Yeni Üyelik
27.
Bölüm

2.3. Bölüm-Lanetli Duygular

@melikemn

🔥

Şimdiye kadar kendimle çok fazla mücadele etmiştim. Dünyadayken de Rahlia’ya geldikten sonra da hep bir iç savaşla yaşamıştım. Kimi zaman galip gelmiş, kimi zaman yenilmiştim ancak bu denli bir çaresizliğin içine düşmemiştim.

Birini özlemenin ne demek olduğunu bilirdim ama birini özlediğim için hiç bu kadar yorgun hissetmemiştim.

“Beni özlemişsin.” dedi. Sesi elle tutulur bir nesneymiş gibi tenime çarpıyor, tüm hücrelerimin alev almasına neden oluyordu. Kehribar gözleri, gözlerimi hazırlıksız yakaladı ve daha ben kontrol edemeden dudağımın kenarı usulca kıvrıldı. Saniyenin onda biri kadar süren gülümsemem elbette ondan kaçmamıştı.

Hızlı düşünmem, hızlı hareket etmem gerekiyordu ama olduğum yere yapışmıştım sanki ve aslında tek bir dileğim vardı. İkimizi şu ana hapsetmek ve şu anı da bir kutuya koyup sonsuza kadar saklamak...

Uzun zaman sonra zihnimde beliren pozitif düşünceler, şimdiden evreni daha yaşanılır hale getirmişti.

Beynim uyuşmuş olmalıydı çünkü kız kardeşimin az önce bizi bu odaya kilitlediğini, ondan öncesinde de tutsak abimizi zindandan kaçırarak düğünümü sabote ettiğini unutmuştum. Kirpiklerimi kırpıştırarak aklımın başıma gelmesini sağlamaya çalıştım ama o karşımda kanlı canlı dururken bu imkansızdı sanki. Elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırmış, heyecandan bir gram kalmış olan gücümü de kaybetmek üzereydim.

Zeki bir günüme mi denk gelmişti yoksa gerçek zaten gün gibi ortada mıydı emin olamadım ama birden kafamdaki çoğu durum berraklaştı.

“James’i sen çıkardın değil mi?” diye sordum yüzüne bakmamaya çalışarak. Aniden yaslandığı yerden doğrulup bana doğru gelmeye başlayınca geriye sendeledim. Birkaç saniye geçmesine rağmen bir cevap alamadığım için devam ettim. “Victoria’yla iş birliği yapıp düğünümü mü bozdunuz yani? Nerede James? Onu bulamazlar mı sanıyorsun? Hem düğün en fazla ertelenir. Ama iptal olmaz. Babam bir şekilde o düğünü...” sırtım kapıya çarptığında ve Ares’in bedeni tüm heybetiyle üzerime eğildiğinde laflarım ağzıma tıkıldı. Kolları başımın hemen yanındaydı ve ellerini kapıya yaslamıştı. Birden bu kadar yakınıma gelmesi görüşümü bulanıklaştırdı. Bir de sanırım nefes almanın yolunu bulamıyordum ve biraz daha oksijensiz kalırsam ölüp gidecektim ama bu sorunlarım arasında ilk sıralarda değildi.

“Bir kez daha düğün dersen seni susturmak zorunda kalacağım.” iç çekti. Defalarca kez yutkundum ama boğazımdaki şey her neyse gitmek bilmiyordu. Aramızdaki mesafe bu kadar azken sesim yavru bir kedi miyavlaması gibi çıksa da ona meydan okuyan duruşumdan ödün vermedim. “Ne yapabilirsin ki?” diye sordum sırtımı dikleştirerek. Sanki birbirimize çok uzakmışız gibi, yüzünü iyice öne eğdi ve dudakları yanaklarımın hemen yanında durdu. Tenime değmiyor ama kalbimin yerinden çıkmasına sebep olacak kadar büyük bir etki bırakıyordu. Bir de değse...

Ah...

Ben silkelenip kendime gelmenin yollarını ararken o kulaklarıma doğru fısıldadı. “Öperim.”

Kızarma...

Lütfen kızarma Lisa...

Lütfen kahrolası lütfen!

Yanaklarım cehennem ateşiyle yarışacak kıvama geldiğinde, iki elimi birden yüzüme kapatıp çevik bir hareketle kollarının arasından sıyrıldım. Odanın öbür ucuna kadar neredeyse koşarak gittim ve güvenli bölgede olduğuma karar vererek yeniden ona döndüm. İşaret parmağımı doğrultup, şu şartlarda olabilecek en katı halime büründüm. “Her şey gayet normalmiş ve aradan onca zaman geçmemiş gibi gelip benimle flört edemezsin.”

Zaman Çukuru’nda, Rahlia’dakinin en fazla üçte biri kadar zaman ilerlemiş olmalıydı ancak yine de ayrılık ayrılıktı. Öylece benim aklımı başımdan alıp, tekrar tüm yaşadıklarımızı başa saramazdı. Yüreğimde fırtınalar kopsa dahi verdiğim kararın arkasında olduğumu görmesi lazımdı. Ben de keyfimden bunca acıyı çekmiyordum... Etrafımızdaki canlıları ve evrenin düzenini düşünmemiz, ona göre hareket etmemiz gerekiyordu ve lanet hala gerçekleşmeyi bekliyordu.

