@melikemn
|
🔥 Kendimle ilgili sayabileceğim birçok iyi özelliğim vardı. Neşeliydim mesela. Enerjiktim. Dost canlısıydım. Oldukça hümanisttim. Güzeldim. Eh, hatırı sayılır derece de çekiciydim de. Ama zeki değildim. En fazla sıradan bir insan kadar çalışıyordu aklım. Bu yüzden zihnimin içinde tüm parçalar aniden yerine oturunca ve evrene dair her şey garip bir berraklığa bürününce inanamadım. Yaşadığım farkındalığın, hayatım boyunca başıma gelen en korkunç şey olduğunu bilsem de olması gerektiği kadar yıkılmış hissetmiyordum. Kafamın içinde elimde tuttuğum İgnis’i Ares’in kalbine saplamaktan başka hiçbir düşünce dönmediğinden dikkatimi başka bir şeye verememiştim. “Gerçek İgnis mi o?” diye soran kız kardeşimin sesi kulaklarıma ulaştığında, elimdeki hançer etrafa beyaz bir ışık saçıyordu. Evet aylardır yatağımın altında büyülü bir nesne vardı. Evet tüm o rüyaları bu yüzden görmüştüm. Ve evet. Melez laneti Ares’in ya da benim, diğerimizi öldürmesi ve ırklarımızı yok etmemizdi. Az önce gördüğüm birkaç saniyelik anı ve duyduklarım beynimin içinde taklalar açıyor, başımın bir saniye içinde binlerce kez zonklamasına neden oluyordu. Gözlerim yaşardığında ve gerçeklik tüm bedenimi ele geçirdiğinde, bir kez daha ve belki de son kez bayılmaya ihtiyacım vardı. “Lisa?” dedi Ares beni daldığım düşten uyandırmak istercesine. Daha önce adımı yalnızca bir defa sesli dile getirmişti ve bu başıma gelen en güzel şeydi. Şimdi adımı söyleyişi ise hayatımdaki en berbat hatıram olarak zihnime kazınacaktı. “Lanet…” diye mırıldandım konuşabildiğime şaşırarak. “Sen, ben, İgnis. Üçümüzü bir araya getirdi ve birimizin diğerini öldürmesi gerekiyor.” Ağzımdan dökülen kelimeler oldukça boğuk da olsa, bakışlarından anladığım kadarıyla Ares, ne söylemek istediğimin oldukça farkındaydı. Melez Laneti’yle ilgili, benden daha fazla teorisi vardı. Acaba bu da teorilerinden biri miydi? “Ve ırklarımızda bizimle birlikte yok olacak.” Andre, Olivia’nın güç istediğini söylemişti. Kastettiği şey bu olmalıydı. Koca bir ırktaki herkes öldüğünde, istemediği kadar büyü gücüne sahip olabilirdi. Çok acımasızdı. Avucumun içine adeta yapışmış gibi duran İgnis’ten kurtulmayı denediysem de başaramadım. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı kestiremiyordum. Zaten herhangi bir hareketimi kontrol edebilecek durumda da sayılmazdım. Garip bir öldürme arzusuyla doluydum. İçimdeki dürtüyle baş etmeye, ona meydan okumaya ve onu yenmeye çalıştım. Ares’e doğru bir adım attım. Ah! “Dur.” Dedim kendime sanki komutlarım işe yararmış gibi. Bir adım daha. “Dur! Lanet olası dur!” Ben ona yaklaşmamak için kendimle korkunç bir mücadeleye girişmişken onun eli bileğimi kavradı, beni kendine çekti ve aynı anda kırmızı kanatları gözler önüne serildi. Garip çığlıklar salonda yankılanmaya başladı. Abasis’in Fenikslerle mücadele etmesi için yarattığı bekçilerin hiçbiri Ares’e yaklaşmaya cesaret edemedi. Yok olması gereken ırk Feniksler değildi ki… Kocaman bir başarısızlık öyküsü olan Bekçilerdi. Gözlerimi yumdum. “Git buradan.” Dedim olabilecek en emrivaki tonla ancak, muhtemelen Olivia’nın birkaç dakika önce tüm pencere ve kapıları kapatarak bizi buraya kapattığını hatırladım. “Lisa… Gözlerime bak…” diyerek beni sakinleştirmeye çalışsa da işe yaramadı. “Daha fazla direnemeyecek gibiyim Ares. Lütfen uzaklaş benden.” Çoktan yanaklarımdan süzülen yaşlar hızlanmış, araya acı hıçkırıklar karışmıştı. “Öldür de bitir bu işkenceyi Lisa.” Dediğini duydum birinin. “O bir Feniks miymiş?” diye sordu başka birisi. Ardından kalabalığın arasında sesler yükseldi ve bir uğultuya dönüşerek yeterince karman çorman olan zihnimi iyice bulandırdı. “Bir şey yapmamız lazım Kevin.” Diyen Victoria’ydı. Nefesimi tutarsam beni Ares’e itip duran aptal güçten de kurtulabileceğimi düşündüm. Olmadı. “Ne yapabileceğimizi bilmiyorum ki.” Diye yanıtladı kız kardeşimi Kevin. Hemen sonrasında yeniden Ares konuştu. “Halledeceğiz tamam mı? Laneti bozmanın bir yolunu bulacağız.” Ne ara bu kadar yakınıma ulaşmıştı bilmiyorum ancak nefesi yüzüme çarpıyordu. “Bana güveniyorsun değil mi? Söz veriyorum. Kimse kimseyi öldürmeyecek.” Yutkundum. Ellerim karıncalanıyordu. İgnis’i o kadar sert tutuyorum ki avucumun içi yanmaya başlamıştı. Benim direnişime ve Ares’in bileğimi tutarak durdurmaya çalışmasına rağmen hançer biraz daha ona