Yeni Üyelik
15.
Bölüm

14. Bölüm-Merhaba, Eski Dünyam

@melikemn

🔥

Günleriniz, bir odanın içinde hiçbir şey yapmadan geçiyor ve düşünceler beyninizi yiyip bitirirken dönüp dolaşıp kendinizi kaçma planları yaparken buluyorsanız bu, çok yakında başınızı fena bir belaya sokacağınızın habercisidir muhtemelen.

On sekiz yılımı geçirdiğim dünyayla, annemle, insanlarla ve hatta onlara dokunamıyor olmakla bir sorunum kalmamıştı. Tüm yaşanmışlıklara ve artık oldukça manasız bulduğum nimetlerine rağmen kendimi yabancı hissettiğim odamda uzanırken tam olarak sorunumun ne olduğu üzerine kafa yoruyordum.

Bugünkü dördüncü kahvemi doldurduğum pembe kupamı kitaplığıma doğru tutup, annemin oyalanayım diye elime tutuşturduğu telefondan bir fotoğraf çektim. Ardından instagram hikayeme ekleyip üzerine kısa bir not yazdım.

“Merhaba, eski dünyam.”

Bir buçuk aydır falan aktif olmadığımdan kaybettiğim bine yakın takipçime ve nerede olduğumu sorgulayan okul arkadaşlarımın doldurduğu mesaj kutuma baktım. Hiçbirine cevap vermedim hatta açıp tek tek okumadım bile. Korkunç biri miydim bilmiyorum ama açıkçası hiçbirini umursamıyordum.

Netflix’te yeni sezonlarını beklediğim dizileri izledim. Spotify listeme yeni çıkan şarkıları ekleyip dinledim. Kitaplığımda okunmayı bekleyen kitaplarıma göz atıp iki tanesini bitirdim. Dolabımdaki kıyafetlerimle kombinler yapıp boy aynamda fotoğraflarımı çektim. Rahlia’ya götüremediğim için burada çürüyüp gidecek olan makyaj malzemelerimle elli farklı makyaj falan yaptım. Tüm bunların arasında sürekli Ares’i düşündüm ve sonuç olarak dünyadaki beşinci günümde, yavaş yavaş intihara sürükleniyordum.

Kapımın önüne nöbetçi olarak diktikleri Kevin’ı öldürmek çok daha cazip bir fikir de olsa yeni bir suç işleyip, hali hazırda başımı sokacağım belaları daha berbat bir hale getirmek istemiyordum. Daha Rahlia’ya dönüp Victoria’nın sevgilisini zindandan kaçıracaktım.

Ara sıra annem gelip benimle oturuyordu. Bir iki kez de yemeklerimizi birlikte yemiştik ancak onunla da pek sohbet edesim gelmiyordu. Üstelik bana prensesmişim gibi davranmasına rağmen.

Şey…

Teknik olarak zaten bir prensestim ancak… Siz anladınız işte.

“Lisa.” Dedi Kevin oldukça dost canlısı bir ses tonuyla. Cehennemin dibine gitseydi keşke.

“Ne var?” diye yanıtladım onu bıkkın bir tavırla. Cevap vermeyebilirdim ancak ona laf sokma ve sinirlerini bozma fırsatını neden kaçıracaktım ki?

“Seni görmek isteyen birisi var.”

Geri zekalı olduğum için aklıma ilk gelen Ares’ti ancak onun Kevin duvarından geçemeyeceği aşikardı. Hem… Evin etrafı da asla tanımadığım birileriyle doluydu ve hiç uyumadan öylece dikiliyorlardı. Sonuç olarak görünmez olmadığı sürece gizlice buraya girmesi imkansızdı. Babam muhtemelen ben geri dönmeye çalışmayayım diye bu kadar önlem almıştı. Açıkçası birkaç kişinin yeterli olmayacağını düşünüp, onlarca kişiyi yığması bir yandan gururumu okşuyordu.

“Kim?”

Kapı aralandı ve Karla ufacık adımlarla içeri girdi. “Ben. Kabul edersen tabi.”

Hiç derdim yokmuş gibi.

Ofladım. “Etmem.”

Nasıl bayıltıcı bir silah yapabileceğim üzerine formüller üretmeye çalışırken rahatsız edilmek en son isteyeceğim şeydi.

“Teşekkürler Kevin.” Dedi Karla benim kelimemi umursamayıp. Ona ve bana sorgulayıcı bir iki bakış attıktan sonra kapıyı örtüp birkaç adım daha yaklaştı.

“Madem dinlemeyecektin ne diye soruyorsun ki?” diye çıkıştım öfkeyle. Karla derin bir nefes aldı. “Kibarlık ediyordum Lis.”

Hah.

“Keşke erkek arkadaşımla yatmadan önce de kibarlık etmeyi akıl edebilseydin.”

Bir dakika.

İçim soğumamış mıydı? Oysa Ares Arven’i patakladıktan sonra tüm kinim silinip gitti sanıyordum. Rahlia’da hiç aklıma dahi gelmiyorlardı. Lanet olası! Beş gün bir yerde kapalı kalınca her şeye nefret kusmak için fırsat kolluyordunuz. Burası sıyırmadan önceki son durak falan mıydı? Hem bir dakika.

