@melikemn
|
🔥 Evrende tanıştığım ilk büyücü Annie’ydi. Bizi birinin takip ettiğini fark edip yanına gittiğimizde öldüğünü gördüğümüz Annie… Çok yönlü düşünüp olayları çözebilen birisi olmamıştım hiçbir zaman ancak nedense şu an burada Ares’le dikilirken ve Rahlia’daki arkadaşlarımdan biri olduğunu sandığım kişi bana meydan okurken, ilk defa bağlantıyı çok çabuk kurmuştum. “Bizi sürekli izleyen sendin. Annie’yi de sen mi öldürdün?” diye sordum eski arkadaşım, yeni düşmanım olan Olivia’ya. Gözlerindeki yeşil ışık bir kez daha yandı. Dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı ve üstünlük taslayan bir ifade yüzüne yerleşti. Büyücüler ölümsüzdü. En azından bildiğimiz kadarıyla ancak bir büyücü başka büyücüyü öldürebiliyordu belki de…Sinsi takipçimiz, Annie’nin katili, Saray’ın aşçısı sandığım Olivia’ydı. Eh, neyse ki bunu fark edebilmek için dahi olmak gerekmiyordu. Sadece, büyücülerin bu kadar iyi gizlenebiliyor olması ürkütücüydü. Kim bilir, daha önce farkında olmadan kaçıyla yüz yüze gelmiştim ve kim bilir kaçı benim melez olmamı -bizim melez olmamızı- en az Olivia kadar önemsiyordu? Ortada Ares ve benimle ilgili bir lanet vardı ve bunu bilen kişilerin dudakları mühürlüydü. Lanetin gerçekleşmesini önlemek isteyen büyücü artık aramızda değildi ve şu an elimizde bizi bu lanetin içine çekmek isteyen başka bir büyücü vardı. Harika. Çözmek için yanıp tutuştuğum lanet iyiden iyiye ödümü koparmaya başlamıştı. Her şeyi bu kadar kurcalamamak lazımdı işte. Burnumu sokmasam, Zaman Çukuru’na gitmesem ve Ares’e kafayı takmasam hatta aptal gibi ona âşık olmasam tüm bunlar yaşanmayacaktı. Annie’yi dinlemeliydik. Birbirimizden uzak durmalıydık. Biz aynı dünyalarda bulunmamalı ve lanet yüzünden her kim tehlikedeyse, olmamalıydı. Kendime Ares’le aramdaki mesafeyi koruyacağıma söz verdikten sonra bütün bir geceyi dip dibe üstelik her fırsatta sarmaş dolaş geçirdiğim düşünülürse… Ben pek bu işleri beceremiyordum. Ağlamak istedim ancak hiç sırası olmadığını tahmin edecek kadar aklım çalışıyordu. Yüreğime oturan büyük bir yumru eşliğinde elimi, usulca Ares’in elinden çektim. Kehribar gözlerine, dolu dolu gözlerle baktım ve önüne geçtim. “Her ne yapacaksan yap. Bitsin bu lanet meselesi artık.” Dedim rahat görünmeye çalışarak. Titriyor olmam ve ağlamaklı sesim beni ele veriyordu ancak duruşumu bozmadım. Olivia bana yaklaştı. Arka cebinden bir İgnis çıkardı ve yüzümde gezdirdi. Ares’in eli hızlıca belimi kavrayıp beni geriye savurdu. “Ona dokunma.” Diye uyardı tehditkâr bir sesle. Olivia başını sağa sola salladı. “Yazık olacak.” Aynı İgnis’i bu defa Ares’in yanağına yasladı. “Bu sizi öldürmez merak etme.” Dedi. “Bu değil.” Sözlerinden hiçbir şey anlamadığım için zihnim daha çok bulandı. Başım ağrımaya başlamıştı ve biraz da midem bulanıyordu. Gidip uyumak istiyordum. Sonra da bunların bir rüya olduğunu fark ettiğim bir sabaha uyanmak… Evet. İhtiyacım olan tek şey buydu. “Yakalayın!” diye gürledi biri koridorun öbür ucundan ve sesi duvarlarda yankılanarak ulaştı kulaklarıma. Olivia’da dahil, bakışlarımız o yöne döndü. Kevin üzerimize doğru gelirken buna sevinmem mi yoksa üzülmem mi gerekiyordu kestirmek zordu. “Beni tanıdın Lisa.” Dedi kısık bir tınıyla Olivia. Elindeki ignisi beline sıkıştırıp, üzerini örttü. “Bundan sonrası daha kolay olacak.” Bize arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Kevin’ın yanından geçerken başını eğip adımlarını hızlandırdı ve Saray çalışanı olmasının verdiği avantajla, kimse onu durdurup sorgulamadı. Tüm dikkatler bizim üzerimizde olduğundan da olabilirdi. Muhafızlar kollarımızı tuttu. Ne Ares ne de ben direndik çünkü işe yaramayacağı belliydi. İyi haber. Laneti çözmek için hala vaktimiz vardı. Kötü haber. İçimden gram lanet çözmek gelmiyor, aksine koşarak kaçmak geliyordu. İkinci kötü haber. Zindana atılıyordum. Eh, bu beklenmedik