yaklaştı. “Hayır, hayır…” bunu atlatamazdım. Ona zarar vermiş olmanın, koca bir ırkı yok etmiş olmanın ağırlığıyla yaşayamazdım. Çaresizce gözlerimi iyice sıkarak bu aptal yerden ve aptal durumdan uzaklaşmayı denedim ancak sadece biriken yaşların yanaklarımdan süzülmesine neden olmuştum. “Lisa!” diye gürledi bu defa da Ares. Yüksek sesi belki de refleks olarak gözlerimi aralamama neden oldu. Her defasında bende akıl almaz bir hayranlık uyandıran kehribarlar şimdi ödümü koparmıştı. Yüzündeki gerginliğe rağmen bakışları hala şefkat doluydu. Onu öldürebilecek olmamı umursamıyordu. “Sana aşığım biliyorsun değil mi?” derken sesi fısıltıya dönüştü. Kalbim bölünebileceği ne kadar parça varsa o kadar bölündü. Ezildi. Hatta belki eriyip yok oldu. Hançer ve onun arasında ise sadece birkaç santim kalmıştı. “Çok üzgünüm.” Hıçkırıklarım çoğalmış, bir isyana ev sahipliği yapıyordu. Elimi ona doğru iten şey büyü ya da her neyse gittikçe kuvvetlendi. En sonunda hançerin ucu, Ares’in tenine değdiğinde yeniden göz kapaklarım ağırlaştı. Bilmem kaçıncı kez tuttuğum nefesimi bu defa bırakmaya niyetim yoktu. Varsın benim de kalbim duruversindi. İgnisin beyaz ışığı büyüdü… Büyüdü… Tüm salonu kaplayıp kimsenin bakamayacağı kadar parlak bir hal aldı ve en sonunda avucumun içinde yok oldu. Şaşkınlıkla etrafımızda olanları izlerken, hissedebileceğim başka hiçbir duygum kalmamıştı. Vücudumun kontrolünün yeniden bana geçtiğini fark ederek kendimi bıraktım ve dizlerimin üzerine çöküverdim. Pencere ve kapıların açılış sesi duyuldu. Ağlamaya devam ediyor da olsam hıçkırıklarım kesilmişti. “Git, kaybol.” Diye fısıldayan Victoria’yı duyduğumda, usulca kafamı yukarı kaldırdım. Ares’in en az benim kadar şaşkın olan yüzünü gördüğümde, bir başka hıçkırık dudaklarımdan döküldü ancak bu sefer ki içimi kaplayan rahatlamadandı. Omuzlarıma binmiş tonlarca yükün bir kısmı dağıldı ve neyse ki hala yaşanabilir bir hayatım olduğunu bana hatırlattı. Hançer, onun kalbine girmeden defolup gitmişti ve ölümü ellerimden olmamıştı. Ona sarılmak istiyordum ama aramıza öyle duvarlar yıkılmıştı ki, bundan sonra ona dokunabilecek kadar bile bir cesaretim kalmış mıydı tartışılırdı. “Abasis…” diye homurdanan Olivia’nın sesi kulaklarımı doldurduğunda, öfkem bir nehir misali taştı, taştı… Ağlamaktan sızlamaya başlayan gözlerimi birkaç defa kırptım. Kıpkırmızı olmuş avuç içimi umursamadan yumruklarımı sıktım ve ayağa fırladım. “Seni öldüreceğim!” diye gürledim birkaç metre ötemdeki büyücünün üzerine atılırken. Bir tarafımda Victoria, diğer tarafımda Kevin beni dizginlemeye çalışırken, salondaki tüm bekçilerin çıkış kapılarına akın ettiğini gördüm. Dikkatimi toplayabilecek kadar halim kalmamış ve öfkeden gözüm dönmüş de olsa kalabalığın arasına karışıp, sıyrılmaya çalışan birini daha fark ettim. “James!” diye haykırdım. Adımlarını hızlandırdı. “Yakalayın.” Diye emir veren Kevin’dı. Kapının önünde dikilen iki muhafız hareketlendi ve James saniyeler içinde muhafızların ellerinin arasında tepinmeye başlamıştı. “Ne yazık…” derken kimsenin ona müdahale edemeyeceğinin farkında olmanın verdiği özgüvenle bana yaklaşan Olivia, suratındaki küçümseyici gülümsemeyi bir an olsun soldurmadı. “Abasis müdahale etmeseydi… Çoktan Fenikslere elveda demiştik.” Ne düşüneceğimi bilemediğim ve muhtemelen kalan son akıl kırıntılarımı da lanetin parçalarını birleştirmek için kullandığımdan olsa gerek, sözleri bana hiçbir anlam ifade etmedi. “Abasis mi?” diye soran Victoria’ydı. Kevin James’in yanına gittiğinden şimdi beni tutan tek kişiydi ve hamle yaparsam yere savrulacağı acı bir gerçekti. Bu yüzden öfkemi bastırarak, bir büyücüyü öldürmenin yollarını bulana kadar medeni biriymiş gibi davranmaya karar verdim. “İgnis’i yeniden bulacak, siz iki melez için tekrar geleceğim biliyorsun değil mi?” diye sordu bana ödümü kopartmak isteyerek ve de başararak. İgnis yok olmamış mıydı yani? Sadece yeniden kayıp mı olmuştu? Güçlü durmaya çalıştım. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. “Abasis buna asla izin vermez.” Omuz silkti. “Hep söylerim…” dedi. “Abasis iş işten geçmeden pek olay yerine uğramaz. Aynı bugün sen Feniks melezini yaralayana kadar ortaya çıkmadığı gibi.” Başımdan aşağı buz dolu bir kovayı boşaltmışçasına irkildim. Onu yaralamamıştım. Yapmış mıydım? Boğuluyor gibi hissetmeye başladığımda Victoria’ya sessiz bir yardım çağrısı gönderdim. “Aralarındaki aşkı hafife alıyorsun büyücü…” diye mırıldandı kız kardeşim beni savunmaya geçerek. “Her şeyle baş edebilecek kadar büyük bir aşk var ortada.” Bir masal kitabında olmadığımızdan, aşkla bir şeyleri çözemeyeceğimizin farkındaydım ancak yine de dakikalarca İgnis’e direnebilmemi sağlayacak kadar da etkili olduğu barizdi. Belki bizi kurtarmanın bir yolunu da bulurdu. Olivia’nın alaylı kahkahası bir tokat gibi yüzüme çarptı. “Aşk mı?” diye sordu aşağılar gibi. “Siz aranızdaki şeyin aşk olduğunu mu sanıyorsunuz gerçekten?” Bir kez daha bakışlarım kız kardeşiminkiyle çakıştı. “Ne?” diye sordum Olivia’nın sözlerine anlam veremeyerek. “Ah… kızlar. Amma da duygusalsınız.” Dedi bizi küçümseyerek. “Melez Laneti. İki melezi ve İgnis’i birbirine çeken güçlü bir büyü. Başka kimsenin dokunuşunu hissedemiyor oluşunuz, sürekli yan yana gelmek istemeniz, tüm o heyecan… Hepsi lanet yüzünden. Aşk değil… Öldürme arzusu.” Öyle değildi… Birini öldürmek istiyorsun diye, onunla öpüştüğünde kalbin yerinden çıkacak gibi atmazdı. Sana dokunduğunda, baktığında yüzünde aptal bir tebessüm oluşmazdı. Başkalarıyla olabilme ihtimali canını yakmazdı. “Hayır…” diye mırıldandım daha çok kendi kendime. Aşk vardı ama belki… Sadece aşk yoktu… “Victoria!” Kate’in buz gibi sesi ortamda bir patlama etkisi yarattığında, çoktan boşalan salonda yalnızca Victoria, ben ve Olivia olduğunu ancak fark edebildim. Bir saniyeliğine gözlerimi Kate’e çevirdikten sonra tekrar Olivia’ya dönmüştüm ki az önce durduğu yerin boş olduğunu gördüm. Ofladım. “Kral taht odasında sizi bekliyor.” Dedi Kate ve bir anda geldiği gibi bir anda da uzaklaştı. Uzanıp Victoria’nın elini tuttum. Acaba Abasis hala buralarda mıydı? Bizi bu işten sıyıracak bir şeyler de yapsa fena olmazdı. ** Aklım, kalbim, bedenim… Her bir zerrem mutsuz ve hayal kırıklığıyla doluydu. Hissettiğim acıyı anlatmaya kalksam dağ, taş, tepe kalmaz yıkılırdı ancak benim konuşmaya mecalim dahi yoktu. Şimdiye kadar yaşadığım hiçbir çaresizlik bu kadar çaresiz olmamıştı. Metrelerce derinlikte bir kuyuya fırlatılmıştım ve bir kişi dahi çığlıklarımı duymuyordu. Ya da belki benim o kuyudan bir kez daha çıkıp savaşmaya gücüm yoktu. Âşık olduğumu düşündüğüm adamı öldürmem ve tüm ırkını yok etmem gerekiyordu. Çünkü ben yapmazsam o bunu yapacaktı. Şimdilik ortada İgnis olmadığından sıkıntı yoktu ama biliyordum ki Olivia bu işin peşini bırakmayacaktı çünkü Abasis’e olan düşmanlığı onun gözünü karartmıştı. Diğer yandan duygularımın tümüyle aşk olduğu da belirsizdi. Aşka, bunun ayrımını yapacak kadar hâkim değildim ki. Arven’e âşık olduğumu sanırdım ancak Ares’e karşı hissettiğim çekim o kadar büyüktü ki daha önce yaşadığım aşk, hoşlantı, sevgi her neyse hepsini bine katlardı. Böyle bir şey mümkün mü onu dahi bilmiyordum. Gelin görün ki tüm bunlar da önemsizdi aslında çünkü gün sonunda her şeye rağmen onu yaralamıştım ve hatta Abasis müdahale etmese çoktan öldürmüştüm. Babamın karşısında dikilirken zihnimden geçenler bunlardı ama şu an ki konu çok daha başkaydı. Bakarsınız ihanetin bedeli idam olurdu ve tüm bu işkencem son bulurdu. “Siz aklınızı mı kaçırdınız?” diye gürledi Kate babamdan önce söze girerek. Düşünceli bir ifadeyle tahtta oturan Kral, henüz bıçak gibi bizi kesecek laflarını sıralamaya başlamamıştı. Victoria duruşunu dikleştirip annesine ve babamıza meydan okudu. “Hayatımızı mahvetti.” Dedi babamı işaret ederek. “Kanun neyse onun gereği yapıldı. Eğer kurallara uysaydınız… Hiçbirinizin hayatı mahvolmazdı.” Diyen babamdı. Ketum duruşundan hiç taviz vermiyordu. Bazen onun kadar duygusuz olmayı dilemiyor değildim. Öylesi, hayatı eminim daha çekilir kılardı. “James tutuklandı ve yargılanacak. Hadi diyelim onun gözünü saçma bir güç isteği bürüdü. Siz? Victoria? Sen nasıl buna cesaret edebilirsin?” Kate babamdan önce içindeki her şeyi döküp, belki de bir anne edasıyla bizi uyararak pişman olmaya davet ediyordu. Kısacası paçamızı kurtarmak istiyordu ama benim hiç kurtulasım yoktu. “Peki, sen Lisa. Rahlia’yı tanımıyorsun bile. Ne olacağını sandın ki?” Sözleri karşısında yapabileceğim tek şey omuz silkmekti. Başımı önüme eğdim. Konuşmadım. Konuşmayacaktım da. “Bu Saray’ı bize zindan etmesine göz mü yumacaktık anne?” diye çıkıştı kız kardeşim bir kez daha. Babamla muhatap