@melikemn
|
🔥 Çoğu kişi benim asi olduğumu düşünebilirdi ancak aslında uyumlu biri bile sayılırdım. Arkadaşlarımla aram hep çok iyi olmuştu. En yakın arkadaşım sevgilimle kırıştırmıştı ancak bunun suçlusu ben değildim tabi ki. Karla’yla hiç tartışmazdık mesela. Ya da Arven’le anlaşamadığımız konu sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Okuldaki çoğu insan bana bayılırdı. Yanından geçtiğim herkese gülümser, mutlaka selam verirdim. Kim olduğunu önemsemeden onlarla sohbet etmeye bayılırdım. Popülerdim ama hiçbir zaman zorba olmamıştım. Sabahın köründe neden aklıma bunlar gelmişti bilmiyordum ama Rahlia’da doğru düzgün bir ilişki kuramamış olmamı düşünüp karalar bağlamaktan daha işe yarar bir aktivitem de yoktu. Galiba insanken çok daha iyiydim. Ya da öyle olduğumu sanırken. On sekiz yılımı geçirdiğim dünyada, kimseyle temas kuramadan çok şey başarmıştım. Burada ise henüz iki ay dahi olmadan çoktan çuvallamış, bin bir türlü sorunu hayatıma katmış, çözümsüzlüğün dibini görmüş ve muhtemelen olabilecek en dibe batmıştım. Bunu bir yenilgi olarak görmüyordum elbette ancak dün Kate ve Arthur’un hikayesine şahit olduktan ve babamın Victoria kaçtıktan sonra yaptıklarını gözümle gördükten sonra bu mücadeleyi ne kadar sürdürebileceğime dair güçlü bir şüpheye kapılmıştım. Rahlia asla içinde olmak istemediğim bir düzene sahipti ve bunu düzeltmek için kimsenin uğraşası yok gibiydi. Tek başıma bir krallığa meydan okuyamazdım. Öyle birisi değildim bir kere. Hayatımda huzur istiyordum sadece ve bu huzuru babamın veremeyeceği aşikardı. Bu yüzden kendimi öldürmek istememe sebep olsa dahi dün geceden beri dönüp dolaşıp aynı noktaya ulaşıyordum. James’in berbat birisi olduğuna dair hiçbir şüphem yoktu. Ona gram güvenebileceğimi de sanmıyordum ama içinde bulunduğum durumda onun bana bir çıkış yolu olup olamayacağını da hesaba katmadan edememiştim. Babam kötü bir yöneticiydi. Kötü bir ebeveyndi de aynı zamanda. James ondan daha iyi olur mu bilinmezdi ama bazen de risk almak gerekiyordu. Ayrıca Kevin’la evlenmekten kurtulup Ares’le olabilmemin tek yolu buysa… Bencil görünmek hiç istemezdim ama sonuçta bekçiler ne kadar körelmiş olurlarsa olsunlar güçlülerdi. Babam kadar… James kadar… Aynı seviyedelerdi. Kendi kaderleri için mücadele etmek istiyorlarsa edebilirlerdi. Ben kendi kaderim için mücadele edebilecek kadar bekçiydim sadece. Aynanın karşısında dikilmiş saçlarımı örerken, yüz hatlarımı inceledim. Yaşlanmıştım. Bir buçuk ay değil de yıllar geçmiş gibiydi. Ela gözlerimde hep var olduğunu düşündüğüm ışıltı gitmişti sanki. Olmaktan korktuğum birine dönüşmüştüm. Enerjimi ve pozitifliğimi yavaş yavaş yitiriyordum. Kirpiklerimi kırpıştırıp kafamı toplamaya çalıştım. Başka bir galaksi hatta evrene bile gitsem, benliğimi elimden almalarına izin vermeyecektim. Odadan çıkmadan önce son kez yansımama baktım. Elimi yüzümde gezdirdim. Kendi kendime gülümseyip mırıldandım. “Her şey iyi olacak.” Halledecektim. Karamsarlık içeren düşünceler zihnimi yavaş yavaş terk ederken asıl odaklanmam gereken konuya yöneldim. Ares’i görmeye gidiyordum! Dün sabahtan beri onu epey özlediğimi hissettim. Sonra öpücüğünü anımsadım. Yanaklarım durduk yere kızarmaya başladı ve beynim tümüyle onunla doluverdi. Beni ele geçirmesinin bu kadar kolay olması akıl almazdı. Tam mutlulukla dolmuşken odadan dışarı adım atar atmaz Kevin’la burun buruna gelince tüm enerjimi yeniden kaybettim. Sakin kalabilmek adına derin bir nefes aldım. Gönder gelsin Kev! “Günaydın.” Dedi dünyanın en normal yerinde, en normal durumundaymışız gibi. Kollarımı göğsümde kavuşturup tek ayağımı yere vurmaya başladım. “Ne istiyorsun?” Başını hafifçe yana eğdi. “Geçen gece konuştuklarımızı düşündün mü merak ettim.” Bu yüzden mi sabahın köründe kapıma dikilmişti? Ruh hastası! “Hiç vaktim olmadı. Bir süre de olacağını pek sanmıyorum.” Yanından geçmek için hamle yaptım ancak kolumu tutup beni durdurdu. Dokunuşunun üzerimde bir etki bırakacağına inanıyor muydu gerçekten? Onu