Yeni Üyelik
22.
Bölüm

21. Bölüm-Kraliyet Balosu

@melikemn

🔥

Baloları severdim.

Rahlia’daki baloların Dünya’da katıldıklarımdan bir tık farklı olduğuna emindim ancak yine de hazırlanmaları, koşuşturmaları, telaşları aynıydı. Bu yüzden aslında şu an hissetmem gereken en belirgin duygu heyecan olmalıydı.

Değildi.

Aslına bakarsanız gün oldukça sıradan başlamıştı. Victoria uzun zaman sonra Kraliyet kahvaltısına katılmış, belki de son aile yemeğimiz oldukça sakin geçmişti. James bana kötü hiçbir laf etmemişti. Kate’in dondurucu bakışları bile ısınmış sayılırdı. Eh, en azından artık daha az dondurucuydu. Çiçekler, masalar taşınıyor; ortalıkta sürekli görevliler koşturuyordu. Babam birilerine emirler verip duruyordu. Dedim ya… Her şey oldukça sıradandı.

Balo saati yaklaştığında ve Saray görevlilerin beni hazırlaması sona erdikten sonra aynadaki yansımamla göz göze geldiğimde içimde bir şeyler patlak verdi. Stres, endişe ve gerginlikle yoğrulmuş korkunç bir şeyler… Avuç içlerim terliyor, kalbim göğüs kafesimi yırtmak istercesine çarpıp duruyordu.

Gri, saten, uzun kollu elbisemin; göğüs kısmında altın işlemeleri ve oldukça parlak bordo taş detayları vardı. Belimden aşağısı genişleyerek iniyor, etekleri yerleri süpürüyordu. Victoria benim için özel seçmişti ve ben de her detayına bayıldığım için seve seve giymeyi kabul etmiştim. Gösteriş bağımlısı olduğumu zaten hiç inkâr etmemiştim.

İyice uzamış olan sarı, dalgalı saçlarımı kendi haline bıraktım. Elbisemin güzelliğini saçlarımın hareketliliğiyle gölgelemek istemiyordum.

Aynadaki yansımamla vedalaşıp başımda dikilmiş beni izleyen iki kadına baktım. Beklenti dolu gözlerini fark edince benden herhangi bir komut istediklerini anlamıştım. “Teşekkür ederim.” Diye mırıldandım zorlukla çıkan sesimle. “Gidebilirsiniz.” Beni başlarıyla selamlayıp hızlı adımlarla odamdan çıktıklarında kapının kapanmasını beklemeden pencereye doğru ilerledim. Temiz hava almaya ve sakinleşmenin bir yolunu bulmaya ihtiyacım vardı. Kapının kapanma sesini duyunca ofladım. Ardından bunun yetersiz olduğuna karar vererek defalarca kez daha ofladım ancak bir sonuç elde edemedim. Gram rahatlamış hissetmiyordum.

“İlk balon olduğu için mi gerginsin bu kadar?”

Yalnız olduğumu sandığımdan olsa gerek, duyduğum sesle yerimden sıçrayıverdim. Zaten zar zor ayakta duruyordum. Kalan son gücümü de neredeyse kaybedecektim.

“Korkuttum mu?” diye sordu Kate endişeyle. Vücudumu aceleyle ona çevirip, gülümsemeye çalıştım. “Yo, hayır. İyiyim.” Değildim ama Kate bundan bahsetmek istediğim son kişi olabilirdi. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. “Sana minnettar olduğumu söylemek istedim.” Dedi alışık olmadığım kadar samimi bir tınıyla. Ardından Victoria’nın odasında görüp özenerek aldırttığım mor, kadife koltuğumu işaret etti. “Oturabilir miyim?”

Kısa bir baş hareketiyle onu onayladım.

“Toparlanmış görünüyor. Açıkçası bu kadar çabuk atlatabileceğini düşünmemiştim. Ona iyi geliyorsun belli ki.” Sohbetimizin düşündüğümden daha uzun süreceğine kanaat getirerek ben de yatağın ucuna çöktüm. Ben Kate’in üzerindeki kabarık, zümrüt yeşili, saten elbisenin adeta bedeninin bir parçasıymış gibi uyumlu duruyor oluşuna hayranlıkla bakarken devam etti. “Seninle ilgili çok fazla önyargılı davrandım.” Dedi.

Yarısı toplanmış dalgalı, kızıl saçlarının omuzlarından aşağıya bir ipek gibi dökülüşü ve vücudunun kıvrımlarıyla şekilleniyor oluşunun güzelliğiyle büyülenmiştim. Küçük ama gösterişli tacı ve dik duruşuyla gerçek bir kraliçe gibiydi. Yani elbette gerçek bir Kraliçeydi zaten ancak dünyada, yalnızca filmlerde görebileceğim kadar alımlı ve asildi. Nasıl bir hayat yaşadığını bilmiyordum ama kolay olmadığını tahmin edebilirdim. Arthur’la olanlardan sonra ona karşı duygularım değişmişti. Yüksek duvarlarının ardını görebildiğimi hissetmiştim. Bu yüzden Victoria konusunda ona kızmayı bırakmış hatta anlamaya başlamıştım.