olmuyor, onu kastederek Kate’le konuşuyordu. Hayranlık uyandıracak kadar cesur ve kale gibi sertti. Benim gibi tükenmemişti. “Kate.” Dedi babam beklenenden daha sakin bir sesle. “Victoria’yı odasına götür. Birkaç gün dışarı çıkmayacak. Kararımı verene kadar.” Kate itiraz etmeyerek hareketlendi ve Victoria’nın kolunu tuttu. “Lisa ne olacak?” diye sordu Victoria ama bir cevap alabileceğini sanmıyordum. Öyle de oldu. Kate sessizce onu sürükleye sürükleye odadan çıkardı. “Sana bir şey yapmasına izin vermem Lisa!” diye bağırdı kız kardeşim çıkmadan önce. Şu koca evrendeki bütün şansımı ondan yana kullandığım için olsa gerek, geri kalan hiçbir noktada yüzüm gülmüyordu. Kapı sertçe kapandı ve buz gibi odada, kaderimi belirleyecek olan babam ve ben kaldık. Usulca kaldırdığım başımla birlikte ela gözlerimiz çakıştı. “Lisa…” diyerek iç çekti. Görende gerçekten canı sıkkın sanırdı. Eminim azıcık üzgün dahi değildi. James’e eğer yakalanırsak onu satacağımı ve her şeyi anlatacağımı söylemiştim ama o benden önce davranmış, en baştan beri bütün planımızı ötmüştü. Hoş. Planı o yapmıştı ancak sevgili abim küçük detayları aktarmayı pek sevmiyordu belli ki. Kimin neyi ne kadar bildiği gram umurumda olmadığından, asıl yaşananları anlatacak değildim. Herkes istediği şeyi düşünüp, ona göre hareket edebilirdi ve babam da bana verebileceği en ağır cezayı verebilirdi. “Her ne kadar James’in oyununa gelmiş olsanız da… Gün sonunda onu durduran sen oldun.” Dedi babam. Vay canına… Benimle ilgili iyi bir şeyler mi söylemişti o? Hem de en söylemesini istemediğim zamanda. “Şimdi seninle bir anlaşma yapacağız.” Diyerek ayaklandı. Ona bakmayı sürdürdüm. Bir iki adımda yanıma ulaşıp, karşıma dikildi. Ellerini sırtında birleştirerek duruşunu dikleştirdi. Gergin yüz hatları bile gevşiyor gibiydi. “Bundan sonra dünyaya dönme şansın yok ve bunu ikimizde biliyoruz. Senin sonun Rahlia’da olacak.” Parmağını yüzüme doğru sallamaya başladıysa da ses tonu hala sakindi. “Burada ne kadar az sorun çıkarırsan, o kadar mutlu olursun.” Evet. Bunu en acı şekilde görmüştüm zaten. Ağlamamak için kirpiklerimi kırpıştırdım. “Normal şartlarda sebep ve sonuçlar her ne olursa olsun, üçünüzün de aynı cezayı alması gerekiyor. Krala baş kaldırmanın bedeli budur.” Başını hafifçe yana eğdi. “Ama ben çocuklarım için inisiyatif alacağım.” Hah. Neredeyse iyi bir ebeveyn olduğuna beni ikna edecekti. Neredeyse. “James elbette yargılanacak. Ama Victoria ve senin bir Feniksi Saray’a sokmuş olmanızı, bir olup beni tahttan indirmeye kalkmış olmanızı ve çıkardığınız kaosu görmezden geleceğim. O Feniksin ceza almasına da engel olacağım.” Bakışlarımı yere indirdim. “Bekçilerden daha güçlüsün. Daha yeteneklisin. Üstelik artık resmi olarak bir veliahtsın da. Başlangıçta bazı sıkıntılar yaşayacak, belki dışlanacaksın ama sonrasında mükemmel bir hayatın olabilir hatta şöyle bir bakarsak… James’de denklemden çıktığına göre ben öldükten sonra, bir melez olarak tahtın en güçlü adayısın.” Konuyu nereye getirmeye çalıştığını anlamıyordum ama nasıl tahta çıkmanın beni cezbedebilecek bir şey olduğunu düşündüğüne akıl sır erdiremedim. Saray’ın da tahtın da yerin dibine batmasını istediğimi yeterince belli edememiş miydim gerçekten? “Yani?” diye sordum biraz da ukala bir tonlamayla. Gülümsedi. “Ülkemin geleceği için sizi affedeceğim.” Eh, en azından Ares’in de Victoria’nın da başı yanmayacaktı. Bunu bugünün en olumlu gelişmesi sayabilirdim. “Teşekkürler.” Diye mırıldandım istemeye istemeye de olsa. Babam kaşlarını kaldırdı. “Ama sen de bana söz vereceksin.” Karşılıksız bir iyilik yapacak değildi ya. Gözlerimi devirmemek için kendimi dizginledim. Konuşma sona erseydi de kendimi günler, aylar sürecek bir depresyon için odama hapsedebilseydim. “Lisa, bazı gerçeklikleri kavramada sıkıntı yaşadığın belli. Bu yüzden net olacağım. Saray ve Rahlia kurallarının tümünü çiğnesen dahi evrenin hangi köşesinde, her ne yaşanırsa yaşansın… Nasıl ben annenle olamadıysam… Senin de bir Feniksle olabilmenin imkânı yok.” Zaten bildiğim bir şeyin yüzüme çarpılmasının hiç bu denli canımı yakabileceğini düşünmezdim ancak işte olmuştu. Babam bir bıçağı kalbime saplamış, üstüne bir de döndürüp duruyordu. Sakinliğimi koruyabilmek adına dudaklarımı yaladım. Babamın sadece bildikleriyle yeryüzündeki en imkânsız şey olduğunu iddia ettiği