@melikemn
|
🔥 Bazen… Bazen zaman geçerdi. Sadece… Geçerdi işte. Önü arkası, başı sonu olmadan öylece geçer giderdi ve yükleyebileceğin tüm anlamlarını çoktan kaybettiğinden senin için hiçbir önemi olmazdı. On sekiz yılımı kimseye dokunmadan, insanların dokunuşu hissetmeden geçirmiştim ve sevdiğim herkesi, mesafelere rağmen sevmeyi öğrenmiştim. Ben Lisa Allen’dim. Yapardım. Bir şekilde gülerdim. Bir şekilde severdim ve bir şekilde başarırdım. Olmamıştı… Kaybetmiştim… Babamla tanıştığımda, Rahlia’ya geldiğimde, bir bekçi olduğumu öğrendiğimde ve artık birilerini öldürmekten korkmadan yaşamaya başladığımda bile kaybetmiştim. Aşık olduğumda, güvendiğimde, mücadele ettiğimde ve zafere yaklaştığımı sandığımda… Başkalarının temasını hissettiğimde… Beş ayı geride bıraktığım Rahlia’daki hayatımın her anında, bir Prensesken bile ben hep… Kaybetmiştim. Hayatınızın gidişatını değiştiren bazı olaylar yaşardınız ve dünyanız tepetaklak olduktan sonra asıl yürümeniz gereken yolu bir türlü bulamazdınız ya…. İşte öyle… Yönümü bulamıyordum ve sanki bir balonun içine hapsolmuş, rüzgarla birlikte savrulup duruyordum. Neredeydim? Niye buradaydım? Ben kimdim? “Bu kadar hızlı gidemezsin!” Kirpiklerimi kırpıştırarak etrafımda olanları algılamak adına, daldığım zihin yolculuğumdan sıyrıldım. Sarı bir atın tepesinde, buradan kaçıp, yok olabilmek umuduyla, süratle ilerken Kevin’ın sesi beni gerçekliğe döndürmeyi başarmıştı. Yine… Son üç ayımın her anında olduğu gibi… “Ben hızlı değilim Kev.” Diye homurdandım arkamı dönüp ona kısa bir bakış fırlattığımda. “Sen fazla yavaşsın.” Maria’ya ilk bindiğimde yaşadığım korkuyu hatırlıyordum. O gün hiçbir gücün beni bir daha at tepesine oturtamayacağından emindim ama şimdi neredeyse günümün tamamını böyle geçiriyordum. Kendimi Saray entrikalarından sıyırabildiğim, hayal dünyamda her şeyin hala istediğim gibi olduğunu düşünebildiğim tek yer burasıydı çünkü. Üstelik artık bir Prenses olduğumdan kendime ait bir atım bile vardı. Atımın altın rengi yelelerini okşadım. “Seni seviyorum biliyorsun değil mi?” diye sordum sanki bir cevap alabilirmiş gibi. Karşılığını biraz daha hızlanarak verdi. “Orman çıkışına varmadan dönelim.” Diye bağırdı Kevin. Ofladım. “Sen dön. Ben gelmeyeceğim.” Sözlerimi kabul etmeyeceğini ve ben ısrar ederek onun sinirlerini bozmaktan öteye gidemeyeceğimi biliyordum ancak yine de her defasında denemekten vazgeçmeyecektim. Bir gün Saray sınırları dışında da yalnız kalmayı başaracaktım. Birkaç ay önce Melez Lanetini bozmak, bir Feniksle birlikte olmak, Saray’daki babama meydan okumak ve kız kardeşimin mutluluğunu sağlamak gibi dertlerim varken şu an sadece bunun için uğraşıyordum. Kralı tahttan indirmeye çalışmış bir Prenses olmanın bazı ağır bedelleri vardı. Tek başına nefes dahi alamamak gibi bedeller… Kevin bir anda hızlanarak Maria’yla birlikte önümde duruverdi ve benim atım da kişneyerek onlara meydan okudu. Bunu yaparken ön ayakları havaya kalktığı için az daha beni üzerinden atıyordu ama inanır mısınız bu, şu sıralar pek ödümü koparan bir olay sayılmazdı. Dış görünüşünüz değişirdi. Düşünceleriniz değişirdi. Duygularınız değişirdi. Peki, ruhunuz… Benim sanki ruhum da değişmişti ve insan Lisa tarihe karışmış, sadece acı tatlı bir anı olarak hafızamda ufak bir yer edinmişti. “Kehribar’ı korkutuyorsun Kevin!” diye gürledim o atından inip, benim yanıma yaklaşırken. Gözlerini devirdi. “Atının rengi Kehribar değil.” Dedi. Sarı bir ata neden Kehribar ismini koyduğumu açıklama zahmetine girmemiştim ancak belli ki birkaç teorisi vardı. Bu teoriler onun epey canını sıkıyor olmalıydı. Eh, umurumda değildi. “Olabilir. Benziyor ama.” Andırıyordu. Aynısı olmasa da bana onun gözlerini düşündürecek kadar kehribardı işte. Zaten bu atı seçmemin sebebi de buydu. Aklımdan çıkarıp atmak için kendimi parçaladığım birini, sırf