“Sebeplerin vardı.” diyerek rahatlamak istedim onu. Beni onayladı. “Öyle.”

Birkaç saniyelik kısa bir sessizlik oluştu. Kendi odamı ilk defa görüyormuş gibi incelemeye başladığımda, iç çekti. “Arthur’la ilgili sana açıklama yapma fırsatım olmadı. Gizli kalması gereken bazı şeyleri önünde konuştuğumuz için açıklamam gerektiğini düşünüyorum. Zamanlamam yanlış olabilir ama Rahlia baloları hep olaylı geçer. O yüzden öncesinde konuşalım ki… Kafanda soru işareti kalmasın.”

Sanki olacakları hissetmişti. Belki de onu şüphelendirmiştik. Eğer öyleyse babamın artık kral olmamasını sorun eder gibi durmuyordu. Hatta Kraliçe olmaktan bıkmışa benziyordu. Ya da zaten hiç olmak istememişe…

“Tamam.” Diyebildim yalnızca. Kate gözlerini sağ tarafında kalan duvar saatine çevirdi. “Zaman ne garip değil mi?” bana döndü. “Hiç geçmiyormuş gibi ama bir bakıyorsun yıllar olmuş.”

Nereye varmak istediğini hiç anlamasam da sözlerini çok mantıklı bulduğumu düşünmesi için kafamı salladım. Gülümsedi. “Marsel benimle evlenmek istediğini aileme ilettiğinde on dokuz yaşındaydım. Kraliçe Alice öleli üç hafta falan olmuştu sanırım.” Babamın üç hafta bekleyebilmiş olması göz yaşartıcıydı! Gerçi o arada annemle birlikte olmuş olabilirdi de. Tarihileri tam bilmediğimden kimi kiminle aldattığını dahi kestiremiyordum. Nasıl hem kötü bir Kral hem kötü bir koca hem de kötü bir baba olabiliyordu? Bu hayatta başardığı ne vardı bu herifin?

Öfkemi içime gömerek çenemi kapalı tuttum.

“Arthur’la aynı yerde büyüdük. Ailem isyan sonrası soyluluk unvanına layık görülünce merkeze taşındık ama Saray’a sadece çocuklara eğitim vermek için gelip gideceğimi sanıyordum. Hatta Arthur’la düğünümüzü planlıyorduk. Kazandığım parayla evimiz için alabileceklerimizi hayal ediyorduk.” İç çekti. Öyle bir iç çekişti ki, yüreğimin sıkışmasına neden oldu.

“Seçme şansım olduğunu hiç düşünmemiştim. Victoria Cyrus için Krala kafa tuttuğunda dehşete düştüm ama Arthur haklıydı. Belki daha cesur olabilirdim ama daha cesur olmak bize mutluluk mu getirirdi ölüm mü kestiremiyorum.” Dedi. Yüzü gölgelenmiş, gözleri dolmuştu. “Bu da benim cehennemim.” Başını yana eğdi. “Artık gerçekleşmesi imkânsız ihtimalleri düşünüp, kendimi yiyip bitirmek.”

Önceden olsa, Kraliçe olmak bana havalı ve başıma gelebilecek en güzel şey gibi görünürdü ama öyle değildi. Duygularını bastırmak zorunda olduğun bir hayat yaşamak kabustan farksızdı.

Kate hızlıca kendini toparlayarak her zamanki ketum haline büründü. “Kevin’la evlenmek istemiyorsun ve Victoria gibi sen de Krala meydan okuyabilirsin elbette. Önünde iki örnek var. Benim gibi ihtimallerin arasında bir ömür geçirmeyi ya da Victoria gibi… Geri dönüşü olmayan bir yola girip, sonunda kaybetmeyi seçebilirsin.” Konu neden benim geleceğime dönmüştü bilmiyordum ancak bir anne edasıyla bana nasihat vermesi hoşuma gitti. Buna ihtiyacım olduğu aşikardı. Söylediklerinin altında yatan anlam, doğrusunun itaat etmem olması da olsa o an için önemsizdi.

“İnan bana benim yaşadığım mı yoksa Victoria’nın yaşadığı mı daha zor ben de pek emin değilim.” Diyerek ayaklandı. Omuzlarıma ağır bir yük yüklemiş gibi kendimi bıraktım. Ona verecek bir cevabım yoktu. Bir seçim yapacak gücüm de… Ares’i kaybetmeyi göze alacak gücü kendimde bulamıyordum ama gözümü karartıp ona gidecek kadar cesur da değildim. Hem bizim önümüzdeki engeller Arthur ve Kate’in önündekilerden kat kat fazlaydı.

Benim engellere rağmen direnme gibi bir şansım yoktu. Tek çarem engelleri bir bir ortadan kaldırmaktı.

**

Saray o kadar büyüktü ki hala hiç görmediğim bir sürü bölümü vardı. Balonun yapılacağı salon da buralardan biriydi. Yüzlerce bekçiyi içine sığdırmış olan devasa salonu incelerken ağzım beş karış açık kaldığından adım atmak dahi aklıma gelmemişti.