aşkımızı, daha da imkânsız kılan tonlarca neden daha vardı. Hatta bunun bir aşk olmama ihtimali bile vardı. Konuşmak yerine yine karman çorman olmuş bir halde onu dinlemeyi sürdürdüm. “Sorun çıkarma. Kevin’la evlen. Kurallara uy.” Dedi. “Ben de Victoria ve senin bu olaya hiç karışmadığınızı varsayayım.” Tabi ya… Beni tehdit ediyordu. Tüm o tahta geçme safsataları, iltifatlar göz boyamak içindi. Tek derdi, kendi saltanatını sorunsuzca sürdürebilmenin yollarını aramaktı. Üç veliahdı birden ortadan kaldırmaktansa, tüm sorumluluğu James’e yükleyecek kendince sallanan tahtını sağlama alacaktı. “Ya…” diyerek dikleştirdim sırtımı. “Kabul etmezsem?” Bana doğru bir adım atarak, üstünlük taslayan bakışlarını üzerime sabitledi. “O halde üç kardeş el ele yargılanırsınız. Açık konuşayım. Aynı anda üçünüzü de suçlu ilan ederek, çok büyük olasılıkla infaza sürüklemek işime gelmez. Ama bir tehdit olduğunuzu düşünerek Sarayımda yaşamanıza da müsaade edemem. Sana hem kendini hem kız kardeşini kurtarmak için fırsat veriyorum.” Babam beni tanımıştı. Üstelik doğru düzgün hiçbir anımız olmamasına rağmen… Burada bana diz çöktürebilmesinin tek yolunun Victoria’dan geçtiğini biliyordu ve o kadar acımasızdı ki, bunu kullanmaktan çekinmiyordu da… Kaybedebileceğim kadar şeyi kaybetmiştim. Daha fazla yenilgiyi kaldıramazdım. Ares’le olanlardan sonra Victoria’nın da benim yüzümden başına bir şey gelmesine göz yumamazdım. Bir yolunu bulurdum. Ya da bulmazdım emin değildim ama şu an için başka çarem olmadığının farkındaydım. “Peki,” diye mırıldandım. Yaşanan her şeye, herkese, Olivia’ya, Abasis’e… Hepsine verebileceğim en iyi cevap birer pekiydi sadece… Konuşmanın daha fazla devam etmesine tahammülüm kalmadığından omuzlarımı düşürerek arkamı döndüm ve babamı, kazandığı zaferi kutlaması için yalnız bıraktım. Beynimde olanları tekrar ediyor, bu işin içinden nasıl çıkacağımı çözmeye çalışıyordum. Yine Ares’e güvenip, laneti çözeceğine de beni bu evlilikten de bu Saray’dan da kurtaracağına inanabilirdim. Kalbimden geçen tek düşünce de buydu aslında ancak bir yerlerde sıkışıp kalmış mantıklı yanım bunun gerçekleşemeyeceğini haykırıp duruyordu. Buraya aittim. Ares’le olup zaman Çukuru’nda yaşayamazdım. İgnis bir kez daha elime geçtiğinde bu defa ona direnemezdim. Ya da Ares’in direnip, direnemeyeceğini kestiremezdim. Abasis’in yeniden ortaya çıkıp laneti durdurma ihtimaline bel bağlayamazdım. Victoria’yı kaderine terk edemezdim. Ağlamak istemiyordum ama gözyaşlarımı tutamadım. Odamın kapısından içeri girerken, yanaklarımdan süzülen yaşları silmekle uğraşıyordum. Bu yüzden hemen penceremin önüne yaslanmış olan Ares’i çok geç fark ettim ve çığlığı patlattım. “Öleyim mi? Korkudan öleyim mi istiyorsun?” diye bağırdım ani bir öfkeyle. Dakikalardır içimde tuttuğum tüm sinirimi onun suratına haykırmayı ben de beklemiyordum ama daha fazla dayanamamıştım. “Beni görmenin seni öldürebileceğini düşünmemiştim.” Dedi gereğinden fazla sakin bir sesle. Ellerimi göğsümün ortasına koyup hızlanan kalp atışlarımı yavaşlatmaya çalıştım ancak biliyordum ki korktuğum için böyle deli gibi çarpmıyordu. Bu yüzden korkum geçtiğinde yavaşlamayacaktı. “Odamda aniden birini görmek öldürebilir ama…” dudaklarımı birbirine kenetledim. Ya da senin sapladığın bir İgnis diye ekledim içimden. Ardından güçlü bir nefesi dışarı bırakarak, iç çektim. Dudağının kenarında bana evimdeymişim gibi hissettiren tanıdık bir tebessüm belirdi. “Bana sarılmayacak mısın?” diye sordu. Gözlerim tam kalbinin hizasında birikmiş kana odaklandığından sorusunu yanıtsız bıraktım. Olivia haklıydı. Onu yaralamıştım. Yanına yaklaşıp, elimi kurumuş kan lekelerinin üzerinde gezdirdim. “Kanla beslenen bir canlının, kanının akması ne garip.” Kendi kendime konuşuyor gibiydim ancak bu sözlerimin onu güldürmesine engel olmadı. “Sana söylemiştim Prenses.” Dedi bilmiş bir tınıyla. “Kan içmiyorum.” Benim için önemsiz bir bilgi olduğuna kanaat getirerek omuz silktim. Kafamı kaldırdım ve gözlerine baktım. Gözlerine baktığımda başımın dönüyor olmasının sebebi nasıl aşk olmazdı ki? Onu görünce her şeyi unutuyor, benliğimi bile kaybediyor oluşum nasıl aşk olmazdı? Anlamıyordum. Bu olağanüstü varlıkların dünyasını artık hiç anlamıyordum ve anlamak istemiyordum da. “Özür dilerim.” Diye fısıldadım tek elim hala yarasının üzerindeyken. Parmakları, saçlarımın