duvara savurmadığıma dua etmeliydi. “Lisa. Aklını başına toplaman gerekmiyor mu artık?” Pekâlâ… Sakinlik buraya kadardı. Kendini müstakbel kocam sanan bu aptala haddini bildirmeden önce tüm savaş boyalarımı sürdüm. Hazırdım. “Senin aklını başına toplaman gerekmiyor mu? Seni is-te-mi-yo-rum! Ayrıca Ares’e de aşığım. Biraz gururun olsun Kev.” Sesli dile getirmek iyi hissettirmişti. Kahverengi gözlerinin içinde biriken öfkeyi gördüm. Kolumdaki elini hafifçe indirdiğinde, bir adım geri çekildiğinde ve zorlukla nefes alıp yutkunduğunda tam olarak ne hissettiğini kestiremesem de iyi bir şeyler olmadığını anlayabiliyordum. Bu kadar açık sözlü olmanın Rahlia’da başımı belaya sokacağından emindim ama ne yapayım çenemi tutamıyordum. “Henry’e ne yaptın Lisa? Ona yaptığın şeyi başka birine daha yapsan ya da ben Henry’nin çenesini kapatıp onu Saray’dan postalamamış olsam…” Anlaşılan sözlerimi duymazlıktan gelecekti. “Başına neler gelirdi tahmin edebiliyor musun?” diye sordu cümlesinin altında yatan tehditkâr mesajı aldığımı umarak. Eh, almıştım. Henry’e ne boyutta bir zarar verdiğimi düşünmeye fırsatım olmadığından başlangıçta afallasam da sonradan içimde hissettiğim gücü hatırladım. Ares’in söylediği gibi yıllarca bilmeden bekçi yeteneklerimi bastırmıştım. Ardından Arven’nin boğazına yapıştığımda onu az daha öldürüyordum ancak o zaman bile zirveyi görememiştim. Henry ise benden çok daha güçlü olmasına rağmen tek elimin arasında bayılıp kalmıştı ve adeta içimdeki tüm gücü onun üzerine boşaltmıştım. Muhtemelen kalıcı bir hasar da bırakmıştım. Birden deli gibi vicdan azabı çekmeye başladım. Bilerek yaptım sayılmazdı ama yine de duracağım noktayı kestirememiş olmam can sıkıcıydı. Biraz da ürkütücü… Kim bilir kendimi kaybettiğim başka bir anda kime ne zararlar verebilirdim? Kevin’a cevap vermek yerine yalnızca stresli bir iç çekmekle yetindim. “Nasıl bir işin içinde olduğunun hiç farkında değilsin. Seni korumaya çalışıyorum. Tüm sözlerine ve hakaretlerine rağmen sadece seni korumaya çalışıyorum Lisa. Umarım bir gün bunu anlarsın.” Dedi beklediğimden daha sakin bir sesle. Gerçekten tüm söylediklerime rağmen bu kadar otokontrollü olabilmesi takdire şayandı. Biraz da sinir bozucu… Henry’i zihnimden uzaklaştırıp yeniden Kevin’ın beni gereksiz yere sahiplenişine odaklandım. “Benim korunmaya ihtiyacım olduğunu nereden çıkardın peki?” dedim kollarımı göğsümde birleştirerek ve ona bir kez daha meydan okudum. Başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. “Haklısın.” Omuzları düştü. “Belki de yoktur.” Arkasını döndü. Hızlı ama aceleci olmayan adımlarla, koridor boyunca ilerledi. Yeni bir cümle kurmama fırsat vermedi. Geriye bakmadı ve kendince son cümlesini edip, tartışmamızı o sonlandırmış oldu. Beni sandığımdan daha iyi tanıyor olabilir miydi? Çünkü bir tartışmada son cümleyi söyleyememiş olmanın beni delirteceğini hesaba katmıştı. Sinirlenmemi istemiş olmalıydı. Ofladım. Ya da sadece, gerçekten kalbi kırılmıştı. Bazı ikilemlerin arasında kalıp durmak yorucuydu ve son zamanlarda hayatım yalnızca bunlardan ibaret olmaya başlamıştı. Bir süre daha orada durup Kevin’ın bıraktığı boşluğu izledim. Bugün her zamankinden daha fazla endişeliydim ve herkesin, her şeyin üzerime geldiğini hissediyordum. Hangi noktada patlayacağım belirsizdi ama bu patlamanın gerçekleşeceği koca bir gerçekti. ** Beni sırf dokunuşumu hissedebildiği için görmek istediğini düşündüğüm, Koca evrendeki yalnızlığını sonlandıran bir varlıktan ötesi olmadığıma inandığım günleri geride bırakmıştım. Benim duygularımın en azından bir kısmının onun da yüreğinde kol gezdiğini biliyordum. Bakışından, gülüşünden, dokunuşundan, her bir hareketinden anlıyordum çünkü. Karşımda dikilirken ve dudağının kenarına oturttuğu, aklımı başımdan alan tebessümü gittikçe genişlerken, kehribar gözlerindeki mutluluğu görebiliyordum. Bunu sesli dile getirecek konumda olmadığımız aşikardı ancak sadece hissediyor olmak da güzeldi zaten. Tüm zorluklarına, imkansızlıklarına ve