@melikemn
|
🔥 Saray’ın bahçesinde, renkli çiçeklerin olduğu ufak bir alan vardı. Ortasında sürekli aynı hızla dönüp duran, yuvarlak bir çeşme, onun hemen etrafında patika bir yol… Rahlia’ya geldiğimden beri Saray’ın bu kısmını yalnızca uzaktan gördüğüm hesaba katılırsa, detaylara böylesine hâkim olmak şaşırtıcıydı. Etraf boştu. Hatta koca Saray’da tek bir canlı kalmamışçasına sessizdi de… Şaşkınlıkla etrafıma bakınırken buraya neden geldiğimi hatırlamaya çalışıyordum. Geçen gece rüyamda gördüğüm, siyah saçlı kadın belirdi karşımda. Yine aynı gergin surat ifadesiyle üzerime yürüyor, sanki bana anlamadığım bir nefret besliyordu. “Alice!” diye seslendi arkasından birisi. Sesi o kadar tanıdıktı ki daha ilk anda tüylerimi ürpertmeye yetti. “Olivia…” diye mırıldandım kendi kendime. Alice olduğu yerde duraksayıp, bana arkasını döndü. Onun hareket etmesiyle birlikte Olivia’da artık çok net görünüyordu. Parlak, yeşil gözleriyle yine öfke saçıyordu. Arkasına gizlendiği sevimli aşçı maskesini çıkarmış, gaddar bir yüz ifadesine bürünmüştü. “Uzak dur benden Olivia!” diye gürledi kadın işaret parmağını havaya kaldırıp, ona doğru sallarken. Bu kadın kimdi bilmiyordum ancak ses tonu o kadar gürdü ki, insanda garip bir itaat etme isteği uyandırıyordu. “İgnis’i ver.” Dedi Olivia net ve tehdit dolu bir sesle. Gerçekten varlığımı fark etmiyorlar mıydı? Yoksa artık görünmez olabiliyor muydum? Melez güçlerim kendini geliştirmiş miydi? Alice’in bir an için göz ucuyla bana baktığını sandım ancak hemen ardından yeniden Olivia’ya yöneldi. “Ben de değil! Olsa da onu asla senin gibi birinin eline teslim etmezdim!” diyerek meydan okumayı sürdürdü Alice. Olivia bu sözler üzerine öfkeli bir tıslama gönderdi. Birkaç adım atıp Alice’in bir metre kadar yakınına ulaşarak elini havaya kaldırdı. Avuç içi karşıya bakıyor, tam ortasında, gözleriyle aynı renk bir ışık yanıyordu. Alice birisi onu fırlatmışçasına, sırt üstü yere düştü. “Ne yapıyorsun?” diye çıkışmak istesem de elbette hala kimse beni görmüyor, duymuyordu. Şaşkınlıkla Olivia’nın bu kadına yapacaklarını izlemekten başka çarem yoktu. Usulca yaklaştı. Hiç acelesi olmadığını belli edercesine, sinir bozan bir yavaşlıkla üzerine eğildi ve elini boğazına götürdü. “Onu er ya da geç bulacağım ve sen bu sıralarda çoktan ölmüş olacaksın.” Dedi tıslar gibi. “Gerçekten günlerdir beni uğraştırmana değecek mi?” Alice zorlukla nefes alıyordu ancak yine de ona cevap vermeyi ihmal etmedi. “Abasis senin akıl almaz emellerini gerçekleştirmene asla izin vermez.” Sona doğru sesi iyice kısılmış, bir öksürüğün arasında kaybolmuştu. Kulaklarıma ulaşan son şey Olivia’nın mide bulandıran kahkahasıyla birlikte sarfettiği sözlerdi. “Biliyoruz ki Abasis iş işten geçmeden olaylara pek müdahale etmez.” Gözlerimi karanlığa açtığımda nefes nefese kalmış hatta biraz da terlemiştim. Rüyalarım garip bir hal almaya başlamıştı ve bu beni iyice ürkütüyordu. Daha öncekilerin birbirinden bağımsız olduğunu düşünmüştüm ancak aynı kadını görünce, bağlantılı olabileceklerini de hesaba katmaya karar verdim. Gerçekten bana bir mesaj vermek istiyor olabileceklerini de… Saatin kaç olduğunu umursamadan yatakta doğruldum. Yeniden uyuyabileceğimi pek sanmıyordum bu yüzden ayaklanıp duvarda asılı duran mavi meşalelerden birinin ipini çektim. Mavi ateş yüzüme vurup görüşümü aydınlattığında, pencereden