“Annen seni nasıl içeri soktu ki?” Onun Karla’nın adını duymaya dahi tahammülü yoktu. Üstelik biz kardeş kadar yakınken bile…

“Geri döndüğünü öğrenince konuşmak istedim. Annene kendimi uzun uzun açıkladığımda beni anladı. Yani öyle sayılır en azından. Ne haliniz varsa görün deyip bağırmasından bu sonucu çıkardım. Kafanın dağılması için iyi olurmuş ama laf arasında öyle söyledi.” Acaba annem Karla’yı öldürüp ya da biraz pataklayıp sakinleşmem için mi ona izin vermişti? “Hala bizim yüzümüzden depresyondasın sandım ama konunun bizimle gram ilgisi yokmuş. Her neyse… Geçen sefer pek sağlıklı iletişim kuramamıştık.” Diye bir şeyler zırvaladı. Düzgün ve olgun cümlesi karşısında kaşlarımı çattım. “Neden edebiyat hocası gibi konuşuyorsun?”

Karla başını hafifçe yana eğdi ve stresle dudaklarını yaladı. “Arven şehri terk etti. Şikayetini geri aldı ve numarasını da değiştirdi. Hatta tüm sosyal medya hesaplarını da sildi. Belki ismini falanda değiştirmiştir.” Dedi Karla hızlıca. Buna verebileceğim çok fazla tepki vardı ancak en uygunu muhtemelen koca bir kahkahaydı. “Umarım adını şerefsiz yapmıştır. Cuk otururdu.” Dedim gülmeyi sürdürürken.

Garipti ancak kahkahalarımın arasına Karla’nınkiler de karıştı. Hadi ben çıldırmak üzere olduğumdan böyleydim de ona ne oluyordu?

Her şeye, tüm yaptıklarına ve ihanetlerine rağmen biriyle gülmeyi özleyebiliyordunuz. Bu kendinizden nefret etmek istemenize sebep olsa bile.

“Sevgilin ödünü kopardı. Hak etmişti gerçi.” Gelip yatağımın ucuna oturdu. Aman hemen de yüz bulmuştu. Gözlerimi üzerine dikince boğazını temizleyip yeniden ayaklandı. “Özür dilemek istiyorum. Özür yeterli değil elbette ne bileyim belki ayaklarına falan da kapanmalıyım. Zamanı geri alabilsem keşke ama… Seni çok özledim Lis. O herif beynimi yıkadı resmen. Sırf seninle yaşayamadıklarını…”

Gözlerimi devirirken, “Kes sesini Karla.” Diyerek susturdum onu. Umurumda değildi. Ne o ne de Arven’in ihanetini önemsiyordum artık. Bir özre veya telafiye de ihtiyacım yoktu. Bana Ares’i getirmeyecek ya da beni Rahlia’ya ışınlamayacaksa defolup gidebilirdi.

“Annenden izin aldım.” Dedi aceleyle konuyu değiştirerek. “Seninle beğendiğimiz elbiseyi de hazırlattım.” Sözleri pek bir anlam ifade etmediğinden yarı şaşkın bir ifadeyle baktım yüzüne. Dikkatimi çektiğini fark etmiş olacak ki gözleri ışıldadı. “Akşam mezuniyet balosuna gidiyoruz!”

Ah.

Bugün müydü?

Katılabileceğimi hiç düşünmediğimden aklıma dahi gelmemişti. Gerçi canım pek baloya gitmek falan da istemiyordu. İtiraz etmek için dudaklarımı araladığımda başka bir fikir usulca zihnime süzüldü.

Belki de bu benim dünyadan kaçış biletimdi.

Sinsice gülümsedim. “Harika.” diyerek başımı salladım. “Hadi gidip biraz eğlenelim o zaman.”

Karla kahramanım olmak üzereydi!

**

Bebe mavisi, ince askılı elbisemin üzeri simli, hafif kabarık, tül eteğine dokundum. Yarısını topladığım dalgalı saçlarımı omzumun gerisine atıp kendi standartlarıma göre oldukça hafif bulduğum makyajıma son bir dokunuş yapmak için Karla’nın uzattığı pembe rujumu aldım. Yine yanıma bir valiz alamayacak olmama üzülüyordum. Küçük el çantama ruju koyup son kez aynadaki yansımama baktım. Farklı biri gibiydim. Oysa önceden her günümü böyle geçiriyordum. Ne ara bu kadar değişmiş, geçmişime yabancılaşmıştım?

“Sana bir şey soracağım.” Dedi Karla saç düzleştiricisini kapatıp yatağın üzerine koyarken. Konuşmak yerine başımı salladım. Devam etti. “Kevin’ın olayı ne?”

Tam bir beyinsiz olması dışındaki olayından mı bahsediyordu acaba? Yanlış bir şey söylememek adına birkaç saniye konuşmadım.

“Seninle birlikte ortadan kayboldu. Şimdi de kapında nöbet tutuyor falan. Aranız iyi değildi. Gerçi kimseyle arası iyi değildi zaten sorunlu biriydi de…”

Derin bir nefes aldım. “Arven’le aranızdaki ilişkiyi onun sayesinde öğrendim.” Dedim yüzüne bakmadan. “Kafamı dinlemem gerekiyordu ve o da bana yardımcı oldu.” Sonra da hayatımın içine etmişti ama o detayı vermesem de olurdu. “Baya değer veriyor bana.” Kafasını patlatmak isteyeceğim kadar büyük bir değer hem de! Arkamı dönerken gülümsedim. “Kız kardeşi gibi.”

Kapı iki kez tıklatıldı ve Kevin konusu kendiliğinden kapanmış oldu.

Annem içeri girip ağlamaklı gözleriyle beni süzmeye başladı. “Ne kadar güzelsin…” Ne ara bu kadar dramatik bir ebeveyne dönüşmüştü? Bir iki saniye daha hayran hayran baktıktan sonra toparlandı. “Kevin aşağıda arabada bekliyor.” Dedi.

