Yeni Üyelik
21.
Bölüm

20. Bölüm-Buruk Tebessüm

@melikemn

🔥

Annie’nin cesedinden sonra yaşadığım korkuyu hayal edip durmuştum. Ona karşı hiçbir duygum ve bağlılığım olmasa da sadece ölümü düşünmenin bile bir ağırlığı vardı. Sevdiğim birini kaybetmenin acısını hiç yaşamadığımdan Victoria’yı anlamaya en yaklaşabileceğim nokta da burasıydı ancak biliyordum ki aşık olduğu adamın ölmesiyle yüzleşmenin hissettirdiklerini tahmin dahi edebilmem imkansızdı.

Saatler, günler ilerlerken ve o gözümün önünde mevsimi geçmiş bir çiçek gibi solarken elimden gelen hiçbir şeyin olmadığını bilerek yaşamak payıma düşen can yakıcı kısımdı. Parmaklarım yıpranmış, kızıl saçlarının arasında dolanırken yüzümde tüm öfkelerimin yansıması buruk bir tebessüm vardı.

Birini teselli etmek zordu ancak ben yine de bu konuda iyi olduğumu düşünürdüm. Daha önce sevgilisinden ayrılan Karla’yı teselli etmiştim. İşyerinde yaşadıkları sorunların üstesinden gelmesi için annemi bile teselli etmiştim ancak Victoria’ya söyleyecek bir cümle, hatta kelime dahi bulamıyordum. Bunu bu şekilde deneyimlemeyi hiç istemezdim ancak çözümü olmayan dertlerin, belli ki tesellisi de olmuyordu.

“Kurabiyem…” dedi Victoria zorlukla çıkan sesiyle. “Efendim.” Diye fısıldadım ona ayak uydurmak adına. Yatağına uzanmış biraz olsun uyuyup dinlenmesini sağlamak istemiştim ancak günlerdir kısa ve kâbus dolu uyumaların ötesine geçememişti. “Bana bir şeyler anlatabilir misin?”

Kaşlarımı çattım. O yastayken ve daha da önemlisi bitmiş haldeyken ne anlatacaktım ki? Masal mı anlatsaydım? Kafası dağılır mıydı? Ölümü unutmak için birine nelerden bahsetmek gerekirdi hiçbir fikrim yoktu. “Ne mesela?” diye sordum biraz daha açık olmasını bekleyerek. Ardından ondan bir şeyler beklediğim için kendimi suçlu hissettim.

“Ben yokken Sarayda yaşadıkların mesela. Bilmiyorum. Cyrus’ı düşünmeme engel olabilecek önemli bir şeyler işte.” Dedi. Gözyaşları sonunda durduğu ve sesi günlerdir en net halini aldığı için mutluydum. Birkaç saniye ciddi bir şekilde düşündüm. O yokken milyon tane olay olmuştu ancak hangisi zararsız ve bir o kadar da önemli olabilirdi kestiremedim.

“Pekâlâ…” dedim saniyeler sonra derin bir nefes alarak. “Kral beni Kevin’la evlendiriyor.”

Victoria hızlıca doğruldu. “Ne?” diyerek çıkıştı yüksek sesle. Harika. İşe yaramıştı. Omuz silktim. “Lisa. Bunu nasıl daha önce söylemezsin?” diye azarladı bir de beni. Gerçekten hemen bu aşamaya geçecek miydik? “Yani… Fırsat olmadı.” Ellerimi savunmacı bir tavırla havaya kaldırdım. Bir yandan da neden söyleyemediğimi anlayacağı anın gelmesini bekliyordum. Kuvvetli bir iç çekerek gözlerini yumdu. “Hayatımızı mahvetmeye yemin etmiş bu adam.” Dedi dişlerinin arasından.

Üzüntüsü yüksek bir öfkeye dönüştü. Sanki içinde günlerdir bir kıvılcım büyütüyordu ve ben de sözlerimle onu harlamıştım. Başını geriye attı. Kısacık bir sessizliğe gömülüp, kafasında ne olduğu hakkında gram fikrimin olmadığı düşünceleri tarttı. En sonunda ise beni şok ederek, ayağa fırladı. “Plan yapmalıyız.”

Ona bomboş bakmayı sürdürdüğümde devam etti. “Hadi. Öylece seni istemediğin biriyle evlendirmesini mi bekleyeceğiz? Benim geleceğimi kararttığı gibi seninkini de mi karartsın?”

Sinirliydi. Daha önce Victoria’nın öfkesiyle karşılaşmamıştım bu yüzden yas tutarken ne yapacağımı bilmediğim gibi, şu anda da ne yapmam gerektiği hakkında ufacık bir fikrim yoktu. “Kurabiyem…” demek istediysem de elini kaldırıp beni susturdu. Kız kardeşim aklını mı yitiriyordu?

Âşık olduğun kişinin ölümüyle yüzleşmek kesinlikle aklını yitirmek için bir sebepti ancak bunun onun başına gelmesine izin veremezdim. O Rahlia’ya tutunma sebeplerimden biriydi. Bu yüzden ben de ayağa kalkıp, karşısına dikildim. “Öncelikle sakinleş.” Yanına yaklaştım ve omuzlarından tutup, gözlerime bakmasını sağladım. Ağlamaktan kısılmış üstelik bir kan çanağından farksız olan gözleri benimkileri bulduğunda ise alt dudağımı gergince ısırdım. “Bir plan yapmış olabilirim.” Yutkundum. “Olabiliriz yani.”

