Yeni Üyelik
26.
Bölüm

2.2. Bölüm-Kraliyet Düğünü

@melikemn

🔥

Birilerine öfkelenmeye, öfkemi çıkarmaya ve içimde aylardır biriktirdiğim bütün kötü duygularımı boşaltmaya ihtiyacım vardı. Bastırdığım ne kadar düşünce, eylem, his varsa hepsini yaşamaya ve rahatlamaya ihtiyacım vardı.

Konuşmaya ihtiyacım vardı.

Bana aşık, müstakbel kocam Kevin’la ya da hata yaptığımı söyleyerek beni onunla bir kez daha görüşmeye ikna etmek için uğraşan kız kardeşimle değil... İkisi de benim iyiliğimi düşünüyor olsa da dudaklarından dökülen hiçbir cümle duymak istediklerim değildi çünkü. Bana lazım olan tek şey gerçeklerdi.

“Sen aklını mı kaçırdın Lisa?” diye sordu James bariz bir şaşkınlıkla. Zindanın kapısını açıp kendimi içeri kilitlediğimde ya da ondan bana vurmasını istediğimde bunu sormamıştı oysaki. Şimdi neden böyle düşünüyordu?

Kevin’la geçidin oradan döndükten sonra uyku tutmadığından soluğu burada almıştım. Mantıklı ya da mantıksız bir hareket olmasıyla ilgili düşünmek istemiyordum. “Ne var? Leş ömrünün ufacık bir kısmını iyilik yapmaya ayırsan ve sesini kesip beni dinlesen ölür müsün?”

Ofladı. “Başka şansım varmış gibi.” dedi bulunduğumuz ortamı işaret ederek. Eh. Haklıydı.

“Bana karşı olabileceğin en dürüst halinde ol.” derken onun hemen karşısına dikilmiştim. Şimdiye kadar hiç bana kendimi iyi hissettirecek bir şey söylememiş olması, ne kadar acımasızca olursa olsun ondan doğruları duyacağıma olan inancımı arttırıyordu.

James kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Bir prensken hep üzerinde olan şık giysilerinin yerini iki bol parçadan oluşan siyah bir takım almıştı. Saçları ve sakalları oldukça uzamış, bakımsızlıktan ten rengi dahi değişmişti. Onu daha önce defalarca kez ziyarete gelmiştim ancak ilk defa bu kadar bitkindi. Yine de sandığımdan daha dayanıklıydı. Üç aydır bu demir parmaklıkların arasında beden ve ruh sağlığını korumuş olması mucizeydi.

“Benden ne istiyorsun tam olarak? İki haftada bir gelip, hangi manasız duygunu tatmin ediyorsun acaba?”

Omuz silktim. “Sohbetin sarıyor diyelim.”

Abim olabilecek en ukala şekilde gözlerini devirdi. “Hepinize ihanet ettim. Seni de hala gram sevmiyorum Lisa. Bundan üç beş gün sonra ölüp gideceğim. Son anlarımı geçirmek istediğim kişiler sıralamasında sonlarda bile değilsin.”

Eğer bir kalp kırma yarışması düzenlenseydi James bütün plaketleri toplardı. Yine de sözleri ne kadar can sıkıcı olsa da hala bana istediğim kadar acı çektirmeyi başaramamıştı. Tanıdığım tüm varlıklar arasında, benden en çok nefret eden oydu oysaki. Bir de Clara vardı ancak o şu sıra ziyaret edebileceğim türden bir varlık değildi. Zaman Çukuru’nun hangi köşesinde, Ona kendini yamamak için planlarla yaptığını düşünmek bile yeterince acı veriyordu gerçi. Boğazıma güçlü bir yumru oturduğunda, midemde büyüyen öfke topu da patlamak üzereydi.

“Ölmemen için bir şeyler yapabilirim belki.” dedim ona. Yüzünde soğuk bir gülümseme belirdi. “Sen mi? Ne mesela? Babacığından düğün hediyesi olarak canımı bağışlamasını mı isteyeceksin?” Küçümseyici tonlaması hoşuma gitmişti. Bir mazoşiste dönüşüyordum. Bana acı veren her şeyden zevk almaya başlamıştım.

“Taç giyme töreninden sonra benim onayım olmadan hiçbir dava karara bağlanamayacakmış.”

James bana beş yüzünce kez falan gözlerini devirdi. “Ona direnebileceğini mi düşünüyorsun sen de? Kralın seni bunu yapmaya zorlaması üç saniye falan sürer. Beni rahat bırak da son anlarımı bari huzurlu geçireyim. Sana anlatabileceğim, söyleyebileceğim hiçbir şeyim kalmadı.”