Ares’in üzerindeki beyaz, geniş kesim gömlek ve altındaki siyah deri görünümlü pantolonun ne kadar yakıştığını düşünürken, saçları ve hala kusursuz yüz hatlarına zihnimin içinde methiyeler düzerken ve kehribar gözlerini gördüğümde kalbim bir deprem yaşarken dilimden dökülenler zehirdi sanki. Üç ay önce olduğu gibi yine mantıklı tarafım konuşuyor, yüreğim ise sadece acı içinde söylediklerimi dinliyordu.

“Sen de onunla evlenemez, düğün yapamaz, aynı odada kalamaz ya da ata binip, akşam gezmelerine çıkamazsın.” dedi ben kaçtıkça bakışları benimkileri kovalıyordu ve kehribarlar gözlerime her değdiğinde içim eriyordu. Yine de bence kıskançlıktan daha önemli sorunlarımız vardı.

“Seni burada görürlerse, bizi burada görürlerse neler olur bir fikrin var mı? Aylardır her şeyi kontrol altında tutmak ve sorunsuzca yaşayıp, şu kahrolası ömrümü tamamlamak için neler yaşıyorum biliyor musun? Ben de öylece ölüp gideyim ve tüm bu saçma sapan kurallardan, lanetten, aşktan sıyrılayım isterdim ama olmuyor ne yazık ki.” sona doğru yükselen sesim onu afallatsa bile duruşu da bakışları da değişmedi. Gözlerim bir kez daha yaşarmıştı ancak umursamadım çünkü benim için bir rutin halini almıştı zaten. Ares için ise öyle değildi.

“Lisa sadece bana biraz güvenmen gerekiyordu. Ölmene izin vermeyeceğime inanman gerekiyordu!” dedi. Aramızdaki mesafe yine kapanıyordu ancak bu defa ona doğru yürüyen ben olmuştum. “Ölmeme izin vermeyeceğine eminim.” diyerek yanıtladım onu. Benden daha güçlü olduğunu ve belki İgnis’in büyüsüne bile direnebileceğini biliyordum. Dudaklarımı yaladım ve omuzlarımı düşürdüm. “Ama ya seni öldürmeme?”

Başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. “Abasis lanetin gerçekleşmesini istemiyor. İsteseydi bunu çoktan yapardı ama o engel oldu. Yine olacak ve çözmemize de yardım edecek.”

Ona sarılmaya ihtiyacım vardı. Kafamın içinde dolanıp beni yiyip bitiren düşünceleri bir çöp gibi fırlatıp, sadece kollarının arasında huzur bulmaya ihtiyacım vardı. Dakikalar sonra derin bir nefes alabilmenin rahatlamasıyla söze girdim. “Kevin’la evlenmeyeyim diye beni ikna etmeye çalışıyorsun. Ben bu evrenin düzenini bilmiyorum diye ama yine de ben de bir şeyler öğrendim. Büyücülerle uğraşmamak gerektiğini mesela. Ya da kurallara direnmemek gerektiğini. Rahlia’da duyguların bir önemi olmadığını...”

Göz bebekleri kırmızıya dönerken yüzünde soğuk bir gülümseme belirdi. “Her ne olursa olsun... Kevin’la zaten evlenmeyeceksin Prenses.”

Tüm sözlerim arasından takıldığı tek nokta gerçekten burası mıydı? Ne boyutta bir kıskançlık yaşıyordu da bir metre ötemde dikilirken, bana tehditkâr bir tavır takınıyordu. Hatırladığım kadar çekici ancak hiç görmediğim kadar da ürkütücüydü. Yine de pes etmeye niyetim yoktu. “Evleneceğim.” dedim kollarımı göğsümde birleştirirken. Tek elini saçlarının arasından geçirdi. “Evlenmeyeceksin.”

Küçük bir çocuk gibi inat ettim. “Evleneceğim!”

Bana doğru bir adım attığında ben de aynısını yapıp kendimce meydan okumamı sürdürdüm.

“Onu öldürürüm.” dedi üzerine basa basa. Suratımı buruşturdum. “Yapamazsın.”

Kaşlarını kaldırdı. “Yaparım.” avucunu bana çevirdiğinde, içinde ufak bir alev topu belirmişti. Elimi elinin üzerine bastırdığımda alevler bir küle dönüşerek yere döküldü. “İzin vermem.” Ateş söndüğü anda dokunuşu belirginlik kazanmış, parmakları parmaklarıma dolanırken vücudum karıncalanmaya başlamıştı. Boşta olan elini belime koyup aniden beni kendine çektiğinde, bedenine çarptım. Duvarlarımın yıkılmak üzere olduğunun farkındaydım ancak son ana kadar direnecektim. “O halde...” dedi dahiyane bir fikir bulmuş edasıyla. “Seni kaçırırım.”

Kelimelerini algılamam birkaç saniye sürdüğünden, ben cevap vermeye hazırlandığımda çoktan ayaklarım yerden kesilmişti. Yumruklarımı göğsüne vurmaya başladım. “Beni hiçbir yere götüremezsin! Düğünüm var benim!”

Ares bıkkın bir tavırla iç çekti. “Düğün demeyecektin ama unuttun mu?”

Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Kollarının arasından sıyrılmam ve penceresinden çıkmak üzere olduğumuz odama geri dönmem gerekiyordu ancak hiçbir çabam işe yaramadı. Ya da belki yeteri kadar çabalamamış da olabilirdim. Pişman olacağım bir durumun içine girdiğim aşikarken, kılımı kıpırdatmadan duruyordum ve sadece saçma sapan cümlelerimle onu yıldırmaya çalışıyordum ancak belli ki olmuyordu.

Gökyüzüne doğru yükseldiğimizde refleks olarak kollarım, boynuna dolandı. Odaya ilk adım attığımda olduğu gibi kokusu burnuma dolarak başımı döndürdü. Bir koku nasıl kendimi kaybetmeme sebep olacak kadar etkileyici olabilirdi? Sanki teninde sihirli bir şeyler vardı. Abasis gelsin de büyü nasıl olur görsündü.

Aradan geçen saniyelerin sonunda ben susmuştum ve Ares’te yavaşlamıştı. Ayaklarım yeniden yerle temas ederken nereye geldiğimi düşünmeme gerek yoktu çünkü kasvetli havasıyla kendini hemen belli ediyordu.

Etrafta kimseyi görmediğim için sevinmiştim. Hiç Fenikslerle yemek muhabbeti yapasım gelmemişti.

Onun kulübesinin hemen önüne vardığımızda beni bıraktı. Aramızdaki temas kesilince bedenim askıdan düşmüş bir elbise gibi az daha yere yığılıyordu.

“Sonsuza kadar beni buraya hapsedecek değilsin ya.” dedim hissettiklerimin aksine ona ters davranmaya devam ederek. Kapıyı açarak geçmem için yol verdiği sırada yanıtladı. “O kadar emin olma.”

Ayaklarımı sürüye sürüye içeri geçip siyah koltuğa oturdum. Birkaç saniye sonra kollarımı göğsümde bağlamış ve istediği alınmamış bir kız çocuğu gibi kaşlarımı çatmıştım. Aslına bakılırsa tam olarak istediğim yerdeydim ancak ona karşı büyük zorluklarla ördüğüm duvarlarımı indiremezdim. Bir şeyleri en baştan yaşamaya ne gücüm ne de hevesim vardı. Bu yüzden onu pes ettirip yeniden Rahlia’ya dönmekten başka planım yoktu. Aynı dünyada olduğumuz sürece tehlikeliydik. Şimdi değil belki ancak bir noktada başımızı belaya sokacaktık.

Aradan geçen dakikalar hatta belki saatler boyunca ne o ne de ben tek kelime ettik. Uzun süre sessiz duramayacağımı düşündüğünden olsa gerek sabırla bekliyordu ancak atladığı bir şey vardı. Ben eski Lisa değildim. Artık birileriyle sohbet etmeye can atmıyor hatta hali hazırda günümün çoğunu kimseyle konuşmadan geçiriyordum. Yine de sıkılmaya başlamıştım.

“Uyumak ister misin?” diye sordu Ares, merdivenlere yaslanmış öylece dikilirken. Başımı olumsuz anlamda sağa sola salladım ancak uykum gelmişti. Düğün hazırlıkları yüzünden sürekli erken kalkmak zorunda kalmış, daha iyi bir işim olmadığından da erken uyumaya alışmıştım. Gözlerimi kırpıştırdım. Şurada kıvrılıp dalıversem ne olurdu ki? Sabah bir yolunu bulup Rahlia’ya dönerdim.

“Yukarıda yatabilirsin.” dedi benim cevabımı yetersiz bularak. Hah. Onun yatağında, onun kokusunun sindiği herhangi bir yerde uyuyabilirmişim gibi. Zihnime onunla ve yatakla ilgili türlü görüntüler doluştuğundan kendime küfürler savururken zorlukla yutkundum. Pekâlâ... Bu direnme işini belli ki beceremeyecektim.

“Beni geri götür.” dedim öfkeli görünmeye çalışarak. Öfkeliydim de gerçi ancak yeteri kadar değil...

“Konuşup bir şeyleri halletmeden olmaz.”

Ofladım. “Konuştuk ya!” Gözlerim kapanacak gibi olunca biraz daha oturursam uyuyup kalacağımdan korkarak ayaklandım. Ares’le aramda yine metreler vardı ancak birbirimize bakıyorduk. “Kabul et ki...” doğruldu. “Pek verimli bir konuşma değildi.”

Sinirlerim bozulmuştu. Normal şartlarda onun evinde, onun yanında olmakla bir sorunum yoktu ancak şu anki şartlar normalin kıyısından dahi geçmezdi.

Ne kadar süredir burada olduğumu tam kestiremesem de bir saati geçtiğini tahmin edebiliyordum. O halde Rahlia’da çok daha uzun bir zaman geçmişti ve muhtemelen Kevin ve babam çoktan ortalığı ayağa kaldırmışlardı. Hem James’in hem de benim ortadan kaybolmam kayda değer bir kaosa sebep olmuş olmalıydı. Ne düşündüklerini merak ediyordum. Kaçtığımı mı zannediyorlardı yoksa kaçırıldığıma dair bir teorileri var mıydı? Victoria onlara hiçbir şey söylemeyeceğinden tahminlerle hareket etmek zorundalardı. Kevin’ın bana son bakışını hatırlıyordum. James’i benim çıkardığımı düşünüyordu. Ona bir açıklama dahi yapmadığımdan öyle düşünmeye devam ediyor da olabilirdi. Yine bir şekilde bütün suç üzerime kaldıysa hiç şaşırmazdım.