Altın rengi duvarları süsleyen büyük, göz alıcı tablolara, tavanda meşaleler için yapılmış akıl almaz derecede gösterişli olan avizelere, kapının hemen girişinde bir sıra halinde dizilmiş rengarenk çiçeklere, babamın baş köşeye yerleşmiş tahtına ve tüm ihtişamlarıyla salonu doldurmuş olan bekçilere baktım. Etrafta tanıdığım kimseyi göremediğimden ve az sonra yaşanacakların ağırlığı yüzünden afalladığımdan içeri adım atmaya cesaret edememiştim.

Kulaklarımın dibinde bir ses duyduğumda ancak kendime gelebildim.

“Lisa?” dedi Andre sorgular bir sesle. Şükürler olsun. Şu an görmek istediğim kişiler listesinde ikinci sırada falandı. Birinci sırada kim olduğunu herkesin bildiğini farz ediyordum.

“Andre. Ne durumdasın?” diye sordum sesimi alçak tutmaya çalışarak. Gerçi kalabalığın arasından zorlukla da olsa seçebildiğim orkestranın kafa ütüleyen müzikleri yüzünden kimsenin bizi duyabileceğini sanmıyordum.

“Sakin bir yere geçelim.”

Onu onaylayıp koridora döndüm. Oldukça sıradan bir tavırla gelip geçen bekçilere yalandan selam verip en yakın çıkış kapısına kadar ilerledim. Ardından Saray’ın bahçesine adım attım. “Burada konuşabiliriz.” Dedim etraftaki kişi sayısı minimuma düştüğünde.

Dün Ares, Andre’yle birlikte Cyrus’un cesedinin olduğu kısma indikten sonra bir daha ikisiyle de konuşmamıştım. Ares hangi noktada baloya katılacaktı ya da dikkat çekmeden katılabilecek miydi bilmiyordum ancak en azından Andre şu an buraya sorunsuzca gelebilmişti. Bunun iyi bir şey olduğunu düşünmek istiyordum.

“Zaman Çukuru’ndan geliyorum.” Diyerek bana doğru eğildi Andre. Sesi olabilecek en kısık halindeydi. Sohbet böyle devam ederse dudaklarını okumam falan gerekebilirdi.

Ares’i de yanında getirse ne iyi olurdu. Onu bu kadar sık özlemem kafayı yediğim anlamına gelir miydi? Zihnim ciddi konuşmaların ortasında nasıl oluyordu da böyle alakasız konuların arasına dalabiliyordu?

Gözlerimi kırpıştırdım. “Büyü gücün geldi mi?”

Andre başını salladı. “Olivia’nın kim olduğunu öğrenecek kadar en azından.”

Stresle derin bir nefes aldım. “Şimdilik yeterli.” Kim olduğunu öğrenirsek, gelecek planları hakkında tahmin de yürütebilirdik belki. Şu baloyu bir atlatsak, her şey çok daha sorunsuz ilerlerdi eminim.

“Abasis’in veziri.” Dedi Andre pat diye. Öyle ki, söylediği iki kelime bir süre beynimin içinde karşılık bulamadı. Bilmediğim bir dili konuşuyormuşçasına yüzüne bakakaldım. “Kim?”

Sanki olabilirmiş gibi daha da kısık sesle devam etti. “Melez Lanetine karşı çıktığı için Abasis onu kovmuş, azat etmiş.”

Kafam karışmıştı. Olivia Lanete karşı çıktıysa, o halde neden şimdi gerçekleşmesi için bu kadar uğraşıyordu? Tam çözüme ulaşacağımızı düşünürken nasıl her şey daha içinden çıkılmaz bir hal alabiliyordu böyle?

Ofladım. “İyi de bu elimize ona karşı bir koz vermez ki.” Onu durdurmak için kayda değer bir bilgimiz hala yoktu.

Andre kaşlarını kaldırdı. “Büyü yapabildiğim anda Abasis’e bir çağrı gönderdim. Elimdekiyle daha fazlasını yapamam ne yazık ki.”

Bu geceyi atlatıp, yarın sabaha gerçek bir prenses olarak ve babamdan uzakta olmanın huzuruyla uyandığımda, tüm bu sorunlarla boğuşmak için bolca vaktim olacağından, şimdilik büyü ve lanet işlerini bir rafa kaldıracaktım. “Pekâlâ. Yarın Ares’le birlikte dükkâna geliriz ve neler yapabileceğimize bakarız olur mu?”

Büyücü beni onayladı ancak bakışları sohbetimizin burada bitmediği söylüyordu. “Sadece bu değil.” Dedi derin bir nefes alarak. “İgnis sanırım Olivia’da. Geçmişiyle ilgili görebildiklerim kısıtlı ancak İgnis için Kraliçe Alice’i öldürmüş. Sonrasında İgnis’i ele geçirmiş ve ardından yeni bir görüntü yok.”