hatta içimdeki tüm korkularıma rağmen… Ares bir mucizeydi. “Prenses?” dedi aramızdaki mesafe azaldığında. Tüm yüzümü kaplayan gülüşümle yanıtladım onu. “Günaydın.” Keşke Abasis sadece onun ve benim olduğum yeni bir dünya kurup bizi oraya hapsetseydi. Herkes için mutlu son bu olmaz mıydı? “Sarayda her şey yolunda mı?” diye sordu bir an için ciddileşerek. O beni bıraktıktan sonra dünyam alt üst olmuştu ancak elbette bunu ona söylemeyecektim. İlk defa çenemi tutacaktım çünkü olayların aklımın alamayacağı noktalara gitmesini istemiyordum. “Evet. Babam çok sert bir uyarıda bulundu gerçi. Bir de dün üvey annem sayesinde Victoria’yı görebildim.” Diye başladım tehlikesiz detayları anlatmaya. Ares büyük bir dikkatle beni dinliyordu. “O ve Cyrus iyi mi?” Başımı salladım. “İyiler. Birlikteler en azından. Şimdilik güvende de sayılırlar.” Saray muhafızları Arthur’un evini arayıp hiçbir şey bulamadığından bir süre yeniden oraya bakmazlar diye tahmin ediyordum. O zamana kadar da Victoria ve Cyrus kendilerine daha güvenli bir yer bulurlardı. “Marcus’a Olivia’yı sordum. Araştıracağını söyledi. Zaman Çukurunda diğer ırklarla vakit geçirebilmiş nadir kişilerden. O yüzden bir şeyler bulabileceğini düşünüyorum.” Diyerek değiştirdi konuyu. Demek lanetten konuşmanın zamanı gelmişti. Şen şakrak tavırlar buraya kadardı. “Biz ne yapacağız?” diye sordum. Yeniden kütüphaneye bakabilirdim ama zaten hali hazırda orada o kadar çok vakit geçirmiştim ki öğrenebileceğim her şeyi öğrendiğimi düşünüyordum. Kraliyet arşivleri bize daha fazla yardım edemezdi. Başka kaynaklar bulmaya ihtiyacımız vardı. “Gezeriz biraz.” Dedi bana daha da yaklaşırken. Kaşlarımı çattım. “Nereyi gezeriz? Büyücü mü arayacağız? Ya da James’i mi takip etsek? Onun neler karıştırdığını da deli gibi merak ediyorum aslına bakarsan. Gidip Marcus’a yardım da edebiliriz. Gerçi Fenikslerin arasında benim nasıl bir yardımım dokunur emin değilim…” İşaret parmağını dudaklarımın üzerine bastırıp kelimelerimi ağzıma tıktı. Gözlerimiz çakıştığında gülümsüyordu. “Prenses,” diye girdi söze melodik bir tınıyla. “Ya da bunların hiçbirini yapmayız ve sadece gezeriz.” Sadece gezmek bana o kadar zor bir ihtimal gibi geliyordu ki algılayamadım. “Yani…” duraksadım. Rahlia dertleri olmadan, kimseyi düşünmeden ve herkesten uzakta olabilme şansımın artık olmadığını sanıyordum. Uzun zamandır bir gün, bir saat hatta bir dakikamı bile sorunlardan ayrı geçirmemiştim. Dünyada odama kapatıldığım beş günde bile yalnızca Rahlia ve yaşadıklarım üzerine kafa yormuştum. “Olur.” Dedim tarif edemediğim bir mutlulukla dolduğumda. Elini usulca belime koyup beni kendine çekti. “Öncelikle bana güvenmeni istiyorum.” Diye girdi söze. “Sana zarar gelmesine asla izin vermem.” Tereddüt etmeden başımı sallayıp onayladığımda devam etti. “Benimle Zaman Çukuru’na gelir misin?” Rahlia’yı ya da dünyayı gezecek halimiz yoktu tabi ki. Hem bütün problemlerim bu iki dünyaya sıkışmışken neden ayaklarımla onların üzerine yürüyecektim ki? Düşününce, Zaman Çukuru sorunlarımdan uzaklaşabileceğim tek yer bile olabilirdi. Bir de… Ares bu evrende güvendiğim varlıkların başında geliyordu ama bunu ona söylemek gibi bir niyetim yoktu elbette. Omuz silktim. “Tamam.” Dedim. Seninle her yere gelirim diye eklemedim. Saniyeler içinde kırmızı kanatlarını çırparak bizi havalandırdığında, bedenimi sımsıkı sarmış kollarının arasında huzurluydum. Garip bir şekilde uçmaya da alışmıştım. Oysa bunun alışabileceğim bir şey olduğunu hiç düşünmezdim. Gerçi Rahlia’nın tüm geri kalmışlığına bile uyum sağlamışken, uçmak neydi ki değil mi? Ayaklarım yeniden yerle temas ettiğinde yüksek bir uçurumun tepesindeydim. Ares kollarını gevşetti ancak elleri hala belimde duruyordu. Başımı hafifçe eğip gözlerimi aşağıya diktim. Sonunu göremeyeceğim kadar yukarıda olduğumuzdan orada bir okyanus, deniz ya da sert bir zemin mi var kestirememiştim ancak mideme kramp girmesine neden olacak kadar korkunç göründüğü için hızlıca toparlanıp geri çekildim. “Sonsuz