bir son değildi elbette. Bir gün başıma bunun geleceğinden herkes zaten emindi. “Beni öldürmek mi istiyorsun Lisa?” diye çıkıştı Kevin yanımıza yaklaştığında. Sorusuna vereceğim kesin bir ret cevabım olmadığından omuz silkmekle yetindim. Gözlerini yumup derin bir nefes aldı. “Keşke sana nasıl bir hatanın içinde olduğunu anlatabilsem ve keşke sen de benim haklı olduğumu görebilsen.” Dedi hayal kırıklığı dolu bir tonlamayla. Önce Ares’e sonra bana baktıktan sonra ellerini saçlarının arasında gezdirdi. “Ya da ben sana ona daha fazla yaklaşmaman gerektiğini anlatırım.” Diye benden önce yanıtladı Kevin’ı Ares. İki kolundan tutan muhafızların ellerini biraz daha sıktığını gördüm. Oysa Ares kurtulmaya çalışmıyordu bile. Kevin ikinci kez stresle homurdandı. “İkisini de zindana kapatın.” Dedi ve yeniden bana bakmadan dönüp arkasını uzaklaştı. Beni babama ispiyonlayıp, dünyaya sürülmeme sebep olmasa ona üzülürdüm. Hatta arkadaşlığımıza bir şans bile verebilirdim ancak şu an sadece onu boğazlamak istediğimden bunu yapmayacaktım. Aramızdaki özel bağı bu hale getirdiği için kendini duvardan duvara vursa yeriydi. Muhafızlardan biri demir parmaklıklı kafeslerin ikincisinin kapısını açıp beni ittirdi. Ardından kapıyı sertçe üzerime kapatıp zinciri kilitledi ve hemen ardından aynısını Ares’e de yaptı. Yan yana zindanlarda kapalı kaldığımıza sevineceğimi hiç düşünmezdim ama içimde garip bir rahatlama belirmişti. Zindanda duvara yerleştirilmiş, üç kişilik tahtta oturaktan başka hiçbir şey yoktu. Zaten üç metrekarelik bir alandı ve akıl almaz derece de soğuktu. Gri, taş duvarlar dondurucu görevi görüyordu sanki. “Bu ne böyle? Rahlia zindanında değil de evin buzdolabında hapis gibiyim.” Diye söylendim kendi kendime daha çok. Ares’in zindanının dibine çöktüm ve hemen ardımdan o da aynısını yaptı. Aramızdaki demir parmaklıkları görmezden gelerek gülümsedim. “Üzerime bir hırka almadığım için çok pişmanım.” Dedim. Gülümsememe karşılık verdi. “Verebileceğim bir hırkam yok ancak seni ısıtabilirim.” Işıldayan gözlerine bakınca sahilde oturuyormuşuz gibi hissetmiştim. Başımı geriye yaslayıp iç çektim. “Saray’ı yakmana gerek kalmadan mı?” Beni onayladı ve avucunun içinde bir ateş yaktı. Parmaklıkların arasından kolunu uzatıp, ateşi hemen önüme fırlattı. İrkilerek bacaklarımı topladım. “Merak etme, istemediğimiz sürece sadece seni ısıtacak kadar yanacak.” Kaşlarımı çattım. “Peki, nasıl sönecek?” Yüzüne yayılan tebessümü beynimi bulandırmıştı. “Prenses…” dedi normalden daha alçak sesle. “Yaktığım ateşi söndürebilecek tek kişi olduğunu biliyorsun.” Daha önce bunu test etmiştik ancak hiç böyle bir şey olduğunu düşünmemiştim. Hem önümde yanan ateşe öylece elimi uzatıp sönmesini bekleyemezdim. Bu çok saçma değil miydi? Tabi. Etrafta olan diğer her şey çok mantıklıydı çünkü! “Ne yani?” diye sordum birazda özgüvenle. “Ateşini ben mi söndüreceğim?” söylediğim cümlenin birden fazla anlamı olabileceği fikrini sonradan hazmettiğimden hızlıca gözlerimi kaçırdım. Yanaklarım kızarmaya başlamış olmalıydı çünkü fena halde yanıyordum. Eh, peki şimdi benim ateşimi kim söndürecekti? Ares bana doğru eğildi ve gerçekten aramızda hiçbir engel yokmuşçasına yüzü oldukça yakınıma geldi. “Hayır demem.” Dedi fısıldar gibi. Gözlerim faltaşı gibi açıldığında başımı önüme eğmem gerekti. Neden burası evimizin balkonu gibi davranıyorduk ki? Gerçi bu hoşuma gitmediğinden değildi elbette ama belki zindandan çıkmanın yollarını düşünmeliydik. Rahatım yerindeydi gerçi. Isınmaya başlamıştım. Sadece Ares ve ben vardık ve babamı ya da Kevin’ı ya da laneti düşünmeme gerek yoktu. Eğer Olivia bir kez daha bizi burada köşeye sıkıştırmayı planlamıyorsa biraz daha kalmamızda sıkıntı yoktu. Üç beş ay falan belki… “Karnım acıktı.” Dedim aniden konuyu değiştirerek. Bugün burada önümde yanan ateşten başka bir ateş sönmeyecekti. “Şu an buradan çıkıp gidebiliriz istersen.” Diye önerdi Ares. İçimden hiç zindandan çıkmak gelmiyordu. Aklımı mı kaçırmıştım acaba? Kim hapis hayatını severdi ki? Ortamın sessizliği ve yanımda olmasını istediğim tek kişinin olması makul bir sebepti. Dışarı çıktığımda yaşanacak bir ton sorundan önce biraz kafa dinlemek en iyisiydi. Dünyada beş gün odamda kapalı kaldığımda zihnime birikenlerin bir kısmını çözmüştüm. Kalan kısmı az daha bekleyiversindi. “Yo.” Omuz silktim. “Biraz daha aç kalsam ölmem.” Bir elimle parmaklıklara tutundum. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi yumdum. “Ama daha fazla uyumadan duramayacak gibiyim.” Ares usulca elimi tutup indirdi. Parmakları parmaklarıma dolandı ve başını hemen yanımda duvara yasladı. Şimdi de odamdaki koltukta oturuyor gibiydik. Onunla tüm felaketler beynimin içinde garip bir konfor alanına dönüşüyordu. “İyi uykular Prenses.” Dedi şefkat dolu bir sesle. Başım soğuk demire yaslandı ancak hemen ötemde Ares’in saçlarının kokusu burnuma dolarken bir kuş gibi uykuya dalmam saniyeler aldı. Günlerdir geçirdiğim uykusuz gecelerin bir yansıması mıydı yoksa Ares’in üzerimde yarattığı rahatlama mı bilmiyorum ama uyumak hiç bu kadar güzel hissettirmemişti. ** “Lisa!” Korkunç bir adım vardı. Kafamı duvara vurmak isteyeceğim kadar hem de. Aniden gözlerim açıldığında ve Kevin’ın tam karşımda alev saçan bakışlarını üzerime diktiğini fark ettiğimde sorunun adım mı yoksa adımı ondan duymak mı olduğunu çözmeye çalışıyordum. Kevin hala Ares’in avucunun içinde olan elime baktı. Dişlerini birbirine kenetledi ve öfkeli bir nefes koyuverdi. Parmaklarımı gevşettiğimde Ares elimi daha sıkı tuttu. Gülmek istemiyordum gerçekten ama bana hiç yardımcı olmuyordu. “Koridorda seni bekliyorum.” Dedi Kevin ve arkasını dönüp zindandan çıktı. Aralık bıraktığı kapıya bakıp ofladım. Mahkûm hayatımı zehretmese olmazdı! Oysa alışmaya başlamıştım. İstemeyerek de olsa Ares’in elini bıraktım. Aynı anda kirpikleri aralandı. “İyi misin?” diye sordu bir anda ayılarak. Bu kadar hızlı toparlanmasına şaşırdığımı belli etmeden onu onayladım. “İyiyim. Kevin sanırım konuşmak istiyor.” Benden önce ayağa fırladı. “Tamam. Konuşalım gidip.” Erkekler çok zordu. Hangi tür, ırk, cins olursa olsun hem de. “Şey,” zindan kapılarını işaret ettim. “Benimle.” Kaşlarını kaldırdığında ekledim. “Hemen dönerim ama.” Dedim ikna edici olmaya çalışarak. Birkaç saniye bekledi. Muhtemelen Kevin’ı öldürüp öldürmemek arasında gidip geliyordu. Ne diyebilirdim ki? Sonuçta benim de sık sık düştüğüm bir ikilemdi. “Tamam…” diye mırıldandı zorlukla. Yeniden yere oturup kollarını dizinin üzerine yasladı. Gözleri gözlerimi buldu. Beni kıskanıyor gibi hissettirmesi heyecanlanmama neden oluyordu. Of. Neden hipnoz olmuşçasına ona bakıyordum ki şu an? Aşık halim hiç çekilmiyordu. Derin bir nefes alıp zindandan çıktım ve Koridorun öbür ucunda dikilen Kevin’a doğru yürümeye başladım. Ayaklarım geri geri gidiyordu ancak bunu yapmam gerektiğini biliyordum. Kaçacak yerim de yoktu zaten. Direnmek manasız olurdu. “Seni oradan çıkarmak için geldim ve o herifle dip dibe uyuduğunu gördüm.” Dedi hayal kırıklığı dolu bir sesle Kevin, daha ben yanına varmadan. Neden ona açıklama yapmalıymışım gibi davranıyordu? “Ve?” Başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. “Gerçekten hiç anlamıyorsun değil mi?” diye sordu birazda inanamayarak. Omuz silkmekle yetindiğimde sözlerini sürdürdü. “Lis, o herifle herhangi bir evrende birlikte olamazsın. Bunun sonu ikiniz için de kötü biter.” Beni tehdit mi ediyordu yoksa uyarıyor muydu tam algılayamasam da sinirlenmiştim. “Rahlia’da işler nasıl yürüyor umurumda değil Kevin.” Diye karşılık verdim sözlerine imalı bir tonla. “İstemediğim hiçbir kuralınıza uymayacağım.” Bana doğru bir iki adım attı. Yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. “Keşke