Belki de gerçekten onun yakasını bırakmam lazımdı. James her şeyden habersizdi. Olivia’nın büyücü olduğunu bile baloda öğrenmişti. Olivia onu İgnis’i bana ulaştırması ve Ares’i Saray’a getirmesi konusunda kullanmıştı o kadar. Bir çeşit büyünün etkisiyle bana ve Victoria’ya ihanet etmişti. Hoş. Büyü olmadan da bize ihanet etmek konusunda tereddütte düşeceğini sanmıyordum ama yaşanmamış ihtimalleri düşünmeye gerek yoktu.

“Beni neden sevmiyorsun James?” diye sordum aklımdan geçenlerin tam tersi davranarak. Onu canından bezdirmeye yemin etmiş gibiydim.

Ayaklarını sürüye sürüye duvarın kenarına kadar ilerledi ve yere çöküp bağdaş kurdu. Kafasını duvara yasladı. Gözlerini yumdu ve derin bir nefes aldı. “Çok soru soruyorsun.”

Yanına ilerleyerek tam tepesinde durdum. Tek ayağımı yere vururken bana daha kayda değer bir sebep vermesini umuyordum. “Başka?”

Başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. “Babamın gayrimeşru, üstelik bir insandan olma, kızı olarak on sekiz yaşında pat diye Saray’a gelip düzenimizi bozduğun için olabilir mi?”

İtiraz ettim. “Hiç tatmin edici bir sebep değil. Sana hiçbir zararım olmadı ki. Hatta tahta geçmene yardımcı olmayı bile denedim.” Ne duymayı beklediğimi ben de bilmiyordum.

James baygınlık geçirecek gibi duruyordu. Dudaklarını yalayıp kafasını usulca bana çevirdi. Tek gözünü aralayıp yüzüme aptal mısın der gibi bakmaya başladı. Kımıldamadan beklemeyi sürdürdüm.

“Pekâlâ...” dedi sonunda pes ederek. “Kate kralın onu aldattığını sanıyor ama ben gerçeği biliyorum. Sevgili kral babamız Kate’i değil... Annemi aldattı çünkü.”

Kaşlarım kontrolüm dışında çatıldı. Yere vurduğum ayağım durdu ve kollarım iki yana düştü. “Nasıl?”

Kraliçe Alice’in öldüğü an ara sıra gözlerimin önüne geliyordu ama bu olayın ne zaman gerçekleştiğini düşünecek zamanım hiç olmamıştı ya da belki gerek duymamıştım. Tarihi önemli miydi ki?

“Kütüphanede çok fazla vakit geçirdin. Hiç tarih kitaplarına denk gelmedin mi?” diye sordu. Şimdi bakışları tümüyle üzerime odaklanmıştı. “Hayır.” dedim biraz da tereddütle. Aradığım hiçbir zaman Rahlia’nın tarihi olmamıştı ki. Melez lanetini çözmekle kafayı bozduğum için odağım bekçiler, feniksler ve büyücülerdeydi. Şimdi düşününce, neden Rahlia’yı hiç merak etmediğimi sorgulamaya karar vermiştim.

“Ben sana anlatayım o halde.” oturmam için hemen yanını işaret etti. Dediğini yaparak ben de bağdaş kurdum. James gözlerini tavana dikti. “Beş yaşındaydım ama hatırlıyorum. Kral dünyaya gidip geldikten bir ay sonra Kraliçe öldürüldü.”

Nefesimi tutmuş dudaklarından dökülen kelimeleri dinliyordum. Babamın Alice’i de aldatmış olmasına gram şaşırmadığımdan, daha çok öldürülmesiyle ilgili kısma odaklanmıştım. “Peki...” yutkundum. “Kim öldürdü biliyor musun sen?”

James başını olumsuz anlamda salladı. “Kimin öldürdüğünü bulamadık. Üstelik aklım erdiği andan itibaren sürekli aradım. Sorguladım. Sonunda ben de bir Feniks olduğunu kabullendim. Mantıklıydı da aslında. Vücudundaki kanı çekecek kadar cani başka kimse olamazdı çünkü.” aniden gözlerimiz çakışınca, gizli bir iş çeviriyormuş da yakalanmış gibi telaşlandım.

“Ares.” dedi birden. Üzerime devasa bir kaya fırlatsa daha iyi olurdu. İsmini duyduğum andan itibaren gözlerim yaşardığından, telaşım yerini korkunç bir sancıya bıraktı. Korkunç bir kalp sancısına...