Başımdan aşağı kaynar su boşaltsa daha az canımı yakardı.

“O da mı geliyor?” diye sordum mideme yumruk yemişim gibi.

“Tabi ki…” annem önce Karla’ya ardından tekrar bana baktı. İmasını anlamamı bekliyordu. “Onun da balosu sonuçta.”

Son balosu olur umarım!

Pekâlâ, sakin olmalıydım. Elbet kaçmanın bir yolunu bulurdum. Gerekirse balo salonunu ateşe falan verirdim. Kavga çıkartırdım. İçkisine ilaç atardım. Ne olursa olsun bugün yeniden bu odaya dönemezdim!

Hiçbir sorun yokmuş gibi pozitif bir surat ifadesiyle hareketlendim. Kapı eşiğinden geçmeden önce durup gözlerimi kapattım. Odaklandım ve usulca eğilip annemin yanağına bir öpücük kondurdum.

Gözlerimi açtım.

Sürpriz!

Onu öldürmemiştim!

Makyajımın bozulmayacağını bilsem yere çöküp ağlardım. Hızımı alamayıp kollarımı boynuna doladım ancak bir iki saniye sarıldıktan sonra annem debelenmeye başlayınca çekildim. Canını mı yakmıştım? Yine.

“Eskisi kadar korkutucu değil ama inan bana.” Dedi ikna etmeye çalışarak. Elini yanağıma koydu ve başını hafifçe eğdi. “Çok daha iyi olacak biliyorum.” Tebessümü içimi ısıttı. “Doğru yoldasın belli ki.”

Eh, yolun doğruluğu tartışılırdı tabi ancak istediğim yolda olduğum kesindi.

Sadece benim haberimin olduğu anne kız vedamız sona erdiğinde ve Kevin’a yumruk atmamak için kendime sonsuz telkinler göndermeye başladığımda merdivenleri iniyordum. Karla yetmiş beş farklı soruyu zihninde sıralamış, sormak için vakit kolluyordu ancak maalesef ne onun öyle bir vakti olacaktı ne de benim ona verecek mantıklı cevaplarım vardı. Onu affettiğimi düşünerek bundan sonraki hayatında umarım daha mutlu ve daha doğru yaşardı. Onun için dileyebileceğim tek şey buydu. Çünkü bu muhtemelen son görüşmemizdi.

En son okyanusun kenarında gördüğüm Kevin’ın bordo arabası kapımızın önüne park edilmişti. Kevin siyah bir takım elbise giymişti. Saçları derli toplu, sakalı kısaydı. Buraya ait gibi görünüyordu. Gerçeği bilmek can sıkıcıydı.

“Lis…” diye mırıldandı karşı karşıya geldiğimizde. “Çok güzelsin.” Suratındaki aptal aşık ifadesi yüzünden üzerine saldırmama ramak kalmıştı. Sahte bir gülümsemeyle onu onayladım. “Biliyorum Kev.” Dedim üstünlük taslayarak. “Senden duymaya hiç ihtiyacım yok.” Karla’nın kıkırtısı kulaklarıma ulaşınca boğazımı temizledim. Söylediğim yalanı sorgulayıp durmasıyla uğraşamazdım. “Şaka yaptım aptal!” diye gürledim abartı bir tonla ve var gücümle omzuna vurdum. “Teşekkür ederim.” Kibar göründüğümü umdum. Kevin’ın bakışlarından anladığım kadarıyla daha çok ürkütücü görünüyordum ama ne yapalım elimden gelenin en iyisi buydu.

Arabanın arka koltuğuna oturdum ve yol boyunca Karla’yla balodaki insanların instagram gönderilerine bakıp dedikodu yapmaktan başka hiçbir şey konuşmadım. Okula geldiğimizde birkaç fotoğraf çekindik. Karla elli tane falan hikâye atmak için kapının girişinde durdu ve ben de onunla bekleyip planımı gözden geçirdim. Spor salonu ikinci kattaydı ve soyunma kabinlerinin olduğu tarafta yangın çıkışı vardı. Kevin muhtemelen bir saniye bile beni yalnız bırakmayacaktı ve tek çarem tuvalete gidip, sonrasında sıvışmaktı. Kimseyi bu işe bulaştırmak istemesem de Karla’nın ufacık bir yardımı işe yarayabilirdi.

Son ses müzik ve rengarenk ışıkların altına geldiğimizde tiksintiyle yüzümü buruşturdum. Victoria’yı çok özlemiştim. Şarkının sözleri garip bir şekilde onu hatırlatmıştı. Of. Rahlia beni dedeme benzetmişti. İçim ölmüş gibi hissediyordum.

“Hadi!” diye cırladı Karla. “Dans etmeyecek miyiz?” elimden tutup sahnenin ortasına doğru çekiştirmeye başladı. Gerçekten kafamın içinden geçen tek düşünce buradan defolup gitmek olsa da ortama uyum sağlamak zorundaydım. Kevin zaten bir an olsun bana bakmaktan vazgeçmiyordu. İyice dikkat çekmemeliydim. O, masalardan birine geçti ve biz de onun az ilerisinde ritme ayak uydurmaya başladık. Göz ucuyla Kevin’ı kontrol edip duruyordum ve kirpiklerini dahi kırpmıyor oluşunu hayretle izliyordum. Çok canımı sıkıyordu. Belki de Ares onu ateşe vermek istediğinde engel olmamalıydım.