her şey sandığın kadar kolay olsa.” Canımı sıkıyordu. Yine. Canımı sıkmalarının bir listesini tutsam mürekkep yetmezdi. “Balodan nasıl kaçtın? Geçide kadar tek başına nasıl gittin?” diyerek değiştirdi konuyu birden. Beni gafil avlamıştı. Bu konuda henüz bir yalan düşünecek vaktim olmadığından bunu şu an yapmam gerekiyordu. “Otostop çektim.” Diye yanıtladım onu kendimden emin. Güldü. Bana inanmadığı her halinden belli oluyordu. Pis, uyanık herif. “Sence onda bir gariplik olduğunun farkında değil miyim?” bir soru soruyor gibi değildi de daha çok bir gerçeği yüzüme vurmak ister gibiydi. Yutkundum. “Senin zannettiğin gibi her şeyin cezası zindana atılmak olmuyor. İzinsiz başka bir evrene geçmenin cezası özellikle…” Bir kez daha yutkundum. Üç yüz kez daha yutkunsam da yeriydi. Kevin sandığımdan daha zeki miydi yoksa ben sandığımdan daha mı salaktım emin olamadım ama bir şekilde Ares’in ne olduğunu çözmüştü. En azından ne olabileceğini… Bu yeni bir büyük problemimiz var demekti ve ben bunun zindana atılmak dışında nasıl bir cezası olabileceğini kestirebilecek kadar Rahlia’yı ya da diğer tüm dünyaları tanımıyordum. Ares’in ölümsüz olduğunu düşününce… İhtimaller daha ürkütücü bir hal alıyordu. Kendimi toparlayıp, bir işler karıştırdığımı anlamasın diye duruşumu dikleştirerek söze girdim. “Şunu iyice anlamanı istiyorum.” Dedim üstüne basa basa. “Ares olmasa da… Seninle bir geleceğim yok Kevin.” Kollarımı göğsümde birleştirdim ve gözlerimi, kahverengi gözlerine diktim. “Sana aşık olmayacağım.” Beni şaşırtarak başını sallayıp onayladı. “Rahlia’da aşık olduğu bekçiyle bir gelecek kurabilen kişi sayısı da çok değil zaten.” Söylediklerini dikkate almaya dahi tenezzül etmedim. Bunun yerine omuz silkip ona meydan okumayı sürdürdüm. “Serbest miyiz? Çıkabilir miyiz?” Gözlerini yumup bıkkın bir tavırla koyuverdi nefesini ve iç çekti. “Sen çıkabilirsin. O zindanda kalacak.” Bakışlarıyla Ares’in olduğu yönü işaret etti. Görüş alanımızda olmasa dahi dönüp ben de o yöne bakmadan edemedim. Ardından gözlerimi Kevin’a çevirdim. Kurallara uymak zorunda mıyım yoksa değil miyim izleyip görebilirlerdi. “Pekala,” dedim. “İkimiz birden çıkabileceğimiz zaman haber verirsin.” Yeniden bir şey söylemesine izin vermeden hareketlendim ve zindanlara doğru yürümeye başladım. “Lisa!” diye gürlediyse bile umursamak niyetinde değildim. Az önce çıktığım demir parmaklıkların arasına girip kapısını üzerime kapattım. Kilitledim ve anahtarı uzağa doğru fırlattım. Sonra da yüzümü, hala bıraktığım yerde oturmayı sürdüren ve hayran bir ifadeyle beni izleyen Ares’e çevirdim. “Sanırım bir süre daha burada kalacağız.” Doğruldu. Dudağının kenarında memnun bir tebessüm baş gösterirken gözleri ışıldıyordu. “Güzel.” Dedi. “Burada olmayı sevdim.” Kevin arkamdan gelmedi veya saçma sapan bir laf edip tepemi yeniden attırmadı. Birkaç saniyenin ardından adım sesleri duyuldu ve sonrasında ortam durgunlaştı. Bunu fırsat bilerek gidip bir kez daha Ares’in tam yanına oturdum. “Ona aşık olmayacaksın.” Derken kendi kendine bir durumu değerlendirmek ister gibiydi. Konuştuklarımızı duymuştu. Feniks kulakları da sandığımdan daha iyiydi demek ki. Neyse ki bu gizli bir bilgi değildi. İsterlerse megafonla tüm evrene de haykırabilirdim. “Olmayacağım.” Dedim net bir sesle. Gülümsemesi genişliyordu. “Bu bilgiye ihtiyacım olacak.” Neyden bahsettiğini anlamamıştım ama sorgulamayacaktım. Hiç Kevin’dan bahsedesim yoktu. Gerçi söylediklerini düşününce sanırım buna mecburdum. “Seninle ilgili şüpheleri var. Hatta Feniks olduğunu anladı muhtemelen.” Diye girdim söze. Ares tepki vermedi. Acaba az önce Kevin söyledikten sonra bu haberi çoktan hazmettiği ve bir plan yaptığı için miydi yoksa gram umurunda değil miydi? Başka bir soru sordum. “Eğer dünyalar arası izinsiz geçiş yaptığımız ortaya çıkarsa, başımıza ne gelir?” Konu pek ilgisini