arasında dolandı. “Önemli değil. Canım yanmadı.” “Laneti böyle öğreneceğimizi hiç düşünmemiştim.” Diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım. Tekrar gülümsedi. “Bu kadar kalabalıkta değil mi?” Gülümsemesine karşılık vermek istememiştim ancak daha ben kontrol edemeden dudaklarım kıvrıldı. Birkaç saniyelik tebessüm kimseyi öldürmezdi. Ah… Neden sürekli ölüm kelimesi zihnimde dolanıyordu ki? Ofladım. “Rahlia’daki herkes Feniks olduğunu öğrendiğine göre… Bir daha buraya gelemeyeceksin.” Dedim. Omuz silkti. “Bir yolunu bulurum.” Başımı sağa sola salladım. “Lanetin ne olduğunu tam kavradığını sanmıyorum.” Hala üzerinde durduğunu fark ettiğim elimi çekip, dikkatimi dağıtan temasımızı sonlandırdım. “Olivia İgnis’le yeniden gelecek ve birimizden biri diğerini öldürmek zorunda kalacak. Ona direnmek imkânsız çünkü.” Yaşadıklarım aklıma geldiğinde bayılacak gibi oluyordum. Boğazıma dizilen yumrulardan kurtulmak için birkaç kez yutkundum. “Beni laneti çözmeye, Abasis’i bulmaya ikna eden sen değil miydin? Şimdi neden pes ediyorsun?” Abasis laneti ortadan kaldırabilecek olsa, bu akşam yapmaz mıydı bunu? Rahlia’ya ilk geldiğimde, kütüphanedeki kitaplardan birinde okuduğum bir kısmı hatırladım. Abasis bir şeyi yoktan var edemez, vardan yok edemezdi. Sadece bir vesile doğururdu. Lanetten kurtulmanın bir yolu yoktu belli ki. Sadece onun gerçekleşmesini engelleyebilirdi o kadar ama ya gün gelirde bunu yapmazsa… O zaman ne olacaktı? Ellerimi iki yana açtım. “Bilmiyordum! Hiçbir şey bilmiyordum ki! Nasıl bir bataklığa, çıkmaza düştüğümü bilmiyordum Ares. Kontrolü bu denli kaybedebileceğimi bilmiyordum! Asıl düzenin sahipleri büyücüler. Onlar nasıl isterse öyle oluyor! Nasıl buna meydan okuyabiliriz ki? Bu savaşı kazanmanın bir yolu yok!” Gerçekten ağlamaktan o kadar yorulmuştum ki gözlerim yine yaşardığında sıkı bir küfür savurdum. Ares’in beni kendine çekmesine engel olmadım ve kafamı göğsüne yaslayıp, son huzurlu saniyelerimi geçirdim. “Abasis geldi ama. Engel oldu. Hayattayız.” Diyerek beni teselli etmeye çalıştı. Keşke işe yarasaydı. Tek ihtiyacım olan şey söylediği her şeye inanabilmekti. Doğruldum ancak hala kolları omuzlarıma dolanmıştı ve benim ellerim göğsüne yaslıydı. “Bana âşık olduğundan nasıl bu kadar eminsin?” Kaşları çatıldı. “Sen neden değilsin?” Bunu açıklamam gerekeceğini düşünmemiştim aslında ancak madem her şeyi konuşuyorduk, öyle olsundu. “Çünkü… Ortada bizi birbirimize çekip duran bir lanet var. Tüm o ayrı kalamamalar ondandır belki de. Hem koca evrende sadece birbirimizin dokunuşunu hissedebiliyoruz. Duygularımız yok demiyorum ama bu kadar yoğun şeyler hissetmemizde onun payı yok mudur sence? Yani lanet çözüldüğünde ya bu duygular puf diye sönerse…” Lanetin çözümsüz olduğuna inanmaktan daha çok çözmekten korkmamın sebeplerinden birinin de bu olduğunu o an fark ettim. Babamın tehdidi, bizim imkansızlığımız… Hepsi bir yana dursundu. Ya gerçekten her şeyi halledip lanetten kurtulursak ve Olivia haklıysa… Öldürme arzumuz ve lanetin çekimi sona erdiğinde ya hissettiklerimiz de eskisi kadar güçlü olmazsa… Ares’in kolları gevşedi… “Vay canına…” diye mırıldandı benden bir adım uzaklaşırken. “İşte şimdi canım yandı.” Ellerim boş kalınca, kollarım iki yana düştü. Çok zordu. Kahretsin. Her şey o kadar zordu ki beni mahvediyordu. Yine de belki de bazı şeyleri söylemenin tam sırasıydı. “Bizim mutlu bir sonumuz yok. Bizim…” daha aramızdaki teması keseli saniyeler olmuşken onu bu kadar özlemem o kadar acımasızcaydı ki… Abasis’in iyi bir şey yaptığını zannederek yarattığı dünyası korkunçtu. “Ayrı durmamız hatta aynı dünyada dahi bulunmamız lazım.” Koca evrendeki en klişe ayrılık cümlesi tam olarak bu durum için söylenmiş olmalıydı. Beni anlamadığını görebiliyordum. İgnis’in bana yaşattıklarını, onu öldürebilecek olma ihtimalinin beni nasıl bitirdiğini anlamıyordu. Bu kadar umutsuz olmamın sebeplerini sıralayıp durmanın manası yoktu. Kevinla evlenmem gerektiği söylemeyecektim. Babama boyun eğmek zorunda kaldığımı bilmese de olurdu. Omuzlarına başka bir yük yüklemenin, onu benim için mücadele edip durmaya teşvik etmenin kimseye yararı olmazdı. Victoria ve Cyrus’un kaçmasına yardım edip zindana kapatıldığımızda söylediklerini hatırladım. “Bu evrende seni görmeme engel olabilecek herhangi bir güç ya da felaket