“James nerede?” diye sordum Ares’e. Kendimi, bizim dışımızda bir şey konuşursak, bizi unutabileceğime inandırdım.

“Bilmem.”

James’e Olivia’nın Kraliçeyi öldürdüğünü söylediğim için pişman oldum. Zindandan kaçma ihtimali olduğunu bilsem çenemi kapalı tutar bir intikam peşine düşmek istemesine engel olurdum. Onu ziyarete gittiğimdeki öfkesi hala aklımdaydı. Dışarı adım attığı anda Olivia’yı aramaya başlamışsa şaşırmazdım.

“Annesini Olivia’nın öldürdüğünü söyledim ona. Deliye döndü. Ya Olivia’yı bulmaya çalışırsa ve daha fenası... Bulursa?” Olivia onu üç saniyede falan öldürür, bütün kanını alıp içi boşalmış bir kabuk gibi çöpe fırlatırdı.

“Olivia’nın Rahlia’da olduğunu sanmıyorum. Çok aradım. Zaman Çukuru’nda ya da Rahlia’da olsa bir ipucu bulurdum mutlaka.” dedi Ares. Dünya’da mıydı o halde? Bir sahil kasabasına yerleşip meyve sebze yetiştiriciliği yapmıyorsa, orada ne halt yiyordu acaba? Aylardır hangi korkunç planı yapıyordu?

Başka bir gerginlik dalgası bedenimi sardı. Bir an önce Ares’in olmadığı bir evrene gitmeliydim. Bir kez daha birilerini yok etmenin kıyılarında dolanmak istemiyordum.

“Ya İgnis’le birlikte çıkıp gelirse? Ya şu an biz bu evde baş başayken ortaya çıkar ve birimizin diğerini öldürmesine sebep olursa?” Sürekli bir şeylerden korkarak yaşamak kabustu ve benim bu kâbusu görmeye tahammülüm kalmamıştı.

Salonun içinde oradan oraya yürümeye başladım. Uykum kaçmıştı ve telaştan ellerim titriyordu. Olivia’yı, İgnis’i ve laneti düşünmek beni her defasında baş edilemez bir panik atağa sürüklüyordu.

“İgnis ortada yok. Olivia’da olsaydı çoktan gelirdi.” diyerek beni rahatlatmak istese de içimi kaplayan endişe bir türlü azalmıyordu. Yaşadıklarımız bende sağlam bir etki bırakmıştı. Bu yüzden beni bırakması hepimiz için en doğru çözümdü.

“Ne yapacağız peki? Oturup birlikte onun İgnis’i bulmasını mı bekleyeceğiz?” diye sordum. Bir yandan da yürümeye devam ediyor, hatta gittikçe hızlanıyordum. Ares omuzlarımdan tutup beni durdurana kadar hareketlerimin kontrolünü ne denli kaybettiğimin farkına varamadım. Bir saniye için gözlerimiz çakıştığında ve beynimi bulandıran kehribarlarla karşılaştığımda derin bir nefes alabilmiştim. “Lisa.” dedi yavaşça. “Yapma bunu. Kendine bunu yapma...”

Anlamıyordu. Benim onun kadar güçlü, onun kadar cesur olamayacağımı anlamıyordu. Bu evrendeki olaylara ne kadar yabancı olduğumu, bu kadar kötülüğü kaldıramayacağımı anlamıyordu.

“Sen yapma.” dedim neredeyse yalvararak. “Ben bu korkuyla yaşayamam görmüyor musun?”

Ares ağlamak üzere olduğumu fark ederek beni kendine çekti ve başımı göğsüne yasladı. Berbat halimin sebebi onun yanında olmakken, beni o ruh halinden çıkarıp sakinleştiren de yine onun saçlarımda dolanan elleri oldu. Tatsız bir ikilemdi ve beklenmedik şekilde can yakıyordu.

Bir damla yaş yanaklarımdan süzüldü. Beni bırakmayacaktı. Beni bırakmasını istediğim de yoktu ama mantığım ve kalbim arasındaki savaşı henüz kazanabilen çıkmamıştı. Omuzlarımı düşürdüm ve çaresizce gözlerimi kapattım. “Uykum geldi.” diye mırıldandım ona iyice sokulurken. Aylardır uğruna yanıp tutuştuğum kokusunu, saatler sonra ilk defa içime çektim.

Ares’in beni kucağına almasına, usulca merdivenleri çıkarıp odasına götürmesine ve yatağına yatırmasına itiraz etmedim. Bilincimi yitirmek üzereyken konuştu. “Dinlen Prenses...” dedi kısık bir sesle. “Yarın uzun bir gün olacak.”

Daha önce onunla hiç aynı yatakta yatmamış olmamıza rağmen, şu an yanıma uzanmamasının eksikliğini hissederek kollarımı kendime doladım. Adım seslerini ve en sonunda kapının hafifçe kapanışını duydum.

Bilincimi yitirip uykunun kollarına teslim olurken yine biriken gözyaşlarımdan kurtulmaya çalışıyordum.

**

Gözlerimi zorlukla araladığımda, tüm yaşadıklarımın bir rüya olduğuna emindim. Saray’daki odamda uyanacağımı ve düğün için hazırlanmaya başlayacağımı düşünerek gerindim ve hafifçe kafamı doğrulttum.