Andre’nin sözleri karşısında ufacık bir şaşkınlık belirtisi bile göstermediğimden yüz hatları gerildi. Omuz silktim. “Rüyamda görmüştüm.” Diye açıkladım sanki evrendeki en normal durummuş gibi. Göz bebekleri büyüdü. Ellerini beline götürüp, çatık kaşlarının altındaki yeşil gözlerini benimkilere dikti. “Rüyalarında geçmişi mi görüyorsun?” Yüksek ve öfkeli tonlaması bir adım geri çekilmeme neden oldu.

Tavrı büyük bir suç işlediğimi düşündürttüğünden cevap vermekte zorlandım. “Evet.” Dedim sonunda zorlukla. Andre’nin gittikçe ürkütücü bir hal alan bakışları ödümü koparmıştı.

“Büyü olmadan böyle bir şey mümkün değil.”

Yutkundum. “Nasıl olduğunu bilmiyorum. Melezim diyedir belki.”

Andre’nin parlamaya başlayan gözleri midemin karıncalanmasına sebep oldu. Evrende sinirlendirmediğim bir büyücü bile kalmayana kadar bu işkence bitmeyecekti belli ki. “Büyülü bir nesne olmadan, geçmişi göremezsin.” Dedi üzerine basa basa. Öfkeliydi ama en azından o an öfkesinin bana olmadığını anlamıştım. Bir büyücü olmasına rağmen yaşadığı belirsizliğeydi kızgınlığı.

“Büyülü bir nesnem yok ki.” Var mıydı? Beynim karman çorman olmuştu.

“Lisa!”

James adımı haykırdığında, dikkatimi toplayabilmek için kirpiklerimi kırpıştırmam gerekmişti. “Yarın. Yarın konuşalım tamam mı?” dedim aceleyle Andre’ye. Çaresizce beni onayladı ve aramızdaki mesafeyi açtı.

Abim yanıma yaklaşırken Andre beni hayatında ilk defa görüyormuşçasına yabancı bir tavırla yanımdan uzaklaştı. James’in onunla ilgili soru sormayacağını umarak duruşumu dikleştirip, yüzüme en masum ifademi yerleştirdim. “Selam.”

Kaşlarını çattı. “Neredesin sen? Yemin töreni başlamak üzere. Biter bitmez seni halka takdim edeceğim. Vaktimiz yok. Babam ve Kate’in girişinden önce…” sözünü kestim. “Amma da gerginsin.” Diyerek onu baştan ayağa süzdüm. Kırmızıya çalan suratı, endişeyle dolu gözleri ve muhtemelen terlediği görünmesin diye belindeki ignise yapıştırdığı ellerine baktım. Ares’in haklı olduğuna artık emindim. James’in bu işi başarabileceğine gram inancım kalmamıştı ancak işin içine Victoria -yani daha zeki birisi- girdiği için hala umutlu sayılırdım.

James beni umursamadı. Onun yerine yeni bir öfke dalgasıyla bağırmaya başladı. “İgnis’in nerede?”

Hay aksi.

“Odada kaldı.” Dedim neden dünyanın sonuymuş gibi davrandığına anlam veremeyerek. Ofladı. Bir elini kahverengi saçlarının arasından geçirip derin bir nefes aldı. “Gidip onu al. Sonra da balo salonuna gel.” Yüzüme doğru salladığı işaret parmağına bakarken suratımı ekşittim. “Kendine çeki düzen ver.” Derken hareketlenmiştim. Tam yanından geçerken kulağına eğildim. “Aptal gibi eline yüzüne bulaştırıp hepimizin başını yakma.”

Yeniden mideme kramplar girmeye başladığında Saray’ın koridorlarında yürüyordum. Muhtemelen acele etmeliydim ancak hiç hızlanasım yoktu. James’in telaşı da bana geçmiş, hissettiğim stresi beşe falan katlamıştı. Keşke Ares yanıma gelebilseydi ve keşke bugüne ait tek planım ona sarılmak, onu öpmek ve kokusunu içime çekmek olsaydı.

Aradan geçen dakikaların ardından odama vardığımda bir an için olduğum yerde duraksadım. Kaybolmak üzere olan cesaretimi yeniden toplayıp kalabalığın arasına karışmadan hemen önce kendime birkaç saniyelik bir zaman ayırmak istemiştim.

Rahlia’ya gelirken, bir gün babamı tahttan indireceğimi, imkânsız bir aşk yaşayacağımı ve büyücü bir düşman edineceğimi söyleseler kahkahalarla gülerdim herhalde ancak şimdi şaka dahi olamayacak kadar saçma bu olayların içindeydim işte. Herkesin kendince bir planı ya da plan yapmak için hevesi vardı ama ben sadece ayak uyduruyordum. Babama baş kaldırırken, Olivia’dan ve lanetten kurtulmak isterken bile hiç doğru çözüm yollarını bulabilen kişi olmamıştım. Başkalarının peşinden sürüklenmenin beni hangi noktalara götüreceğini görmeme ise saatler kalmıştı.