“O yapmıştır belki. Rahlia’da yüzyıllar sonra görülen ilk Feniks o sonuçta.”

Ne yapacağımı ya da ne söyleyeceğimi bilemediğimden ayağa fırlayıp, sesimi çıkarmadan zindanın kapısına kadar hızlı adımlarla yürüdüm. Ağlarsam bunu James’in önünde yapmayayım diye kaçmak istemiştim ama vicdanımın sesi ve daha da önemlisi onu savunma arzum en üst raddeye ulaştığından, fazladan bir adım daha atamadım.

“O yaptıysa... Annemin intikamını alamayacağım demektir. Gerçi başkası olsa da buradayken ne yapabilirim ki? Gözüm açık gidecek yani.” soğuk gülümsemesi hafifçe yüzüne yayıldı ancak ilk defa gözlerinde bariz bir hüzün vardı.

“Babamız anneni aldatmış olsa bile... Bu beni suçlu yapmaz biliyorsun değil mi?” diye sordum omzumun üzerinden ona bakarken. Başını yana eğdi. “Doğru. Ama senden nefret etmek, kraldan nefret etmekten daha kolay.” ya da nefret ettiğini göstermek...

Garip bir şey oldu.

James’e hak verdim. Hatta ilk defa onunla aramda gerçekten bir bağ varmış gibi hissettim. Ya aklımı yitiriyordum ya da aptal bir hümaniste dönüşmüştüm. İç çektim ve tüm cesaretimi toplayarak önce zindanın kapısını açıp dışarı çıktım. Ardından da yeniden James’e döndüm. “O yapmadı eminim.” dedim net bir sesle. Sözlerimi çok umursamamış da olsa yine de duymazlıktan gelmedi. “Nasıl emin olabilirsin ki?”

Dudaklarımı yaladım. “Kimin yaptığını biliyorum çünkü.”

James aniden ayağa fırlayıp, saliseler içinde dibimde bitti. İki elini demir parmaklıklara yapıştırdı. “Ne?” görevlilerin bizi duyup duymadığından emin olmak için etrafıma bakındım. Yakınlarda kimse görünmüyordu. Öne doğru eğildim. “İntikamını alamayacağın için çok üzgünüm James ama sen olmasan bile ben bunu yapacağım. Yapmak zorunda kalacağım da diyebiliriz.”

Olivia bir gün geri dönecekti. Melez Lanetini bir kez daha gerçekleştirmeye çalışacak, karşıma çıkacaktı. Belki bu defa şans da benden yana olurdu.

“Kim?” diye sordu James dişlerinin arasından. Onca zaman onu öfkelendirmek için çabaladıktan sonra şimdi bu hale gelmiş olması canımı sıkmıştı.

Omuzlarımı düşürdüm. Bilmeliydi.

Bilmeye hakkı vardı ve ben bunu ona söylemek için başka zaman bulamayabilirdim.

“Olivia.”

**

Yatağın üzerine dizdiğim kırmızı tüylere bakarken, sadece bir tüye bile özlem duyabiliyor olmama şaşırıyordum. Ne boyutta bir aşktı ki bu, gün geçtikçe ve ondan uzak kaldıkça daha yoğun duygular hissetmeye başlıyordum? Olivia’nın sözlerini ara sıra hatırlıyor, yaşadığımız şeyin bir aşk olmama ihtimali üzerinde duruyordum ama beynim de kalbim de sürekli beni aksine inandırıyordu.

Öldürme arzusu böyle bir şey olamazdı. Öldürmek için yanıp tutuştuğunuz birinin dudaklarını hayal etmek sizi duvardan duvara savrulmuşçasına sarsmazdı.

Sadece ona dokunabiliyor, sadece onun dokunuşunu hissedebiliyor olduğumda aramızdaki çekimin tensel olabileceğini düşünmek de kolaydı. Şimdi ise herkesin teması bedenimde kayda değer bir ağırlık bırakırken hala onun ellerinin hayali tüm hücrelerimin yer değiştirmesine neden oluyordu.

Biz farklı evrenlerdeyken ve İgnis ortada yokken Melez lanetinden korkmamız gerekmiyordu ama başka bir lanet beni günden güne yiyip bitirmeye başlamıştı. Aşk, Rahlia’daki mücadele edemediğim lanetim olmuştu.

James’i öfkeli bir halde zindanda bırakmış, kendi sefil depresyonuma geri dönmüştüm. Sanırım bu halime de alışmıştım. Hatta mutlulukla ilgili tüm detayları unutmak üzereydim. Eğer nasıl mutlu olunacağını ya da mutlu olmanın nasıl hissettirdiğini hatırlamazsam, onun için çabalamaktan da vazgeçerdim.