bir saniye olsun unuturum korkusuyla etrafımı onu hatırlatan şeylerle doldurmak tam da benim gibi bir kaçığa göreydi çünkü. Pes ederek attan inip Kevin’ın karşısına dikildim. Artık benim için sıradanlaşan öğüt verme konuşması başlayacaktı belli ki. Ne yapalım? Bir şekilde buna katlanmayı da öğrenmiştim. “Onunla bir noktada vedalaşman gerekiyor.” Dedi beklediğimden daha farklı bir cümleyle giriş yaparak. Sözleri beni afallattığından bakışlarımı başka bir yöne çevirdim. “Kehribar’la mı? Neden? Benim olduğunu sanıyordum.” Anlamazdan gelerek ima ettiği şeyi geçiştirmeyi ummuştum ama Kevin hiç o kadar saf birisi olmamıştı şimdiye kadar. İşaret parmağını çenemin altına koyup beni yüzüne bakmaya zorladı. Soğuk elleri hala ben de garip bir etki bırakıyordu. Sadece onunki de değil üstelik. Herkesin ki. Tenime değen her dokunuş kendimi savunmasız hissetmeme neden oluyordu. Oysa bir dokunuşun evrenin en güvenli yerindeymişim gibi hissettirdiği günler de olmuştu. Tüm sorunlara rağmen sanki sadece o ve benken her şey daha kolaydı. Şimdi o yoktu ve onun dışındaki herkes vardı ama herkes bir araya geldiğinde bile o olamıyordu. “Feniksle.” Diye vurguladı Kevin. Kahverengi gözlerinde her zamanki hüzün dolanıyordu. Duymak canımı yaktığından ne ben ne de benim dışımdaki herhangi biri adını anıyordu. Bu yüzden böyle hitap etmek mantıklıydı. Bana bu halde olmamın sebebini hatırlatıyordu. “Yapma Kev…” dedim abartı bir tonlamayla. “Sence vedalaşmadım mı? Üç gün sonra düğünümüz var.” Koskoca üç gün. Neler olmazdı ki? Bundan önceki üç ay içinde aynı şeyi düşünmüştüm. Bir şeyler olur, düğünden kurtulurum sanmıştım ama sonuç olarak buradaydım. Akşamüzeri gelinlik provama katılacak, sonrasında salonun çiçeklerine karar verecektim. “Lis…” Kevin bana doğru bir adım attığında geriye çekilmek istedim ancak başımı Kehribar’ın gövdesine çarparak durmak zorunda kaldım. “Bu evlilik olayından nefret ettiğini biliyorum. Bu yüzden sen isteyene kadar gerçek bir evlilik olmayacak zaten ama seni çok seviyorum ve bu halin… canımı sıkıyor.” Elini omuzlarıma kadar kestiğim, sarı saçlarımda gezdirdi. “Çabalıyorum.” Dedim yarım ağız. Başını olumsuz anlamda, sağa sola salladı. “Sürekli kendine onu hatırlatarak mı? Sözlerimle kalbini kıran kişi olmak niyetinde değilim ama… O defter kapandı. Kabullenmenin ve önüne bakmanın yolunu bulman gerekiyor.” Kevin’in önceden olduğu gibi uslu dur, söz dinle tadındaki laflarını duymaya kendimi hazırladığımdan, bir anda böyle derin konulara dalmasıyla baş edemedim. Beynimin içinde kendimi savunacak kelimeler bulmaya çalıştım ancak verdiğim cevap koca bir iç çekişten ötesi olamadı. Birkaç saniye birbirimize bakmak dışında hiçbir şey yapmadık. O içini rahatlatacak bir cevap duymayı bekliyordu, ben ise beni sonu gelmeyen depresyonumla baş başa bırakmasını… “Abartıyorsun.” Diyebildim nihayet. Sonra da kolunu indirip, bana olan temasını kestim. Yanından geçip, ormanın içine doğru yürümeye başladığımda arkamdan ofladığını duydum. “Çok konuşuyorsun farkında mısın?” diye sordum daha çok kendi kendime. Kevin’da peşime düştü. “Şu işe bak.” Dedi şaşkın bir sesle. “Bunu diyenin sen olması akıl alır gibi değil.” Neredeyse benimle aynı hizaya geldiğinde göz ucuyla bakıp omuz silktim. “Ben kendimi durdurmayı biliyorum.” Koluyla kolumu dürttü. “Ben benimleyken kendini durdurmanı istemiyorum ki.” Kevin hep iyi bir arkadaş olmuştu ancak onu müstakbel kocam olarak düşünmek aramıza engelleyemediğim bir duvar örüyordu. Bana karşı dillendirmekten asla vazgeçmediği duygularını bile görmezden gelebilirdim ama gelini olacağım bir düğünü görmezden gelmek çok zordu. Bu yüzden normal şartlarda ona anlatmak istediğim çoğu şeyi ağzıma tıkan bu gerçek ne yazık ki her yere bizimle geliyordu. “Çiçek seçmeye benimle gel.” Dedim birden konuyu değiştirerek. Kaşları