gibi.” Dedim biraz da şaşkın. Ares yorumum karşısında hafifçe gülümsemekle yetindiğinde gerçek kafama dank etti. “Zaman Çukuru!” Her bir zerresinin bu kadar ürkütücü olmasını aklım almıyordu. Dünyadayken bir okyanusa atlayıp Rahlia’ya geçiyorduk ve Zaman Çukuru için de bir uçurumdan sonu belirsiz bir boşluğa mı? Neden daha sıradan yöntemler bulamamışlardı acaba? Bence ışınlanmak hala en mantıklı olanıydı ama bunu Abasis’e anlatabilme şansım olacağını pek sanmıyordum. “Buradan atlamayacağız herhalde.” Diyerek yeniden bakmayı denedim ama son anda vazgeçerek doğruldum. Ares parmaklarını parmaklarıma doladı. “Şimdilik hayır. Sadece oturacağız.” Beni hafifçe çekiştirdikten sonra uçurumun en ucuna çöküverdi. Ayakları boşluğa sarkıyordu. Korkunçtu! “Ben ayakta dursam?” diye önerdim oldukça makul bir şekilde. “Gel.” Dedi inanılmaz bir ikna edicilikle. Oflayarak da olsa hemen yanına oturdum ve koluna bir koala gibi yapıştım. Dudağının kenarına yerleşen alaylı ancak memnun tebessümü görebiliyordum. Ona biraz daha sokuldum. Fırsatçı! Bir şey gözümün önünden hızla geçip, rüzgarıyla saçlarımı havalandırdığında kafamı sırtına gömdüm. “O ne ya?” diye cırladım neredeyse ağlamaklı bir sesle. Oysa daha önce ölü bir büyücü görmüş, bir Feniks Melezinin yaktığı ateşi söndürmüş, bir bekçiyi tek elimle bayıltmış ve bir bekçiyi de zindandan kaçırmıştım. Nelerden korkup nelerden korkmamam gerektiğini ayırt etmekle ilgili bir problem mi yaşıyordum acaba? “Sana yüzyıllarımı geçirdiğim evreni göstermeye çalışıyorum prenses ama kafanı oradan çıkarıp, gözlerini de açman lazım.” Benimle ilgili bir şekilde öğrendiği onca bilgiyi ve benim onun hakkında asla bilmediğim tonlarca detayı düşündüm. O beni tanıyordu ama benim de onu tanımamı isteyeceğine hiç ihtimal vermemiştim. Bana karşı hissedebilecek olduğu tüm duygulara rağmen sanki o kapalı bir kutu olarak kalacaktı hayatımda. Merak etmediğimden değildi. Onun adının geçtiği her şeyi deli gibi merak ederdim ancak belki de hiç öğreneceğimi düşünmemiştim. Yavaşça doğrulup Ares’in baktığı yöne baktım ve çenem aşağı düşüp de ağzımın beş karış açılmasına sebep olduğunda şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. Berrak gökyüzünde yüzlerce Feniks uçuyordu. Üstelik o kadar uyumlu hareket ediyorlardı ki sanki kalabalık bir dans grubuydu. Mor kanatlarını çırpışları ve bir ateş hüzmesi gibi süzülüşleri hayranlık uyandırıcıydı. Ormanda gördüğüm korkunç hallerinden eser yoktu. Öyle ki izlerken onlardan biri olmadığım için canım sıkıldı. Güya melez olan bendim. Görüyorsunuz ya. Melez genlerinin bana gram katkısı olmamıştı. “Buradan bakınca… Acımasız birer Kan Hırsızı olduklarına inanmak zor.” Diye mırıldandım daha çok kendi kendime. Sonra söylediğim cümlenin Ares’i gücendirebileceğini düşünerek ekledim. “Hepsi öyle değildir de tabi…” “Birçoğu öyle ama.” Anlaşılan herkesin bildiği bir şeyi dile dökmüştüm o kadar. Aklıma gelen başka bir şeyle yeniden aynı korku dolu ruh halime döndüm. “Beni görürlerse…” Ares bakışlarını yüzüme çevirdi. “Merak etme. Zaman Çukuru’nda değiliz. Geçidin ortasındayız.” Hiçbir şey anlamadığımdan kaşlarımı çattım. Devam etti. “Yani… Saray’ın altındaki tünellerden geçip buradan aşağı düşüyorsun ve yaşadığımız alanın bir noktasına ulaşmış oluyorsun. Arafta gibiyiz.” Muhtemelen üç dünyanın her bir noktasını görmüştü. Böyle bir hayatın düşüncesi bile beni yormaya yetiyorken onun bunu sürekli yapıyor olması inanılmazdı. “Vay canına…” diye söylendim hayranlıkla. Yorucuydu ama kimsenin gidemediği yerlere gitmek heyecanlı da olmalıydı. “Gidelim mi?” diye sordu yeniden elini uzatırken. Rahlia’ya geri döneceğimizi düşündüm ancak gözlerine bakınca kastettiğinin bu olmadığını anladım. “Atlayacağız. Değil mi?” Ödüm kopuyor olmasına rağmen onunla bu uçurumdan atlamak için can atıyordum. Sanırım yavaş yavaş aklımı yitirmeye başlamıştım. Elimi Ares’in elinin üzerine koydum. “Dikkatimi dağıt ki…” Okyanusa atlarken Kevin’ın dikkatimi dağıtmak için beni öptüğünü hatırlayınca