“Seni kız kardeşi olarak gördüğü falan yok.” Dedi Karla dansın ortasında kulağıma eğilip. “Bildiğin körkütük aşık.”

Yani bu kadar belli ediyorken ben nasıl bir aptaldım ki o dudaklarıma yapışana kadar bunu anlamamıştım! Karla’nın benden daha uyanık olması hiç hoş değildi. Stresle iç çektim. “Pekâlâ, sana karşı çok az dürüst olacağım şimdi.”

Karla cümlem karşısında kaşlarını çattı. “Çok az mı?”

Ne? Her şeyi ona döküleceğimi düşünmüyordu herhalde. Biraz şükretmeyi öğrenseydi. Onu da hastanelik edecek potansiyele sahip olduğumu herkes görmüştü sonuçta. Yapmamıştım. Koca bir takdiri hak etmiyor muydum?

“Bunca zamandır babamın yanındaydım ve Kevin’da onun…” doğru kelimeyi aradım. “Çalışanı.”

Karla’nın yüzünde beliren şaşkınlığı umursamadım. “Beni tuttuğu göz hapsinden kurtulmam gerekiyor. Sen de kaçmama yardım edeceksin.” Durdu. “Dans etmeyi sürdür geri zekalı!” komutuma uyup yeniden hareketlendi ve biraz daha bana yaklaştı. “Onu oyalamanın bir yolunu bulurum.” Dedi bana yardım etmek için can attığını belli eden bir heyecanla. “Ama bir şartım var.”

Şart sunacak konumda olduğuna nasıl karar vermişti acaba? “Neymiş?”

Sinsice gülümsedi. “Sonrasında bana tüm dedikoduları anlatacaksın. Hayatında neler olduğunu merak ediyorum.”

Eh, makul bir istekti. Neyse ki olanları anlatacak bir zamanımız olmayacaktı çünkü bir daha dünyaya dönmeyecektim. Şey… Belki bir iki saat annemi görmeye gelirdim ama Karla’yı kesinlikle görmeyecektim. “Anlaştık.” Dedim omuz silkerek. Karla beni başıyla onayladı ve Kevin’ın yanına doğru yaklaştı. Bir yandan onu izlerken, diğer yandan dans ediyordum ve bu çok yorucuydu ama çaresizdim.

Kevin, Karla ile konuşurken bile bana bakmayı bırakmadı. Hay lanet, takıntılı herif! İçkisine ilaç atmaktan başka çarem kalmamış gibi görünüyordu.

Bir an için Karla onun önüne geçti ve görüş açısını kapattı. Aceleyle hareketlendim. Muhtemelen iki saniyem falan vardı.

Masaların yanından geçerken Kevin arkamdan seslendi. “Lisa!”

Ölsen keşke!

Omuzlarımı düşürüp ona dönmeye hazırlanmıştım ki salonun tüm ışıkları kapandı. Bir anda gömüldüğümüz karanlıkta çığlıklar yükselmeye başladı ancak buna rağmen Kevin’ın sesi kulaklarımı dolduruyordu. Şuursuzca adımı söylüyor ve bana ulaşmaya çalışıyordu. Etraftaki insanlar kafayı yemiş gibi koşturuyor olmalıydı çünkü bir rüzgâr gibi bedenime çarpıyorlardı. Kaçıp gitmek için mükemmel bir fırsattı ancak bir santim ilerimi dahi göremiyordum ki!

Lanet üssü lanet!

Saçımı başımı yolmak üzereyken bir el elimi kavradı. Kevin’a ait olduğunu düşünerek geri çekmeye hazırlanmıştım ki ağırlığı içimi titretti. Kevin’ı bu kadar net hissetmem imkansızdı ve daha önemlisi onun dokunuşu yüreğimde bir kıvılcım yakmazdı.

Avucum karıncalanıyordu ancak beni peşinden sürüklemeye başladığında ne elimi geri çekmiştim ne de ayaklarım gram itiraz etmişti.

Aradan birkaç saniye geçtiğinde ortam önümü görebileceğim kadar aydınlanmıştı çünkü ayın ışığı yüzüme vuruyordu. Durduk.

Saçlarımda dolanan havanın esintisi… Gözleri… Hala parmaklarıma sarınmış parmakları… Yüzündeki tebessüm… Bir mucizenin karşılığı gibiydi. Ağlamakla gülmek arasında bir yerde asılı kaldı ruhum ve doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünmeden, uzuvlarım kontrolüm dışında hareket etti. Kollarım boynuna dolandığında kokusu başımı döndürmüştü. Usulca belimi sarıp burnunu saçlarıma gömdü.

“Hiç gelemeyeceksin sandım.” Diye mırıldandım olabilecek en yavaş şekilde geri çekilirken. Dağılan saçlarımı kulağımın arkasına ittirdi. “Bekçilerin dikkatini çok çekmeden kaçmayı denemem gerekiyordu. Üstelik uçup çıkabileceğim bir pencere yapmayı akıl edememiş olmaları da pek işimi kolaylaştırmadı.” Dedi hafif alaylı bir tonla. Gülümsemesine eşlik ettim. “Bedenlerine fazla güç yüklendiğinden olsa gerek, beyinleri biraz yavaş çalışıyor.”

O kadar mutluydum ki şurada çığlık çığlığa koşasım vardı.

“Sanırım…” diyerek yanıtladı beni Ares. “Neyse ki B planını uygulamam gerekmedi.”