çekmişe benzemiyordu veya bunları benimle konuşmak istemiyordu emin değildim. “Senin başına bir şey gelmeyecek Prenses. Güvendesin.” Dedi kendinden emin. Kaşlarımı çattım. “Nereden biliyorsun? İki kere zaman çukuruna bir kez de dünyaya…” gözleri büyüdü. İşaret parmağını dudağımın üzerine koyup beni susturdu ve bir eliyle elimi tutup yüzüme baktı. “Tekrar söylüyorum. Güvendesin. Sadece bunları kimseye söyleme yeter.” Belli ki bu geçişlerin sandığımdan daha tehlikeli sonuçları vardı. Ürperdim. Ares yüzyıllarca dünyalar arasında mekik dokumuşken ben hayatına girdikten sonra yakalanmıştı. Ona gelecek her türlü zararın sebebi ben olacaktım ve bunun yerine ölsem daha iyiydi. “Güvende olmak istemiyorum ben.” Dedim tereddüt etmeden. “Senin de güvende olduğunu duymak istiyorum.” Başını yana yatırdı. “Ölümsüzüm ben. Unuttun mu?” yarım yamalak bir gülümsemeyle bakarken bir eliyle saçlarımı düzeltiyordu. “Ölmenden bahsetmiyorum ki. Zaman Çukuru’nda veya Rahlia’da ya da büyücüler arasında işler nasıl ilerliyor bilmiyorum. Benim henüz haberdar olmadığım bin bir türlü felaket vardır eminim.” Aniden telaşlandım. Olayların ciddiyetini bu kadar geç kavradığım için kendime kızıyordum. Artık toz pembe sosyal medyamın içinde değildim ve her şey sandığımdan çok daha gerçekti. Davranışlarımın sonuçlarını tartmam gerekirdi. Ares elini çeneme koydu. Yüzümü kendine çekip, demir parmakların bir milim ötesinde durdurdu. Onunla aramda ise yalnızca birkaç santim kalmıştı. Kalp atışlarım hızlanırken telaşım yerini baş edilmesi zor bir heyecana bıraktı. Dudaklarımızın burada kavuşması teknik olarak imkânsız da olsa, tenime çarpan nefesi ayaklarımı yerden kesmeye yetmişti. “Merak etme.” Dedi fısıltıyla. Gözlerimi yumdum. “Bu evrende seni görmeme engel olacak herhangi bir güç ya da felaket ya da başka bir şey yok.” Baş parmağı usulca dudaklarımda gezindi. Başım dönüyordu. Kirpiklerimi kırpıştırdım ve görüşümü tekrar kazandım. Ah… çok yakınımdaydı. Aklımı bulandırıyordu. Sesi sanki olabilirmiş gibi daha da alçaldı ve sessiz bir haykırışa dönüştü. “Senin dışında.” Diye mırıldandı. Ardından geri çekildiğinde bedenim korkunç bir boşluğa düştü. Öyle ki neredeyse gözlerim dolacaktı. Silkelenerek kafamı toplamaya, yaşadığımız anın üzerimde bıraktığı etkiden kurtulmaya çalıştım. Ona verebilecek bir cevap aradım. Asla böyle bir şeyi istemeyeceğimi yüzüne haykırmak istiyordum ancak kelimeler ağzımın içinde patladı ve dışarı yansıması kocaman bir iç çekiş oldu. Eğer halihazırda ikimizi mahvedebilecek bir lanetin başrol oyuncuları olmamış olsaydık, aptal Saray da Rahlia da Kevin da ve hatta kuralları da gram umurumda olmazdı ancak ne yazık ki hiçbir zaman bir sorun, yalnızca bir sorun olarak kalmıyordu. Saniyeler geçti. Kalp atışlarım dizginlenmiş, heyecanım bir nebze dinmişti. Ona karşı hissettiğim tüm duyguların üzerine kara bir bulut gibi çöken lanetimiz zihnimi Olivia’ya sürüklemiş, beynimi kemirmeye başlamıştı. “Olivia’nın ne planladığını öğrenmemizin bir yolu olmalı.” Dedim sesli düşünerek. İkimizde yeniden duvara yaslanmıştık. Annie öldükten sonra korkarak kaçtığım olayların içine yeniden düşmüş olmam canımı sıkıyordu. Üstelik Olivia’da bir şekilde ölmediği sürece bu defa kaçamayacağım da aşikardı. En azından belki laneti çözmenin ya da iptal etmenin ya da her ne olabiliyorsa işte bir yolunu bulurduk ve Ares’le aramıza girebilecek herhangi bir engel kalmazdı. Zaman Çukuru’nda kendimize küçük bir düğün yapar sonsuza kadar mutlu yaşardık. Ares’i damatlıkla hayal edince kıkırdadım. Nasıl bir varlıktı ki her hali kusursuz görünüyordu? Ciddiyim. Giydiği veya bazen zihnimin içinde çıkardığı her şeyle bu kadar mükemmel olursa… akıl sağlığımı nasıl koruyacaktım ki? Elimi başıma koyup kendimi usulca uyardım. Edepsizlik yapma Lisa! Acaba Victoria’yı da Zaman Çukuru’na götürmenin bir yolunu bulabilir