Güçlü bir nefesi ciğerlerime doldurduktan sonra haftalar önce yatağımın altına fırlatıp bir daha gün yüzüne çıkarmadığım İgnisime uzandım. Soğuk, gümüş sapı içimi ürpertirken, ona daha fazla bakmak istemediğime kanaat getirerek elbisemin belindeki oyuntuya sıkıştırıverdim. Sahte bir İgnis beni böyle tedirgin ederken, gerçeği üzerimde nasıl bir etki bırakırdı tahmin dahi edemiyordum.

Kafamı toparlayıp odamdan çıktım. Yeniden balo salonuna inerken, gelirken olduğu gibi adımlarımı yavaş atıyor, olabildiğince zaman kazanıyordum. Şu anda buhar olup havaya karışsam o kadar mutlu olurdum ki… Her zaman olduğu gibi tüm sorunlarımın çözümünün yok olmam olduğunu düşünüyordum.

Salon bıraktığımdan daha kalabalıktı. Bekçiler gülüşüyor, dans ediyor kısacası eğleniyorlardı. Birazdan başına geleceklerden habersiz, anın tadını çıkarıyorlardı. Acaba kralın gayrimeşru bir çocuğu olduğunu öğrendiklerinde ve James onlardan yeni Kralları olmak için destek istediğinde de böyle neşeli görünecekler miydi?

“Merhaba,” dedi yabancı bir ses ve kapının önünde dikilip bekçileri izlerken daldığım sahte dünyamdan beni çekip çıkardı. Uzun, kır saçlı ve yüzünde sayamadığım kadar kırışık olan yaşlı bir adam hemen yanımda duruyordu. “Merhaba?” diye yanıtladım onu sorgularcasına. Burada beni tanıyan doğru düzgün kimse olmadığını hesaba katarsak, birinin durduk yere benimle sohbet etmek isteyeceğini zannetmiyordum. Şuna bakın… Nasıl da yabani birine dönüşmüştüm. Fenikslere değil de Bekçilere Kan Hırsızı demek lazımdı. Kanımı, ruhumu, enerjimi ve yaşam sevincimi çalmışlardı.

“Balo sizin için sıkıcı geçiyor galiba.”

Gerçekten balonun hiç arkadaş canlısı olmadığım bir güne denk gelmesi ne kötüydü. Ofladım. “Sayılır.”

Yaşlı adam bana merhamet dolu bir gülümsemeyle bakarken kaşlarım çatıldı. Bana dedemi hatırlattığı için biraz da içim burkulmuştu ama bunun şu an hiçbir önemi yoktu elbette. “Bekçiler, zor varlıklardır.” Dedi anlamsız bir durum tespiti yaparak. Keşke gitseydi ve hayatım alt üst olmadan önce bana yalnız kalacak bir an bıraksaydı.

“Değil mi ama?” sahte bir tebessümü yüzüme yerleştirdim. Ukala görünmek istemiyordum ama sanırım sesim öyle çıkmıştı.

“Siz…” karşımızdaki bir salon dolusu bekçiyi işaret etti. “Onlardan farklısınız sanki.” Sözleri gizli bir iş yaparken yakalanmışım gibi beni savunmasız bıraktığından telaşlandım. Neyi ima ettiğinden tam emin olamamıştım. Melez olduğumu düşündüğü için mi demişti bunu yoksa masumane bir kişilik tespiti miydi? Öyle bakar bakmaz melez olduğumu anlayabilir miydi ki? O halde karşılaştığım her bekçinin anlaması gerekmez miydi?

Zorlukla yutkunarak onu sıradan bir bekçi olduğuma ikna etme çabasına giriştim. “Yo. Tam da onlar gibiyimdir aslında. Sıkıcı bir bekçi işte. Aynı gergin, kasıntı tavırlar falan.” Sahte bir kahkaha patlattım. Pek iyi iş çıkardığımı sanmıyordum ama en azından yaşlı bekçi de benimle güldüğünde bir nebze rahatladım. Saçma kuruntularımdan kurtulup biraz kafamı toplamalıydım. Yoksa hiçbir şey olmadan kendi kendime başımı belaya sokacaktım.

“Öyle diyorsanız, öyle olsun prenses.” Dedi düz bir sesle. Aniden birisi gelip mideme yumruk atsa daha az sarsıcı olurdu. Kirpiklerimi kırıştırıp yanlış duymuş olabilmeyi umdum. Bana prenses demesinden şüphelenmeli miydim yoksa bu da benim anlamsız kuruntum mu olurdu kestiremiyordum.

“Öyle…” diye mırıldandım önüme dönerken. Kaskatı kesilmiş, ne yapacağımı bilemez hale gelmiştim. Kafamın içinde yeni bir soru işareti daha oluşursa, komple kafamı koparacaktım!

Aradan geçen birkaç saniyelik sessizliğin ardından önüme dönüp, yaşlı bekçiyi görüş alanımdan çıkardığımda yeniden söze girdi. Hiç onunla ve garip, şüphe uyandırıcı laflarıyla uğraşacak halim yoktu oysa. Bu yüzden bir kez daha ofladığımda bu, çok daha belirgindi.