Kaşlarımı çattım ama muhtemelen yüzüme ufacık bir ciddiyet dahi katmamıştı. “B planı Sarayı yakmak falan mıydı?” diye sordum dalga geçerek ancak Ares bunu pek komik bulmadı.

Ah…

“B planı Sarayı yakmak mıydı?” şaşkınlıkla gözlerim büyüdü. Omuz silktikten sonra belimi kavrayıp beni yeniden kendi gövdesine yasladı. Nasıl nefes alacağımı her defasında düşünmem gerektiği için ölüp gitmeme ramak kalmıştı.

“Hadi kimse görmeden gidelim buradan.” Dedi gözleri gözlerimle buluştuğunda. Başımı sallayıp onayladım. Devasa kanatları açıldı ve ayaklarım saniyeler içinde yerden kesildi. Yeniden zemine çarptığı ana kadar ise gördüğüm tek şey Ares’in kehribar gözleriydi.

Saray’ın çatısında olduğumuzu görene kadar zihnim onun etkisiyle kaybolup gitmişti sanki ancak etrafa baktığımda iç çekmeden edemedim. Aklıma ilk olarak günler önce gördüğüm kâbus gelse de sonrasında garip bir özlem duygusu belirdi. Aylar olmuş gibiydi ve bu kadar özleyeceğimi söyleseler asla inanmazdım ama şu taş duvarlara sarılasım vardı. Bu sessizliğe alıştığımı hatta burayı sevdiğimi iki ay önceki Lisa’ya söyleseniz size sadece gülerdi.

“Kız kardeşinin sevgilisi zindanda.” Dedi Ares beni daldığım çukurdan çıkarmak isteyerek. Demek Cyrus’la tanışmıştı. Acaba onu kaçırmak için de hızlı bir plan yapabilir miydik? Kimseyi yakmadan yani…

“Victoria bir kez gizlice ziyaretine geldi. Senin dünyaya gönderildiğini de o söyledi.” Diye devam etti sözlerine. Kız kardeşim Ares’le aramızdaki şey her neyse onu destekliyordu demek ki. Eh, bazı yükleri tek başıma taşımak zorunda olmadığımı bilmek iyi hissettiriyordu. Her şeye rağmen yanımda biri olduğunu bilmek de öyle… Dünyaya gitmeden önce onu görme şansım olmamıştı ama eminim o da geri dönüp verdiğim sözü tutacağımı biliyordu.

“Onu kaçırabiliriz değil mi?”

Ares bir iki saniye düşündü. “Saray’ı yakmadan mı diyorsun?”

Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktı. “Sence?”

Saray’da yanmasını istediğim birkaç kişi olduğunu reddedemezdim tabi ama herkesi yakmaya da gerek yoktu değil mi? Of. Al işte. Benim de kafamı karıştırmış, durduk yere cinayet planları yapmama sebep olmuştu.

Ares minik tebessümünü gizlemeye gerek duymadan başını sallayıp beni onayladı. “Muhafızları etkisiz hale getirmeden oradan uzaklaştırmanın bir yolunu bulmamız lazım.” Dedim daha çok sesli düşünerek.

“Yangın çıkarabilirim.” Dedi Ares. Öfkeyle kaşlarımı kaldırdığımda devam etti. “Dikkatlerini çekip panikleyecekleri kadar. Kimseye bir şey olmayacak.”

Makul görünüyordu. Kafamın içindeki planımı dile döktüm. “Ben onları yangın sırasında oyalarken Victoria’da Cyrus’u zindandan çıkarır. Kanatlarını kullanamayacağın için çıkış kapılarından birini kullanmamız gerekecek.”

Omuz silkti. “Hangisini kullanacağımızı biliyorum.”

İçimde garip bir heyecan belirdi. Victoria’yı mutlu edecek olmanın heyecanı da olabilirdi bu, babamı sinirlendirecek gizli bir iş çevirecek olmanın da… Eh, pek bir önemi yoktu sonuçta.

“Saray’a girip yakalanamam. Victoria’ya haber göndereceğim. Müştemilata gitmem gerek.” Diyerek ona yaklaştım. Beni tek hamlede müştemilatın arka kapısının önüne indirdi. “Burada bekliyorum.”

Onu başımla onayladım. “On dakikaya gelmezsem…” onu riske atmadan beni bulmasını sağlayacak bir fikir gelmedi aklıma bu yüzden sustum. Ares cümlemi tamamladı. “Gelmezsen… O zaman gerçek bir yangın çıkarırım.”

Yüzümde aptal bir tebessümle arkamı döndüğümde yine aklım bir karış havada yürüyordum. İçeri girip mutfağa ulaşana kadar beynimi toparlamayı başaramadım. Sonrasında Ares’e hissettiklerimden daha önemli bir iş üzerinde olduğumu kendime hatırlatıp duruşumu dikleştirdim. Mavi kabarık elbisemi düzelttim ve kimsenin bununla ilgili soru sormamasını umdum.

Mutfak kapısından kafamı uzattım. Şükürler olsun ki yalnızdı. “Olivia.” Diye gürledim. Beni görünce yüzü aydınlandı. “Lisa! Nerelerdeydin?”

Bunu açıklamanın evrenin en zor şeyi olduğunu bildiğimden omuz silktim. “Eğitim işleri falan işte.” Dedim geçiştirerek.

“Aç mısın?” diye sordu Olivia ben tahta tezgâha yaklaşırken. Hızlıca başımı sağa sola salladım. “Yardımına ihtiyacım var. Aynı zamanda ufak bir sır saklamana da.” Ona güvenebileceğimi düşünüyordum. Ayrıca daha iyi bir seçeneğim olmadığı da ortadaydı.