Üç kardeştik. James’le iş birliği yapabiliyorsam tabi ki Victoria’yı denklemin dışına itemezdim. Ona Feniksler veya büyücüler dünyasında yaşadıklarımdan bahsedemiyor olabilirdim ama onun hayatını da etkileyecek olan detayları anlatmalıydım.

“Kimle? Ares’le mi?” diye sordu az öncekinden daha kısık bir sesle. Meraklanmıştı. Bu iyiye işaretti. En azından kaç gündür bir ruh gibi bomboş olan ifadesi şimdi bir anlam ifade ediyordu.

“James’le.”

Kaşları çatıldı. “Abimiz olan mı?” zaten cevabını bildiği bir soruyu, yaptığım şeyin bir saçmalık olduğunu bana ispatlamak ister gibi yüzüme vurmuştu. Balo yarındı. Muhtemelen bu işten sıyrılmamın bir yolu yoktu. Ofladım. “Evet.” Dedim tereddütle.

Victoria’nın yüzünden ne düşündüğünü anlamak zordu. Belki de tüm yüzü hüzünle gölgelendiğinden durumlara verdiği tepkileri ölçemiyordum.

“Ne planı?”

Yumuşatamayacağım ortadaydı. O yüzden ne olacaksa olsun diyerek tek seferde söylemek en mantıklısıydı. “James’in babamı tahttan indirip yerine geçmesine yardım edeceğim.”

Ağzı beş karış açık halde bana bakakalan kız kardeşime gülümsemek ya da en azından olduğumdan daha masum görünebilmek adına herhangi bir mimik yapmak istedim ancak pek başarılı olamamıştım. “Kabul etmemeliydim değil mi? James’e güvenmemem gerekiyor. Üstelik babamız sonuçta. Ona bunu yapmak…” Victoria eliyle dudaklarımın üstünü örttü. “Bana detayları anlat.” Dedi neredeyse fısıldayarak. Kaşlarımı çattım. “Ne detayı?”

“Lisa…” yeniden gözleri yaşardı. “Sevdiğim adamı öldürttü.” Başını sağa sola sallarken sırtını dikleştirdi. “Başına gelebilecek en kötü şeyin gelmesini istiyorum.”

Sesindeki karanlık içimi ürpertti. Hala konuştuğumuzda bir nebze vicdanımı sızlatan James’in darbe planı Victoria’nın sandığımdan daha çok ilgisini çekmişti. Oysa onun evrendeki en naif ve iyi kalpli varlık olduğuna koşulsuz şartsız inanıyordum. Belki de her canlının içinde kötülük vardı. Sadece onu ortaya çıkaracak birileri gerekiyordu.

“Hiç… Üzülmeyecek misin yani?” diye sordum aptal gibi. Oysa cevabı yüzünden okunuyordu. “Üzülebileceğim en fazla şekilde üzüldüm zaten.” Sesinde yatan tonla duygu vardı ama buz gibi nefreti en bariz olanıydı. Söyleyebileceğin tek şey… derin bir of çekmekti. Victoria birkaç saniye belli bir noktaya gözlerini dikip bakmayı sürdürdü. Açıkçası büründüğü ruh hali bir tık ödümü kopartmıştı.

Kız kardeşim aniden hareketlendi. Bir süre şifonyerinin en alt çekmecesini kurcalayarak bir İgnisle geri döndü. “Baloya katılmak gibi bir niyetim yoktu.” Derken doğum günümde bana hediye ettikleri ve benim o günden sonra bir daha gün yüzüne çıkarmadığım İgnisimden çok daha küçük olan İgnisi inceliyordu. “Ama belli ki bir görevimiz var.” Duruma bu kadar çabuk uyum sağlamasını ne kadar garipsesem de asıl hissettiğim yoğun bir endişeydi. Gerçekten aklını yitiriyor olabilir miydi?

“İgnise neden gerek var pek anlayamadım.” Dedim korkuyla. Babamızı öldürmeyi düşünmüyor olduğunu umuyordum.

“Baloda eğitimini tamamlayan bekçilerin yemin töreni oluyor. Törene tüm bekçiler İgnisleriyle katılmak zorunda. Bir tür gövde gösterisi gibi. Kime karşı olduğunu ben de bilmiyorum. Saçma bir gelenek işte.” Diye açıkladı dümdüz bir sesle. Kafası başka yerde gibiydi ancak sözleri beni rahatlatmıştı. Bir ceset daha görmeyi kaldırabilecek gücüm yoktu.

Kapı iki kez tıklatıldığında ikimizde suçüstü yakalanmış gibi aynı anda telaşlanarak ne yapacağımızı şaşırdık. Babamı tahttan indirme planı yaptığımız düşünülünce teknik olarak suçüstü yakalanmış sayılırdık gerçi ama buna şu an kafa yormayacaktım.

“Victoria?” diyen Kate’in sesini duyunca odanın içinde oradan oraya dolanmaya başladım. “Bizi duymamıştır değil mi?” diye sordum gerilerek. Victoria kapıya doğru ilerleyip kilidi çevirdi. “Hiç sanmıyorum.”

Günlerdir benden başka kimseyi odasına almamıştı. James’in yaptığı planın onun yeniden kendine gelmesini sağlayacak şey olduğu hiç aklıma gelmezdi ama manasız bir enerjiyle dolmuştu. Tavırları gittikçe daha fazla endişelenmeme neden olduğundan ona yardım etmenin yollarını aramaya başladım ancak hiçbir fikrim yoktu.