dışarıyı izliyordum. Çiçeklerin olduğu kısım Sarayın en ucundaydı. Müştemilatın tam tersi yönde ve ben oraya hiç gitmediğimden emindim. Kafam karışmıştı. Orada bir çeşme olduğundan bile habersizdim. Belki de zihnimin bir kurgusuydu. Var olmayan bir mekân yaratan bilinçaltımdı ve gerçekte yoktu. Eh, öğrenmenin tek bir yolu vardı. Hızlıca postallarımı giyip, duvarda asılı duran meşaleyi elime aldım. Odadan çıkarken beyaz, ipek geceliğimin altına postal giydiğim için kendimi asmak istesem de üzerimi değiştirerek vakit kaybedemezdim. Bu saatte Saray’dan çıkmak yasaktı bu yüzden kapıdaki muhafızları oyalamanın bir yolunu bulmalıydım. Merdivenleri inip büyük giriş kapısına ulaştığımda duraksadım. Meşaleyi duvardaki boş askılardan birine bıraktım. İki erkeklerdi. Pekâlâ, şanslı sayılırdım. Derin bir nefesin ardından aniden çığlığı bastım. Sanırım doğaçlamam gerekecekti çünkü plan yapacak vaktim olmamıştı. “Gidip acilen odama bakar mısınız!” diye gürledim telaşlı görünmeye çalışarak. Muhafızlardan biri kocaman açtığı gözleriyle yanıma yaklaştı. “Neler oluyor?” diğerinin de dikkatini çekebilmek adına bir kez daha gürledim. “Biri var!” Şimdi ikisinin gözleri de üzerime dönmüştü. “Kim?” diye sordu az önceki çığlığıma tepki vermemiş olan. Onu daha önce gördüğümü hatırlamıyordum. Elini beline sıkıştırdığı hançerine götürdü. Ardından uzun, kahverengi saçlarını savurdu. “Bilsem bu kadar korkar mıydım? Bir adam. Zorla girdi!” Yalan konusunda kendimi bu kadar geliştirmiş olmam utanç vericiydi. Ofladı. “Gidip bak Erik.” Dedi bana yakın olana. Aceleyle itiraz ettim. “Olmaz. Tek başına mı gidecek? Ya bir şey olursa!” Ağlayacakmış gibi yüzümü ekşittim. Rahlia’da oyunculuk diye bir meslek olmadığı için üzülmeye başlamıştım. Oysa sağlam bir kariyer sahibi olabilirdim. Erik hareketlendi. “Ben odayı kontrol ederken sen Baş Muhafıza haber ver. Eğer gerçekten birisi Saray’a gizlice girdiyse, ciddi bir güvenlik sorunu olabilir.” Kötünün iyisiydi. Kevin’a iki bininci yalanımı falan söylemem gerekecekti ama neyse ki bu gram vicdanımı sızlatmıyordu. Muhafızlar kendi aralarında anlaşıp dağıldığında ve ben ortamda tek başıma kaldığımdan emin olduğumda rahat bir nefesi dışarı bıraktım. Sonra da koşarak Saray’dan çıktım. Hava serindi ya da geceliğim fazla inceydi bilmiyordum ama üşümüştüm. Çıplak kollarıma ellerimi sürtüp ısıtmaya çalıştım. İşe yaramadı. Bu yüzden hızlanmanın daha mantıklı olacağına karar verdim ve çeşmeyi görene kadar da yavaşlamadım. Olduğum yere çakıldım. Oradaydı. Rüyamda gördüğümün birebir aynısı olan Çeşme tam karşımda duruyordu. Çiçeklerin rengi bile değişmemişti. Elimi ağrımaya başlayan karnıma götürdüm. Ardından yorulduğumu fark ederek çim zemine çöktüm. Bundan ne anlam çıkarmam gerekirdi? Birisi bana rüyalar gördürüyor, korkutmaya mı çalışıyordu? Olivia belki… Aklımı bulandırmak, ondan korkmamı sağlamak istiyordu. Büyücülerden başka, böyle yetenekleri olan bir ırk var mıydı ki? Ares elinde ateş yakabiliyordu. Belki Fenikslerin de rüyaları yönetmek gibi bir özelliği vardı. Ah… Ya da ben çok fazla fantastik roman okumuştum. Ofladım. Bu işin içinden nasıl çıkacaktım? “Lisa?” Normal şartlarda yalanım üzerine düşünmem, toparlanmam ve Kevin’a meydan okumam gerekirdi ancak o an içimden ufacık bile kımıldamak gelmemişti. Usulca kafamı ona çevirdim. Tepemde dikilmiş, elindeki siyah gömleği bana