miydim? Bir tane bile nedimem olmadan evlenmek istemiyordum ve beni yemek istemeyen birisinin çiçeğimi tutmasını tercih ederdim. “Seni bu kadar güzel güldüren şey her neyse… Kıskandım.” Dedi Ares ve beni hayal dünyamdan çekip çıkardı. Keşke kıskandığı şeyin yine kendisi olduğunu ona söyleyebilseydim. Gülüşümü bastırabilmek adına dudaklarımı ısırdım. “Düğün…” deyiverdim çenemi tutamadan ve ardından hızlıca elimle ağzımı kapattım. Kaşları çatıldı. “Ne?” Kızarıyordum. Hayır… Yanıyordum! “Şey…” iki ayak üstünde doksan iki tane yalan söylersen yeri geldiğinde böyle tıkanırsın işte! “Düğün… Bir erkekle bir kadının yasalar önünde hayatlarını birleştirmesi. Dünyada çok sık yapılıyor. Rahlia’da da yapıldığını…” Gülüşü dikkatimi dağıttı ve cümlem yarıda kesildi. “Düğünün ne olduğunu biliyorum. Zaman Çukuru’nda pek yapılmasa da…” Hay aksi. Benim düğün organizasyonu çöp oldu desenize. Neyse. Birlikte olsak yeterdi. Evlilik diye ölüp biten bir tip değildim ben de sonuçta. Kafamı bir yere mi vurmuştum? Neden yine beynimin yerini bir saman balyası almıştı? Sağlıklı düşünmem gereken en önemli anlardan birinde aptal Barbie evimden çıkıp, gerçekliğe dönmeyi bir türlü başaramıyordum. Üzerimdeki etkisi korkutucu bir hal alıyordu. “Zaman Çukuru mu? Hiç alakası yok ki konuyla zaten.” Yutkundum. “Victoria ve Cyrus için bir şeyler düşünüyordum da.” Kehribar gözleri benimkilere çarptığında gözlerimi kaçırdım. Yalan söylediğim üç kilometre öteden belli olduğundan suratında oluşan imalı gülümsemesi moralimi bozdu. Yer yarılsaydı ve içine girseydim de şu duruma düşmeseydim. Şimdi utançtan saçımı başımı yolacaktım. “Gün geçmiyor ki kız kardeşlerim başına bir iş getirmesin.” Diyen James’in sesi kulaklarıma ulaştığında hızlıca ayağa fırladım. Onu gördüğüme bir gün sevineceğimi söyleseniz size sadece gülerdim ama işte hayat mucizelerle doluydu. “James!” dedim abartı bir tonla. Sonradan onun berbat bir abi hatta berbat bir varlık olduğunu hatırladım. “Neden buradasın?” Benim dakikalar önce fırlattığım anahtarı yerden alıp kapımın kilidini açtı. “Sizi çıkarmaya geldim Lisa. Biraz minnet duygun olsun.” Hah. HAH! İğrenç olduğu kadar şakacıydı da! James gidip Ares’in kapısının kilidini de açtı. “Bunu yapman yasal mı ki? Kevin burada kalmamızı istiyor da. Muhtemelen babam da öyle istiyordur.” Dedim çıkmak için hamle yapmadan önce. James yalancı bir gülümseme yerleştirdi suratına. “Kevin ufak bir güç zehirlenmesi yaşıyor. Yakında geçer.” Diye belirtti fikrini. Bu yorumu ondan duymak ve üstüne ona hak vermek ödümü koparmıştı. Yoksa abimle iyi anlaşmaya falan mı başlayacaktım? Aman aman uzak dursun! James’in yüzü ciddileşti. “Victoria ortada yok. Çıkarılmanızı Kral istedi. Seninle konuşacakları var.” Şükürler olsun ki Victoria ve Cyrus yakalanmamışlardı. Babamla konuşur konuşmaz Ares’le gidip onları bulurduk ve güvende olduklarından emin olurdum. “Ve bunu yapacak herhangi bir muhafız yokmuş gibi bizi gelip sen mi çıkarıyorsun?” diyerek meydan okudum. Ona gram güvenmiyordum. Kim bilir aklından neler geçiyordu? “Gerçekten vefasızlığın kime çekti senin?” diye sordu sahte bir alınganlık ifadesiyle. Ardından Ares’e döndü. “Arkadaşız diye seni Saray’a eğitmen olarak aldırdım ve sen de kız kardeşime mi asıldın? Alındım açıkçası.” Bizimle alay ediyordu. Ares yumruklarını sıkıp derin bir nefes aldı. “Oysa arkadaş olamayacak kadar az tanıyoruz birbirimizi…” James dudağını büzdü. “Ama çabuk kaynaşmıştık.” Göz ucuyla beni süzdü. “Lisa’yla daha çabuk kaynaşmışsın gerçi.” Ağzından dökülen her bir kelime midemi bulandırdığından ona cevap verip iyice tadımı kaçırmak istemiyordum. Aynı şeyi Ares’in de yapmasını umarak dönüp bakışlarımla bunu anlatabilmeyi umdum. Hafifçe başını sallayıp beni onayladı. “Kral nerede?” diye sordum tüm sözlerini yutup. “Yemek salonunda.” Diye yanıtladı James şükürler olsun ki daha