“Tabi.” Dedi Olivia meraklı bir ifadeyle yanıma yaklaşıp.

“Victoria’ya bir not iletmem lazım ancak şu an ana bölüme geçmemem daha hayırlı. Bir kâğıda yazsam sen benim için götürebilir misin?”

Birkaç saniye ciddi bir ifadeyle düşünmeye başladığında, saatler sürmüş gibi gelen gergin havanın içine hapsoldum. Olivia aramızdaki tüm samimiyete rağmen tereddütlü görünüyordu ve aslında ona hak veriyordum çünkü Victoria prensesti ve o ise sadece bir çalışan. Ufacık bir hatası sadece işine değil çok şeye mal olabilirdi.

Sonunda kafasını sallayıp beni onayladı. “Tamam ama başka birine yakalanırsam…” aceleyle sözünü kestim. “Tüm suçu bana at. Seni tehdit ettiğimi falan söyle. Sıyrılman için ne gerekiyorsa.” Benim başım hali hazırda yeterince belaya girecekti zaten. Bir tık fazlası sorun olmazdı.

Yeniden konuşmadan üst rafların birinden bir kalem ve kâğıt alıp önüme koydu. Rahat bir nefes koyuverdim.

‘Yarım kalan bir işimiz var kurabiyem. Müştemilatın arka kapısında bekliyorum.’

Notumu yazıp kâğıdı katladım. Adımı yazmadım çünkü Victoria’nın notun benden geldiğini anlayacağını gayet iyi biliyordum. “Sadece notu ver. Konuşma ki etrafta muhafız falan olursa dikkat çekme.” Mutfağa hızlıca bir göz atıp gümüş tepsinin üzerine bir fincan koydum. “Bitki çayı var mı?” diye sordum. Olivia beni onaylayıp bir yerleri kurcaladı ve fincanın içine bir tutam ne olduğunu bilmediğim bir otla, sıcak su koydu. “Lavanta.” Dedi meraklı bakışlarımı fark ederek. “Gevşeyip rahat uyumasını sağlar.”

Victoria o çayı içmeye fırsat bulamayacağından, içinde ne olduğu önemsizdi. Bu yüzden tepki vermek yerine notu fincanın altına sıkıştırdım. “Teşekkür ederim.” Dedim Olivia’ya içten bir tınıyla. Bana samimi bir gülümseme gönderdikten sonra yanımdan geçti ve dönüp bakmadan hızla uzaklaştı.

Kuvvetli bir nefesi içime çekip, aynı kuvvetle geri bıraktıktan sonra ben de Ares’in yanına dönmek için hareketlendim. Tam kapıdan çıkarken ise birine çarptım.

Hay aksi!

“Lisa?” dedi Henry sorgulayıcı bir ifadeyle. “Ne işin var burada?”

Bekçi erkekleri bazen çok kaba oluyorlardı. “Sana da merhaba Henry.” Derken imalı ses tonumu anlamasını umdum.

“Kusura bakma ama Saray’da olmaman gerekiyordu. Uzaklaştırıldığından haberim var.” Neden? Neden en olmadık insanların en olmadık şeylerden haberi olmalı ve en olmadık zamanda karşıma çıkmalılardı? Henry’e Olivia’ya güvendiğim kadar güvenmediğim için hızlı bir yalan düşünmeye çalıştım. “Geri döndüm.” Dedim zaman kazanabilmeyi umarak.

Henry başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. “Henüz geri dönemeyeceğini biliyorum. Öyle olsaydı baş muhafız da burada olurdu.”

Hay baş muhafızınıza!

Ne var onu dünyada bırakıp kaçtıysam? Birkaç saate damlardı zaten. Öldünüz mü Kevin olmadan?

“Pekâlâ, ufak bir işim vardı. Burada olduğumu kimseye söylemesen olur mu?” Yalvarıyormuş gibi görünmek istememiştim ama sesim tam da öyle çıkmıştı. Of. Henry baş düşmanım olmak üzereydi!

“Üzgünüm. Kral’a haber vermeliyim. Başımın belaya girmesini istemiyorum.”

Henry baş düşmanım olmuştu!

“Kavga mı edelim şimdi burada? Ne var idare etsen?” diye çıkıştım biraz da bağırarak. Kontrolü kaybedersem Henry söylemese bile ben kendi kendimi ele verecektim. Bu yüzden daha kısık bir tonlamayla devam ettim. “Lütfen…”

Henry beni bir kez daha reddetti. Öfkem yavaş yavaş büyüyordu. Ona doğru bir adım attım. “İki dakika ver bana. Görmedin say. Defolup gideceğim.” Dedim üstüne basa basa ama pek ikna olacak gibi durmuyordu. Babamın lanet olası sadık askerleri!

En son Arven’e saldırdığımda içimde patlayan öfke topu aniden geri döndü.

“Sana. Gideceğimi. Söyledim. Değil mi?” Elimi boynuna bastırdım. Bir insan üzerinde devasa etki bırakan gücümün bekçi üzerinde pek etkisi olacağını düşünmemiştim ancak Henry’nin ayakları yerden kesilince üstünlük kazanmış olmanın verdiği özgüvenle konuşmayı sürdürdüm. “Mutlu musun şimdi?” Cevap vermedi ya da veremedi bilmiyordum ve umurumda da değildi. Arven’leyken kontrolü kaybettiğim için ona zarar vermiştim ancak şu an kontrolü kaybetmiş gibi hissetmiyordum. Aslında… kontrol bendeymiş gibiydi ve bu sandığımdan daha iyi gelmişti.