uzatmıştı. İtiraz etmedim. O da sakince omuzlarıma bırakıp geri çekildi. Gömleğin sıcaklığı, ne kadar üşüdüğümü fark ettirmişti bu yüzden uçlarından tutup kumaşı kendime doladım. “Neler oluyor yine?” diye sordu şimdiye kadar ki en mesafeli sesiyle. Gözlerim yaşardı. Çok saçma… Ağlamam için hiçbir sebep yoktu ki. Belki de rüyam sandığımdan daha büyük bir etki bırakmıştı üzerimde. Ya da içimde biriken her şeyin son damlasıydı. Ares’i düşündüm. Clara’yla arasında yaşananları… Bulmamız gereken büyücüyü ve hali hazırda bana kafayı takmış olan bir diğerini… Kevın’ın bok ettiği güvenimi düşündüm. Victoria’nın ulaşamayacağım kadar uzakta oluşunu… Kevin yanıma oturdu. “Odanda biri falan yok değil mi?” Kafamı yeniden çeşmeye çevirdiğimde o da benimle aynı yöne bakmaya başladı. “Yalan söyledin.” Omuz silktim ve uzatmaya gerek olmadığına karar vererek “Evet.” Dedim yarım ağız. Dizlerini önüne toplayıp, kafasını geriye attı. Birkaç saniye aramızda rahatsız edici bir sessizlik oluştu. Sonrasında Kevin yeniden doğruldu. “O kadar zorsun ki. Sana nasıl davranmam gerektiğini hiç anlamıyorum.” Sözleri beni güldürdü ancak komik olduğu için değildi. Bu kadar ortada olan bir gerçeği fark edememesine şaşırdığımdandı. “Kev…” diye girdim söze biraz da imalı bir tonlamayla. “Bana sadece arkadaşmışız gibi davranman gerekiyordu.” Yaptıklarını düşünmek ona karşı öfkemi canlandırmıştı. “Ama sen hayatımın içine sıçmayı tercih ettin.” Aynı anda hem kız kardeşim hem en yakın arkadaşım hayatımdan çıktığı için şu koca Saray’da korkunç bir yalnızlığa hapsoldum diye eklemedim ama ona baktığımda, en azından sustuklarımın bir kısmını anladığını fark etmiştim. “Elimde değildi…” diye bir şeyler zırvalamaya başladığında sözünü kestim. Hissettiğim duygu karmaşasından kurtulmam gerekiyordu ve sanırım tüm korkunç duygularımı boşaltacağım şanslı kişi Kevin olacaktı. Eh, hak etmediğini söyleyemezdik değil mi? “Elindeydi. Babama Ares’le aramda bir şey olduğunu söylememek elindeydi mesela. Benim sana karşı duygularım olmadığını bildiğin halde ısrar etmemek de elindeydi. Saçma bir evlilik oyununun içine bizi sürüklememek de elindeydi.” İç çektim. “Ama hiçbirini yapmadın.” Kahverengi gözleri, gözlerimle çakıştığında sonunda yaşlar da dökülmeye başlamıştı. Oysa Kevin’ın tavırlarının beni yalnızca deli bir öfkeye sürüklediğini sanıyordum. Bir yanımı kırıp paramparça ettiğinin ve bu denli üzdüğünün ise şu an farkına varmıştım. Bir süre cevap vermeden öylece bakmayı sürdürdü. Ardından güçlü bir nefesi doldurdu ciğerlerine ve omuzlarını düşürürken geri bıraktı. “Ares… Tehlikeli birisi. Bunu belki biliyorsun ya da haberin yok. Ama ister inan ister inanma kıskançlık falan değil derdim. Sadece sana zarar vermesini önlemeye çalışıyorum. Ve eğer seninle evlenebileceğimizi söylemeseydim… Daha büyük bir ceza alacaktın. Ortalık durulsun, Victoria meselesi kapansın… Vazgeçtiğimizi bir şekilde söyleriz.” Elini uzatıp yanağımdaki yaşları silmek istedi ancak yüzümü geri çektim. Dudaklarını yaladı. “Senin istemediğin hiçbir şeyi yapmayacağım.” Dudağının kenarında buruk bir gülümseme belirdi. “Söz veriyorum.” Kirpiklerimi kırpıştırıp usulca başımı salladım. Kevin’ı anlamaya çalışıyordum ancak sanırım pek empati yeteneği olan bir insan değildim. Yine de sonsuza kadar onunla kavga edecek halim de yoktu. Ares’i sıkıntıya sokacak bir hamle yapmasın, evlilik