çatıldı. “Kaçıyorsun yine.” Aman ondan da bir şey gizlenmiyordu. Sonuna kadar inkâr taktiğiyle, ellerimi iki yana açtım. “Sadece seninle düğünümüzün çiçeklerini seçmek istiyorum Kev.” Bir kez daha başını sağa sola salladı. “Hayır. Benimle ya da belki herkesle duygularını, önemli konuları konuşmaktan kaçıyorsun.” Durdum. İki adım önüme geçmişti ki o da olduğu yere sabitlendi. Kolunu tutup kendime çevirdim. “Sen…” diye mırıldandım oldukça ciddi bir ifadeyle. Sahte bir ağlama sesi çıkardım. “Düğünümüzü önemsiz mi buluyorsun?” Dudaklarımın ucunda bir kahkaha patladı. Kevin birkaç saniye bana öylece baktıktan sonra en sonunda kendini tutamayarak güldü. En azından o da düğünün bize dayatılan prosedürlerini benim kadar saçma buluyordu. “Bir şartla.” Dedi bana meydan okuyarak. Meraklı bakışlarımı üzerine diktim. “Neymiş?” Duruşunu dikleştirdi. “Hediyemi kabul edeceksin.” Hediye diye bahsettiği şey, annesinin dünyanın en değerli taşlarından falan yapılmış olan yüzüğüydü. Gerçi Rahlia’da mücevherlerdeki madenlerin parasal bir karşılığı yoktu ancak ben yine de benim gözümde hem maddi hem manevi olarak oldukça değerli olduğunu bildiğim bir şeyi kabul edemezdim. Onun gerçek karısı bile olmayacaktım. Bunu hak etmiyordum. “Bulduğun bütün fırsatları değerlendirecek misin böyle?” diye sordum biraz da kızarak. Beni anlamasını bekliyordum ancak ne yazık ki o da aynı şeyi benden bekliyordu. Sonuç olarak, düğün günümüz belli olduğundan beri içinden çıkamadığımız bir konuydu. “Sana bir düğün hediyesi vermek istiyorum.” Dedi. Kollarımı göğsümde birleştirdim. “İyi ya. Gidip Arthur’un dükkanından al bir tane. Pırlanta bir bileklik al mesela. Ya da… Elmas kolye. Bir taç yaptırabilirsin. Baya da hoşuma gider. Bütün özel günlerde, bir Prenses olarak senin aldığın tacı takarım.” Onu yine, yeniden kandırmayı deniyordum ama lanet olsun ki hep çok uyanıktı. “Söylediklerinin tümünü yapacağım ama yüzüğü de…” lafını kestim. “Böyle bir sorumluluk istemiyorum Kevin. Kaybederim, düşürürüm ne bileyim başına bir iş gelir. Sonra vicdan azabından ölür giderim ve dul kalırsın.” Kıkırdadı. “Senden önemli değil.” İtiraz ettim. “Önemli olmalı. Annenin hatırası.” Dudakları aralanmıştı ki konuşmaya devam ettim. “Konu kapandı. Ben Saray’a dönüyorum. Gelinlik provam var.” Sanki çok hevesliymiş gibi sesimi yükselttim. “Yaşasın!” diye gürledim alay ederek. Kevin omuzlarını düşürdü. “Peki,” dedi biraz da alıngan bir ses tonuyla. “Şimdilik kapansın.” ** Aynadaki yansımama bakarken, Rahlia’lıların gelinlik olduğunu iddia ettiği çirkin elbisenin her bir detayıyla şok geçiriyordum. En azından rengi beyazdı ve bunu bir artı olarak kabul etmek zorunda kalmıştım. Balon kolları, hiç boşluk kalmayacak şekilde işlenmiş dantel detayları ve sonu gelmeyen bir tül duvak... Kabarık eteğim bu karmaşa da dikkat dahi çekmiyordu. Ama daha fenası… “O kadar yakıştı ki…” Kız kardeşim buna bayılmıştı! Ben de şimdi düşüp bayılacaktım ancak sırf şu üzerimdeki şeyden kurtulmak için! Suratımı buruşturdum. “Bilemiyorum, çok tarzım değil sanki.” Hoş. İstemediğim ve sahte olacak bir düğünde ne giydiğim pek önemli değildi ve aslında çok umursamıyordum da ama yine de bu kadar da olmazdı! “Şaka mı yapıyorsun? Senden bir parça gibi!” diye gürledi yüzüme doğru. Ağlayasım gelmişti ve gelinliği beğenmemiş olmam şu an oldukça makul bir bahaneydi. Son zamanlarda ağlamak için türettiğim bahaneler sınırı aşmıştı gerçi. Dün yemeğim soğudu diye ağlamıştım mesela ve ondan önceki günde saçlarım çok kısa diye. Oysa onları kendi ellerimle kesmiştim. Birkaç gün önce de -ki bu benim favorimdi- gözlerim babamınkilerle aynı renk diye ağlamıştım. Bence haklı bir sebepti. Onunla aramda ufacık bir benzerlik olması dahi depresyon nedeni sayılırdı. Yine de tüm o ağlama anlarının hiçbirinin altında yatan sebep bunlar değildi ve bunu kendime bile