“Konuşabilir miyiz?” diye sordu Kate, kapı aralanırken. Gözlerimiz çakıştığında hissettiklerimi anlamış mıydı bilmiyorum ama sanki yüz ifadesi değişti. Aceleyle hareketlendim. “Ben gideyim.”

Kate bakışlarını Victoria’ya çevirdi.

“Akşama doğru tekrar gelirim olur mu kurabiyem?” diye sordum kapıdan çıkmadan önce. Victoria kafasını sallayıp beni onayladı. Ardından oda ürkütücü bir ölüm sessizliğine büründü. Ben dışarı adım atıp kapıyı da arkamdan çekerken ikisi de hala konuşmamıştı.

Günlerdir Ares’le görüşmenin hiçbir yolunu bulamadığımdan bir şekilde Zaman Çukuru’na gitmem gerektiğine karar vermiştim ancak Saray’daki herkesin gözü üzerimdeydi sanki. Özellikle de Kevin’ın. Baş muhafız olarak bütün işini gücünü bırakmış, beni bir an olsun radarından ayırmamaya yemin etmiş olmalıydı. Bulunduğum koridorda mutlaka bir muhafız oluyor, gideceğim yere kadar kendince çaktırmadan beni takip ediyordu. Bir gece geçide ulaşmak için odamdan çıktığımda onu fark etmiş, neyse ki son anda yönümü değiştirmiştim. Yoksa her şey iyice karman çorman olacaktı.

Odama doğru ilerlerken yine bir muhafız peşimdeydi. Dişlerimi birbirine kenetleyip ilerlemeyi sürdürdüm. Ares’i deli gibi özlemiş olmamı bir kenara bırakıyordum ancak Andre’nin büyü yapmasını sağlayacak bir plana daha doğrusu ölü bir bedene ihtiyacımız vardı. Bunu konuşmalı, ne yapacağımıza karar vermeliydik ama Saray adeta benim için bir hapishaneye dönüşmüştü.

Bir kez pencereden bakarken ormana giden yolun başında Ares’i görmüştüm. Onun da benimle konuşmak için yollar aradığını biliyordum ancak ne yazık ki çaresizdik. Bu yüzden öylece dakikalarca bakışmaktan ötesini yapamamıştık.

Victoria’nın yanında olmadığım zamanlarda kendimi odama kapattığım günlerden birini yaşayacağımı düşünerek ilerlemeyi sürdürdüm ancak beni takip eden muhafız oldukça yakınıma ulaşınca, adımlarımı yavaşlattım. “Bir şey mi var?” diye sordum aramızdaki mesafe iki metreden daha az bir hal alınca.

“Sizi Kralın yanına götürmem gerekiyor.” Dedi biraz da çekinerek. Daha önce hiç birilerinin konuşmaktan çekindiği kişilerden olmamıştım. Rahlia her şey gibi karakterimi de değiştiriyordu belli ki.

Babamla konuşma havamda değildim. Kevin’la evleneceğimiz haberini verdiği günden beri onu görmezden geliyor, sorularına kısa cevaplar vererek kendimce onu protesto ediyordum. Bu yüzden hiç gerçek bir sohbetin içine girmemiz gerekmemişti. Açıkçası tercihim, bunun sonsuza kadar falan böyle kalmasıydı. Ne yazık ki, tercihlerimin hiç önemi olmuyordu. Oflayarak başımı salladım ve muhafız yönünü değiştirirken peşine düştüm.

Taht odasına ulaşana kadar konuşmamıştım. Muhafıza adını sormamış, onu tanımaya da çalışmamıştım. Hayata bakış açımı yerle bir edip beni ruhsuz bir köleye dönüştürüyorlardı. Korkuyordum.

Kevin’la geldiğimde aklımı başımdan almış olan taht odası babam tahtta otururken ve hemen yanında Kevin asık bir suratla dikilirken hiç de cazip görünmemişti. Hatta soğuk ve ürkütücüydü. Öyle ki üşüdüğümü hissetmiştim. Saray’ın ısıtma sistemiyle ilgili bir problem vardı herhalde. İlkel şöminelerin nasıl bir problemi olabileceğinden emin değildim gerçi. Kim bilir. Belki odunları falan bitmişti.

Odanın ortasına doğru ilerleyip, babamın tam karşısına yerleşirken derin bir nefes aldım. Bir an için Kevin’la göz göze geldiysem de hızlıca bakışlarımı çektim. Onunla da günlerdir pek konuşmamıştım. James, onun beni kandırdığını söylediğinden beri eskisinden daha fazla öfkeliydim ama bu defa hiç hesap soracak enerjim yoktu. Victoria’nın yası beni sandığımdan daha derinden etkilemişti belli ki.

“Kız kardeşin nasıl?” diye sordu babam buz gibi bir sesle. Bir merhabayı dahi çok görmesine alışmıştım ama sevdiği adamı öldürdüğü kızının durumunu sormak için beni çağırmasına da şaşırdım. Ondan bir beklentim yoktu. İçinde üçüncü bir çocuğa veremeyecek kadar az sevgi beslediğinin farkındaydım ancak bari kalan ikisine değer gösterebilseydi. Böylece hiç olmazsa ona saygı duyardım.

“Kötü. Tabi ki.” Dedim en az onun kadar ketum davranarak. Gözlerini yumdu. İç çekti ve bir kez daha bana aynı gergin ifadeyle baktı. “Atlatacaktır.”