yalanıyla babamı biraz daha oyalasın yeterdi. Sonrasında ne olacağını da başka zaman düşünürdüm. Zaten yeterince zor bir gece oluyordu. Kevin ayağa kalkıp bana elini uzattı. “Ama sen de bana söz ver.” Kaşlarımı çattığım sırada devam etti. “Kimse için… Hiçbir şey için ağlamayacaksın.” Keşke dünyadaki son günümdeki Kevin olsaydı karşımdaki ve ona sarılıp, yeniden güvenmenin bir yolunu bulabilseydim. Yaşadığım her şeyi, hiç çekinmeden anlatabileceğim birine ihtiyaç duyuyordum ve artık ne en yakın arkadaşım Karla ne deli gibi âşık olduğum Arven vardı. Kevin’ın uzattığı eli tutup ayaklandım. “Söz.” Dedim daha çok konuyu kapatmak için. Aklımı kaybetmeme sebep olabilecek rüyamı da Kevin’ın bir türlü anlamayı başaramadığım duygularını da bir kenara bırakacaktım. Çünkü aniden başka bir şeyi hatırlamıştım. Rahlia’lı birini, Rahlia’nın baş muhafızından başka kimden yardım alarak bulabilirdim ki? Yürümeye başladığımızda aramızdaki bazı buzlar eriyor gibiydi. “Neden Saray’dan çıktın?” diye sordu Kevin. Gergince alt dudağımı ısırdım. “Bir rüya gördüm. Uyandığımda duvarlar üzerime geliyordu sanki ve tek düşündüğüm dışarı çıkmaktı. Nefes alamadığımı sandım.” Süsleyip sunduğum beyaz yalanım Kevin’ı endişeyle düşündürdüğünde ben konuyu açmanın yollarını arıyordum. Dikkat çekmeyecek kadar sıradan ancak, onu endişelendirecek kadar etkili olmalıydım. Ah… Bu iş içinden çıkılmaz bir hal almaya başlıyordu. “Sana çok saçma gelebilir ancak rüyamda birini gördüm. Daha doğrusu bir süredir görüyorum. İsmi… Andre.” Saray’ın kapısına yaklaştığımızda, muhafızlar görüş alanımıza girince duraksadım. “O kadar gerçekçiydi ki hepsinde. Rahlia’da yaşayan birisi ve benimle konuşmak istediğini söyleyip duruyordu. Bilmiyorum sanki bir çağrı gibiydi. Olağanüstü bir dünyada olduğumuzdan… Bir anlamı olabileceğini düşünüyorum.” Kevin’ın tepkisini ölçmek için susup beklemeye başladım. Büyük bir dikkatle beni dinliyordu. “Öyle bir adam varsa… O adamı bulabilir miyiz Kev?” dedim ona deliler gibi muhtaçmışım gibi, ince bir ses tonuyla. Korkunç biriydim. Ayrıca da yalan konusunda çok iyiydim ve bu kadar iyi olmak şımarmama sebep oluyordu ama bunu göz ardı edecektim. “Rahlia’da bir sürü Andre olabilir. Tanıdığım yok.” Dedi Kevin gerçekten bana inandığını ve yardım etmek için yanıp tutuştuğunu fazlasıyla belli ederek. Aç bir kedi yavrusu gibi bakmayı sürdürdüm. “Kayıt defterinden bakabiliriz.” Bingo. Mutluluktan havaya uçmak üzere olduğumu gizleyerek, gülümsedim. “Teşekkür ederim. Rüyanın etkisinden çıkamıyorum.” Kevin yeniden hareketlenince peşine düştüm. “Güneş doğmak üzere. Deftere baktıktan sonra… Gidip merkezde yaşayan Andre ismindeki bekçilere bakarız olur mu?” diye önerdi. Ares’le gitmeyi tercih ederdim ancak itiraz edip de dikkat çekmek istemediğimden şimdilik onayladım. Büyücüyü bulsam yeterdi. Eminim Melez olduğumu fark ettiğinde ya da en azından Clara’nın adını duyduğunda kendini bana gösterecekti. Sesimi çıkarmadan dakikalarca Kevin’ı takip ettim. Merdivenleri çıktık. Uzun koridorları geçtik ve bana sonsuz gibi gelen sürenin ardından devasa bir demir kapının önünde durduk. Kevin siyah kapının kafam kadar olan tokmağını kavradı. Ardından arka cebinden bir anahtar çıkarıp, üzerindeki zinciri çözdü ve kapı korkunç bir gürültüyle aralandı. “Vay canına…” Ağzım beş karış açık şekilde salonun girişinde dikilirken