Odamın kapısı iki kez tıklatıldığında, üç tüyü ortadan kaldırmak için telaşla hareketlendim. Hızlıca onları yorganın altına itip, hiçbir şey yokmuşçasına bağdaş kurdum.

Üç aydır kapının önünde nöbet tutan muhafızlardan birisi içeri girdi. “Prensesim.” dedi başını öne eğerek. Buna alışmak zor olmuştu ama bu sıralar bekçilerle aramızdaki resmiyet beni memnun ediyordu. “Efendim?” Kapıyı sonuna kadar açarak kendince bana yol verdi. “Marangoz gelmiş. Kral başında durmanızı istiyor.”

Düğüne iki gün kalmışken, tüm hazırlıklar da kaldığı yerden devam ediyordu. Eh, benim karmaşık duygu durumum ve bitik ruh halim elbette kimsenin umurunda değildi. Onun varlığını hissetmiş olmanın, bir de bu yetmezmişçesine kalbini kırdığımı düşünmenin verdiği ağırlık sadece, yine beni ezip geçmişti.

“Geliyorum.” dedim hiç de acele etmeden yataktan kalkarken. Postallarımı ayağıma geçirip odadan çıktım. Merdivenleri tırmanırken, koridorda ilerlerken ve babam ve Kate’in odasının yanından geçip büyük, kahverengi ahşap kapının önünde dururken zihnimi boşaltmaya çalışmıştım ancak sonuç olarak hala berbat hissediyordum.

Aralık olan kapıdan girip, kapıyla aynı renk ahşap mobilyaları kurmakla uğraşan marangozlara baktım. Adım seslerimi duymuş olacaklar ki üç kişi aynı anda ayağa kalkıp bana başıyla selam verdi. “Devam edebilirsiniz.” dedim aynı resmiyetle onları selamlarken. Gereksiz bir sohbetin içine falan girmeye gönüllü değildim.

Odanın ortasında ilerleyerek pencerenin önüne doğru yaklaştım. Benim odam Saray’ın ön bahçesine bakıyorken, burası arkayı görüyordu. Manzarasını sevmemiştim.

Birkaç dakika sessizce dışarıyı izlemeyi sürdürdüm. Ne diye bütün görevlilerin başında nöbet tutmam gerekiyordu anlamıyordum ama itiraz etmekle uğraşmak istemediğimden ve aslında daha kayda değer bir işim de olmadığından, babam ne zaman söylerse bunu yapıyordum.

Rahlia’ya ilk geldiğim günlerde Kevin’la ve sonrasında onunla yaptığımız eğitimleri özlüyordum. İgnis hançerine dokunmak ben de bir travma yarattığı için kral eğitimlere ara vermemi istemişti ve bu bana kendimi güvende hissettirse bile, canımı sıkıyordu. Belki düğünden sonra, devam edebileceğimi söylerdim. Evli bir prenses olarak başka görevlerim olacak mıydı bilmiyordum gerçi. Kate gibi ben de halkı ziyaret etmeli miydim? Hiç yapasım gelmemişti.

“Baya güzel görünüyor burası.”

Kevin’ın sesini duyana kadar gözlerimin belli bir noktaya daldığını fark etmemiştim. Kirpiklerimi kırpıştırarak kendimi toparlamaya çalıştım. Hemen yanımda, bakışlarını benim baktığım yere dikmişti. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu merakla. Vücudumu ona çevirdim. “Evlendikten sonra sorumluluklarım artacak mı? Kate gibi mi olacağım yani?”

Omuz silkti. “Evlendikten sonra değil ama tacı taktıktan sonra epey sorumluluğun olacak. Victoria çoğundan feragat etti aylardır. Bu yüzden sen tek varis olarak feragat edemeyecek gibi duruyorsun.”

Harika.

Amma da şanslıydım!

Stresle iç çektim. “Prenses olmaktan nefret edeceğimi hiç düşünmezdim.” Gülümsedi. “Önyargılı olma. Belki seversin.”

Kafamı olumsuz anlamda salladım. “Hiç sanmıyorum.” Sevmek kelimesini duymaya bile tahammül edemiyordum.

Kevin bana biraz daha yaklaşıp sesini alçalttı. “Yine James’in yanına gitmişsin.” dedi sorgular bir ses tonuyla. Aptal muhafızlar! Her bir hareketimi ona veya krala yetiştirmeseler ölürlerdi sanki!

Umursamaz görünmeye çalışarak, olabilecek en sıradan ses tonuyla söze girdim. “Canım sıkılmıştı. Onunla uğraşmak kafamı dağıtıyor.”