itiraf etmek oldukça zordu. “Teşekkür ederiz Sasha.” Diyerek gelinliğe iğneler batırıp duran terziye gitmesini işaret etti Victoria. Sasha baş hareketiyle bizi selamladıktan sonra hiçbir şey söylemeden odamdan çıkıp, kapıyı arkasından kapattı. Bakışlarımı bir kez daha aynaya çevirdiğimde kız kardeşim derin bir nefes aldı. “O korkunç şeyi üzerinden çıkarır mısın kurabiyem?” Gözlerim fal taşı gibi açıldığında, duygularım şaşkınlıkla mutluluk arasında bir yerdeydi. “Ah, şükürler olsun. Havale geçiriyorsun sanmıştım!” Omuz silkti. “Odana girip çıkan her görevli Krala rapor verir. Rol yapmamız gerekiyor ki her şey yolunda sansın.” Diye açıkladı. Beni en baştan uyarsaydı ben de bu üzerimdeki şahesere birkaç övgü yağdırırdım. “Her şey yolunda zaten.” Dedim düz bir sesle. Oldukça durağan bir hayatımız olmuştu. Babamız ömrünün en mutlu zamanlarını falan yaşıyordu muhtemelen çünkü aylardır tek bir sorun dahi çıkmamıştı. Söylediği gibi halk başlarda beni garipsese bile bir Fenikse meydan okumuş olmam gözlerini boyamıştı. Kahraman olabileceğime inananlar dahi vardı. Bekçiler aklımın almadığı türden varlıklardı. “Yapma ama. Şu maskeni ne zaman çıkaracaksın? Herkesi anlarım ancak benimle arana duvar örmen kalbimi kırıyor.” Diyerek yatağın ucuna çöküverdi Victoria. Aslında amacım kimseyle arama duvar örmek değildi. Olanları yok sayarsam, gerçekten yok olabileceklerine inanmıştım bir şekilde ve bu yüzden sesli dile getirmekten olabildiğince kaçıyordum. Aynı adını söylemezsem bir süre sonra silineceğine inandığım gibi… Adı dışında her şeyin zihnime kazılı olması ise henüz çözümünü bulamadığım bir detaydı. “Çabalıyorum.” Derken ben de yanına oturdum. “Unutmaya yani.” Yalancı! Diye çıkışan iç sesimi duymazlıktan geldim. Victoria endişeli bir iç çekişin ardından bakışlarını yüzüme çevirdi. “Söyleyeceklerim için şimdiden üzgünüm kurabiyem.” Dedi uzanıp elimi tutarken. Kaşlarımı çattığımda devam etti. “Ondan konuşmayıp, sonra gidip atına onu hatırlatacak bir isim koyman ya da yastığının altında kırmızı bir tüy saklaman…” Hay aksi. Onu da mı görmüştü? Kevin’la ikisinden bir şeyler gizlemek amma da zordu! Ya da belki ben bir şeyleri gizleyebilen bir tip değildim. Kız kardeşim başını hafifçe yana eğdi. “Günün çoğunu ormanda geçiriyor olman ve niceleri… Pek çabaladığını göstermiyor. Daha çok bizi, hatta kendini kandırıyormuşsun gibi.” Bir suç işlerken yakalanmış küçük bir çocuk edasıyla başımı önüme eğdim. Çuvallamıştım. Bu unutma işini, yoluna devam etme işini becerememiştim. O kadar karman çorman haldeydim ki, toparlanmaya nereden başlayacağımı dahi kestiremiyordum. Üstelik toparlanmayı denediğim her an, yeniden dağılıyordum. “Ne yapacağım?” diye sordum en sonunda pes edip kendimi boylu boyunca yatağa bırakırken. Dik durmaya devam edebileceğimi sanmıyordum. Victoria’da benim yaptığımı yaparak yanıma uzandı. “Belki… Başka bir yol vardır.” Ona baktım. “Nasıl bir yol?” Hafifçe gülümsedi. “Onu unutmanı gerektirmeyen bir yol.” Gözlerimi tavana çevirdim. “Olsaydı…” zorlukla yutkundum. “Bulurduk. Olsaydı kalbine bir hançer saplamazdım.” Victoria kıpırdandı. “Teknik olarak sadece ucunu soktuğun için…” oflayarak lafını kestim. “Evet. Saplamadım falan. Zaten aksi halde koca bir ırkı yok etmiş olacaktım. Aman ne rahatlatıcı!” Benden öğrendiği kelimelerle bana meydan okumasına sinir oluyordum. Teknik olarakmış! Hah! “Lisa… Are…” kaşlarımı kaldırdığımda boğazını temizledi. “Onunla bir kez daha konuşmak, ne bileyim laneti bozmanın bir yolunu bulmak için uğraşmak istemiyor musun gerçekten?” Victoria’yla bu konuşmayı daha önce defalarca kez yapmıştık aslına bakarsanız ancak söylediğim hiçbir şey onu ikna etmiyordu ki. Bu yüzden aslında vereceğim cevabın bir önemi yoktu. James gibi zindanın dibini boylamaktan kurtulmak için Kevin’la evlenmem gerekmesinin bir önemi olmadığı