Hah. Söyleyecek çok fazla kötü kelimem vardı ama kendimi dizginlemem gerektiğini biliyordum. “Sanmam.” Diye yorum yaptım yine de. “Kimse babasının âşık olduğu kişiyi gözlerinin önünde öldürtmüş olmasını atlatamaz.” Hızımı alamayıp kollarımı göğsümde kavuşturdum ve duruşumu dikleştirip ona meydan okudum.

Başını olumsuz anlamda salladı. “Burası Rahlia. Biz de bekçiyiz.” Dedi babam üzerine basa basa. Öne doğru eğilip, tek kolunu dizine yasladı. “İnsani zaaflarımız yoktur.”

Ona karşı susmak çok zordu. Dudaklarımı yalayıp içimde biriken öfkeyi durdurmaya çalıştım.

Başaramadım.

“Senin insani herhangi bir yönün olmadığını anladım.” dedim dürüstçe. Belki suratına sağlam bir yumruk atsam içim daha hızlı soğurdu ama Kral olması pek işimi kolaylaştırmıyordu.

Kaşlarını havaya kaldırdı. “Lisa…” dedi yeniden sırtını tahtın kadife kumaşına yaslarken. “Victoria’nın bu halde olmasının sebebi ben değilim biliyorsun.” Gözleriyle beni işaret etti. “Sensin.”

İstemsizce yeniden Kevin’la bakıştığımda sanki bana sakin olmam için yalvarıyordu. Aramızda yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen o bu Sarayda beni en iyi tanıyan kişiydi. Bu yüzden ağzımın ayarının kaçmak üzere olduğunu çoktan fark etmişti.

“Günah mı çıkarıyorsun?” diye sordum dişlerimin arasından. “Bu yüzden mi getirttin beni buraya? Çektiğin vicdan azabını azaltmak için suçu üzerime mi yıkacaksın?” hoş. Vicdan azabı çekebilecek kadar vicdanı olduğunu düşünmüyordum.

“Eğer Saray’dan kaçmalarına sebep olmasaydın… Cyrus yaşıyor olurdu ve Victoria’da yalnızca bir süre aşk acısı çekerdi. Şimdi ölü bir adamın arkasından yas tutuyor. Kabul et. Senin yüzünden.”

Göğsümün ortasına bir ağırlık çöktü. Sözlerinin doğru olduğuna inandığımdan değil ama yine de kalbim sızlamıştı. Ufacık bir payım olabileceğine ihtimal vermek bile yüreğimi paramparça etmeye yetmişti. Ağlamak istedim ama bunu bu adamın önünde yapmayacaktım. Yüzüne bakarken suratımı buruşturdum. Bir de James onu tahttan indireceği için neredeyse üzülüyordum. Victoria haklıydı. Başına gelebilecek en kötü şeyi hak ediyordu.

“Sen…” dedim parmağımı ona doğrulturken. Durdum. Yutkundum ve olabildiğince sakin kaldım. “Korkunç birisin.” Diye gürledim zorlukla nefes alırken. “En kısa zamanda geberip gidersin umarım ve bu ülke de çocukların da senin gibi duygusuz ve acımasız bir bekçiden kurtulur.” Kelimelerimin yeterince nefretimi anlatamadığını düşünerek hemen önümde duran ışıltılı taca çevirdim gözlerimi. Tüm gücümle vurarak duvara çarpana kadar savrulmasına neden oldum. Arkamı dönüp hızlı adımlarla uzaklaşırken, sonunda sessizce ağlamaya başlamıştım.

“Onu odasına götür Kevin. Baloya kadar orada kalacak.” Dedi babam bağırarak. Koşuyordum ancak odama doğru değil. Geçide giden merdivenleri inerken, nefes nefeseydim. Kimin gördüğünü umursamadan kendimi Zaman Çukuru’na atana kadar durma niyetinde değildim.

“Lisa!” diye gürledi Kevin. Dinlemedim. Birkaç kez daha adımı haykırdı. Aniden önüme geçip, gövdesine çarpmama neden olmasaydı asla onunla konuşmazdım ama bana başka çare bırakmamıştı. Zaten bu aptal ülkedeki kimse bana başka çare bırakmıyordu!

“Rahat bırak beni.” Dedim yanından geçip gitmeye çalışırken. İzin vermedi. “Dur. Konuşalım olmaz mı?”

Başımı sağa sola salladım. “Ne konuşalım Kev?” diye sordum ellerimi iki yana açarak. “On sekiz yıl boyunca varlığımdan habersiz olan babamın, mecbur kaldığı için peşinden başka bir evrene sürükleyip, sonra da bana nasıl çöp gibi davrandığını konuşalım mı?” tek elimle yanağımı ıslatmış olan gözyaşlarımı temizledim. “Sırf Saray’ın aptal soylularından biri değil diye öldürttüğü Cyrus’ı konuşalım mı?” Yüzünde beliren şaşkınlık ifadesini görmezden gelerek devam ettim. “İstemediğim biriyle, fikrimi dahi sormadan beni evlendirmeye karar vermiş olmasını ve alt üst olan hayatım yetmezmiş gibi bir de bu aptal Saray’a beni hapsetmesini konuşalım mı?” Bağırmış olmamın verdiği rahatlamayla sakinleşerek sesimi alçalttım. Sonra da Kevin’ın beni defalarca kez hayal kırıklığına uğratmış olan kahverengi gözlerine baktım. “Senin beni nasıl oyaladığını, duygularımı hiç düşünmeden kandırarak, başkasına âşık olduğumu bildiğin halde evlenmeye ikna etmeye çalışıp durmanı konuşalım mı mesela?”