cümlemi yarım bıraktım. Bir daha sırf dikkatim dağılsın diye birinin beni öpmesini istemiyordum. Ares’in beni öpmesini istiyor muyum diye sorarsanız… Her neyse. “Fark etmeyeceksin bile.” Dedi güven veren bir sesle. Gözlerimi kapattım ve kendimi tümüyle ona bıraktım. Birkaç saniye sonra kirpiklerimi kırpıştırıp görüşümü yeniden kazandığımda ormanlık bir alandaydım. Okyanusa atlamaya benzemiyordu. Hiçbir şey hissetmemiştim. Zaman Çukuru’na geçmek ışınlanmak gibiydi. Rahlia bir okyanusun altına gizlenmişken, burası bir bariyerin arkasında olduğundandı belki de. “Feniksler uyumazlar. Yemek yemezler. Bu yüzden bir eve de ihtiyaç duymazlar. Orman en rahat ettikleri alan. Tabi bir de gökyüzü.” Bir yandan anlatırken, bir yandan da yürüyorduk. Onu dinlemek o kadar güzeldi ki büyülenmiş gibi yanında ilerliyor, öylece yüzüne bakıyordum. Beni nereye götürdüğünü sorgulamayı dahi akıl etmedim. “Tabi tümüyle onlar gibi olmayanların eve ihtiyacı olabiliyor.” Tümüyle onlar gibi olmayan bir tek o olduğundan gülümsedim. Ardından hemen karşımızda duran küçük kulübeye baktım. “Beni evine mi getirdin?” diye sordum heyecanla. Aniden duygusal bir ruh haline bürünüp ağlamak istedim. Aramızdaki ilişkinin farklı bir boyut kazandığını hissediyordum. Bunu sorun etmeli miydim emin olamadım ama sanki ona her an daha çok bağlanıyordum. “İçeriyi görmek ister misin?” Bana değer veriyordu. Ah… ona sarılasım gelmişti. “Olur.” Dedim omuz silkerek. İki katlı, kahverengi ahşap kulübenin, duvarlarıyla aynı olan kapısını araladı. İçeride ne görmeyi beklediğimi düşünecek fırsatım olmamıştı ama bu kadar sıradan bir evle karşılaşmak beni epey şaşırttı. Mutfağı bile vardı! “Eh, ben onların aksine yemek yiyebiliyorum.” Dedi benim şok olmuş şekilde baktığımı fark edince. İçeri adım atıp, ellerimi duvarlarda gezdirdim. Mutfak dolaplarının önünden geçip, merdivenlerin önünde durdum. “Yukarıya da bakabilir miyim?” diye sordum büyük bir heyecanla. Omuz silkti. “Yatak odam var.” Bir saniye durduktan sonra ekledi. “Sen bilirsin.” Yanaklarım yanmaya başlayınca aceleyle ona arkamı dönüp, merdivenlerden uzaklaştım. “Geldin mi? Ne kadar zamandır seni bekliyorum haberin var mı?” duyduğum sesle yeniden merdivenlere döndüğümde yeni bir şok dalgası bedenimi ele geçirmişti ancak bir farkla. Bu defa içimde gram heyecan yoktu. Ares sanki burası onun evi değilmişçesine aynı şok olmuş ifadeyle bakıyordu. “Clara…” diye tısladı dişlerinin arasından. “Sana kaç defa elini kolunu sallayarak buraya girmemeni söyleyeceğim?” Tek bir adımla yanıma yaklaşmış, önüme siper olmuştu. Clara’yı ilk gördüğüm anı hatırladım. Benden nasıl tiksindiğini ve Ares’e nasıl saplantılı şekilde âşık olduğunu anlayacak kadar onunla sohbet etmiştim. Demek ki aşk… gerçekten her evrende aşktı ve kıskançlık da her evrende can sıkıcıydı. Clara görüp görebileceğim en arsız varlıktı belli ki, hem de Kevin’ı dahi sollayacak kadar. Ayrıca Ares’e olan aşkı endişe vericiydi. İki yüz yıl… Ortalama bir bekçi ömrü kadar süre geçmişti ve yaşadıkları şey her neyse geçen süre unutmasına yetmemişti. Birisi mideme yumruk atmış gibi hissediyordum. Kalbimi avuçlamış sökmeye çalışıyorlarmış gibi… Karşımdaki kadın bir Feniksti ve vücudumdaki bütün kanı emebilirdi ancak ben şu an kızıl saçlarına yapışmamak için çok zor sabrediyordum. Yatak odam var demişti. Ares’i onun yatak odasında bekliyordu. Beynimi kaynar kazana atmış, harlanmış ateşte kaynatıyorlardı sanki! “Ne yapayım?” diye sordu Clara tanıştığımızdaki hırçın tavrının aksine yardıma muhtaç yavru bir kedi edasıyla. “Benim bir evim yok.” “Bak şu işe…” diye homurdandım kendimi tutamayarak. “Ne kadar üzüldük anlatamam.” Mor gözleri benimkileri buldu. “Bu küçük melezle ne yapıyorsun? Bir tür melez toplantısı gibi bir şey mi?” küçümseyici ifadesi öncesinde beni korkutmuştu ama şu anda bende yumruk atma isteği uyandırıyordu. Bir kez daha Ares’in konuşmasına izin vermedim. “Sana ne?” Muhtemelen Clara’nın akşam yemeği olacaktım ama garip bir şekilde umurumda