gibi… Saray’ın hain aşçısı, büyücü Olivia’nın ve İgnis’in herhangi bir köşeden çıkabilecek olmasının, yüreğimi yiyip bitiren aşkın, bir gün muhtemelen aklımı da yiyip bitirecek olmasının da bir önemi olmadığı gibi… Şu an yaşadığım hiçbir korkunun, hiçbir çaresizliğin ve hiçbir üzüntünün önemi olmadığı gibi… Benim bu koca evrende hiçbir önemimin olmadığı gibi… “İstemiyorum.” Dedim yattığım yerde doğrulurken. “Ve bir daha bundan bahsetmek de istemiyorum. Kevin’la evleniyorum Victoria. Hayatımın geri kalanı bu şekilde olacak.” Ayağa kalktım ve Victoria’nın bahsettiği maskemi bir kez daha yüzüme geçirdim. “Şimdi lütfen bana başka bir gelinlik bulabilir miyiz?” Kız kardeşimin ısrar etmemesine ve o an için de olsa konuyu kapatmasına memnun olmuştum. Bilmem kaçıncı kez üstüme yıkılan kayaları ise şimdilik düşünmeyecektim. ** Uzun süredir akşam yemeklerimiz huzur içinde geçtiğinden sanırım önyargımı kırmıştım. Artık ayaklarım geri geri gitmiyordu ve yeni aşçının yemekleri de epey lezzetliydi. Onunla tanışmamıştım. Sadece adını biliyordum ve tek tük birkaç kelime etmekten ötesine gitmemiştik. Kötü bir kadın olduğundan değildi elbette ancak birileriyle tanışmak benim için eskisi kadar kolay olmuyordu ne yazık ki. Sandalyeme yerleştikten sonra bakışlarım Kate’le çakıştı. Salona adım atar atmaz herkesi neşeyle selamladığım günler geride kaldığından, ona ufak bir baş işareti yapmaktan ötesine gitmedim. Bu kadar asosyal birisi olmak beni de şaşırtıyordu ama Rahlia’da başka türlüsü pek güvenli sayılmazdı. Kate bana karşı olan duvarlarını indirmişti. Saatler süren sohbetler yapıyor falan değildik ama Victoria’ya davrandığı gibi davranıyordu. Artık ikimizin arasını açmaya çalışmıyor, Victoria için bir kıyafet sipariş verdiğinde, benim için de veriyordu. Bazen Victoria ve ben bahçede otururken yanımıza gelip halimizi hatırımızı bile sorduğu oluyordu. Onun için oldukça büyük bir adımdı. “Afiyet olsun.” dedi babam düz bir sesle. Ne ara geldiğini bile görmediğimden afalladım ancak tepki vermeden önümdeki tabağıma odaklandım. Birkaç saniye sonra “Lisa?” diyerek yeniden söze girdi. Oysa her zamanki gibi sessiz sedasız yemeğimi yiyip kalkacağımı düşünmüştüm. Derin bir nefes alıp yüzüme en sıradan ifademi yerleştirdim. “Efendim?” Babam kollarını masaya yaslayıp önce Kevin’a ardından tekrar bana baktı. “Sizin için en üst kattaki boş odayı hazırlamalarını söyledim. Yarın mobilyaları seçmen gerekiyor.” Yutkundum. “Peki.” Zamanın bende neleri değiştirdiğini anlatmakla bitiremezdim. İtiraz etme yetimi kaybetmiştim mesela. Babamın söylediği her şeyi sorgusuzca onaylıyordum. Geleceğimi kendi elleriyle inşa etmesine izin veriyordum. Çünkü aslında geleceğimi pek umursamıyordum da. Bundan sonra yaşayacağım hiçbir şeyin beni üzebileceğine inanmıyordum. Zaten üzülebileceğim en fazla şekilde üzülmüştüm. “Bir de...” dedi duruşunu dikleştirerek. “Artık taç giyme törenini de yapmalıyız.” Eh... İşte buna karşı çıkacaktım. Aylardır bir şekilde erteleyip durduğum törenin bir gün gelip çatacağının farkındaydım elbette. Bu ülkenin prensesiydim. Victoria gibi doğuştan buraya ait olmadığım için halihazırda doğar doğmaz başıma yerleştirilen bir tacım yoktu ve aslında olmasını istediğimi de söyleyemezdim. Beş ay önce dünyanın en havalı şeyi gibi gelen prensesliğin, omuzlarımda koca bir yük olduğunu fark etmiştim. Bu yüzden ömrümün geri kalanını saçlarımın arasına yerleştirilmiş ufacık bir tacın verdiği tonlarca ağırlıkla geçirmeden önce, biraz daha zaman kazanmak istiyordum. Bir de binlerce bekçinin önüne çıkmaya hazır değildim. Hele ki en son bunu yaptığımda olanları düşününce... “Düğünden sonra...” diye söze girdiysem de Victoria cümlemi tamamlayamadan konuştu. “Düğünde yapmaya ne dersiniz?” heyecanlı tavrı karşısında şok olurken, uzun zaman sonra yemek masasında sakin bir ses tonu