Güçlü bir nefesi dışarı bırakıp omuzlarımı düşürdüm. Bir harabeye dönmüş olan duygularımın altında ezilerek iki büklüm olmuştum. Bedenim yıkılmamıştı ama biliyordum ki ruhumu çoktan karanlığa teslim etmiştim.

Kevin biraz da korkarak bana doğru uzattı elini. Az ileride bizi izleyen muhafızlara baktıktan sonra gözleri üzerime döndü. “Kütüphaneye geçelim mi? Lütfen Lisa. Ne istersen söyle bana içini dök ama burada olmaz.” Dedi telaşla. Ağzımdan çıkanların Rahlia’da idam sebebi olduğunu bildiğimden afalladım. Ona direnmek istesem de yanımıza yaklaşan muhafızlar yüzünden sözlerini onaylamak zorunda kaldım.

Kütüphanenin çok yakınında olduğumuzu yeni fark ederek şaşkınlıkla girdim kapısından içeri. Kevin’in bir rüzgâr gibi olan temasına tepki göstermemiş, beni kolumdan sürükleyerek buraya sokmasına izin vermiştim. Babamın sözlerinden sonra içimde biriken öfkemi kustuğum Kevin’ın endişeli yüzüne bakarken ne hissedeceğimi bilmiyordum.

“Kapı kapalı kalacak.” Dedi birkaç metre ötede dikilen muhafızlara. “İçeri kimseyi sokmayın.” Beni burada öldürmeyi düşünüyor olabilir mi diye geçirdim aklımdan. O da bir bekçiydi sonuçta ve bekçilerin her sorun karşısındaki tek çözümü ölümdü.

Kimin neden kırdığını dahi tam olarak anlayamadığım kalbimin acısıyla baş edemediğimden düşüncelerim birbirine girmişti. Bu yüzden kendimi oldukça çaresiz ve savunmasız hissediyordum. Boş kütüphanede dolaştırdım gözlerimi. Kurumuş yaşlarımın yerine yenisini eklemek gibi bir niyetim yoktu ama bir kez daha ağlayasım gelmişti. Derin bir nefes aldım. “Söylemedim say.” Dedim Kevin’dan tarafa bakmadan. Nasılsa ne söylediklerim ne hissettiklerimin ne de yaptıklarımın bir önemi vardı.

“Lisa…” derken iç çekişi birden fazla duygu barındırıyordu. Vücudumu ona çevirdim. Yüzü hala endişeliydi. Benim için mi endişeleniyordu, başıma yeni açtığım belalar için mi? Ya da bir kez daha beni kandırdığını fark etmiş olmamın endişesi miydi? Gerçi James söylemese aptal gibi Kevin’a inanmaya devam ederdim ama sonuçta bir şekilde öğrenmiştim.

“Kabul edemiyorsun. Sana kızamam. Çok farklı bir dünyadan geldin. Alışman, anlaman zor.” Bana doğru bir adım attı. Aramızdaki mesafenin yeterince fazla olduğuna karar verdiğimden geri çekilmedim. “Seni seviyorum. Seni kandıramayacak kadar çok hem de. Benimle evlenmek istemiyorsun. Tamam. Tekrar söylüyorum. İstemiyorsan… Öyle bir şey olmayacak ama bu senin Saray dışından herhangi biriyle de mutlu olabileceğin anlamına gelmiyor.” Dedi. Sözlerine sorgusuzca karşı çıkmak istediysem de bir noktada haklı olduğu aşikardı. Bu yüzden geleceğim ve mutluluğum bu konuşmanın dışında kalsa daha iyiydi.

“Kralın verdiği karardan vazgeçmeyeceğini biliyorum.” Dedim. Kevin başını hayır anlamında salladı. “Sen istemediğin sürece… Söz veriyorum evlenmeyeceğiz.” Kevin’ın güçlü bir manipüle yeteneği mi vardı yoksa dürüst müydü ayırt edemiyordum. O beni herkesten iyi tanırken ben onu bir türlü anlayamamıştım. Doğru söyleyip söylememesinin bir önemi yoktu gerçi. Babam tahtta kaldığı sürece, onun dediği olacaktı.

“Beni neden sevmiyor Kevin?” diyerek konuyu değiştirdim. Dudaklarımdan dökülenlerin bunlar olmasını bende beklemiyordum. Bunu umursadığımı da bilmediğim gibi… Kendimi bildim bileli nefret ettiğim bir adamdı oysa. Onu hiç tanımadığım zamanlarda bile hakkındaki tek fikrim onun kötü biri olduğuydu. Annem aksini iddia edip dursa da ben biliyordum. Onunla karşılaştığımda, aynı yerde yaşamaya başladığımda düşüncemi değiştirecek, beni şaşırtacak bir hareket yapmamıştı. Nasıl oluyordu da hayal kırıklığına uğrayabiliyordum o halde?

“Seninle ilgili değil.” Dedi Kevin. “Yönetmesi gereken bir ülke var. Kurallarla, emirlerle, belli bir düzeni sürdürmekle uğraşıyor. Aramızda kalsın… Bir süredir zorlanıyor da. Bir aileyi sevecek vakti yok.”

Bir aileyi sevecek vakti yok…

Birilerini sevmek için belli bir zaman dilimi mi gerekiyordu ki? Herhangi birimizi yemek yerken, toplantıda, savaşta, uyurken ya da sadece nefes alırken sevemez miydi?