yok.” Demişti. “Senin dışında.” “Lisa…” Zorlukla ördüğüm duvarlarım yıkılmadan, tüm cesaretimi topladım. “Git Ares.” Dedim. “Herkes için en iyisi bizim birbirimizi görmememiz.” Kirpiklerimi kırpıştırıp, gözyaşlarımı bu defa içime akıttım. “Herkes için mi?” diye sordu buruk bir sesle. Birkaç adım geri çekilip aramızdaki mesafeyi açtım. Koşup ona sarılmamak için o kadar zor dayanıyordum ki, bir an önce birimizin bu odadan çıkması lazımdı. Onu kovamayacağıma göre en iyisi benin ortamı terk etmem ve kendime bir köşe bulup, günlerce ağlamamdı. “Teşekkür ederim her şey için…” dedim iç çekerek. Ölmek nasıl bir duygu bilmiyordum ama şu an her bir organımı yakıp yıkan şey her neyse ölümle eşdeğer olmalıydı. “Seni…” ne diyeceğimi bilemediğim ya da söylemek istediklerimi söyleyemeyeceğim için kelimeler ağzımın içinde patladı ve ne yazık ki dudaklarımdan dökülmedi. Ne ben ne de o bu yaşananları hak etmişti. Başka bir evrende yalnızca onunla olabilmeyi o kadar isterdim ki… Dünyada yaşadıklarımı baş edilemez bulduğum zamanları düşündüm. Keşke bir tuşa basıp zamanı geri alabilmenin yolu olsaydı ve Ares’le tanışmadığım, baş edilemez sandığım dünyama dönebilseydim. “Biliyor musun?” diye sordu sanki sohbetin ortasında bir yerdeymişiz gibi. “Daha önce kimseye veda etmem gerekmemişti.” Ah… Kalbim acıyordu. Kalbim o kadar çok acıyordu ki, çığlık atmak istiyordum. Ares, derin bir nefes aldı. Şimdiye kadar gözlerinin kırmızıya dönüşüne defalarca kez şahit olmuştum ancak ilk defa kehribarların siyaha büründüğünü görüyordum. “Dediğin gibi olsun Prenses. Sen nasıl istiyorsan… Öyle olsun. Pes edelim diyorsan… Pes ederiz.” Daha fazla güçlü duramayacağımı fark ettiğim için hızlıca arkamı döndüm ve koşarak boynuna atlamamak için, kendimi odadan dışarı attım. Kapıyı sertçe çarpıp sık adımlarla merdivenleri indim. Ardından yeterince uzaklaştığıma kanaat getirerek, basamaklardan birine çöktüm ve dakikalardır bastırdığım tüm duygularımı serbest bıraktım. ** Pencereden yüzüme vuran güneş yüzünden kısmak zorunda kaldığım gözlerimi ovuşturdum. Hayatımda daha önce hiç ağlamadığım kadar ağladığım koca bir gün geçirdikten sonra, en azından dün akşamki balodan beri yaşadıklarım karşısındaki şaşkınlığımdan kurtulmayı başarmıştım. Ölmemiştim. Nefesim kesilecek sanmıştım ancak hala aptal gibi nefes alıyordum. Ne gereksiz bir eylemdi ama… Hatta benim için bir cezadan farksızdı. On sekiz yıllık hayatıma hatırı sayılır derecede acı sığdırmıştım. Babasız büyümüş, anne şefkati görmemiş, insanlarla ne kadar yakın olsam da özelliğim yüzünden hep bir şekilde dışlanmıştım. Dünya üzerinde değer verdiğim iki insan tarafından aldatılmıştım. Sonrasında bir babaya sahip olmuşken bile, olmadığım günleri özlemiştim. Ölü bedenler görmüştüm. İmkânsız bir aşka tutulmuştum. Tüm bunların acısının tek bir yerde toplandığı bir acıyı bedenimin kaldırabileceğini hiç zannetmezdim ama olmuştu işte… Her şeye rağmen yaşıyordum. Saatler sonra ayağa kalkabilecek gücü kendimde bulduğumda doğruldum. Odama gitmeye hazır değildim bu yüzden acımla yüzleşmeye karar vererek balo salonunun yolunu tuttum. Belki orada yaşadıklarımı hatırlamak, verdiğim kararın doğru olduğuna beni ikna ederdi. Belki söylediğim gibi Ares’le uzak kalmanın herkes için en iyisi olduğunu kabullenebilirdim gerçekten de ve aldığım her nefes ciğerlerimi deliyormuş gibi hissettirmezdi artık. Dağınıklığın ortasında yürüdüm. Akşamki korkunç kalabalıktan sonra bomboş olan salonun duvarlarını inceledim. Yerlere dökülmüş çiçek yapraklarına, karman çorman duran sandalyelere dokundum. Daha önce hiçbir yerin bu kadar ağır bir yaşanmışlığı olduğuna şahit olmamıştım. Bazı mekanlar size anılarınızı hatırlatırdı ancak bu salon bana onları hatırlatmakla kalmıyor, sanki her bir saniyesini bir balyoz gibi kafama indiriyordu. Aklımdan çıkmayan gözleri, kalbine saplamak üzere olduğum hançer… Çığlıklar… Gözyaşlarım… Bana söylediği tüm o sözler… Kokusu… sesi… Silkelenerek daldığım düşten uyanmaya çalıştım. Kafayı yiyecek gibiydim. Beynim bir saniye bile es vermiyor sürekli korkunç düşüncelerle boğuşup duruyordu. Hayatımın bundan sonrasına devam edecek enerjim yoktu. Bitmiştim. Evet, yaşıyordum ama sanki ruhumu kaybetmiştim. Babamın tahtından kalan boşlukta dikildim. Etrafa bakındım. Dün gece İgnis’in olduğu ancak şu an boş olan cebime elimi attım. Balodan