Kevin’ın kahverengi gözleri benimkileri buldu. “Birkaç gün sonra onun idam kararını onaylaman gerekecek biliyorsun değil mi?” uyarıcı bakışlarına karşılık meydan okumak için duruşumu dikleştirdim. “Ne var? Aniden abime hayranlık duymaya başlamadım herhalde. Bana yaptıklarını da unutmadım. Ölüp gitmesini herkesten çok istiyorum. İçimde baş edemediğim bir öfke var ve onu çıkarabilecek kadar nefret ettiğim tek kişi de o işte. Bu kadar.” Kelimeleri sesli dile getirene kadar hissettiklerimin bunlar olduğundan ben de emindim ancak, duymak kafamı karıştırdı. Gerçekten James’in ölmesini isteyip istemediğime karar veremiyordum. Özellikle dün akşamki konuşmamızdan sonra içimde ona karşı bir şeyler yeşermiş gibiydi. Belki evrenin en saf varlığıydım ya da belki James beni kandırmakta ustaydı emin değilim ama hakkettiği son ölüm müydü ki?

Rahlia kurallarına göre evet ama ya gerçekler...

Benden nefret ediyordu. O halde benim de ondan nefret etmem gerekirdi ama sanki duygularım nefret kadar güçlü değildi.

“Seni tanıyorum Lis.” dedi Kevin benim bile doğru olduğunu düşündüğüm cümlelerime inanmadığını belli ederek. “Sadece dikkatli ol, olur mu?”

Sözleri karşısında tek yaptığım şey oflamak oldu. Çünkü verecek daha iyi bir cevabım yoktu. Ya da onu ikna edecek daha kuvvetli bir yalanım...

**

“Heyecanlı mısın?” diye sordu Victoria. Akıl almaz bir şekilde o oldukça heyecanlı görünüyordu. Üzerine giydiği mavi, saten elbisenin içinde bir kuğu kadar güzelken, yüz ifadesi hiç olmadığı kadar gergindi. Saçlarının arasına yerleştirdiği, küçük elmas tacı ışıl ışıl parlıyordu. Prenses olmayı ona hep yakıştırmıştım ama bugün sanki ışık saçıyordu. O halde neden bu kadar garip davranmaya başlamıştı?

“Hayır.” dedim sıradan bir sesle ve sorgulayıcı bakışlarımı üzerine diktim. Otuz yedinci kez gelinliğimin eteğini düzeltirken omuz silkti. Korkunç gelinliği giymekten kurtulamamış olsam da en azından balon kollarını çıkarmaları için ve tarlatan olmadan giyebilmek için terzileri ikna edebilmiştim. Şu an bir şeye benziyor sayılırdı. Kevin’ı korkutup kaçıracak kadar kötü değildi. Birden bu fikir neden daha önce aklıma gelmedi diye kendime kızdıysam da sonrasında, bir gelinliğin Kevin’ı benden uzaklaştıramayacağını kabullendim.

Salonun girişinde Kralın beni tutup, Kevin’ın olduğu noktaya kadar götürmesi için beklerken stresten mideme kramplar giriyordu ama dışarıdan oldukça sakin göründüğümden emindim. Öyle ki ben değil de Victoria evleniyor gibiydi. Gözlerini kısmış, terleyen avuç içlerini elbisesine sürtüp duruyordu. İçimden bir ses kız kardeşimin benden bir şeyler gizlediğini haykırıyor olsa da onu sorguya çekmek için burası uygunsuz bir yerdi.

“Hazır mısın?” babamın sesi kulaklarıma ulaştığında oflamamak için kendimi çok zor tutarak, dudaklarımın kenarına sahte bir tebessüm kondurdum. Usulca başımı sallayıp bana doğrulttuğu koluna girdim. Ela gözlerimi, benimkilerle aynı olan gözlerine diktim. Orada herhangi bir duygu kırıntısı bulmayı beklemiyordum ama yine de bir babanın, evlenecek olan kızına nasıl baktığını merak etmiştim. Kral merakımı gideremeyecek kadar ketum ve ruhsuz olduğundan çaresizce önüme döndüm.

“Çok güzel görünüyorsun.” dedi ilerlemeye başladığımızda. Onun için biriktirdiğim tüm nefret cümlelerini, aylardır olduğu gibi yine içime gömüp, “Teşekkür ederim.” diye mırıldanmaktan ötesini yapmadım. Biraz sonra Kevin görüş alanıma girdiğinde de dikkatimi tümüyle babamdan çektim.