kullanmış olmasına da afalladım. Neden, istemediğimi bile bile ortaya böyle bir fikir attığını sonra sorgulayacaktım. “Evet...” dedi babam düşünceli bir ifadeyle. “Olabilir.” Hay sıçayım. “Aslında bence biraz daha beklesek...” Victoria ikinci kez lafımı kesti. “Yapma lütfen. Resmi olarak bir veliaht olmanın vakti geldi. Hem... Böylece yasal olarak birçok konuda söz ve imza yetkin olacak.” Kate’in Kraliçe olarak imza yetkisi olduğunu biliyordum ama bir prenses olarak bu tarz yetkiler kazanacağımı düşünmemiştim. Umurumda olduğundan değildi ama yine de bunun tam olarak ne anlamaya geleceğini bilmek istiyordum. “Yani?” Beni yanıtlayan babam oldu. “Yani... Dava kararlarının uygulanabilmesi için senin de onay vermen gerekecek.” Dava kararları... Bu şu an zindanda ölümü bekleyen abimin, benim onayım olmadan idam edilemeyeceği anlamına mı gelirdi? Onu korumak istediğim yoktu ama yine de bu durumdan memnun oldum. İçimden gülümsemek gelmese de duyduklarımın yüzüme yansıması ufak bir tebessümdü. “Tamam.” dedim omuz silkerek. “Yapalım o halde.” Taç benim için iyi miydi yoksa kötü mü bilmiyordum ama yavaş yavaş bedenimi ele geçiren endişeyi fark ettim. Halkın gözünde; bir melez olarak, bir feniks melezini öldürmek üzere olan bir prensestim. Şimdi bir de resmi olarak taht varisi olacaktım. Bu unvanlarla gerçekten başım dertteydi ve kaçmak istedikçe daha çok içine çekiliyordum. “Lisa’nın tacını ben hazırlatırım.” diyen Victoria beni şaşırtmaya devam ediyordu. Bugün içine enerji perisi mi kaçmıştı? Babamın karşısında beş karış suratla oturup ona hayatı zindan etmekten başka amacı olmayan kız kardeşimdeki bu gözle görülür değişimin sebebi neydi? Bakışlarımı Victoria’nın üzerine diktim. Bana öpücük attı. “Kate sen de törenle ilgili detayları düğün ekibiyle görüşürsün.” dedi babam ve bunun son cümlesi olduğunu belirtmek istercesine yemeğine döndü. Kate onu başını sallayarak onayladı. Ardından bana ufak bir tebessüm gönderdi. Ona karşılık vermek istedim ancak kafam o kadar dalgındı ki, mimiklerimi kontrol edememiştim. Sürüklenip gittiğim hayatın içinde, sanki dışarıdan bir gözdüm ve bir film izler gibi izliyordum ama o kadar iç karartıcı bir filmdi ki sonunu görmeden kapatmak için yanıp tutuşmaya başlamıştım. Yemeğin geri kalanında kimse yeniden konuşmadı ve sessiz sedasız dağıldığımızda bugün her zamankinden fazla gergin olduğumu hissettim. Victoria’yı sorguya çekmeden önce düğün çiçeklerini seçmek için, balo salonuna doğru yürümeye başlamıştım. Ayaklarım geri geri giderken, bir el omuzlarımdan ittirdiğinde, istemeden de olsa hızlandım. “Koşayım ister misin?” diye sordum ukala bir tavırla. Kevin ellerini çekip yanıma geçerken gülümsedi. “Durmanı isterim aslına bakarsan.” bir robot gibi dediğini yaparak olduğum yere sabitlendim. Sanki ömrüm boyunca bu teklifi beklemiştim. “Bu kadar çabuk ikna olacağını düşünmemiştim bak.” dedi biraz da alay ederek. Omuz silktim. Kevin hemen karşıma geçti. “Çiçeklerin umurunda olmadığını biliyorum.” Kafamı başka yöne çevirdiğimde devam etti. “Sabah gelmemi istediğinde de biliyordum, bu yüzden buradayım.” Ofladım. Uzanıp elimi tuttu. “Pekâlâ,” dedi aniden sırtını dikleştirerek. Avucunun içine aldığı elimi çekmedim. “Pembe... Şakayık.” diye mırıldandı. “Pembe rengi seviyorsun. Bir de beyaz lale.” Seviyordum... Ya da belki sevmiyordum. Hayatta sevdiğim bir şey kalmış mıydı emin değildim. Sevme yetim var mıydı hala onu da bilemiyordum. “Çiçekleri seçtik bak.” Kevin sırıttı. “Hadi gidelim buradan.” Kaşlarımı çattım. “Ama Kral...” babam düğün angaryalarını üzerime yıkıp beni oyalamaya çalıştığından salonun tüm düzeninde orada bulunmamı istiyordu. Görevlilerden birisi salona hiç uğramadığımı söylerse ve ben onun kafa ağrıtan öfkesini dinlemek zorunda kalırsam diye, içim içimi yemeye çoktan başlamıştı. O kadar tahammülüm yoktu