gözlerimden az daha kalpler çıkacaktı. Kevin kollarını göğsünde birleştirmiş, yüzüne beni şaşırtmış olmaktan memnun bir tebessüm yerleştirmişti. “Taht odası.” Dedi. “Kral son zamanlarda pek uğramıyor buraya ancak normalde toplantılarımız hep burada olurdu.” İçeri doğru bir iki adım atıp, odaya döndüm. Tam karşımda iki kişinin yan yana rahatlıkla sığabileceği ancak tek kişilik olan, parlak, kırmızı, kadife bir koltuk vardı. Ayaklarından tepesine kadar tüm kenarları altın işlenmişti. Önündeki altın sehpanın üzerinde koltuğun kumaşından yapılmış dikdörtgen bir tabure ve taburenin üzerinde de taç duruyordu. Gözlerimi alacak kadar ışıltılı, altın üzeri elmas taşlarla bezeli, güzelleri güzeli taç… James’in neden tahta geçmek istediğini anlamaya başladığım nokta tam olarak burasıydı. “Ona dokunabilir miyim?” Kevin birkaç saniye düşündü. “Dikkatli ol ama.” Koşarak odanın sonuna ulaştım. Önce tahtın işlemelerine ardından da kadife kumaşına dokundum. Onay ister gibi Kevin’a baktığımda tereddütle de olsa kafasını sallayınca ise geçip yavaşça oturdum. Öne doğru eğilip tacı aldım ve dağınık saçlarımın üzerine yerleştirdim. Bu kadar ağır olmasına şaşırmıştım. Demek ki üzerindeki her taş gerçekti. Hayran kalmıştım. “Şöyle bir fotoğraf çekinemediğim için çok üzgünüm.” Diye hayıflandım huysuzca. Üzerimdeki ipek geceliği saymazsak göz alıcı bir kraliçe gibi göründüğümden emindim. Sırtımı geriye yaslayıp iç çektim. Taht hakikaten de büyülüydü. Bir saniye içinde aklımın uçup gitmesine neden olmuştu. Bu yüzden Kevin uyarana kadar kalkmayı hiç düşünmemiştim. “Acele etsek iyi olur.” Oflayarak doğruldum. Tacı dikkatlice aldığım yere bırakıp ayaklandım ve yeniden Kevin’ın yanına döndüm. Konsantre olup, Andre’ye odaklanmalıydım. “Nerde bu defter?” Tahtın arkasında boylu boyunca bir dolap olduğunu, Kevin o yöne doğru hareketlenene kadar fark etmemiştim. Gidip içinden büyük ve oldukça kalın, siyah ciltli bir defter çıkardı. Üzerindeki tozu eliyle çırptıktan sonra birkaç kez öksürdü. “İşte burada.” Dedi öksürüklerinin arasından. Gülümsedim. “Harika.” Kevin defterin kapağını açarken ben de yanına ilerledim. “Alfabetik sıraya göredir umarım.” Diye söylenerek omzunun yanından kafamı uzattım. Kevin başını sallayıp beni onayladı ve ilk sayfaya bir göz gezdirdikten sonra üç sayfa birden atladı. Demek ki A harfiyle başlayan bekçi sayısı sandığımdan fazlaydı. “İşte burada.” Derken eliyle açtığı bir noktayı işaret ediyordu. “Dört tane var.” Eh, şanslı sayılırdım. Onlarca da olabilirdi değil mi? “Nerede?” Kolay ulaşabileceğimiz bir yerde olmalarını diliyordum. Ayrıca ilk baktığımız yerdeki Andre’nin aradığımız kişi olmasını da tabi… “İkisi taşrada. İkisi de burada merkezde. Birisi marangoz. Birisinin resim atölyesi varmış…” duraksadı. Yüzüne baktığımda kaşları çatılmıştı. “Ne oldu?” “Garip.” Dedi Kevin. “Resim atölyesi olan Andre’nin doğum tarihi yazılmamış.” Demek ki aradığım Andre oydu. Gülümsemek istediysem de ben de en az Kevin kadar şaşkın görünmek için uğraştım. “İlginçmiş.” Diye mırıldandım dudağımı büzerek. “Senden önce ben bir gidip kontrol etsem daha iyi olur.” Hay aksi. Kevin’ın gereğinden fazla uyanık olması canımı sıkıyordu. Aceleyle itiraz ettim. “Mümkün değil.” Şüpheci bakışları üzerime dönünce ise yutkundum. “Merak ederim.” Derin bir nefes alıp defteri çat diye kapattı ve çıkardığı gürültü irkilmeme