebilirdi. Aptal Feniks. Tüm cesaretimi yerle bir etmişti ve biraz daha üzerime gelirse şuracıkta tepine tepine ağlamama sebep olacaktı.

Ağaçtaki adam Clara ile tam ortamıza indi ve onu benden uzaklaştırıp, önümde siper oldu. Şükürler olsun ki en azından beni bu ruh hastası kadına yem etmeyecekti. Bir de Ares’i bulmama yardım ederse tadından yenmezdi.

Ah…

Bir süre iç sesimde dahi yemekten bahsetmesem iyi olurdu.

“Geri bas Clara. Beni karşına almak istemezsin.” Diye uyardı adam ve cevap vermesini dahi beklemeden bana döndü. Clara ise öfkeli bir nefes almaktan fazlasını yapmadı.

“Lisa. Değil mi?”

Başımı salladım. “Marcus ben de.” Tokalaşmak için elimi uzatacaktım ki cebinde olan ellerini fark ettim ve bir kez daha bunu açıklamakla uğraşmak istemediğimden omuz silkmekle yetindim.

Onun ismini daha önce duymuştum. Feniksler arasında kaç tane Marcus vardı bilemiyordum ama o düşündüğüm kişi mi diye şüphelenmeden edemedim.

“Sana geçide kadar eşlik edeyim. Başına bir iş açmadan Rahlia’ya dönmelisin.” Dedi ve hareket etmem için beklemeye başladı. İtiraz edebilirdim ancak beni pek de medeni olmayan gözlerle izleyen Feniksleri fark edince onayladım.

Umarım yalnız kaldığımızda beni yemeye kalkmazdı.

Birkaç saniye sonra artık kalabalıktan uzaklaştığımızda kafasını bana çevirdi. “Ares bugün burada değil. Seninle olduğunu düşünmüştüm.” Diye girdi lafa. Demek ki düşündüğüm kişiydi. Az önce onu dikkatli inceleme şansım olmamıştı. Siyah saçları, mor gözleri ve tüm Feniksler gibi kusursuz bir teni vardı. Ares’le aynı yaşta gibi duruyordu. Hoş. Ares’te yirmi yaşında falan görünüyordu ancak yüzyıllardır hayattaydı. Marcus ise trilyon yaşında falandı muhtemelen. Ölümsüz olunca yaşlanma diye bir şey de yoktu demek ki. Bir tık onlara özeniyor hatta kıskanıyordum ama zihnimi bu düşünceden hızlıca uzaklaştırdım. Ben bir Bella değildim ve zaten onlarda Edward Cullen değillerdi.

“Çoğu şeyden haberin olduğunu varsayıyorum.” Dedim. Başını salladı. “Onu bugün görmedim. Saray’da ufak bir aksilik çıktı da. Konuşmam gerekiyordu. Nerede bulacağım şimdi? Lanet olası telefonun icadından bari haberiniz olsaydı.” Son cümleyi daha çok kendi kendime söylemiştim aslında ancak elbette Marcus duymuştu. Yüzünde yarım yamalak bir tebessüm belirdi. Yanlış bir üslupla konuştuğumu düşünerek dudağımı ısırdım. Benden tonlarca yaş falan büyük olduğundan daha saygılı davranmam gerekiyor gibi hissediyordum ancak bir yandan da Ares’in babası olduğunu kabullenmekte zorlanıyordum. O kadar genç duruyordu ki aklımı buna ikna etmem imkansıza yakın sayılırdı.

Şu çenemi doğru düzgün kullanmayı ne zaman öğrenecektim?

“Onun seni bulacağından emin olabilirsin Lisa.” Dedi Marcus imalı bir tonla. Neyden bahsettiğini anlamazlıktan geldim. “Aceleci davrandım.” Diyerek değiştirdim konuyu. Onu her gün görmeye alıştığım için bugün şu saati ne kadar zor ettiğimi ve elime geçen ilk fırsatta hiçbir şeyi düşünmeden buraya bodoslama daldığımı elbette söylemedim.