ki, her şeyi onun istediği gibi yapmak oldukça kolay geliyordu. Sakinlik... Bu sıra en arzuladığım şeydi. Kimse konuşmasın, kimse bana bir şey söylemesin, her şey dümdüz ilerlesin... Bakış açım bundan ibaretti. “Ben ilgilenirim. Açıklamayı ben yaparım. Sen muhatap olmak zorunda kalmazsın. Anlaştık mı?” Ona minnet dolu bir bakış gönderdikten sonra kafamı sallayıp onayladım. Elimden tutup beni sürüklemesine ve Saray’ın kapısından çıkarıp uzaklaştırmasına izin verdim. Nefes almakta zorlandığım oluyordu ve Saray oksijeni bitmek üzere olan bir tüp gibiydi. Ciğerlerim patlayana kadar içerideki havayı çeksem de bir türlü doğru şekilde nefes almayı başaramıyordum. Bu yüzden o duvarların arasından çıktığım her an nimet gibiydi. Yıldızlarla dolu gökyüzüne kafamı çevirdim. Kevin’ın tutmaya devam ettiği elimi kurtarıp, iç çektim. “Beni...” diye mırıldandım ağlamaklı bir sesle. “Kimsenin olmadığı bir yere götürür müsün?” Yalnız kalamayacaktım ama en azından tanımadığım ya da tanıdığıma pişman olduğum kimseyi görmeyecektim. Kevin’ı göz ardı edebilirdim. Kevin benim yaptığımı yaparak, başını yukarı kaldırdı. “Atlara ihtiyacımız olacak.” Gülümsedim. Bana itiraz edemiyor oluşunu kullanıyor gibi görünmek istemezdim ama sanırım tam olarak bunu yapıyordum. Ne? Arkadaşlar bugünler için değil miydi? Ya da nişanlılar? Her ne haltsa işte... Kehribar ve Maria’yı ahırdan çıkardıktan sonra ormana doğru ilerlemeye başladığımızda, Kevin’ı takip ediyordum. Aklında belli ki gidilebilecek bir yer vardı ancak neresi olduğunu söylememekte epey ısrarcıydı. Kırk kez falan sorduktan sonra cevap alamayacağımı kabullenip susmuş ve çaresizce peşine düşmüştüm. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra ormanın sonuna gelmiş, merkezdeki dükkanların ışıklarını görebilecek kadar şehre yaklaşmıştık. Yalnız kalmak istediğimi söylemişken, beni bekçilerin arasına getirmiş olmasına kızmak üzereydim ki, kısa bir duraklamanın ardından yeniden hızlandık. Dükkanların arkasından geçerek oldukça yüksek görünen bir dağı tırmanmaya başladık. Huysuzlandım. “Pişman olmak üzereyim.” Omzunun üzerinden bana baktı. “Mızmızlanma. Bak gelmek üzereyiz.” diyerek dağın tepesini işaret etti. Tahminlerim arasında ıssız bir dağın zirvesi elbette yoktu ve normal şartlarda burası beni korkuturdu ama bazı korkularımı yeneli çok olmuştu. Üstelik Kevin’a âşık olmasam bile, bana zarar gelmesine asla izin vermeyeceğini bilecek kadar güveniyordum. O yüzden yine itiraz etmeden peşinden ilerlemeyi sürdürdüm. Sivri bir uç gibi görünen tepeye vardığımızda oldukça geniş bir düzlük görünce şaşırmıştım. Bodur ağaçlardan birine atlarımızı bağlayıp da toprağın üstünde yürürken merakla etrafı incelemeye başladım. Muhtemelen bütün Rahlia’yı görebileceğim kadar yüksekteydim ancak karanlık olduğundan çoğu yeri seçemiyordum. “Burayı nereden buldun ki?” diye sordum Kevin’a inanamayarak. Gülümsedi. “Aramızda kalacağına söz verirsen söylerim.” Sır tutmak konusunda profesyonel olduğum için anında kafamı salladım. Elini yukarı kaldırıp gökyüzüne doğru uzandı ve parmağının ucunda bir ışık yandı. Aynı anda şaşkınlıkla kaşlarım havaya kalktı. “Geçit.” dedi kahverengi gözlerini benim ela gözlerime dikip. Ağzım beş karış açık halde onu izlerken ne söyleyeceğimi bilemedim. Dünyaya gitmenin yollarını aramayı bırakalı epey olmuştu. Ares varken her şey çok kolaydı ancak onsuz bunu yapmak istememiştim. Bu beni kötü bir evlat mı yapardı kestiremiyordum ama annemle görüşesim bile yoktu. Onu özlemiştim ama sanki bir şeyleri anlatacak enerjimi yitirmiştim. Bir de... Kuralları çiğnemek artık eskisi kadar cazip gelmiyordu. Uslu kız olmak daha az yorucuydu. “Vay canına...” diye mırıldandım ben de Kevin gibi parmağımı gökyüzüne uzatırken. “İzinsiz geçebiliyor olman...” dedi ve duraksadı. Cümlesini devam ettirmese de ne demek istediğinin