neden oldu. “Beni at arabasında bekleyeceksin. Adam rüyandaki mi değil mi diye uzaktan bakacaksın o kadar.” Derken uyarıcı bir tını kullandı. Yine görev bağımlısı, kasıntı Kevin’a dönüşmüştü. Onu sonsuza kadar bunaltabilir, kafasının etini yiyerek benim dediğimin olması için ikna edebilirdim ancak gizli bir iş çevirdiğimden, yakalanmayı göze alamazdım. Sonrasında Ares’le birlikte gidip Andre’yle konuşurduk zaten. Hem büyücünün resim atölyesi olan adam olduğundan emin sayılırdım. “Tamam.” Dedim. Kevin acaba neden Andre’den bu kadar şüphelenmişti? Acaba büyücü olma ihtimali aklına gelmiş miydi yoksa başka bir şey mi düşünüyordu? Bunları ona soramayacak olmak moral bozucuydu. Yine de konuyu uzatmak asla işime gelmezdi o yüzden sonrasında bir daha konuşmadım. Birazcık çenemi tutsam ölmezdim. ** Üzerimi değiştirmiş, mutfağa inip Olivia ile karşılaşmak istemediğimden mecburen saçma aile kahvaltısına katılmış, babamın Kevin’ı düğün diye sıkıştırıp durmasına göz yummuş ve James’in alaylı laflarına tahammül etmek zorunda kalmıştım. Kısacası Andre’ye ulaşmak için korkunç bir sabah geçirmiştim bu yüzden at arabasında Kevin’la giderken beş karış suratla oturuyordum. Yine de en azından onunla kavga edip durmadan oturabilmek iyiydi. Düşünmem gereken onca şeyin arasında bir de sinirlerimi bozan laflarıyla uğraşamazdım. “James’in sözleri canını sıkmıyor değil mi?” diye sordu yaklaşık beş dakikalık sessizliğimizin ardından. Omuz silktim. Kafasını bana çevirdi. “Kralın düğün…” lafını kestim. “Düğün olmayacak dedin Kev. Sadece babamı oyalamak için bir yalan söylüyoruz. Aramızdaki buzlar eridi diye aklına başka bir şey gelmesin.” Ofladı. “Merak etme. Ne dediysem o. Sadece… Seni bu kadar korkutan bir seçenek olması biraz canımı sıkıyor.” Bir kez daha omuz silkmekle yetindim. Ona bir açıklama yapmayacaktım. Ne düşündüğümü zaten defalarca kez dile dökmüştüm. At arabası durdu ve bizim sohbetimizde şükürler olsun ki kısa sürmek zorunda kaldı. Kevin hiçbir şey söylemeden indi. Ben de arkasından indiğimde bana uyarıcı bir bakış fırlattı. Olduğum yere sabitlendim. “Gelmeyeceğim dedim ya. Burada hava alacağım biraz. İçerisi daralttı.” Diyerek sıradan bir ses tonu kullandım. Sonrasında onun tek katlı, Annie’nin dükkanından biraz daha ufak ve daha küçük pencereli, ahşap yere girişini izledim. Gözden kaybolduğunda ve durduğum noktadan kimseyi göremeyeceğimi anladığımda ise homurdanarak biraz ilerledim. “Gitmemen gerekiyor.” Dedi at arabasını süren muhafız. Ona dönüp suratımı ekşiterek çaresizce yeniden geriye adım attım. Tek ayağımı yere vuruyor, geçmek bilmeyen saniyeleri sayıyordum ancak meraktan şurada ölüp gideceğimden neredeyse emindim. Bir büyücüyle karşılaşmak için bu kadar heyecanlı olmam saçmaydı ama zaten yaşadığım ne mantıklıydı ki değil mi? Yere, tam parmaklarımın ucuna kırmızı bir tüy düşene kadar tüm odağımı Kevin’ın ve muhtemelen Andre’nin olduğu dükkâna çevirmiştim ancak aniden zihnim uyuşmuş gibi bulunduğum ortamdan kopuverdim. Kalp atışlarım hızlanırken, muhafıza çaktırmadan etrafa göz gezdirmeye başladım. Görememiştim ancak buralarda bir yerde olduğunu hissedebiliyordum. “Kevin’ın işi bitene kadar biraz şu ilerideki dükkanları gezeceğim.” Dedim sıradan bir tonlamayla ve beni yanıtlamasını beklemeden hareketlendim. O da itiraz edecek gibi durmuyordu. Saray’da önemli bir konumum olmaması bazen