“Günaydın Prenses.” dedi Ares oldukça enerjik bir sesle.

Gerçekti.

Yeniden kendimi yatağa bıraktım. “Of...” ellerimi başıma koyup, baş parmaklarımla şakaklarımı ovdum. “Hadi beni Rahlia’ya götür artık.” dedim mızmızlanarak. Kaç saattir uyuduğumu bilmesem de Rahlia’da kayda değer bir zaman geçtiğini ve ortalığın karman çorman olduğunu tahmin edebiliyordum.

“Kahvaltı yaparız diye düşünmüştüm.” diyerek omuz silkti. Yatağın tam karşısındaki ahşap duvara sırtını yaslamış, kollarını göğsünde bağlamıştı. Bu haliyle o kadar normal görünüyordu ki, kırmızı kanatları olduğuna ve avucunda ateş yakabildiğine inanmak zordu.

Daha önce inceleme fırsatı bulamadığım odanın içinde gözlerimi gezdirdim. Üzerinde yattığım yatak dışında eşya yoktu. Ares’in evine birkaç aksesuar gerekiyordu ama bunu ona söylemeyecektim. Henüz o kadar sıradan konular konuşacak konumda değildik çünkü. Bakışlarım kendime döndüğünde hala gelinlikle durduğumu fark ederek suratımı buruşturdum.

“Bunları giyebilirsin.” dedi Ares yatağın ucunda katlı bir şekilde duran kıyafetleri işaret ederek. Hiç onu kıskandığımdan değildi ama daha ben kontrol edemeden kaşlarım çatıldı. “Kiminki bunlar?” Sesim kafamda hayal ettiğimden daha sorgulayıcı çıkınca iç çektim. Sorumdan memnun kalmış olmalıydı çünkü yüzünde kalp atışlarımı hızlandıracak bir tebessüm belirdi. “Senin. Victoria senin için bir çanta hazırlamıştı. Sabah gidip aldım.”

Şaşkınlıkla ayaklandım. “Nasıl bir organize suç örgütü oldunuz siz ikiniz böyle?”

Victoria Zaman Çukuru’na kaçırılmış olmam konusunda bir sıkıntı hissetmiyordu anlaşılan. Üstelik ortalık kim bilir ne durumdaydı? Ne ara bu kadar umursamaz birine dönüşmüştü bu kız ve bütün enerjisini bana ve Ares’e harcar olmuştu? Tüm bu yaptıkları ortaya çıkarsa başının ne denli büyük bir belaya gireceğini bilmiyor muydu? Çünkü bunu düşünmek beni delirtiyordu.

“Aşağıda bekliyorum.” dedi Ares sözlerimi duymazlıktan gelerek. Akşamdan beri söylediğim hiçbir şeyi anlamamış, nasıl korkunç bir ruh halinde olduğumu göz ardı etmişti. Tüm bu tavırları karşısında olduğum yerde tepinerek ağlayasım gelmişti. Çünkü o bu kadar ısrarcı ve kararlıyken ben ona direnmeye nasıl devam edecektim hiçbir fikrim yoktu.

Ares odadan çıktıktan sonra kıyafetlere uzanıp, bir iki saat içinde kurtulmayı umduğum ancak koca bir gece geçirdiğim gelinliği üzerimden çıkardım. Victoria’nın koyduğu deri taytı ve hâkî rengi bol gömleği giydim. Ayağıma, hemen yatağın yanında duran siyah postalları geçirdim ve belime kalın, deri kemeri taktım. Kafamdaki tokaları sökerken, kısacık kalan saçlarım için yine yas tuttum. Belime kadar dökülmelerini özlemiştim. Oysa keserken bana anlam veremediğim bir rahatlama hissettirmişti. Bir süredir kendimi cezalandırmaktan zevk aldığım için de olabilirdi.

Derin bir nefes alarak odadan çıktım ve hiç de acele etmeyerek merdivenleri inip, salona ulaştım. Ufacık, yuvarlak bir yemek masasında oturan Ares’i görünce gülesim gelmişti ancak ciddi ifademi korudum. Böyle davranarak beni yumuşatmaya çalıştığını ve baştan çıkarabileceğini düşündüğünü biliyordum.

Eh, haksız olduğunu söyleyemezdim.

“Aç değilim.” dedim masada duran ve hiçbirini tanımadığım yiyeceklere bakarken. Zaman Çukuruna özgü lezzetler falan olmalıydı. Gerçi Ares’ten başka kimsenin yemek yemediğini düşünürsek Zaman Çukuruna ait olması kulağa mide bulandırıcı geliyordu.

Düğünden önce Victoria beni midemde bir milim dahi yer kalmayacak kadar yedirdiği için hala karnım toktu ancak öyle olmasa bile oturup her şey normalmiş gibi onunla kahvaltı yapamazdım.

Rahlia’ya geri dönebilmek için kafamın içinde planlara yapmaya başlamıştım ki kapı birden sonuna kadar aralandı ve ben korkuyla irkilirken Ares arkasını dönüp bakmadı bile. “Hoş geldiniz.” dedi hala gözleri benim üzerimdeyken. Marcus gülücükler saçarak içeri adım attı. Tam yalnızca onun olduğunu düşünmüştüm ki Ares’in çoğul konuşmasının sebebi olan Feniks de Marcus’un ardından içeri girdi.