değildi. Mutfakta bekleseydi. Koridorda bekleseydi. Merdivenlerin başında, sonunda ortasında bekleseydi! Bir evin yatak odasından başka tonla yeri vardı! “Beni neden bekliyordun?” diye sordu Ares oldukça sakin bir sesle. Hah! HAH! Ölüyor muydum? Bu acı beni öldürür müydü? Öldürecek gibiydi. “Marcus birkaç soru sordu da. Bir büyücü arıyormuş. Biliyorsun ki onlarla oldukça vakit geçirdim.” Cümlesinin arasında bana göz ucuyla iğrenir gibi bir bakış atmayı unutmadı. “Başka ırklarla etkileşimi olan tek kişi olduğundan yardıma ihtiyacı olanın da sen olduğunu düşündüm. Belki bir yardımım dokunur diye geldim.” Suratımı ekşittim. “Bu kadar yardım seversen gidip bir hayır kurumu falan açsaydın.” Dedim kendi kendime ama Fenikslerin duyma yetenekleri bizimkinin kat kat fazlası olduğundan ortamdaki iki Feniksin gözleri de üzerime döndü. Harika. “Prenses,” dedi Ares beklediğimden de sakin bir sesle. “Clara Abasis’in lanetinden çok daha öncesinde doğan Fenikslerden birisi. Hatırı sayılır büyücüyü tanıyor. Olivia’nın kim olduğu ya da amacının ne olduğu konusunda bize yardımcı olabilir.” Hemen ikna olup, yardımını kabul etmesi sinirimi bozdu. Muhtemelen eski sevgilisi olan bir Feniks’in ikimizin arasında olan bir lanet konusunda ne gibi bir yararı dokunabilirdi ki? Hem ben Clara’nın bana ve özellikle Ares’e bir yararı dokunmasını istemiyordum ki! Of! Kahrolası yüreğimde, kahrolası bir ağrı vardı ve dinmek bilmiyordu! “Ne var?” dedim bir şeyleri ispat etmek için. “Rahlia’ya geleli bir buçuk ay oldu ve ben bile şimdiden iki tane büyücü tanıyorum.” Aynen Lisa, Clara’yla bir yarışa girmenin tam zamanıydı çünkü! Clara’nın kahkahası kulaklarımda yankılanınca yerin dibine girmek istedim. “Aferin sana minik bekçi.” Dedi midemi bulandıran kahkahalarının arasında. “Hatırlat da bir ara bunu kutlayalım.” Lisa: 0 Clara: 1 Lanet olası! “Clara?” dedi Ares ama gözleri benim üzerimdeydi. “Evimden çıkar mısın?” 1-1! Clara, “İyi de…” diye itiraz edecek olduysa da Ares sözünü kesti. “Yardım edebileceğin bir şey var mı diye bakacağım.” bana sadece benim görebileceğim bir gülümseme gönderdi. “Şimdi… Bizi yalnız bırakır mısın?” 2-1! Kollarımı göğsümde birleştirip, üstünlük taslayan bakışlarımı Clara’ya diktim. Kırmızıya dönen gözleri benimkilere sabitlendiğinde biraz da korkarak kaçırdım gözlerimi. “Beni nerede bulacağını biliyorsun cherie.” Dedi tüm öfkesine rağmen Ares’e kur yaptığını gram gizlemeye gerek duymadığı bir sesle. Ares cevap vermedi hatta sözlerini umursamadı bile çünkü beni izlemeyi sürüyordu. Bu yüzden ben cherie’nin ne demek olduğunu düşünüp kafayı yemek üzereyken yaşadığım tüm surat ifadelerimi görmüştü. Clara bir insan gibi kapıyı kullanarak evi terk etti ve bir saniye sonra kanat çırpışları duyuldu. Ardından sesler giderek uzaklaştı ve kayboldu. “Beni Rahlia’ya götür.” Dedim Ares’i de yumruklamamak için kafamı başka yöne çevirirken. Şu an bir Feniks-bekçi melezine trip atıyor gibi görünüyor olabilirdim ama öyle değildi. Sadece gittikçe daha fazla sinirleniyordum ve yalnız kalıp, sakinleşmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu. “İnsan ve bekçi dünyasına dair bilmediğim çok az şey var.” Diye girdi söze biraz da alaylı bir tonlama kullanarak. “İnsanlarla muhatap olmayı pek tercih etmediğim için tokalaşmayı bilmiyordum mesela.” Sözlerinin nereye varacağını kestiremediğimden konuşmak yerine dinlemeyi sürdürdüm. “Yüzlerce baloya katıldım ama dans etmeyi de bilmiyorum.” Vücudunu bana çevirip tam karşıma yerleşti ve bedenlerimiz arasındaki ufacık mesafeyi daha da ufacık hale getirmek için bir adım attı. “Ama prenses…” örgümün arasından düşmüş bir tutam saçımı kulağımın arkasına ittirip başını hafifçe yana eğdi. “Şu yaşadığın, her evrende aynı ve ne olduğunu çok iyi biliyorum.” Gizli bir iş karıştırırken yakalanmış gibi mahcup olarak bakışlarımı başka yöne çevirdim. “Hoşuma gitti.” Diye tamamladı cümlesini ve işaret parmağını çenemin altına koyup beni kendine bakmaya zorladı. “Kıskandığımı falan sandıysan…” diyecek