fazla zırvalamadan. “Sizi yalnız bırakayım. Vedalaşmak istersiniz belki. Hemen ileride bekliyorum kardeşim.” Dedi ve iğne gibi batan aptal cümlelerini de alıp gözden kayboldu. Sanki kaçacaktım. Şey… Aklımdan geçmedi diyemezdim ama yapmayacaktım sonuçta. Arkasından gözlerimi devirmekle yetindim. Ondan şüphelenen tek kişi olmadığımdan bir haltlar çevirdiğinden emin sayılırdım. Sadece daha öncelikle dertlerim vardı. “Bugün Saray’da kalıp ortalığın sakinleşmesini bekleyeyim. Yarın sabah ormanda buluşuruz olur mu?” diye sordum Ares’e dönüp. Elimi tutup beni kendine çekti. Ona sarılmadım ancak vücudu çok yakınımdaydı. Üstelik aramızda bir demir parmaklık yoktu. “Olur.” Dedi. “Gidip Victoria’yı bulur iyiler mi bakarım.” Kafamı sallayıp onayladım. “Teşekkür ederim.” Benimle atıldığı onca tehlikeden sonra hala sadece beni düşünüyor olması içimi parçalıyordu. Bunları hak ediyor muyum tartışılırdı ve başına bir şey geleceği korkusu iyiden iyiye beni ele geçirmeye başlamıştı. Paranoyak mı olmuştum yoksa içime mi doğuyordu? “Dikkatli ol.” Diyerek saçlarımın arasına bir öpücük kondurdu. Öncesinde hiçbir teması hissedemeyen benim, bir öpücük ölümüme sebep olabilirdi. “Sen de.” Dedim başımı kaldırıp hayran olduğum kehribarlara bakarken. “Prenses?” diye mırıldandı iç çekerek. Dün gece Victoria’yı beklerken bana her ne söyleyecektiyse şimdi tam zamanıydı. “Evet?” Bir tutam saçı kulağımın arkasına ittirdi. “Çözmemiz gereken bir lanet var.” Dedi bilge bir tavırla. “Ve elimizi çabuk tutmamız lazım.” Başımı sallayıp onu onayladığımda devam etti. “Lanet ikimize birden nasıl bir zarar verecek bilmiyorum ama olur da gerçekleşmesine engel olursak…” Nefesim kesilmek üzereydi. Kalbim ağzımın içinde atıyor, avuç içlerim oluk oluk terliyordu. “Sonsuza kadar seni bekleyemem Lisa!” Kahrolası! James’in kulağımı tırmalayan sesine içimden yüzbinlerce kez küfrettikten sonra Ares’in yüz ifadesine baktığımda onun da en az benim kadar sövdüğünü anlamıştım. Derin bir nefes aldıktan sonra imalı bir tavırla gülümsedi. “Kardeşlerin etrafta olduğu sürece konuşmamız mümkün olmayacak gibi.” Koca bir ömrü tek başıma geçirdikten sonra aniden ikisinin birden her anıma dalıyor olması gerçekten inanılmazdı. Çaresizce omuz silktim. “Gideyim en iyisi.” Umarım kafan kopar James! Ares bana doğru eğildi. Eğildi… Eğildi… Dudakları bir santim ötemde durana kadar beynim otuz yedi farklı düşünceye gömülmüş, hücrelerimin her biri ayrı bir elektrik dalgasıyla çarpılmıştı. Gözlerim fal taşı gibi açıldı ve istemsizce dudaklarımı yaladığımda yanağıma bir öpücük kondurdu. Ayaklarımın şu dakikadan itibaren beni taşıması mucize olurdu. “Yarın sabah, ormanda.” Dedi ve uzaklaştı. Kalp krizi geçirmek için çok gençtim. Aramızdaki mesafe git gide açılırken henüz ölmemem gerektiğini kendime hatırlatıp durdum. Arkamı dönüp ilerlemeye başladım. Mimiklerim zıvanadan çıkmış, bir gülüp bir suratımı buruşturuyordum. Aklımın da yerinde olup olmadığından emin değildim. Ne hissediyordum? Aşık mıydım? Büyülenmiş gibiydim. Her bir zerremi ele geçirmiş, sanki beni kendine hapsetmişti. Böyle bir şey mümkün müydü? Olağanüstü bir evrendeydim. Ölümsüz varlıklar, insanüstü güce sahip bekçiler… Belki aşktan daha üstün bir duygu da vardı. “İnanamayacağın bir şey söyleyeceğim.” Diye zırvaladı James ona yaklaştığımda. Ofladım. “Birlikte olmanızı destekliyorum.” Hah. Fikri gram umurumda değildi ancak benim mutlu olabileceğim herhangi bir ihtimali desteklemesi beni şaşırtmıştı. Kim bilir kafasında ne tilkiler dönüyordu? “Sebep?” diye sordum ruhsuzca. Sussaydı da merdivenleri çıkana kadar Ares’le yaşadığımız anı beş bin kez falan daha hayal etseydim. “Onunla olursan bu, soyluluk unvanından vazgeçeceğin anlamına gelir ki sen onu henüz alamadın bile.” Acaba bana laf sokmadan yaşayamıyor muydu? Ona bir kez daha göz devirdiğimde konuşmayı sürdürdü. “Tahta