Dudaklarım titredi. Dakikalardır tutmayı başardığım gözyaşlarım, sonunda tekrar dökülmeye başlamıştı. “Eh,” dedim omuz silkerken. “Benim de onu sevecek vaktim yok zaten.”

Olsaydı da babam sevgimin ufacık bir kırıntısını dahi hakketmiyordu.

“İzin ver…” Kevin bana doğru bir adım daha attı. “Seni herkesin yerine, herkesten daha çok sevebilirim…”

Elimi kaldırıp onu durdurdum. “Kev…” ofladım. “Eğer seçme şansım olsaydı seni sevmeyi seçebilirdim belki. Böylece sorunsuz, hiçbir şeyi düşünmeme gerek kalmadan yaşar giderdim.” Onun yüzündeki buruk tebessümün aynısı bende de belirdi. “Ama bu seçebileceğim bir şey değil ki… Bana âşık olmayı sen seçmedin ve ona âşık olmayı da ben…” İsmini söylemesem de ikimizde kimden bahsettiğimi çok iyi biliyorduk.

Kevin’ın surat ifadesi gerildi. Gülümsemesi soldu. Kaşları çatıldı. Konuşma sandığım kadar medeni devam etmeyecekti anlaşılan. Bugünün sakin bitmesini bekleyen ben de suçtu.

“Haklısın.” Dedi dişlerinin arasından. “Ama sana kötü bir haberim var Lis.” Bana biraz daha yaklaştı. Artık aramızdaki mesafe bir metreden azdı. “Kral değişir, kurallar değişir. Bir gün gerçekten Saray dışından biriyle birlikte olma şansın olabilir.” Ben ne demek istediğini anlamak için beynimi zorlarken sesini alçaltarak devam etti. “Ama Rahlia dışından biriyle olmanın imkânı yok.”

Kevin’in cümlesi bir balyoz gibi mideme inerken, boğazım da düğümlendi. İki elimi birden yüzüme götürüp, gözümdeki yaşları sildim. Ağlamam sona ermişti ancak nedense bugün sürekli ağlamam için yeni sebepler doğup duruyordu.

“Kapıyı açın!” diye gürledi hala ateş saçan bakışları üzerimdeyken. Ona verecek bir cevabım olmadığından ve onun da belli ki söyleyecek bir şeyi kalmadığından aşırı medeni sohbetimiz sona erdi. Kevin arkasını dönüp, muhafızların araladığı kapıdan çıktı. Sonrasında kapı tüm gücüyle suratıma kapandığında irkilerek olduğum yerde sıçradım. Bıraktığı boşluğu izlerken kelimeleri zihnimde dönüp duruyor, tüm bedenimi kemiriyordu.

Ayakta duramayacağıma karar vererek sandalyelerden birine oturdum. Victoria’nın başına gelenler, James’in planı, babamın sözleri, Kevin’in iması… Kafam patlayacak gibiydi. Hangisini düşüneceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Gözlerimi yumdum. Tüm bu olanların bir kâbus çıkması için dua etmeye başladım.

“Hiçbir şey yapamaz.” Dedi. Sesi tüylerimi ürpertecek kadar güçlüydü. Varlığı ise beni yeni bir kaosa sürükleyecek kadar tehlikeli…

“Ah…” kirpiklerimi kırpıştırıp görüşümü yeniden kazandığımda tüm heybetiyle karşımda dikiliyordu. Özlediğim yüz hatları, duruşu, içimi okşayan ses tonu ve başımı döndüren kokusu… Muhtemelen ilk tepkim Saray’ın kütüphanesine girecek kadar büyük bir risk aldığı için ona kızmak olmalıydı ancak bedenim çoktan kontrolü kaybetmişti. Bu yüzden ayağa kalkıp kollarım boynuna dolandığında, bu komutların hiçbirini uzuvlarıma beynim vermemişti.

Kafamı göğsüne gömüp günlerdir biriktirdiğim tüm huzursuzluklardan kurtulmaya çabaladım. Tam şu anda ölüp, herkesten ve her şeyden kurtulsam ne güzel olurdu. Olmak istediğim yerde… Onun yanında…

Ares’le sessiz dertleşmem birkaç saniye sürdü. Sonrasında tüm gerçekler aramıza girip bizi birbirimizden uzaklaştırmıştı. “Ne kadardır buradasın?” diye sordum Kevin’la tüm konuşmamızı duyup duymadığını anlayabilmek adına. Dudağının kenarı usulca kıvrıldı. “Uzun süredir.”

Harika…

Omuzlarımı düşürdüm. “Başımız dertte. Kevin…” işaret parmağını dudaklarımın üzerine bastırdı. “Senin değil benim başım dertte Prenses. Ayrıca Kevin’dan daha önemli problemlerimiz var.” Vurdumduymazlığı beni çıldırtsa da onu aksine ikna edemeyeceğimin farkındaydım.

“Cyrus…” dedim ama cümlemi bitirmek içimden gelmedi. Bazı kelimelerin sesli söylenişi zordu. Ares başını salladı. “Biliyorum.” Tabi ki biliyordu. O her şeyi bilirdi. “Yanına gelmek istedim ama korkunç bir göz hapsindeyim. Bir esir gibi muamele görüyorum.” Diyerek açıklamaya çalıştım kendimi ama onun tüm bunları da bildiğine emindim. Bir kez daha beni onayladı. “Yarın… hayatımız çok daha güzel olacak.”