İyi yönünden bakarsak kahvaltı muhabbetimiz son bulmuştu ve artık Ares’le baş başa olmadığımızdan ona daha kolay direnebilirdim ancak elbette her iyinin içinde bir kötü olurdu.

“Ah, nasıl özlemişim bu cimcimeyi.” Clara suratında alaylı bir gülümsemeyle odanın ortasına doğru yürürken ben çoktan kaşlarımı çatmış, gardımı almıştım. Hem o niye buradaydı ki? En son görüşmemizden sonra neler olmuştu da Ares onu hoş geldin diyerek karşılıyordu? Mideme korkunç bir sancı girdi. Farkında olmadan dişlerimi birbirine kenetlemiş, yumruklarımı sıkmıştım ve bu Clara’nın şu an kahkahalarla gülüyor olmasının birinci sebebiydi.

“Görüşmeyeli nasılsın Cherie?” diye sordu sonunda kulaklarıma bıçak saplıyormuş gibi hissettiren kahkahası son bulduğunda. Doğrudan Ares’e bakıyor, onunla konuşuyor daha fenası ona yaklaşıyordu. Hiçbir şey yokmuşçasına sandalyede oturmayı sürdüren Ares’in tam tepesinde durdu ve tahammül edilemez bir yavaşlıkla elini omzuna koydu. Gözlerim büyüdüğü sırada ise işaret parmağıyla usulca boynuna doğru ilerledi. Beynimde bir kazan kaynıyor, su damlacıkları etrafa sıçradıkça bedenimde şimşekler çakıyordu.

Ares yutkunarak Clara’nın elini tutup çekti ve ayağa kalkıp hala merdivenin ortasında dikilen benim yanıma yaklaştı. Bakışlarım onun bıraktığı boşlukta duruyor, olanları hazmetmeye çalışıyordu. Ares olmadan geçirdiğim üç ay boyunca bile kafamın içinde kurduğum düşüncelerle onu kıskanmayı sürdürmüşken, şimdi gözümün önünde yaşananların etkisini üzerimden atmam kolay olmayacaktı ancak asıl zihnimi kurcalayan kısım burası değildi.

Aniden gözlerimi Ares’in bileğindeki ince siyah ipli bilekliğe çevirdim. Dikkatli baktığımda hemen ortasındaki lotus çiçeğini seçebilmiştim. Dünden beri onu fark edemediğim için kendime kızarken, az önce ve benim etrafta olmadığım tüm o süre zarfında da Clara’nın bütün dokunuşlarını hissettiği gerçeğiyle yüzleştim. Elim istemsizce boynumdaki kolyeye giderken bunun aramızdaki bir başka lanet olduğuna kanaat getirmiş ve o an için evrendeki bütün lotus çiçeklerinden nefret etmiştim.

“Gelsene Prenses.” diyerek beni dalıp gittiğim kabustan uyandıran Ares’e öfke dolu bir bakış gönderdim. Onun bir suçu olduğundan değildi ancak bir süre herhangi bir varlığa başka türlü bakabileceğimi sanmıyordum.

“Olivia dünyada.” dedi Marcus pat diye. Clara Ares’in az önce kalktığı sandalyeye oturup, arkasına yaslandı. Konuşan Marcus olmasına rağmen o Ares’i izliyordu. Eğer bir gün ille de birinin kalbine İgnis saplamam gerekecekse, dilerim ki o kişi Clara olurdu.

Başıma yerleşen ağrıyı görmezden gelerek Ares’in bana doğru uzattığı eli tutup, kalan basamakları indim.

“Dünyada onu bulmak zor olacak. Rahlia kadar küçük bir alan değil sonuçta.” diyerek konuşmayı sürdürdü Marcus. Kelimelerinin kafamda anlam bulmasını çok istiyordum ama bir türlü ona ve söylediklerine odaklanmayı başaramadım. Onun yerine Clara’nın kabarık kızıl saçlarını yolduğumu hayal ediyordum.

“İgnis onda değil muhtemelen. Doğrudan İgnis’i bulmak daha mantıklı olur belki de.” diyerek söze girdi Ares. Onun sesini duymak bir nebze yüreğimi ferahlattığında, sohbetin gidişatını algılayabilmiştim ancak neden Olivia’yı ya da İgnis’i bulmak istediklerini anlamadım.

“İgnis’i bulup beni öldürecek ve lanetten kurtulacaksınız. Bu mu planınız?” diye sordum doğrudan Clara’ya bakarak. Elbette Ares’in böyle bir planı olmadığını biliyordum ancak ne yazık ki zehir saçan dilimi bir süre daha susturamayacak gibiydim. Üstelik bu defa kıskandığımı gizleyecek kadar bile makul davranamıyordum.

“Hiç fena fikir değilmiş.” dedi Clara bilmiş bir ses tonuyla. Bir Fenikse meydan okuyacak kadar delirmediğimi zannederdim ancak Ares’in eli bileğimi kavrayınca öne doğru atıldığımı fark ederek afalladım.

“İgnis’i bulup yok edersek ortada lanet diye bir şey kalmaz.” diye açıkladı Ares sözlerimi ciddiye alarak. İgnis’i bulduğumuz anda birbirimizi öldürmek için yanıp tutuşmaya başlayacağımızı bilmiyordu sanki. Üstelik yok edilebiliyor muydu ki? Aradan geçen onca zamana rağmen soru işaretlerimiz gram azalmamıştı. Demek ki lanet konusunda yol kat edebilmek ya da onu çözebilmek imkansızdı. Eninde sonunda en mantıklı yolun ikimizin ayrı kalması olduğuna ikna olmak zorundaydı.