oldukça işime geliyordu. Yüz metre ileride dar bir sokak vardı. Sokağın iki yanı sırasıyla evlerle ve dükkanlarla doluydu. Çoğu bitişikti ancak birkaçının arasında bir metrelik boşluklar bırakmışlardı. Etrafa bakınarak ilerlerken beni bir yerlerde beklediğinden emindim bu yüzden adımlarım çoğaldıkça heyecanlanıyordum. Bunun ne kadar tehlikeli olabileceğini ise bir saniye için bile düşünmemiştim. Bir el elimi kavrayıp beni çekti. Yüzümde bir tebessümle savrulurken dokunuşunu hissetmek tüylerimi ürpertmişti. İki ev arasındaki küçük boşlukta, sırtım evlerden birine yaslanınca nefes nefese durdum. Ares tam karşımda, kollarını iki yanımdan arkamdaki duvara koymuş, birkaç santim ilerimde, kehribarlarını benim ela gözlerime dikmişti. Benim aksime onun gülümsediği falan da yoktu üstelik. “Andre’yi bulmuşsun.” Dedi neredeyse öfkeli bir sesle. Demek ki o da bulmuştu. Dün akşam Zaman Çukuru’ndan döndükten sonra bir daha buluşmak için konuşmamıştık çünkü ben Clara yüzünden ona o kadar sinirlenmiştim ki canım konuşmak istememişti. Çok istiyorduysa o bir şekilde yanıma gelirdi. Nitekim gelmişti de ancak hayal ettiğim gibi değildi. Rolleri mi değişmiştik? “Clara sen gittikten sonra resimle ilgilendiğinden ve biraz da dış görünüşünden bahsetti. Seçeneklerim kısıtlıydı. Seni alırım ve birlikte gelip konuşuruz diye düşünmüştüm.” Derken oldukça düz bir ses kullanmıştı. Bu kadar yakınımda durmasa ona meydan okuyabilirdim ancak dudaklarıma çarpan nefesi yüzünden aklım sürekli dünkü öpüşmemize kayıyor, beynimi bulandırıyordu. “Öyle mi?” dedim büyüsüne kapılıp aklımın başımdan uçup gitmesine engel olmaya çalışarak. “Biz de Kevin’la Rahlia’nın kayıt defterinden bulduk.” Sinir bozucu bir yavaşlıkla başını sallayarak onayladı beni. “Kevin’la. Evet. Gördüm.” Diye yanıtladı sözlerimi. Sorun bu muydu? Bu yüzden mi bu kadar öfkeli görünüyordu? Dünün intikamını alacağım anın bu kadar çabuk geleceğini hiç düşünmemiştim oysa. Şimdi yine gülesim gelmişti. “Uzun hikâye. Anlatacak vaktim yok. Şartlar öyle gelişti diyelim. Gitmem lazım çünkü dükkândan çıkıp da orada olmadığımı fark ederse iyi olmaz.” Ellerimi kolunun üzerine koyup geçmeye çalıştım. “Prenses.” Dedi telaşlanarak. “Akşamüzeri Andre’nin dükkanında buluşuruz olur mu?” Aniden gevşeyen hatları ve biraz daha yakınıma gelen yüzü yanaklarımın yanmasına neden oldu. “Tamam.” Kevin’ın beni öptüğünü öğrendikten sonra, onu her defasında bu kadar kıskandığını göz önüne alırsam, acaba evleneceğimizle ilgili ufacık bir şey duyarsa neler olurdu? Yutkundum. O öğrenmeden bu saçmalıktan kurtulmam en hayırlısıydı. Geçmem için kolunu çekti ancak kımıldamadım. Ona baktım ve “Hoşuma gitti.” Dedim onun dün Clara’yı kıskandığımı ima ettiğinde kullandığı tonlamayı kullanarak. Şimdi sinirli hali tamamen kaybolmuş, dudağının kenarına beni heyecanlandıran bir tebessüm yerleşmişti. Birkaç saniye öylece bakmakla yetindi ve en sonunda usulca iç çekti. “Ölümsüz olmasam…” hızlı bir hamleyle tekrar beni kendine çekti ve bedenlerimizi birbirine yasladı. “Beni öldüren sen olurdun biliyorsun değil mi?” Omuz silktim. “Öyle mi dersin Cherie?” son kelime fısıltı gibi dökülmüştü dudaklarımdan. Clara’yı boğazlama isteğim gram azalmadığından, aklıma gelince yine tüylerim ürperdi. Ares bana doğru eğildi… Eğildi… Kulaklarıma sıcak nefesi çarpana kadar yaklaştı ve “Git…” diye mırıldandı zorlanır