Balo gözüme hiç olmadığı kadar ürkütücü görünüyordu ama şu noktadan itibaren yaşanacakları değiştirmenin de bir yolu yoktu. Tek dileğim James’in başarılı olması ve Olivia’nın her neyin peşindeyse de tüm planlarının eline yüzüne bulaşmasıydı. “Umarım.” Diye mırıldandım. Ares uzanıp elimi tuttu. “Şimdi…” beni kendine çekip göğsüne bastırdı. “Bana biraz daha sarılmak ister misin?” diye sordu şefkat dolu bir sesle. Sanki ihtiyacım olan şeyin tam da bu olduğunu hissetmişti. Babamla ilgili, onunla ilgili veya Kevin’la ilgili söylediğim tüm sözleri duyduğunu hesaba katarsak ne halde olduğumu da bir nebze anlıyor olmalıydı. O beni hep anlardı zaten.

Acaba âşık olacağım kişiyi seçmekle ilgili kurduğum cümle hakkında ne düşünüyordu? Onu kırmış olmaktan korkuyordum. Elbette bunu soramazdım ama her şeyi anladığı gibi bunu da anlamış olmasını umdum.

Sarılmamız sonsuza kadar sürse de sorun etmezdim ancak kısıtlı vaktimiz ve tonlarca problemimiz olduğundan gönülsüzce geri çekildim. “Ee…” dedim kırılgan ve üzgün ruh halimden çıkarak. “Son günlerde hiç bekçi ölmüş mü?”

Kaşlarını kaldırdı. “Bizim cesedine Abasis’ten önce ulaşabileceğimiz kimse ölmedi.”

Ne hoş? İlle birini ellerimizle öldürmemiz mi gerekiyordu?

Ares’in gözleri gözlerimi kovaladı. Bakışlarımız çakıştığında ise kısık sesle konuştu. “Cyrus dışında. Onun cesedi ailesine teslim edilene kadar Saray dışına çıkarılamaz.” Şaşkınlık tüm yüzümü kaplarken asıl kafama takılan başka bir şeydi. “Cesedi hala buralarda olabilir mi yani?” bunu öğrenmek içimi ürpertmişti.

Başını salladı. “Arthur’dan başka kimsesi yoktu değil mi? Eğer o gelip almadıysa…” Lafını kestim. “Yok. Saray’a gelse haberim olurdu herhalde. En azından Victoria’nın haberi olurdu. Bana söylerdi.” Gerçi Victoria’da ben de günlerdir odalarımızdan pek uzaklaşmamıştık ama Arthur’un sessiz sedasız gelip gideceğini de düşünmüyordum.

Cyrus’un bir bekçi olduğunu dahi unutmuştum. Victoria’nın üzüntüsüne odaklandığımdan onun bir büyücünün işine yarayacak bir ceset olabileceği aklımın ucundan geçmemişti. Gerçi tek sorun bu değildi ki.

“İyi de… Victoria’ya böyle bir şey yapamam. Yani anısına saygısızlık gibi olmaz mı ondan gizli böyle bir işe kalkışmak.” Bu tarz detaylara takılacak konumda olmadığımızın farkındaydım ama ömrümün sonuna kadar saklamamın gerekeceği ve Victoria her acı çektiğinde bana vicdan azabı yaşatacak bir şeyi yapmak istemiyordum. Zaten ondan yeterince şey gizliyordum.

“Başka çaremiz yok Prenses.” Dedi Ares ikna edici bir tonlama kullanarak. Ofladım. Başka bir yol bulmak zorundaydım. Birkaç saniye ciddi bir ifadeyle düşündüm. Benim Victoria’yı sevdiğim kadar onun da beni sevdiğini ve benim göze aldığım tüm tehlikeler gibi onun da benim için her şeyi göze alabileceğini biliyordum. Hem… Babamdan nefret ediyordu. Öğrendiği hiçbir bilgiyi onunla paylaşmayacağından emindim. Ares’e olan duygularımın da farkındaydı. Sevdiği adamı yeni kaybetmişti. Benim de kaybetmeme izin vermezdi.

Bana yardım ederdi.

“Victoria’ya her şeyi anlatıp… İzin falan alırsam olur.”

Ares’in suratı gerilmişti ama kararım kesindi. James, Kevin, Kate, Kral babam Marsel… Hepsi üzüntüden kahrolabilirdi ancak kız kardeşim bir kez daha üzülmeyecekti. Benim yüzümden kaybolan bir cesedin de acısını çekmesini izleyemezdim.

“Bana zarar verecek bir şey yapmaz.”

Yapmazdı.

Belki de bu leş evrende bana zarar vermeyecek nadir varlıklardandı.

**

Ares’le üstün körü bir plan yaptıktan sonra soluğu Victoria’nın odasında almıştım. Toparlanmış görünüyordu. Kate’le konuştuklarından bahsetti. Ardından James’in yarın baloda yapacaklarının üzerinden tekrar geçti. Yorum ve eklemeler yaptı. Telaşlı ve garip bir şekilde heyecanlıydı. Belki de şu durumda makul sayılabilecek bir intikam hırsına bürünmüştü.

Dakikalar geçti. Kız kardeşim odanın ortasında dolanıp dururken ben onun kadife koltuğuna oturmuş, söze nasıl gireceğimi bulmaya çalışıyordum.