“Çölde iğne aramaktan farksız bu biliyorsun değil mi?” dedi Clara. Onun sesini duymak tüm hücrelerimin alev atmasına sebep oluyordu. Bu yüzden dişlerimi birbirine kenetleyip çenemi kapalı tuttum ki, aramızdaki kıvılcımı harlayacak herhangi bir şey yapıp, Zaman Çukuru’na gelir gelmez Fenikslere yem olmayayım.

“Ne olursa olsun. Lisa’ya bir söz verdim.” diyerek gözlerini bana çevirdi Ares. Yüzünde buruk bir tebessüm olsa da bakışları yüreğimdeki buzların eriyip bir okyanusa dönüşmesine engel değildi.

“Onu da kendimi de bu lanetten kurtarmak için her şeyi yapacağım.” dedi ve derin dalgalara direnmeye çalışan kalbimi bir nebze dizginledi.

“En fazla bir iki yüzyıl yaşayacak bir ölümlü için harcadığımız çabaya bak.” diye ağzının içinde kelimeleri geveleyip duran Clara’ya tekrar baktığımda sandalyeden kalkmıştı. “Clara.” diyerek uyardı Ares neredeyse kükreyerek. “Bize yardım etmek için yanıp tutuşan sendin unuttun mu?”

Hah. Kim bilir hangi iğrenç amacın peşindeydi? Sırf Ares’e yakın olup, bir şekilde onun aklını karıştırmak için bunu yaptığından adım gibi emindim. Göğsümün ortasına bir sancı gelip yerleşti. Benim dışımdaki kişilerin temasını da hissediyor olması gerçekten kafasını karıştırır mıydı?

Clara’yı baştan aşağı süzdüm. Bir metreye yakın düzgün bacaklarına, süt gibi beyaz tenine ve dolgun dudaklarına baktım. Kusursuz bir teni vardı. Yüzünde bir tane leke dahi yoktu. Kızıl, kabarık saçları ve mor gözleriyle beni bile kendine hayran bırakacak kadar güzeldi. Belki şimdi değil ama bir gün Ares’i elde edecekti. Önünde sonsuz bir ömür vardı. Bu ömrün iki yüz yılını beklemekle geçirse dahi sorun etmeyecek gibiydi. Bu yüzden mi yardım etmek istiyordu? Ben ölüp gidene kadar iyi kızı oynayıp, öldükten sonra Ares’in yara bandı mı olacaktı?

“Prenses?”

Clara’ya o kadar dikkatli bakıyordum ki Ares’in sesini duyduğumda uykudan uyanır gibi kirpiklerimi kırpıştırıp, etrafta olanları algılayabilmek için silkelenmek zorunda kaldım.

“Bana aşık oldu bence.” dedi Clara küçümseyici ifadesiyle ve hafif alaylı tonlamasıyla beni izlerken. “Küçük melezin bile aklını başından aldım görüyor musun Cherie?” dudaklarını büzdü. “Seninkini de eninde sonunda alacağım.”

Daha fazla dayanamayacağıma kanaat getirerek hareketlendim ve neredeyse koşarak evden çıkıp, kapıyı arkamdan sert bir şekilde çarptım. Beynim patlayacak gibi hissediyordum ve yeni bir ağlama krizine girmemek için direnmeye çalışsam da başarılı olamamıştım çünkü gözlerim çoktan yaşarmıştı bile.

Ellerimi belime yaslayıp, tek ayağımı yere vurmaya başladım. Bakışlarımı gökyüzüne çevirip, bir martı kadar küçük görünen Feniksleri izleyerek kafamı dağıtmayı denedim.

Nasıl bir karmaşanın içindeydim? O bana dokunduğunda tüm fırtınalar sona erip, güneş açıyorken nasıl tek bir cümleyle korkunç bir kasırga gelip tüm bedenimi oradan oraya savurabiliyordu?

Boğuluyordum. Yanıyordum. Sanki bütün hücrelerimden kan fışkırıyor ve ben ne kadar acılı ölüm çeşidi varsa, hepsini aynı anda yaşayarak can veriyordum. Ne yapacağımı, neye inanacağımı bilmeden, Yüzlerce Feniksin arasında tek başıma öylece duruyor, birlikte bir lanetin parçası olduğum adama olan aşkım yüzünden kafayı yememek için mücadele veriyordum. Rahlia’da korkunç bir kaosu bırakmış, burada rakibi dahi olamayacağım ve istese beni böcek gibi ezebilecek bir kadını kıskanarak cinayet planları yapıyordum. Sefilliğim ve acizliğimle can yakıcı şekilde yüzleşerek kendimi boğazlamak istediysem de yine ağlamaktan ileri gidemedim.

“Planı beğenmedin sanırım.”

Ares’in sesini duyduğumda hızlıca yanaklarımdaki yaşları kuruladım. Oflayarak omzumun üzerinden ona bakıp, birkaç metre ilerimde bir Yunan tanrısı gibi dikiliyor oluşunun beynimi bulandırmamasını umdum. Bedenimi tümüyle çevirip, iç çektim. “Bir planın yok.” dedim gerçekçi olarak.