önce yaşlı bir adamın verdiği lotus çiçeği kolyesini ise ancak o an hatırlayabilmiştim. O an garip bulduğum ancak şimdi geriye dönüp baktığımda dünün en sıradan olayı olan sahipsiz kolyeyi çıkarıp yeniden incelemeye başladım. Kime aitti ve adam neden benden düştüğünü iddia etmişti bilmiyordum ama zaten bir de buna kafa yoracak halim kalmamıştı. Kim bilir, belki hayatımın bundan sonrasında bir şekilde bana şans getirirdi. Kolyeyi boynuma takıp, ucuna dokundum. “Umarım karanlığıma biraz olsun aydınlık katarsın.” Diye mırıldandım kendi kendime. O anda avucumun içinde yanan ışık yüzünden hızla elimi çektim. Lotus çiçeği, dün ki İgnis gibi parlıyordu. En azından nesnelerden çıkan ışıkların büyünün habercisi olduğunu bilecek kadar bu olağanüstü evrene alışmıştım. Bu yüzden yaşlı adamın bir büyücü olduğunu da o an akıl edebildim. Gerçekten de bana şans getirirdi belki bu kolye. Ya da belki İgnis gibi saçma sapan kabuslar gördürmekten ötesine gidemezdi. Tahmin edebilmenin bir yolu yoktu. Daha önce karşılaştığım büyücülerin yeşil parlak gözlerini ve Olivia’nın büyüsünün yeşil ışığını düşündüm. Ortak renklerinin yeşil olduğuna kanaat getirmiştim ancak dün İgnis’den çıkan ışık ve bugün kolyenin ucundan çıkan ışık beyazdı. Acaba bunun bir anlamı var mıydı? Abasis’in geldiğini ortamdaki bekçilerden kimse anlamamış olmalıydı çünkü kanlı canlı bir varlıkla karşılaşmamıştık. Belki de tüm büyücülerin rengi yeşilken Abasis’inki beyazdı. Bu, kolyeyi bana veren o garip adamın Abasis olduğu anlamına mı gelirdi? Bana yardım etmek mi istemişti? Büyülü bir kolye bana nasıl yardım edebilirdi ki? Zihnim bir nebze olsun sağlıklı düşünceler üretmeye başladığında, nerede olduğumu unutmuştum. Tek elimle kolyeyi ovuşturuyor, ayaklarımı sırayla yere vuruyordum. Belli bir noktaya sabitlediğim gözlerimin nereye baktığını bile fark edememiştim. Bu yüzden bir el omzuma dokunduğunda olduğum yerde sıçradım. Dokunuşunun ağırlığını öyle yoğun hissettim ki, kalbim sıkıştı. Onu bu kadar çabuk görmeyi beklemiyordum. Üstelik Saray’ın herkese açık bir yerinde, ulu orta… Dün geceki konuşmamızdan sonra bu kadar büyük bir tehlikeye girmesine akıl sır erdiremedim. Sadece saatler geçmiş olmasına rağmen onu deli gibi özlemiş olsam da ilk tepkimi öfkeyle verdim. “Aklını mı kaçırdın sen?” diyerek arkamı döndüm. Ares’i görmeyi bekliyordum ancak Kevin’la burun buruna gelince afalladım. “Korkuttum mu? Özür dilerim. Odana baktım ancak yoktun. Dün akşamdan sonra nasıl olduğuna bakmak istedim sadece.” Kevin ardı ardına cümlelerini sıralayıp, bana gram anlam ifade etmeyen açıklamalara giriştiğinde ben yaşadığımın bir rüya olup olamayacağını düşünüyordum. Kendimi bu denli kaybetmiş, hakikaten halüsinasyon görecek noktaya gelmiş olabilir miydim? “Kevin…” dedim şok olmuş bir ifadeyle. “Bana bir kez daha dokunabilir misin?” sözlerimin kulağa ne kadar saçma geldiğini umursamadım. Kevin ne yapacağını bilemez bir şekilde karşımda dikiliyordu. Uzanıp elini tuttum. “Bu…” benimkinden bir tık soğuk olan ellerinin benim ellerimde yarattığı ağırlık karşısında defalarca kez daha şok geçirirken, yüzümden geçip giden sayısız mimiği durdurmaya çalıştım. “Bu nasıl oldu ki?” “İyi misin Lis?” diye sordu Kevin kafası karışmış bir halde beni izlerken. “Hissediyorum.” Dedim elimi çekip, avuç içlerimi incelemeye koyulduğumda. “Dokunuşunu hissedebiliyorum Kevin.” Yaşadıklarım beni daha zeki birine mi dönüştürmüştü yoksa zaten her şey apaçık ortada mıydı emin değildim ancak ellerim istemsizce bir kez daha kolyeyi buldu. Beyaz bir ışık hüzmesi belirdi. En köşede kolyeyi bana veren yaşlı adamın kendisi değilse de sülieti belirdi ve artık Abasis olduğuna emin olduğum süliet bana gülümsedi. Nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Mutlu, rahatlamış, heyecanlı… Zihnimden geçen hiçbir duygu bedenimde karşılık bulamamıştı. Aslında duygularım çoktan ölmüş gibiydi ancak yine de yüreğimde ufak bir merak filizlendi. Merak… Beni bu noktaya getiren korkunç şey değil miydi? Kim bilir şimdi hangi noktaya götürecekti? 🔥 Melez Laneti finaliyle birlikte kalbimde koca bir yara. İkinci kitap yani Zaman Çukuru'na hiç ara vermeden devam edeceğiz yani giriş bölümü haftaya perşembe yayımda olacak. Siz de bu arada hem finali hem de kitabı genel hatlarıyla değerlendirirseniz çok sevinirim. Haftaya görüşmek üzere. :) |
0% |