farkındaydım. “Merak etme. Ben artık görüp görebileceğin en aklı başında ve kuralcı bekçiyim.” Güldü. “Duyda inanma.” Gözlerimi devirdim. Birkaç saniye parmaklarımı uzatarak, uçlarında yanan ışıkları izlemeyi sürdürdüm. “Okyanustan atladığımıza göre, gökyüzünün üstünde de okyanus var öyle mi?” Biraz daha yukarı uzanırsam, suyun beni çekip çekemeyeceğini merak ettim ancak tabi ki bunu deneyerek öğrenmeyecektim. Kevin yalnızca kafa sallamakla yetindi ve beni kendi halime bırakmaya karar vererek, atların olduğu tarafa ilerledi. Parmak uçlarımda yükselerek ellerimi gökyüzüne doğru kaldırıp duruyor, yanan renkli ışıklarla garip bir şekilde eğleniyordum. Belki de sonunda aklımı yitirmiştim. Neyin mantıklı neyin mantıksız olduğunu ayırt edebildiğimi sanmıyordum. Kendimi geçidin büyüsüyle oynamaya o kadar kaptırmıştım ki arkamı dönüp de Kevin’la burun buruna geldiğimde çığlığı patlattım. Ellerimi göğsümün ortasına koyup güçlü nefesler alırken Kevin omuzlarımdan tuttu. “Üzgünüm...” dedi gerçekten endişeli bir yüzle. Kafamın bu kadar çabuk dağılıp gitmesine ve çocuk gibi renkli ışıklarla oynarken aylardır olduğum en mutlu halime büründüğüme inanamıyordum. O kadar korkmuştum ki bacaklarımın bağı çözülmüştü adeta. Bakışlarım Kevin’ınkiyle çakıştığında ancak yüzünün bu kadar yakına geldiğini fark edebildim. “İyi misin?” diye sordu neredeyse telaşlanarak. Nefesi dudaklarıma çarpmış, beni garip bir suçluluk duygusuna sürüklemişti. Başımı salladım. Kevin elini kaldırıp yanağıma koydu. “Lisa...” diye fısıldadı yüzüme doğru. Üç ay olmuştu. Beni yalnızca bir kez öpmeye çalışmıştı ve ben de ona yumruk atmıştım. Sonrasında aramızdaki ilişki, nişanlı olmamıza rağmen iki yakın arkadaştan öteye gitmemişti ve aslında Kevin dünyanın en iyi dostu falandı ama iş bu raddeye geldiğinde gerçek, bir tokat gibi yüzüme çarpıyordu. Günler sonra benim kocam olacaktı ve bu muhtemelen ölene kadar sürecek bir durumdu. Ben istemediğim sürece bunun gerçek bir evlilik olmayacağını iddia etse de o ne kadar dayanabilirdi ve ben ne kadar kaçabilirdim belirsizdi. Rahlia’daki beş ayım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip giderken bir kez daha durduk yerde kalbim binlerce parçaya ayrıldı. Victoria’nın sözleri beynimde yankılanıyordu. Olmam gereken yer burasıydı ancak olmak istediğim yer, buranın kıyısından dahi geçmiyordu. “Kevin...” dedim iç çekerek. Belki de delici bakışlarım yüzünden bana doğru bir hamle yapmadı. Aramızdaki birkaç santim hiç kapanmadı ve geçen saniyeler yalnızca onun derin bir nefes almasına, benim de gözlerimin dolmasına sebep oldu. Yutkunup bir adım geçi çekilirken allak bullak olmuş zihnimi toparlamaya çalıştım. “Geri dönelim mi?” dedim zorlukla çıkan sesimle. Kevin atları çözmek için yanımdan ayrılırken gitmeyi teklif eden ben olmama rağmen olduğum yerde dikilmeye devam ettim. Bakışlarımı yeniden gökyüzüne çevirip yıldızlara baktım. Sanırım... Artık ölmeliydim. Çünkü bu acının biteceğine ve kalbimin eskisi gibi tek parça olacağına dair inancımı çoktan yitirmiştim. Döne döne ayak parmaklarımın ucuna kadar düşen şeyi son anda gördüm. Hıçkırıklara boğulmakla, gülümsemek arasında gidip gelen duygularım birden karardı ve ben korkunç bir sancı hissettim. Onu yeniden göreceğim anların bir listesini yapmış, zihnimde defalarca kez ona kavuşmuş, sarılmış, onu öpmüştüm. Şaşırmış, ağlamış, gülmüş, aynı anda binlerce duyguyla boğuşmuştum ancak hiçbirinde bu kadar suçlu değildim. Gözlerimi Kevin’a çevirdim ve az önce yaşadıklarımızı düşündüm. Ardından eğilip aldığım ve avcumun içinde duran kırmızı tüye baktım. Beni çoktan unuttuğuna, aklına bile getirmediğine ya da yalnızca kızgınlıkla hatırladığına inanmak istiyordum ama derinlerde bir yerlerde gerçek kulaklarımda çınlayıp duruyordu. Muhtemelen onu kırmıştım. Aylar sonra... Bir kez daha... 🔥 |
0% |