Kevin siyah, vatkalı bir takım giymişti. Benim dünyada alışık olduğum türden bir damatlık yoktu üzerinde elbette ancak Rahlia tarzı kostümünü de beğenmiştim. Altın işlemeler bronz tenine yakışmıştı. Kahverengi gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmıyor, hayran ifadesi gittikçe netleşiyordu. Ona üzülüyordum. Ömrünün sonuna kadar ona âşık olmayacak biriyle evlenecekti. O bunun bir sorun olduğunu düşünmese de eminim ki evliliğimizin en büyük problemi olacaktı. Acaba ondan boşanmam mümkün müydü? Kim bilir, bir gün benden umudu kesip başkasına âşık olurdu belki. Öyle bir durumda önündeki engel olmak istemiyordum.

Salon kalabalıktı. Üstelik Kraliyet balosundan bile daha çok... Bekçilere bakmak asla aklıma getirmek istemediğim anılarımı canlandırdığından gözlerimi Kevin’a dikmiştim ve etrafımda yaşananlara zihnimi kapatmıştım. Böylesi daha iyiydi. Tacımı takacak, Kevin’a evet diyecek ve çekip gidecektim. Çok uzağa değildi ama olsundu. En azından uzunca bir süre bu kadar fazla kişiyi görmem gerekmeyecekti. Taç giyme törenin de aradan çıkması iyi olmuştu. Ne kadar istemesem de şimdi düşününce oldukça mantıklı geliyordu. Victoria’yla detaylı konuşma fırsatım olmadığından, neden bu kadar ısrarcı olduğunu soramamıştım ama sorduğumda bir de teşekkür etmeyi zihnimin bir köşesine not ettim.

Babam beni Kevin’a teslim ederek hemen yanıma geçti. “Bekçi yeminini biliyor musun?” diye sordu fısıltıyla. Kafamı salladım. Nedenini anlamadığım bir şekilde o kelimeler aklımdan hiç silinmemişti. Gerçi balonun hangi anı silinmişti ki?

Hemen arkamda, mor kadife bir taht duruyordu. Yan tarafındaki altın rengi sehpanın üzerinde ise Victoria’nınkine benzeyen parlak bir taç. Derin bir nefesi ciğerlerime doldurduğumda babam taca uzanmıştı. Yarısını topladığım, kısa sarı saçlarımın arasına; başımın hemen üstüne olabilecek en yavaş şekilde yerleştirdi tacı. “Prenses Lisa!” diye bağırdı aynı anda. Gülesim gelmişti ama kendimi tuttum.

Kevin elini kaldırıp bana doğru uzattı. Elimi avucunun üzerine koydum. Tahtın yanına kadar birlikte yürüdük ve oturmam için kenara çekildi. Kralınki kadar rahat olmasa da beğenmiştim. Acaba bunun için de ayrı bir oda olacak mıydı yoksa kendi odama götürmeme izin var mıydı? Victoria’nın tahtı odasında durmuyordu. Ayrıca benim artık kendime ait bir odam yoktu ki.

Moralim bozulmuştu.

“Prenses Lisa!” diye bağırdı herkes hep bir ağızdan.

Komikti.

Salonun öbür ucundaki Victoria dünyanın en gergin suratıyla dikiliyor olmasa, kahkahalarımı dizginlemek oldukça zor olurdu ama zihnim tümüyle ona kaymıştı. Bir şey vardı ve ben bunu yakın zamanda öğrenebilmenin bir yolunu bulamıyordum. Şu lanet tören bitseydi ve nikah kıyılsaydı da kurtulsaydım.

Kalabalıktan kulakları sağır etmeye yetecek kadar gürültülü bir alkış koptu ve herkes deli gibi ismimi haykırmaya başladı. İçlerinden çoğu beni tanımıyordu bile. Muhtemelen sevmiyordu da. Ne diye manasız bir sevgi gösterisinde bulunuyorlardı? Yaşadığım sahtelik karşısında suratımı buruşturasım gelmişti.

Aradan geçen yaklaşık iki dakikanın ardından salon yeniden yavaş yavaş sessizliğe bürünürken babam gözleriyle bana ayağa kalkmamı işaret etti. Kevin bir kez daha elini uzattı ve ben bir robot gibi bana söylenen her şeyi yaparak, elimi elinin üzerine koyup tahttan kalktım. Sakin adımlarla onun tam karşısına kadar yürüdüm ve diğer elimi de tutmasına izin verdim.

“Elbette sevgili varisim için bir konuşma yapacağım ancak bu mutlu günlerinde onları daha fazla bekletmek istemiyorum.” dedi babam gür bir sesle. Haftalardır bir prenses olduğumu gizlememiş ve benimle gurur duyuyormuş gibi...