“Bir daha buraya gelmemeye çalış. Üç dünyaya geçebiliyor olmanın cezbedici bir yanı var biliyorum Ares bunu uzun zamandır yapıyor ancak senin için biraz daha tehlikeli olabilir. Her defasında Ares veya ben olmam ve diğerleri de umduğun kadar anlayışlı değiller.” Diye bir baba edasıyla uyardı beni. İşte şimdi onun büyüğüm olduğuna ikna oluyordum. Benim saçlarına aklar düşmüş, kaz ayakları çoktan kendini göstermiş olan babamdan çok daha bilge konuşuyordu.

Ona baba dememe izin verir miydi?

“Teşekkür ederim Marcus ve evet haklısın.” Gördünüz mü? Etrafımda emirler yağdıran bir kral olmadığında ne kadar da medeniydim. Sorunun ben de olmadığında hem fikir miyiz artık?

“Kendine dikkat et Lisa. Hiçbir yerde sandığın kadar güvende olmayabilirsin.” Yolun bittiğini anlamamıştım ama Marcus’un sözlerinin hemen ardından kendimi yeniden gümüş kapının önünde buldum. Zaman Çukuru planım elimde patladığına göre gerçekten Ares’in gelip beni bulmasını beklemekten başka çarem yoktu. Bu hayatta en nefret ettiğin şey ne diye sorsalar hiç düşünmeden belirsizlik derdim ve şu an beş bin farklı belirsizliğin falan içindeydim. Oflayarak yeniden üst kata çıktım. Zaman Çukuru’nda saat kavramı buradaki gibi değildi bu yüzden şu an saatin kaç olduğunu tahmin edemiyordum. Karşıma çıkan ilk pencereden bakınca hala gece olduğuna sevinerek odamın yolunu tuttum. Önce gidip bir duşa girmek ve uykulu halimden kurtulmak istiyordum. Ardından yeni bir plan için kız kardeşimin yanına gidebilirdim.

Neredeyse koşar adımlarla ilerlerken kapımın önünde dikilen Kevin ve babamı görünce geri dönmeye yeltendim ancak çoktan beni fark etmişlerdi. Oflayarak yavaşladım ve bu saatte nerede olduğuma bir kılıf aradım.

“Lisa!” diye gürledi babam.

Durdum.

Yere çakıldım da diyebilirdik.

Bir şey vardı. Sadece odamda olmadığım için bu kadar sinirlenmesi imkansızdı.

“Size de merhaba.” Diyecek olduysam da bakışları kelimelerimi ağzıma tıktı. Ondan korkmadığımı söylemiştim değil mi? Yine de şu an bir tık ürkütücü göründüğünü kabul edecektim.

“Şüpheleniyordum ve önlem almak istedim ancak geç kalmışım.” İfadesi hayal kırıklığıyla doluydu. “Victoria’yı bir nebze anlayabilirim.” Dedi hala bağırarak. “Ama sen buraya geleli ne kadar oldu ki biriyle…” sustu. Kevin’a baktığımda yüzünde anlam veremediğim bir ifade vardı. Mahcup gibi… Suçlu gibi…

Bunu yapmış olamazdı.

Babam öfkesini yatıştırmak için derin bir nefes aldı ancak tekrar konuştuğunda da pek sakinleşmiş sayılmazdı. “Ares zindanda.” Kalbim sıkıştı. Ağlamak istiyordum ama kendimi tuttum çünkü hiç sırası değildi. “Senin için de gerekli izinleri aldım. Bir süre annenin yanında kalacaksın.”

Gerçekten öldürseydi daha anlamlı olurdu.

Ellerini sırtında birleştirdi. Bakışlarını tam gözlerime sabitledi ve benden hiç hazzetmediğini ve hatta sonsuza kadar annemle kalmamı dilediğini gizleme gereği dahi duymadan devam etti.

“Ben buradaki geleceğine karar verene kadar.”

🔥

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın. Yeni bölüm bildirimleri için beni ve kitabımı takip edebilirsiniz. Görüşmek üzere. :)

 

Loading...
0%