Ares haklıydı. Bir kez daha.

Bekçilerden sadece farklı değildim… Üstündüm de…

Bir el bileğimi kavradı ancak benim bakışlarım hala Henry’nin üzerindeydi. “Onu öldürmeni istemeyiz değil mi prenses?” diye sordu Ares bana oldukça ortada olan bir gerçeği yüzüme çarpmak ister gibi ama zaten böyle bir niyetim yoktu.

“Ares.” Dedim beklediğimden de sakin bir sesle. Öfkem sönüyor, yerini garip bir rahatlamaya bırakıyordu. “Gücümün zirvesine ulaşmayı başardım sanırım.” Hızla geri çekilip Henry’i serbest bıraktım. O yere düşerken ben şaşkınlıkla sadece bakıyordum. Vay canına… Bu kadar bariz bir değişim beklemiyordum ancak gerçekten bir şeyler bedenimden kopup gitmiş gibiydi. Dibe çakılmıştım. Dibe çakılmak mükemmeldi!

“Bayıltmışsın.” Dedi Ares iç çekerek. Gülümsedim. “Ayılmadan gidelim o zaman!” elini tutup onu çıkışa doğru çekiştirdim. Bu artık anneme ya da herhangi bir insana dokunduğumda onlara zarar vermekten korkmama gerek olmadığı anlamına mı gelirdi? Rüyada gibiydim. Neler olduğunu algılayamıyordum. Henry’e saldırmıştım. Onu bayıltmıştım. Bir bekçiyi tek elimle havaya kaldırıp, etkisiz hale getirmiştim. Bunun şokunu nasıl atlatacaktım? İçimdeki muhtemelen yersiz ve başımı belaya sokacak olan özgüvenime nasıl direnecektim?

Açık havaya çıktığımızda ve nefes nefese sırtımı soğuk, taş duvara yasladığımda elini bıraktım. Aynı anda beni kendine çekti. Düşünmeden kendimi bırakıverdim. Kafam göğsündeydi. Birkaç saniyelik sarılmamız beni yatıştırdı hatta bir pamuğa çevirdi.

“Sen yanımdan her ayrıldığında bir sorun çıkacaksa…” lafını kestim. “Ayrılma o zaman.”

Aptal! Önce düşün sonra konuş!

Aptal!

Derin bir nefes aldı. Serin havanın ortasında, saçlarıma çarpan sıcak nefesi içimi ürpertti. Kalbim aniden o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki göğüs kafesimden çıkıp gidecekti sanki. “Prenses?” dedi Ares kısa süreli sessizliğin ardından. Gözlerimi yumup iyice ona gömüldüm. Beş günlük ayrılık bize hiç iyi gelmemişti. Sürekli sarmaş dolaş gezersek benim korumam gereken kalkanım ne olacaktı? Hoş. Bugün o kalkan bir toz bulutuna dönüşüp uçmuş gibiydi.

“Lisa!”

Victoria’nın sesi bir bıçak gibi girdi aramıza ve elektrik çarpmışçasına ittirdim Ares’i. Bana ne söyleyecekti merak ediyordum ama bunu sorabileceğim zaman elbette şu an değildi. O an gelene kadar da meraktan kuduracağım aşikardı ancak şartlar hiçbir zaman istediğim şekilde gelişmiyordu zaten.

“Kurabiyem.” Dedim kapıya dönüp. Victoria’nın yüzünde yarı şaşkın yarı mutlu bir ifade vardı. Şaşkınlığının sebebini tahmin ettiğimden asla konuyu açmak gibi bir niyetim yoktu.

“Seni çok özledim!” diye mırıldandığında ağlayacaktı sanki. İki adımda aramızdaki mesafeyi kapatıp ona sarıldım. “Özür dilerim. Ancak gelebildim. Kevin’ı ve tabi diğer tüm herkesi atlatmak o kadar zor ki. Hepsi kafayı yemiş!”

Victoria beni geri çekip inceledi. “Elbisen ne kadar güzel. Kuğu gibi olmuşsun.” Rahlia’da bunu fark eden ilk kişi olmasına şaşırmamıştım ama keşke değiştirmenin bir yolunu bulabilseydim. Ayaklarım ağrımaya başlamıştı ve biraz da üşümüştüm.

“Ares’le bir planımız var. Cyrus’u oradan çıkaracağız.” Dedim konuyu değiştirerek. Victoria önce bana sonra imalı bir ifadeyle Ares’e baktı. “Seni o mu kaçırdı? İzinsiz dünyaya girebiliyor mu ki?”

Merak konusunda bana çekmesi hiç hoş değildi. “Kendim geldim.” Diye yapıştırdım cevabı saniyesinde. Neydim ben? Yalan profesörü falan mı? “Ona haber yolladım ve burada buluştuk.” Daha fazla soru sormamasını umdum ama elbette umduğum gibi olmadı. “Zindandan nasıl kaçtın?” diye sordu bu defa da doğrudan Ares’e bakıp. Ofladım. “Gerçekten çok sohbet etmek isterim ama Henry’i bayılttım ve ayılmadan buradan tüymemiz lazım. Planı sana yolda anlatırım.” Yeniden konuşmasına izin vermeden harekete geçtim ve zihnimde sonrası için yeni yalan üretimine başladım. Bunu bir meslek haline getirebilecek kadar kendimi geliştirmiştim. Üzülmeli mi yoksa sevinmeli miydim emin değildim.