Çünkü beni ve mutluluğumu çok umursardı!

Kusmak istiyordum ama resmi prensesliğimin ilk gününden kendimi rezil etmemek adına midemi de dizginledim.

“Kevin benim herkesten fazla güvendiğim biri ve eminim zamanı geldiğinde sizin için harika bir Kral olacak.” diye devam etti babam sözlerine. Ani bir farkındalık yaşadım. Eğer ben babamdan sonra ülkenin başına geçersem, doğal olarak eşim de geçmiş olacaktı. Bunu neden daha önce hiç akıl edemediğimi bilmiyordum. Muhtemelen ülke işleriyle gram ilgilenmediğimdendi.

Bir diğer nokta ise babamın Victoria sanki yokmuşçasına benim ve Kevin’ın ülkenin başına geçeceğinden emin konuşmasıydı. Oysa ben bunu Victoria’nın yapması gerektiğini düşünüyordum. Belli ki ilerde aramızda bir taht kavgası yaşanacaktı. Tahta geçmeme kavgası...

Gözlerimi Kevin’ın gözlerine diktim. Her şeye rağmen evliliğimizin bir işe yarayacak olmasına sevinmiştim çünkü ben iyi bir kraliçe olamasam da o herkesten daha iyi bir kral olurdu.

“Majesteleri?” dedi ne ara bu kadar yakınımıza geldiğini anlamadığım muhafızlardan birisi. Fısıltıyla konuşuyor, gergin ses tonuyla babama bir şeyler ima etmeye çalışıyordu.

“Sonra.” dedi babam net bir sesle ancak muhafız ısrarcıydı. “Bekleyemez efendim.”

Bir şeyler oluyordu.

Bakışlarım kalabalığı yararak, salonun en sonunda dikilmeyi sürdüren Victoria’ya kaymıştı. Kapının pervazına yaslanmış, göğsünde birleştirdiği kolları ve dik duruşuyla bizi izliyordu. Az önceki gerginliği yok olmuş yerini memnun bir ifadeye bırakmıştı.

Her ne olduysa, belli ki işin içindeydi.

Yanından neredeyse koşar adımlarla geçip, bize doğru yaklaşan Kate’i, gözleriyle takip etti ve ardından bana dönüp göz kırptı.

Ah! 

Kim bilir ne yapmıştı?

Onu tanıdığım ilk zamanlar Rahlia’nın en sevimli ve iyi niyetli bekçisiydi oysaki ancak Cyrus’un ölümünden sonra değişmişti. Onu anlıyordum. Birinin yaşadığı acının ruhunu değiştirmesini anlıyordum ancak başını korkunç bir belaya sokmuş olma ihtimalini düşünmek beni telaşlandırıyordu.

“Ne oldu?” diye sordu babam. Bu sırada kalabalığın arasında da fısıldaşmalar başlamıştı. “Prens...” dedi muhafız sesi iyice kısıldığında. “Kaçmış efendim.”

Başımdan aşağı buz dolu bir kovayı boşaltmışçasına sarsıldığımda Kevin’in suçlayıcı bakışları da üzerime sabitlenmişti. Ona ufacık bir bilgim dahi olmadığını anlatmak isterdim ancak daha önemli bir işim vardı. Kafamı ışık hızında Victoria’ya çevirdiğimde hareketlenmiş, salonun dışına bile çıkmıştı.

Ne prenseslik ne de düğün umurumdaydı. Kız kardeşimin başına gelecekleri düşünmek kalbimin sıkışmasına neden oluyordu. Bu yüzden sonuçlarını umursamadan ben de koşmaya başladım ve arkamdan adımı seslenip duran Kevin’ı duymazlıktan geldim. Beni durdurmaya çalışan Kate’i ise yavaşça ittirmek zorunda kalmıştım.

Salondan çıkıp da Victoria’nın merdivenlere doğru ilerlediğini görünce hızlandım. “Victoria!” diye gürlediysem de bir işe yaramadı. “Dur lütfen. Konuşalım.” dedim daha sakin bir sesle. Omzunun üzerinden dönüp bana baktı. “Konuşacağız.” dedi ve işaret parmağını dudaklarının üstüne koyarak susmamı işaret etti. “Birazdan.”