çıkacak üçüncü bir adaya ihtiyaç yok. Bunu istemiyorsun bile hem.” Haklıydı ve bu ürkütücüydü. Bir gün içinde James’e bu kadar çok hak veriyor olmak canımı sıksa da doğru söylüyordu. Soyluluk almak gibi bir hedefim yoktu hatta bunun alınabilen veya vazgeçilebilen bir şey olduğunu bile ondan öğreniyordum. Laneti çözersek ilk yapacağım şey unvanımı Saray’da bırakıp defolup gitmek olacaktı. “Tahta sen çıkamayacaksın diye aklın gidiyor değil mi? Üstelik babamız hala hayattayken sürekli bunu düşünüyorsun. Korkunç birisin gerçekten.” dedim küçümseyen bir ses tonuyla. Aynı küçümseyici tavırla yanıtladı. “Açık konuşalım. Victoria ortada yok. Sen Rahlia nasıl yönetilir gram bilmiyorsun ve babam da zaten kara kış olan Rahlia’da çiçekler açtıramadı yıllardır.” Sözlerinin hepsi doğru olsa dahi onun mükemmel bir kral olacağına beni ikna edebilecek hiçbir güç yoktu. Çıkarcı ve ukala herifin tekiydi. Babamı ona tercih ederdim. “Bunları neden benimle konuşuyorsun ki James?” Dedim bıkkın bir tavırla. Yemek salonunun önüne gelmiştik ancak içeri girmeden önce bir an için durduk. Vücudunu bana çevirdi. “Eğer ayağıma dolanmazsan… Ares’le her ne halt yemek istiyorsan yemene izin vereceğim.” Bir anlaşma… Kirli bir anlaşma… “Birincisi.” Derken parmağımı yüzüne doğru tuttum. “Sana gram güvenmiyorum.” Devam etmeden önce sesimi biraz alçalttım. “İkincisi de… Senin gibi bir aptalın koca ülkeyi ele geçirmesine izin verecek kadar aklımı yitirmedim.” Salondan içeri girip onu arkamda bıraktım ve söylediklerinin bir an dahi kafamı karıştırmasına izin vermeden, sırtı bana dönük olan babama geldiğimi haber verebilmek adına öksürdüm. James’in ağzından dökülen saçmalıkları umursamayacaktım. Artık yalnızca bir şeyler çevirdiğini düşünmüyordum üstelik. Tehlikeli işler peşinde olduğundan emindim. Babam omzunun üzerinden bana baktı. Biraz yıpranmış olan mavi elbiseme ve hemen ardından dağılmış saçlarıma göz attı. Makyajım da bozulmuştu muhtemelen ama ilk defa tüm bunlar önceliğim değildi. “Victoria nerede?” diye sordu direk. Nasıl göründüğümün ya da iyi olup olmadığımın elbette onun için de bir önemi yoktu. Bir saniyeliğine gözlerimi yumup derin bir nefesi içime çektim. Aynı sürede geri bırakıp sakin kalabilmeye çalıştım. “Bilmiyorum.” Ellerini belinde birleştirmişti. Vatkalı ceketi ve uzun çizmeleriyle bir kraldan çok jokeye benziyordu ama bunu ona çaktırmayacaktım. Daha sonra anlatıp gülebileceğim birini nasılsa bulurdum. “Lisa…” diye söylendi benden bıktığını apaçık belli eden bir tınıyla. “Tüm yaptıklarını görmezden geleceğim söz. Kız kardeşinin yerini söyle bana.” Şanslıydı. Bugün ona söyleyecek bir yalanım yoktu. Omuz silktim. “Gerçekten bilmiyorum. Tüm gece zindandaydım ya hani. Victoria bana konum atamayacağına göre…” Öfkeyle dişlerini birbirine kenetlediğinde cümlemi tamamlayamadım. “Pekâlâ…” topuklarının üzerinde dönerek vücudunu tümüyle bana çevirdi. “Rahlia’daki geleceğinden konuşalım biraz.” Demek zamanı gelmişti. Ne olabilirdi ki? Ömrümün sonuna kadar odamda kapalı mı kalacaktım? Saray’dan sürülecek miydim? Yoksa ülkeden kovulup insanların arasında hayalet gibi mi yaşayacaktım? Belki sonsuz sürecek bir zindan cezası alırdım. Ya da idam mı edilirdim? Ne kadar ileri gidebileceklerini hiç kestiremiyordum. Beni tüm bunlardan kurtaracak bir kahramanım olduğundan hiçbiri beni korkutmuyordu. Babam bana bir iki adım yaklaştı. Muhtemelen sakin kalabilmek adına güçlü bir iç çekti. Sonra da yüz hatlarını biraz gevşeterek konuşmaya başladı. “Kevin’la evleneceksin.” İşte bu en beklenmedik olanıydı. 🔥 Helloooooooo! Ben geldim. Nasıl gidiyor Melez Laneti? 🥹 Sonunda yavaş yavaş beğeniler de artıyor o yüzden çok mutluyum. Yorumlarınızı da belirtirseniz çok güzel olmaz mı sizce? 😄 Haftaya 16. Bölümle görüşmek üzere ancak ondan önce Cumartesi Karanlık Cennet var elbette. Kendinize dikkat edin. |
0% |