**

Zindanların olduğu koridora geldiğimizde Victoria’ya döndüm. “Onu oradan çıkardığımız anda Saray alarm durumuna geçmeden uzaklaşabildiğiniz kadar uzaklaşın.”

Victoria itiraz etti. “Siz ne olacaksınız? Ya yakalanırsanız.”

Uzanıp şefkatle elini tuttum. “Merak etme. Biz başımızın çaresine bakarız. Sen dediğimi yap tamam mı? Sabah sizi buluruz.”

İkna olmuş gibi görünmese de kabul etmekten başka şansı olmadığının fakrındaydı. Başıyla beni onayladı. Ares’e döndüm. Bakışlarımdan ne yapmamız gerektiğini anladı. Victoria önümüzden geçip muhafızlara doğru ilerledi. Biz de duvarın arkasından onun gidişini izledik. Yeterince uzaklaştığından emin olunca da Ares elinde bir ateş topu oluşturdu. “Onları çıkış kapısına götürüp, seni almak için döneceğim.” Dedi. Gülümsemekle yetindim çünkü zaten bunu biliyordum. Beni bırakmayacağından emindim.

Gözümün önünde yükselen alevlerle birlikte çığlığı bastım. Ares geriye doğru uzaklaştı. Muhafızlar bu tarafa doğru koşmaya başladı. Ben ise var gücümle bağırıyordum. Sandığımdan daha geniş bir alana yayılan alevlerin önünde dikilirken yüreğim ağzıma geldi. Daha önce hiçbir yangının ortasında kalmamıştım. Hatta gördüğüm en yüksek ateş sahilde ısınmak için yaktıklarımızdı. Gerçi Rahlia’da karşılaştığım onca yeniliğin yanında bu önemsiz sayılabilirdi. Beni öldürmediği sürece sıkıntı yoktu.

Muhafızların dördü birden gelip de yangını söndürmek için uğraşmaya ve birbirlerine laf yetiştirmeye başladığında Ares anahtarın hangisinde olduğunu eliyle koymuş gibi buldu ve tek hamlede belinden çekip çıkardı. Kimse farkına varmadı. O zindanlara doğru hareketlendiğinde bakışlarım tekrar alevleri buldu. Saniyeler geçti. Beni yakmayacağını bildiğim ateş gözümde an ve an büyüyor ürkütücü bir hal alıyordu. Muhafızların beni umursadığı falan yoktu bu yüzden daha fazla burada kalmasam da olurdu. Dikkat çekmeyecek birkaç hamleyle ben de koridora geçtim. İlerledim. Çıkışın nerede olduğunu bilmesem de etrafta kimseyi göremeyince benim olduğum tarafta olmadığını anladım. Başarmışlardı. Rahat bir nefes koyuverdim.

Karşıdan bana doğru gelen Ares’i gördüğümde koşmaya başladım. Tutmam için elini uzattı. Parmaklarım parmaklarına dolandı ve tüm tehlikeler bir anda yok oldu. Çıkış artık tam karşımızdaydı.

Victoria mutluydu. Ben mutluydum. Babam yenilmişti… Aşk kazanmıştı…

Her şey gözüme toz pembe görünürken tam da dışarı adım atacağımız anda, siyah demir kapı yüzümüze kapandı. Aynı anda durduk. Gözlerimiz kavuştu. Hayran olduğum kehribarlar da en az benim kadar şaşkındı. Adım sesleri kulaklarımı doldurdu. Bunun bir kabusa döneceğini tahmin etmem gerekirdi. Her zaman böyle olurdu.

“Bugün bu Saray’dan çıkamazsınız.” Dedi tanıdık bir ses. Kalbim sıkışıyordu. Yeniden Ares’e baktım. Onun da bir cevabı yokmuş gibiydi. Beynimin içi karman çormandı ve yüzlerce soru aynı anda zihnime hücum etmişti. Topuklarımın üzerinde sakince döndüm. Koridorun en sonundaydı. Kapı rüzgârdan çarpmış olmalıydı ancak aynı anda burada birinin olması tesadüf müydü? “Sana geri gelince her şeyi açıklarım olmaz mı?” diye sordum. Suratında anlam veremediğim bir ifade vardı. Alışık olduğumun dışında, gerilmeme neden olan küstah bir ifade…

“Üzgünüm prenses.” Dedi tekrar konuştuğunda. Bir şeyler dönüyordu. “Bir süre daha burada kalacağız.” Bana prenses demesi çok anlamsızdı. Hala sıkı sıkı tuttuğum Ares’in eli kımıldandı. Bir şeyler anlatmak istiyordu gibiydi.

“Ufak bir laneti çözüme kavuşturmamız gerekiyor da.”

Mideme yumruk yemişim gibi iki büklüm olma isteğiyle dolup taştım. Kirpiklerimi kırpıştırdım. Bir şeyleri yanlış duymuş ya da anlamış olmayı dileyerek yüzüne baktım. Olivia’nın yeşil gözlerinden bir ışıltı geçti. Tanıdık bir duygu bedenimi sardı. Bu sevdiğim biri tarafından ilk kandırılışım değildi ancak en çaresiz bırakanıydı.

🔥

Arkadaşlarrrr okuyorsanız ve okumaya devam edecekseniz bir ses verir misiniz lütfen? :) Yorum ve beğenilerinizle bana destek olabilir ve tabi ki kitabımın da daha görünür olmasını sağlayabilirsiniz. Şimdiden teşekkürler. Haftaya görüşmek üzere. Kendinize iyi bakın. :)

Loading...
0%