gibi. Kaşlarım çatıldığında ekledi. “Ben kendimi hala tutabiliyorken…” Derin bir nefesi ciğerlerime doldurmayı denedim ancak açık havada olmamıza rağmen oksijen yetersiz gelmişti. Ne için tuttuğunu sormadım elbette. Tutma diyecek kadar cesur zaten değildim. Bu yüzden parmak uçlarımda yükseldim. Ardından yanağına belli belirsin bir öpücük bırakırken kokusunu içime çektim. İşte şimdi nefes alabiliyordum. Öyle ki başım dönmüştü ancak yine de eğilip kolunun altından geçtim ve arkama dahi dönüp bakmadan yanından uzaklaştım. Çünkü baktığımda benim de kendimi tutabileceğimin bir garantisini veremiyordum. Sokak arasından çıkıp yeniden Andre’nin resim atölyesini görebildiğim noktaya ulaşana kadar heyecandan kendini kaybetmiş olan kalp atışlarımın yavaşlamasını sağlamaya çalıştım. Muhafız hala at arabasının yanında dikiliyordu. Demek ki Kevin dükkândan çıkmamıştı. Rahatlayarak adımlarımı hızlandırdım ve Muhafızın beni fark etmemiş olmasını fırsat bilerek arkasından dolanıp dükkânın kapısına kadar ulaştım. Tam o anda adımı söylediyse de duymamış gibi davranmayı tercih edecektim. Ares’in üzerimde bıraktığı etkiden bir nebze kurtulduğuma karar verdiğimde yüzüme sıradan bir ifade yerleştirdim. İçeri girip sandığımdan daha büyük olan atölyeye şöyle bir göz gezdirdim. Üç tarafı boydan boya kahverengi masalarla çevrili, duvarların her bir noktasında tablolar asılıydı. Birkaçı hayranlık uyandıracak derecede güzeldi. Masaların üzerinde yığınla kağıtlar ve tuvaller seriliydi. En köşede Kevin bana arkası dönük şekilde dururken Andre’yle göz göze geldim. Kaşları çatıldı. Boğazını temizledi ve “Hoş geldiniz.” Dedi duyduğum en resmi ses tonuyla. Yeşil gözleri, kır saçları ve keskin yüzündeki ufak tefek kırışıklıklara rağmen oldukça genç görünüyordu. Kevin omzunun üzerinden bana baktığında Andre’nin gözlerinde yeşil bir ışık yandı. Onu başımla selamladım. “Beklemekten sıkıldım.” Dedim Kevin’a huysuzca. “Tamam. Çıkıyordum ben de zaten.” Başıyla Andre’yi işaret etti. “Aradığın kişi…” lafını kestim. “Değil.” Cevabımdan memnun bir şekilde beni onayladı. Kevin yanıma ulaşana kadar bakışlarımı atölyede gezdirmeyi sürdürdüm. Tam o sırada, sağ tarafımdaki duvarda asılı duran bir kadın portresi dikkatimi çekti. Yüreğime bir ağırlık çöktü. Siyah saçları, kahverengi gözleri, porselen kadar pürüzsüz beyaz teni… Muhtemelen Andre’nin çizdiği ancak gerçek bir fotoğraf kadar profesyonel görünen tabloya bakarken kuruyan boğazım yüzünden öksürmem gerekmişti. “İyi misin?” diye sordu Kevin elini usulca omzuma koyarken. “Kim bu kadın?” diye sordum gözlerimi tablodan bir an olsun çekmeden. “Kraliçe Alice.” Diye yanıtladı Andre sorumu. Mideme yumruk yemiş gibi büküldüm. “Hangi Kraliçe?” Düşeceğimi sanarak Kevin’in koluna tutundum. “Lisa?” dedi endişeyle. Tekrarladım. “Hangi Kraliçe?” Kevin derin bir nefes aldı. “James’in annesi.” Az önce heyecandan deliler gibi çarpan kalbim, şimdi teklemiş hatta sanki durmuştu. Zorlukla yutkundum. Rüyalarımın bir anlamı olabileceğini biliyordum ancak gerçek olabileceklerini hiç düşünmemiştim ve Babamın Fenikslerin öldürdüğüne inandığı Kraliçe’yi Olivia’nın boğarak öldürmüş olma ihtimaliyle defalarca kez sarsıldım. 🔥 Helloooo. Çoook heycanlı bölümler geliyo benden söylemesi. Yorum ve beğenilerinizle bana destek olabilirsiniz. Ben de azıcık mutlu olurum. 😅 Haftaya görüşmek üzere. 🤩 |
0% |