“Kolyeniz.” Dedi elindeki altın zinciri bana uzatarak.

“Ne?”

Ucunda sallanan, beyaz, lotus çiçeği figürüne baktım.

Yaşlı adam, “Düşmüş.” Diyerek kolyeyi gözümün önünde sallamaya başladı. Kaşlarımı çattım. “Benim değil.” Dediysem de bir an emin olamamıştım. Başım dönüyor gibi hissediyordum.

“Emin misiniz? Sizden düştüğünü gördüm çünkü.”

Bulanık zihnim yüzünden hiçbir şeye odaklanamadığımdan bir robot gibi uzanıp kolyeyi elinden aldım. “Teşekkür ederim.” Diyebildim yalnızca. Düşünecek onca şeyin arasında bir kolyenin lafı mı olurdu? Varsın bende duruversindi.

Avucumun içindeki göz alıcı kolyeye baktım. En fazla iki santim büyüklüğündeki lotus çiçeğinin parlak taşlarını ve soluk bir altın rengi, uzun zincirini dikkatle inceledim. O an bu kolyeyi hayatımda ilk defa gördüğüme emin olmuştum. Geri vermek için kafamı kaldırdım ancak yaşlı bekçi yoktu.

Aceleyle kendi etrafımda dönüp, tüm salonu hızlıca taradım.

Bulamadım.

Bu kadar çabuk uzaklaşmış olması garipti.

Bugün başıma gelen her şey ve gelecek olan her şey gibi…

**

Bekçilerin saçma sapan yemin töreni yaklaşık olarak on beş dakika sürmüş, bende kusma isteği uyandırmıştı. Yalandan dudaklarımı oynatıp, yemin metnini ezbere biliyormuşçasına coşkulu bir tavır takınırken kafamın içinde dönüp duran düşüncelerle boğuşmuştum. Hemen yanımda beni sakinleştirmek için uğraşan, gereğinden fazla durgun olan Victoria’ya gülümsemek istediysem de muhtemelen sadece yüzümü ekşitmiştim.

“Sakinleş Kurabiyem. Halledeceğiz.” Dedi elimi tutarken. Babamın tahtının birkaç metre ötesinde ayakta dikilirken, oturan tüm bekçilerin üzerinde bakışlarımı gezdirmiş, kendimce hepsini bir şekilde analiz etmeye çalışmıştım. Verecekleri tepkiyi tahmin edebilmek istiyordum ama bu konuda pek başarılı olduğumu iddia edemezdim.

Kalabalığın en ucunda bir çift kehribarla göz göze geldiğimde tüm stresime rağmen yüzümde bir tebessüm oluşmasını engelleyemedim. Aramızda oldukça uzun bir mesafe olsa da aynı havayı solumanın bile rahatlatıcı bir etkisi vardı. Tebessümüme aynı şekilde karşılık verdi ve kapının hemen orada, pervaza yaslanıp kollarını bağladı. Üzerinde kaftana benzeyen ancak daha sade, siyah bir ceket, altında siyah dar pantolon ve uzun deri çizmeler vardı. Bekçilerden daha şık ve gösterişsiz giyinmiş olsa da aralarında ışıldıyordu sanki. Aniden etraftaki herkes silinmiş, yalnızca o ve ben kalmıştık. Bütün gerginliğim bir su gibi kayarak vücudumdan uzaklaşmış, yerini aklımı başımdan alan bir heyecana bırakmıştı. Bir süre öylece bakışmayı sürdürdük.

Kız kardeşim, “Lisa!” diye uyarana kadar koluyla beni dürttüğünü fark etmemiştim. Hissedemediğimi bildiği halde bunu yapmaktan hiç vazgeçmiyor oluşu takdire şayandı. Bu şekilde sürekli tekrar ederse bir gün işe yarayacağını mı umuyordu acaba?

Şu aptal seremoni bir an önce bitsin de Ares’le aramızdaki mesafeyi sıfıra indirebileyim diye dua etmeye başladım. Ona Yaşlı bekçiden ve birden sahibi oluverdiğim kolyemden bahsedecektim. Kolyeyi takıp takmamam gerektiğini kestirememiştim çünkü bana ait değildi sonuçta ancak içimden bir ses bunun altından da olağanüstü bir şeyler çıkacağını söylüyordu. Yine de şimdilik İgnisimin yanında, elbisemin cebinde durması daha mantıklıydı.

Kate ve babam henüz ortalıkta görünmüyorlardı. Kim bilir James onları oyalamak için neler yapmıştı? Bunu düşünmek hiç istemiyordum.

“Eğer bayılırsam plana ben yokmuşum gibi devam edin.” Dedim Victoria’ya. Dün gece onun odasında üç kardeş planın üzerinden geçerken, bu kadar berbat hissedebileceğimi hiç hesaba katmamıştım. Babama bunu yapmanın verdiği vicdan azabını atlattım sanıyordum oysa. Derin bir nefes alıp, zorlukla geri bıraktım.