olduğumda imalı gülümsemesi genişledi. “Yo…” diye mırıldandı fısıltı gibi bir sesle. Yüzü yüzüme eğilmiş, nefesi dudaklarıma çarpacak kadar yakınıma gelmişti. “Sanmadım.” Yutkundum. “Bak, gerçekten… Clara’yı neden kıskanacağım ki? Hem o bir Feniks. Beni tek hamlede falan yutar muhtemelen yani…” Ares biraz daha yaklaştı. “Lisa…” dedi sözümü keserek. Adımı ondan duymak garip gelmişti. Daha önce bana hiç adımla seslenmediğini o an fark ettim. Bunun sanki olabilirmiş gibi kalp atışlarımı iyice hızlandırması normal miydi? Hem… adım bu kadar melodik miydi benim? “E-efendim.” Dedim aptal gibi kekeleyerek. “Son zamanlarda, sonsuz ömrümün arasında en sevdiğim şey sesini duymak ama…” dudağı bir an için dudaklarıma değdi ya da değdiğini sandım bilemiyorum ancak sanki ruhum çekildi. Başım dönüyor, kalbim bedenimi terk edip gidecekmişçesine göğüs kafesimi zorluyordu. “Ama… şimdi biraz sussan olur mu?” Kıskançlığın yarattığı öfke kayboldu. Yerini tatlı bir telaşa bırakmış, beni yiyip bitiriyordu. Kevin’in temasının rüzgârdan farksız olduğunu düşünürsek daha önce biriyle öpüşmüş sayılmazdım. Birçok şeyin ilkini Ares’le yaşadığımı hesaba katarsak, bunu da onunla yaşayacak olmamı bir şans kabul etmeliydim. Gerçi şu an evrende bunu yaşayabileceğim başka bir canlı yoktu ancak olsa bile ondan başkasını aklımın ucundan geçirmemiştim. Usulca başımı sallayıp onu onayladım ve kendimi teslim etmek istercesine gözlerimi yumdum. Hani ilk defa ziyaret ettiğiniz bir yer olur, sanki yıllarınızı orada geçirmişçesine bir tanıdıklık hissi kaplar ya yüreğinizi… Bir şarkı çalar radyoda ve daha ilk dinleyişinizde tüm sözleri dilinize dolanır. Birisi girer hayatınıza ve sizi öldüreceğini bildiğiniz bir aşk, sanki sizin nefes almanızı sağlayan tek şeymiş gibi hissettirir. Dudaklarının sıcaklığı, ayaklarımın altındaki yerin kayıp gitmesine ve onun elleri belime dolanırken benim, vücudumu tümüyle onun kollarının arasına bırakmama sebep oldu. Daha önce defalarca kez hayal ettiğim anlar vardı ancak bu bir hayale sığamayacak kadar özeldi. Ben oydum. O bendi. Yalnızca bir iki saniye süren öpüşü sona erdiğinde içimi yakan bir boşluk kalbimin ortasına yerleşti. Beni uzun uzun öpmedi ama kısacık bir an zaten tüm anlarıma bedeldi. Gözlerimi aralarken kehribarlar daha önce hiç görmediğim bir ışıltıyla beni izliyordu. Yaşadığımız her şey yalnızca benim için değil, onun için de ilkti ve bunu bilmek güzel hissettiriyordu. Kapı bir hışımla açılınca Ares’in yüzüne bakarken kaybolup giden aklım başıma geldi. Olduğum yerde sıçradım ve belki de refleks olarak Ares’in bir adım gerisine geçtim. Clara’nın döndüğünü düşünerek çok fazla korkuyor gibi görünmek istemediğimden, duruşumu da dikleştirmiştim. Ona az önce öpüştüğümüzü, tam anlamıyla bir öpüşme sayılmasa bile, söylesem ileri gitmiş mi olurdum? Garip bir sahiplenme duygusuna bürünmüştüm. Ares’in elini tutup hey, bu Feniks artık benim! Diye bağırasım vardı. Ah, belli ki ben kendimi bir şekilde rezil etmeyi başaracaktım. Çenemi kapalı tutmam en hayırlısıydı. İçeri giren Clara’nın arkasında Marcus belirdiğinde farkına varmadan tuttuğum nefesimi serbest bıraktım. Sırf bizi rahatsız etmek ve yalnız bırakmamak için Marcus’u da alıp gelmişti. Pis Şeytan! “Bir büyücü var.” Dedi Marcus Ares’e bakarak. Ne? Öpüşmemiz hemen unutulup gidecek miydi? Günlerce falan sadece bunu düşünürüm ve geri kalan her şeyi zihnimden silerim sanmıştım oysa. Omuzlarımı düşürdüm. “Kim?” diye sordu Ares onlara doğru hareketlenip, beni geride bıraktığında. Herkes için hayat kaldığı yerden devam ediyordu. Ne hoş! Clara, konuşmadan hemen önce bana küçümseyici bir bakış göndermeyi ihmal etmedi. Obsesifti ve tedavi olmalıydı ama bunu ona söylemeyecektim elbette. “Andre. On altıncı yüzyılın ortalarına kadar dünyada yaşadı ancak muhtemelen Rahlia kurulduktan sonra oraya yerleşmiştir. İnsanlardan hazzetmezdi.” Dedi düz bir sesle. “Yani bir büyü falan yapıp Olivia’nın ne ayak olduğunu bize söyleyebilir mi?” diye sordum aynı duygusuz