Oflayarak peşinden koşmayı sürdürdüm. Victoria benim odamın -eski odamın- önüne gelene kadar durmamıştı bu yüzden üzerimde oldukça ağır bir gelinlikle o kadar yol kattettiğim için nefes nefese kaldım. Saçlarımın arasına sıkıştırılmış lanet olası duvağı tutup fırlatarak biraz olsun yükümü azaltmayı denedim. Dakikalar önce sahip olduğum tacım da yere düştü. Eh, zaten bu kadar prenseslik bile fazla gelmişti.

“Ne yaptın sen?” diye sordum o kapının önündeyken ve ben de merdivenlerin başındayken. Aramızda metreler vardı.

Gülümsedi. “Seni sevmediğin biriyle evlenmekten kurtardım.” dedi ellerini iki yana açıp. Yaptığı fedakârlık karşısında ona sarılmak istesem de bunun başına açacağı dertleri düşünmek beni engelliyordu.

“İhanetle yargılanan bir veliahdı zindandan kaçırmak mıydı çözüm? Yapma Victoria. James’i bulup tekrar oraya tıkacaklar ve seni de...” sustum. Olabilecekleri sesli dile getirerek bir gerçeklik kazandırmak istemiyordum. Boğazıma güçlü bir yumru oturmuş, omuzlarım düşmüştü. Ona bir şey olursa, bu kahrolası ülkenin kahrolası Saray’ında yaşamaya nasıl devam ederdim?

“Merak etme.” dedi gülümseyerek. “Kimse bana bir şey yapmayacak. Kimse benden şüphelenmeyecek çünkü.” etrafına bakındıktan sonra elini kaldırarak gelmemi işaret etti. “Uluorta konuşmasak olur mu? Gel hadi.”

Bacaklarım o kadar güçsüzdü ki bir an beni taşımayacaklarını sandım. Bir zamanlar cesur biriydim ve aylar önce bunlar yaşansa, Victoria’dan önce James’i ben kaçırırdım ancak şimdi yaşanacak ihtimaller beni o kadar korkutuyordu ki sadece bir köşeye sinip kalmak ve ortalık durulana kadar yok olmak istiyordum.

Aksak adımlarla Victoria’nın yanına kadar yürüdüm ve yaptığı şeyin tüm detaylarını öğrenmek ve onu bir güzel sorguya çekmek için kendimi hazırladım. Odamın kapısını aralayıp geçmem için beklemeye başladı. Bir yandan ilerliyor bir yandan da onu izliyordum. “Benden gizli bu kadar iş karıştırdığına inanamıyorum!” dedim biraz da alıngan bir sesle. Omuz silkti. “Yemin ederim senin iyiliğine olduğunu düşünmediğim hiçbir şey yapmadım.”

Sözleri içime yeni bir şüphe tohumu ekti. “Kurabiyem...” dedim hala ona bakarken. “Başka bir şey daha mı yaptın?” Odanın ortasına kadar ilerlemiş ancak gözlerimi bir an olsun üzerinden çekmemiştim. Victoria dudaklarını yaladı. “Bana kızma olur mu?” dedi masum bir gülümsemeyle. “Seni çok seviyorum.”

Kaşlarımı çattım. “Ne?” geriye doğru bir adım atıp kapıyı üzerime kapattığında ve iki saniye sonra bir kilit sesi duyduğumda dahi neler olduğunu algılayamadım. Derin bir nefes alıp, ortamın kokusunu içime çektiğimde ve başımın dönmeye başladığını hissettiğimde bile... Pencerenin hemen önünde dikildiğini gördüğümde ve aylardır aklımın bir köşesinde kazılı bir şekilde duran, hayran olduğum yüzüne baktığımda da... Ya da belki anlamak, algılamak istemedim. Aramızdaki birkaç metre mesafeye küfürler savururken, olduğum yere çivilenmiştim. Üzerimde gelinlikle, ayaklarım yerden kesilmiş, bir rüyanın içindeymişçesine sanki uçuyordum.

Ağlamak, gülmek, ona koşup sarılmak ya da dudaklarına yapışmak arasında bir seçim yapmaya çalışırken gözlerimi yumdum ve tüm yaşadıklarımızı saniyesi saniyesine zihnimde dolandırdım. Yeniden ona baktığımda duruşumu dikleştirmiştim. Sesimin çıkıp çıkmayacağından bile emin değildim ancak yine de karman çorman duygularımın aksine soğuk ifademi bozmadım.

“Ne işin var senin burada?”

🔥

Hazır bölümlerim azaldığı için iki hafta sa bir atabileceğim bundan sonra. O sırada tekrar bölüm biriktirmeye çalışacağım ki finale kadar aksaklık olmasın. Lütfen yorumlarınızı be beğenilerinizi eksik etmeyin. Görüşmek üzere. 😇

Loading...
0%