Victoria kafasını olumsuz anlamda sağa sola salladı. “Sakinleş lütfen.”

Keşke onun kadar kararlı ve cesur olabilseydim.

“Sevgili Bekçiler,” diyerek tahtın hemen önüne yerleşen James görüş alanıma girdiğinde kalbimin duracağını sandım. Ağlamak ya da koşarak kaçmak arasında ince bir çizgideydim.

“Bu yılki balomuzun onur konuğunu size takdim etmek istiyorum.” Dedi yüzünde gereğinden fazla bulduğum bir gülümsemeyle. Ah. Arkamı dönmeye kalktım ancak Victoria hissedemediğim dokunuşuyla beni olduğum yere sabitledi. Vay canına. Beklediğimden güçlüydü. Öyle ki elleri neredeyse tenime değmiş gibiydi.

Biraz olsun sakinleşebilmek adına yeniden Ares’e baktım. Bana göz kırptı.

Göğüs kafesimden fırlayacağından emin olduğum kalbim aniden tekledi.

“Kralımızın büyük sırrı.” Diyerek devam etti James. “Gayrimeşru kardeşim… Lisa.” Eliyle beni işaret ettiğinde ve yüzlerce göz üzerime döndüğünde yerin dibine girmek istediysem de elbette böyle bir şey olmadı. Hala kanlı canlı, Victoria’nın yanında dikiliyordum. Bir deney faresiymişim gibi beni incelemeye başlayan bekçilerin rahatsız edici bakışları altında birkaç kez yutkunmama rağmen korkunç ruh halim kaybolmadı.

“Lütfen buraya gel Lisa. Senden çalınan hayatı artık geri alma zamanın.” Demagojik laflarla bekçileri etkileyebileceğini düşünen James, gerginliğini üzerinden atmışa benziyordu. Harika. Duygularıyla baş etmeyi beceremeyen tek varlık bendim belli ki. Rezil insan genlerim iş başındaydı. Bir de ona sakin olmasını söylemiştim. Hah.

İleri doğru birkaç adım attığım sırada lanet olası James bir kez daha söze girdi. “Ne yazık ki çok güvendiğimiz Kralımız… Ülkemize ihanet etti.” Yanına varmama birkaç adım kaldığı sırada dudaklarından dökülenler olduğum yere sabitlenmeme neden oldu. “Bir insandan çocuk yaptı.”

Göğsüm sıkıştı.

Bunu söylememesi gerekiyordu.

Ah!

Önce en az benim kadar şaşkın olan Victoria’ya, ardından kaskatı kesilmiş bir şekilde dikilen Ares’e baktım. Nefes alamaz halde kalakaldığımda abimin konuşmayı sürdürmesine de engel olacak gücü kendimde bulamamıştım.

“Her ne kadar babam olsa da… Bu ihaneti kabul etmem mümkün değil. Siz de etmemelisiniz.” Derken göz ucuyla bana bakmıştı. Şimdi boğazına yapışıp onu boğmam gerekirdi.

Pislik, hain!

Ona güvendiğim güne lanet olsundu!

“Üstelik aramızdaki tek melez Lisa’da değil.” Tüm hücrelerim alev aldığı sırada bakışlarım yine Ares’i buldu. James’in ondan bahsediyor olabileceği başıma korkunç bir ağrı girmesine neden olmuştu. Ağlamam lazımdı. Bağıra çağıra, tepine tepine ağlamam lazımdı. Hissettiklerimi başka türlü dışarı atabilmem imkansızdı.

Arkamızdan iş çevirip, yalnızca babama değil bize de ihanet etmiş olan James’in son sözlerini söylediğini tahmin ederek yanına doğru yeniden hareketlendim. Öfke dolu ifademin ona olan duygularımı yeterince anlatıp, anlatmadığını bilemediğimden hızımı alamayıp yüzüne güçlü bir yumruk attım.

En az benim kadar şok olmasını diliyordum.

Tüm salon ayağa kalktığı sırada James geriye sendelemiş, elini kızartmayı başardığım yanağına götürmüştü.

“Lisa!” diye gürleyen Kevin’ın sesi kalabalığı yarıp, kulaklarıma ulaştığında korkunç bir sinir tüm bedenimi çoktan ele geçirmişti. Ellerim James’in boynuna dolandı.

“Seni şerefsiz, piç…” James’in kahverengi gözlerinde beliren korku garip bir şekilde beni rahatlatmıştı. Bu yüzden dakikalar sonra gerçekten nefes alabildiğimi hissettim. Bir yanımda Victoria, diğer yanımda Kevin vardı. “Bırak onunla ben ilgileneyim.” Dedi Kevin ancak sözlerinin zihnimde hiçbir karşılığı yoktu. “Lisa onu öldürmen çözüm değil.” Diyen de Victoria’ydı. Ne yazık ki onu dahi umursayacak, mantıklı bir tarafım kalmamıştı.