ses tonunu kullanıp, yine kendimce ona meydan okuyarak. Düşman edinmek için çok yanlış bir ırk seçtiğim ortadaydı ama geri adım atmayacaktım. “Belki. Bıraktığım gibi değilse hala. Hiçbir şeyden haberi olmayan biriyle konuşmaya hiç tahammülüm yok Marcus. Buna sen anlatır mısın?” Diyerek suratını ekşitti Clara. Bu diye bahsettiği kişinin ben olduğumu ortamdaki herkes anlamıştı neyse ki! Ares kaşlarını çattı. “Ne demek belki?” Hiçbir şeyden haberi olmayan yalnızca ben değildim anlaşılan. İçim rahatlamıştı. “Dünyalar ayrılmadan önceki son birkaç yüzyılda büyücülerin hiçbirinin büyü gücü yoktu. Bekçilerin ortaya çıkışından sonrasına denk geliyor diye hatırlıyorum.” Dedi Clara ve başını yana eğdi. Hani Marcus anlatacaktı! Ares sorunca aniden konuşası mı gelmişti? Üstelik yine manasızca kur yapmaya başlamıştı. Benimle kanatlarını ve dişlerini kullanmadan dövüşmeyi kabul eder miydi acaba? Kıskançlığımdan kurtulup konuya odaklanmaya çalıştım. Bekçiler on üçüncü yüzyılda ortaya çıkmıştı. On altıncı yüzyılda ise dünyalar birbirinden ayrılmıştı. Yani Clara onlarla yaklaşık üç yüz yıl geçirmişti ve bu süre zarfında büyücüler güçlerini kaybetmişlerdi ama sonrasında kazanmanın bir yolunu bulmuş olmalılardı. “Olivia büyü yapabiliyor. Kapıyı çarpan oydu. Bizi gizlice takip eden ve Annie’yi öldürende… Bunları büyü olmadan yapamayacağını ben bile tahmin edebilirim.” Dedim bir şeyler biliyor olmanın verdiği özgüvenle. Clara sözlerime karşılık umursamazca omuz silkti. O sırada Ares söze girdi. “Büyü gücünün geri gelmesi için ne gerektiğini de biliyor musun?” Clara önce Marcus’a sonra Ares’e baktı. Ben orada değilmişim gibi beni es geçmişti. Dişlerimi sıktım. “Andre’yi bul. Her soruna cevap verecektir. Benden bu kadar Cherie.” Arkasını dönmeden önce göz ucuyla beni süzdü. “Burada olman yasak biliyorsun değil mi?” eğilip yüzüme doğru fısıldadı. “Seni astırabilirim.” Göz bebekleri kırmızıya döndüğünde içimde bir korku dalgası belirdi. Clara bunu hissetmiş olacak ki, bir kez daha beni küçümsercesine gülümsedi. Ares kolundan tutup doğrulmasına sebep olana kadar da gülümsemesi solmadı. “Onu rahat bırak Clara.” Clara yeniden omuz silkip evi terk etti. Marcus, Ares ve ben kaldığımızda ortam sessizleşmişti. “Onu Rahlia’ya götür Ares. Başı belaya girmesin. Andre’yle ilgili detayları sonra konuşuruz.” Neden herkes ben burada değilmişim gibi davranıyordu? “Beni de ilgilendirmiyor mu? Detayları öğrenmek hakkım.” Diye itiraz ettiysem de pek işe yaramadı. “Ares sana anlatır.” Dedi Marcus ve Clara’yla aynı hızda çıkıp gitti. Ofladım. “Fenikslerin bu küçük dağları ben yarattım, ben herkesten güçlüyüm tavırları da ne böyle?” Ares’in kolu omzuma değdi. “Clara’nın derdi seninle değil.” Bilmiş bir tavırla kaşlarımı kaldırdım. “Onu anladım. Senden başka herhangi bir şeyi dert edebilirmiş gibi durmuyor zaten.” İkimizde hala yan yana duruyor ve açık olan kapıya bakıyorduk. “Kaldığımız yerden devam edelim mi?” diye sordu Ares imalı bir tınıyla. Kafamı hafifçe kaldırıp gözlerimi yüzüne diktim. Öpücüğünün aklımı başımdan aldığı doğruydu ama kıskançlık bütün bedeni yeniden ele geçirmeye başlamışken tek istediğim Clara’nın saçlarına yapışmaktı. “Cherie ne demek?” diye sordum bir anda hatırlayarak. Artık Ares’te bana bakıyordu. “Fransızca.” Dedi çok sıradan bir şekilde. “Canım demek.” Bir kez daha devasa bir öfke, mideme kramp girmesine neden oldu. “Harika…” diye mırıldandım dişlerimin arasından. Hem elimizde bir ipucu olduğuna göre bir an önce işe koyulmak en iyisiydi. “Beni Rahlia’ya götür.” Ve her şeyden önce çözülmesi gereken ortak bir lanetimiz, alt etmemiz gereken ruh hastası bir büyücümüz vardı. 🔥 22. Bölümde 1. kitabın finalini yapacağız ve 2. kitabımız Zaman Çukuru'na geçeceğiz. Buradan yayınlamaya devam edeceğim ama yeni bir kitap olarak yayınlamayacağım. Çok heyecanlı bir final sizi bekliyor. Ondan önce lanetle ilgili sizin teorilerinizi duymak istiyorum elbette. Lütfen beğeni ve yorumları eksik etmeyin. Haftaya görüşmek üzere. 😇 |
0% |