“Bir şey var?” dedi aniden tam karşımda durup. O ana kadar son cümlelerinin hiçbirini duymadığımı fark ettim. “Ne?” dedim afallayarak. Kafamı kaldırmış, masum bir ifadeyle yüzüne bakıyordum. “Ne oldu?” diye sordu üsteleyerek. Neyden bahsettiğini anlamadığımdan tek yaptığım şaşkın gözlerimi üzerine dikmek olmuştu.

“Kurabiyem… Geldiğinden beri bir garipsin. Kral için vicdan azabı çekmiyorsun değil mi? Biliyorsun ki o saf kötü birisi. Bana… hatta bize yaptıklarından sonra bu ceza yerinde olacak. Beceremiyor. Rahlia halkına iyilik yapmış olacağız.”

Baba dememiş olması dikkatimi çekti. Kininin onu daha büyük bir kaosa sürüklemesinden korkuyordum açıkçası. Yine de sözlerine itiraz etmedim. “Haklısın… Başka bir şey var.” Dedim sonunda cesaretimi toplayarak.

Beklenti dolu bakışlarla hemen yanıma oturdu. Derin bir nefes aldım. “Senden gizlediğim… bir iki mevzu olabilir.” Bir ikiden daha çoktu ama gereksiz detay vermesem de olurdu değil mi? Kız kardeşim sözümü kesmemek için konuşmadığından tek çarem devam etmekti. “Ares’e âşık olduğumu biliyorsun.” Dedim en zararsız kısımdan başlayarak. Başını salladı.

“O… Bekçi değil.” Yanlış bir şey söylediğimi fark ederek toparladım. “Yani bekçi de… Tamamen değil. Yarı bekçi.”

Feniks dersem onu panikleteceğimi düşünmüştüm ama Victoria söylediklerim karşısında ufacık bir şaşkınlık dahi yaşamadı. “Melez.” Dedi bir şeylerden emin olmuş gibi. “Feniks Melezi.” Diye ekledi.

Önce Kevin. Sonra Victoria. Ares’in ne olduğu bu kadar kolay anlaşılabiliyorsa neden yüzyıllardır anlamamıştı kimse? Benim yüzümden miydi? Onu riske sokan ben miydim? Kalbim sızladı.

Victoria kafasını sağa sola salladı. “Kevin’ın kıskançlıktan saçmaladığını düşünmüştüm.” Demek ona Kevin söylemişti. Beni her an sinirlendirebilmenin bir yolunu buluyordu. İnanılmazdı.

“Kevin sana ne dedi ki?” diye sordum öfkeyle. Omuz silkti. “Senin için endişeleniyor.”

İyi halt yiyor demek istediysem de kelimelerim sessizce dudaklarımın ucundan geri döndü. En zor kısmı atlattığımı varsayarak bir kez daha güçlü bir nefesi ciğerlerime doldurdum ve Rahlia’ya adım attığım günden itibaren başıma gelen her şeyi, tahmin edersiniz ki en ince ayrıntısına kadar kız kardeşime anlattım. Ares’in Arven’e yaptıklarını anlattığım kısımda epey eğlendik. Hatta günler sonra yüzünü güldüren ilk şeydi bu. Lanetten, Annie’den Marcus’tan hatta Clara’dan bile bahsettim. Clara hakkında hiç hoş olmayan sözler söyledik ve bu içimin uzun zaman sonra soğumasına sebep oldu. Victoria, Olivia’yı ve Alice’e yaptıklarını duyduğunda şok olmuştu. Sonrasında Andre’ye ve Cyrus’un cesedine ihtiyacım olduğu kısma geldiğimde aramızda kısa bir sessizlik oluştu. Gözlerini belli bir noktaya dikti ve tam dört defa iç çekti. Ağlayacağını sandım ancak neyse ki yapmadı.

“Başına gelenleri bana daha önce anlatmadığın ve beni tüm sorunlarının dışında bıraktığın için çok kırgınım.” Dedi en sonunda. Mahcup bir ifadeyle başımı önüme eğdim. “Cyrus’u çok seviyorum Lisa.”

Kabul etmeyecekti. Pekâlâ… Kevin’ı falan öldürürdüm ben de. Ne yapalım yani? Hiç de öldüresim yoktu ama işte kader…

Yaşadıklarımın tümünü aynı anda sesli dile getirmiş olmak beni yormuştu. Üzerime bir ağırlık çökmüş, midemi bulandırmıştı. “Biliyorum.” Demekle yetindim çaresizce. Victoria’nın yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. “Ama o artık yok ve bir daha geri gelmeyecek.” Dudaklarını yaladı. “Bu evrende senin kadar sevdiğim kimse kalmadı ve ben bir daha sevdiğim birini kaybetmeyeceğim.”

Ağlaması gereken ben olmasam da gözlerim doldu.

“Her ne yapacaksan, yapmak istiyorsan… Yanındayım.” Dedi.

İçim inanılmaz bir şekilde rahatlamıştı. “Teşekkür ederim.” Diye mırıldandım uzanıp elini tutarken. Geriye sadece Olivia’nın kim olduğunu bulmak ve Andre sayesinde, onu durdurmak kalmıştı.

Yarın balo vardı.

Birilerimizin son balosu olacaktı.

🔥

Birinci kitap finaline son 2!

Nasıl gidiyor sizce bizi finalde neler bekliyor? Lütfen beğenmeden ve yorum yapmadan geçmeyin. Haftaya görüşmek üzere! Çok şaşıracağınız bir bölüm geliyor!!!

Loading...
0%