Omuz silkti. “Henüz yok.” Eh, en azından farkındaydı. Acaba beni burada tutmasının hiçbir işe yaramayacağının farkına ne zaman varacaktı?

“Olmayacak.” Çünkü bir büyücünün lanetini, düzeltiyorum evrenin en güçlü büyücüsünün lanetini bozmanın bir yolu muhtemelen yoktu. Olsaydı, Saray’da lanet gerçekleşmek üzereyken geldiğinde bunu durdurmakla kalmaz, bozardı da. Belli ki düzen bizim düşündüğümüz, onun hayal ettiği şekilde işlemiyordu.

“Önce beni laneti bozmaya ikna edip, ardından tüm karamsarlığınla bunun olmayacağına inandırmaya çalışamazsın.” dedi. Aramızdaki mesafe güvenli sayılacak kadar fazlaydı ve bu canımı sıkıyordu. “Şaka mı yapıyorsun?” ellerimi iki yana açtım. “Ben kimim ki? On sekiz yılımı bu sıra dışı olaylardan uzakta, normal bir insan olarak geçirmiş bekçi meleziyim. Beş ay öncesine kadar en büyük derdim insanlara dokunamıyor ya da dokunuşlarını hissedemiyor olmaktı. Kalkıp benim sözümle koca bir evrenin düzenini değiştirmeye, ne bileyim büyücülere meydan okumaya falan kalkamazsın...” derin bir nefes aldım. “Kalkmamalısın.”

Üç adımda aramızdaki mesafeyi kapatıp bana istediğimi vermiş ancak korkunç bir vicdan azabını da kalbimin ortasına fırlatmıştı. Ona yakın olmak en büyük dileğimken, yakın olduğumuz her an yüreğimi paramparça ediyordu.

Tam karşımda, ateş saçan gözleriyle yüzüme bakarken en az benim kadar acı çekiyor olabileceğini düşünmek, boğazımın düğümlenmesine neden oldu.

“İstiyor musun?” diye sordu. Neyden bahsettiğini anlamadığım için kaşlarımı çattım. “Neyi?”

Bana doğru ufak bir adım daha attığında artık gereğinden fazla yakınımdaydı. “Gitmeyi. Rahlia’ya dönmeyi. Kevin’la evlenmeyi. Gerçekten istiyor musun?” sesi aylar önce ona uzak durmamız gerektiğini söylediğim zamankinden çok daha kırgın çıkıyordu. “Ben...” sözlerine verecek bir cevabım yoktu. İstemiyordum çünkü ve aslına bakarsanız o da bunu çok iyi biliyordu ancak ben bunu söyleyecek kadar cesur değildim ki.

Gözlerine baktım. Orada bana cesaret verecek bir şeyler aradım. Tüm korkularımı çekip alacak ve beni ölümü düşünmeyecek kadar güvende hissettirecek bir iz bulmak istedim. “Ares...” dedim zorlukla çıkan sesimle. “Ben ölümlüyüm.”

Cümlemin oldukça açık olduğunu zannetsem de o bana e ne olmuş der gibi baktığından açıklamak zorunda kaldım. “Şimdi olmasa bile bir gün hayatından çekip gideceğim ve sonsuz ömründe ufak bir heyecan olarak anılara karışacağım. Bu kadar tehlikeye değer mi gerçekten?”

Gülümsedi. Ardından elini uzattı ve saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp usulca elini indirdi. “Prenses...” dedi iç çekerek. “Yüzyıllardır devam eden sonsuz ömrüme anlam kazandıran tek şeysin sen. İki asır değil, yalnızca bir günümüz bile olsa onu yaşamak için her türlü tehlikeye değer.”

Zaman Çukuruna adım attığım andan beri bastırıp durduğum tebessümüm sonunda dudaklarımın kenarında belirdiğinde, gözyaşlarımın yerine de yenileri eklenmişti ama bu sefer sebebi korku ya da hüzün değildi. “Herkesin dokunuşunu hissediyor olmana rağmen mi?” Clara’nın ona dokunduğu anı hatırlayınca bir kez daha midem kasıldı.

Ares usulca başını salladı. “Herkesin dokunuşunu hissediyor olmama rağmen.”

En baştan beri ona teslim olmaktan korkarken, şimdi öyle bir haldeydim ki kendimi kollarına atmamak için çok zor dayanıyor, yüzümdeki gülümsemeden bir türlü kurtulamıyordum. Mantıklı yanımı kaybetmiş, kalbimin ellerinde oyuncak olmuştum. Dakikalar önce buradan gitmeye kararlıydım oysaki. Clara’yla karşılaşana kadar Ares’le aramızda herhangi bir şey yaşanmasının imkansız olduğundan emindim. O gelip burada beni kendine hayran bırakacak sözler etmeden önce, sefil bir melez olduğumdan ve hiçbir şeyi başaramayacağımdan emindim.

“İstemiyorum.” dedim sonunda aylar sonra içimde ufak bir cesaret kırıntısı bularak. Ares beni kendine çektiğinde ve kehribar gözleri ışıldadığında başımı göğsüne yasladım.

“Yanında kalmak istiyorum.” Muhtemelen pişman olacağım cümleler dudaklarımdan dökülürken, susmayı düşünmedim ve korkuyla karışık bir sesle ekledim. “Her ne olacaksa olsun.”

Loading...
0%