Gözlerimi şok içinde bizi izleyen bekçilere çevirdim. Hepsi olduğu yere çakılmış gibi nefes dahi almadan dikiliyordu. Hayatlarında ilk defa bir melez gördükleri için mi yoksa melez gücüne şahit oldukları için mi bu kadar şaşkınlardı bilemedim.

Gerçi, ülkenin veliahdını öldürmek üzere olduğum gerçeği de vardı.

Eh, işlerin bu noktaya geleceğini hangimiz tahmin edebilirdi ki?

James’in hemen arkasında bir çift yeşil göz çarptı gözlerime. Yüzündeki sinsi gülümseme bana bir şeyler ima ediyor gibiydi.

“Olivia…” diye mırıldandım.

“Onun fikriydi.” Dedi James anında savunmaya geçerek. “Kes sesini!” diye tısladım dişlerimin arasından. Sesini duymaya daha fazla tahammülüm kalmamıştı. Arven’e yaptıklarımı düşündüm. Henry’le olanları… Kontrolü sağlamayı başardığımı sanmıştım ancak şu an duygularım çoktan kontrolden çıkmıştı. İçimde öyle yoğun bir öfke dolanıyordu ki James’in boğazını ne kadar sıkarsam sıkayım sanki yetersizdi.

Bir el bileğimi kavrayana kadar tek hedefim abimin tüm nefesini kesebilmekti ancak Ares bana dokunduğu anda ellerim gevşedi ve James parmaklarımın arasından kayıp gitti.

“Bana engel olma…” diye söylensem de aniden bir kez daha James’e saldırma isteğim kayboldu. Büyük bir gürültü duyuldu ve salonun bütün kapıları ve pencereleri aynı anda çarparak kapandı. Zorlukla nefes alıp verdiğim sırada neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Olivia şimdi çok daha yakınımdaydı.

Her ne planladıysa… Belli ki tıkır tıkır işliyordu.

Belime sıkıştırdığım İgnisin karnıma yaptığı baskıyı fark ettiğimde bir elim gümüş sapını kavradı.

Midem bulandı.

Diğer elimi karnıma götürerek eğildim. Kusacak gibiydim. Bedenim hala balo salonundayken bir an için ruhum orayı terk etti. Zihnimde anlam veremediğim görüntüler belirdi.

Kalabalık…

Birçok Feniks, en az onlar kadar da bekçi vardı. Nerede olduklarını anlayamamıştım ancak iyi bir şeyler olmadığını fark edebilmiştim.

“Üç ırktan doğan ilk iki melezden hangisi diğerini öldürürse…” diyen uhrevi bir ses doldurdu kulaklarımı. Görüşüm bulanıklaştı. “Baskın olan ırkın da yok olmasına neden olur.”

Bayıldığımı sandım ancak birdenbire yeniden tanıdık yüzlerin arasına dönmüştüm. İçimde yoğun bir duygu dolaşıyordu. Az önce James ellerimin arasındayken bile hissetmediğim, karanlık bir duygu…

Bakışlarım önce endişe dolu yüz ifadesiyle beni ayakta tutmaya çalışan Victoria’yı buldu. Ardından çekinerek de olsa koluma girmiş olan Kevin’ı… James çoktan metrelerce öteme gitmişti. Olivia’nın sinsi ifadesi yerini koruyordu.

Bekçiler öylece bakmayı sürdürüyorlardı.

Ardından onu gördüm. Bir metre ötemde, alıştığım şefkat dolu tavrıyla tam karşımdaydı. Bana yardım etmek istediği belliydi. Şimdiye kadar kalbimde uyandırdığı birden fazla his olmuştu. Heyecan, aşk, özlem, merhamet, korku… Ancak ilk defa yabancı bir şeyler dolanıyordu bedenimde ve beni ele geçirmek üzereydi…

“Ares…” dedim zorlukla çıkan sesimle.

“Prenses?”

Tenimi okşayan melodik sesi manasızca gözlerimin yaşarmasına neden olmuştu. “Seni…”

Seni ne?

Seni istiyorum.

Seni seviyorum.

Seni özlüyorum…

Boğazımda düğümlenen kelimelerin hiçbirinin dudaklarımdan dökülmesini sağlayamadım. Onun yerine yavaşça doğrulup, yanına yaklaştım. Uzuvlarımın kontrolünü yitirmiştim.

Belimdeki İgnisi çıkardım. “Seni…”

“Üç ırktan doğan ilk iki melezden hangisi diğerini öldürürse baskın olan ırkın da yok olmasına neden olur.”

Dudaklarımı yalayıp konuşmayı kesmek, burayı terk etmek istediysem de yapamadım. Gözlerimi, âşık olduğumu düşündüğüm kehribarlara çevirdim.

“Seni öldürmek istiyorum.”

 

Finalden önceki son bölümdü. 22. BÖLÜM birinci kitabın final bölümü olacak aynı zamanda ancak merak etmeyin ikinci kitapla buradan devam edeceğim yayımlamaya. Bölümle ilgili yorumlarınızı belirtmeyi ve tabi ki oylamayı unutmayın lütfen. Görüşmek üzere!

Loading...
0%