@melikemn
|
🔥 Uzun yolculuklardan pek hoşlanmazdım. Özellikle kara yoluyla yapılanlardan. Yıllar önce annemle, dedemi ziyaret etmek için birkaç saatlik bir yolculuğa çıkmıştık ve hayatımın en katlanılmaz anlarını geçirdiğimi söyleyebilirdim. Midem bulanırdı. Başım dönerdi ve mutlaka yarım saatte bir tuvalete girmem gerekirdi. Benim için bir yerden başka bir yere gitmek kabustan farksızdı. Eğer bilim insanı olacak kadar zeki ve çalışkan olsaydım ilk bulmak isteyeceğim şey ışınlanmaktı. Umarım bir bekçiysem sihirli güçlere falan da sahip olurdum. Çünkü aynı işkenceyi çekeceksem bu fantastik hikâyenin bir kahramanı olmanın ne anlamı vardı ki? Beynimde asla oturacağı doğru yeri bulamayan onlarca yeni bilgi kol geziyordu ve benim dakikalardır ya da belki saatlerdir düşündüğüm tek şey çıkacağım yolculuktu. Zihnimin çalışma stilinde ufak bir değişiklik yapmanın vakti gelmişti. Böyle bir şey yapılabiliyor muydu? Kendimi toparladığımda üç çift gözün beni izlediğini gördüm. Bayılmamıştım ancak ona yakın bir şeyler yaşadığımdan emindim. Üstelik midem deli gibi bulanıyordu. Muhtemelen yakın zamanda kusacaktım ve bu babamın tişörtüne olacaktı. Ayaklarımı ve kollarımı aynı anda hareket ettirerek debelenmeye başladım. Beni ne ara kucağına almıştı ki? "Yere inebilir miyim?" Endişeli gözleri yüzüme sabitlendi. "İyi misin?" Bıkkın bir tavırla ofladım. Uçuyormuş gibi hissediyordum ve bu oldukça sinir bozucuydu. Onun dokunuşu da Kevin'ınkinden farksızdı. Üzerimde tam bir etki bıraktığı söylenemezdi. Yine de bu, şu yaşıma kadar ki en belirgin temastı. Babam beni yere bıraktı. Aceleyle kazağımı düzelttim ve saçlarımı geriye attım. "Başka bir çözümü olmalı. Hem ben insanlardan güçlü değil miyim? Bana ne yapabilirler ki?" Annem salonumuzun en köşesindeki koltuğa oturup stresli bir iç çekti. Babam hala yanımda dikilirken, Kevin'da diğer tarafımdaydı. Şimdi aklım tümüyle yerindeydi ve yüzüme çarpan ilk gerçek, artık üzerine düşünüp beynimi patlatacağım bir ton sorunum daha olduğuydu. Gelin görün ki bir tanesi kalbimi paramparça ediyordu. İki yıldır birlikte olduğum adam benim yüzümden hastanedeydi ve ben de onun yüzünden tutuklanabilirdim. Bu kadar kontrolsüzce bir ayrılığı kabullenmek oldukça zordu. Beni aldatmıştı ve evet bu korkunçtu ancak tek istediğim onlardan uzak durmak, mümkünse bir daha yüzlerini görmemekti. Belli ki dileğim gerçekleşecekti de ancak şartlar çok da benim beklediğim gibi değildi. Geleceğime dair önümde sadece iki seçeneğim kalmıştı. Hapislerde çürümek. Babama inanmak. Çaresizlik dünyanın en berbat şeyiydi. "Olaylar o şekilde işlemiyor. Üç ırkın arasındaki dengeyi sağlamak sandığın kadar kolay değil. Bunun için çok fazla çaba harcandı ve sonuç olarak belli çizgiler çizilmesi gerekiyordu. İnsanlar bizi öldürebilecek bir silahla kendilerini güvence altına aldılar. Ayrıca hepimizden daha üstün bir güç var ve olaya onun karışmasını hiç ama hiç istemeyiz. Kural net. Kan Hırsızları, Bekçiler ve insanlar aynı dünyada yaşayamaz." Harika. Şimdi bir de Kan Hırsızları çıkmıştı. İsimleri epey ürkütücü olduğu için içimden onlarla ilgili soru sormak gelmedi. Anlaşılan bu dünyaya girmekten başka çarem yoktu. Her sorumun cevabını hemen almasam da olurdu. "Aklım daha fazlasını kaldırmayacak." Dedim en sonunda omuzlarımı düşürerek. Yorulmuştum. Fiziksel olarak değil ama bugün zihinsel olarak bitmiştim adeta. Bu yüzden kafamı bir süreliğine dış dünyaya kapatmak tek dileğimdi. "Hemen gidiyoruz buradan." Dedi babam üzerine bastıra bastıra. Ardından kafasını Kevin'a çevirdi. "Aracın kapı da mı?" Arabayla mı gidecektik? Ah, tanrım... Işınlanmayacak mıydık? Gün bitmek üzereydi ancak hala moralimi bozacak bir şeyler çıkabiliyordu. "Evet," diye yanıtladı babamı Kevin. "Geçide kadar onunla gideriz." Geçit diye kastettikleri peron 9 ¾ değilse, oldukça korkutucuydu. Gerçi bir duvardan geçeceğimi düşünmekte daha az korkutucu sayılmazdı. Tek bir yorum dahi yapmadan doğruca odama yöneldim. "Nereye Lisa?" diye sordu annem uyarırcasına. Bıkkın bir tavırla omzumun üzerinden ona baktım. "Birkaç parça kıyafet alacağım." Kevin neredeyse alay eder bir tonlamayla konuştu. "Rahlia'da onlara pek ihtiyacın olmayacak." Kaşlarım daha ben kontrol edemeden çatıldı. "Neden?" aklıma ilk gelen ihtimal dudaklarımdan dökülmüştü. "Bekçiler çıplak mı geziyor?" Bu pek mantıklı değildi ancak zaten şu an yaşadığım herhangi bir olayın ufacık bir bölümünde bile mantık yoktu ki. Güldü. Bugün pek bir güler yüzlüydü. Aylarca benden nefret ediyor gibi görünüp, gizli gizli izleyen birine göre gereğinden fazla hem de. "Hayır. Sadece tarzımız biraz daha farklı. Yarın odana yerleştikten sonra seni alışverişe götürebilirim ama." Güzel. En azından orada da alışveriş yapabilecektim. Bunu bir artı sayabilirdim. Öte yandan, dolabımda henüz giymediğim yirmi parça kıyafet falan vardı ve bir daha onları görüp göremeyeceğim bile belirsizdi. Şimdi de Rahlia'ya kocaman bir eksi. "Her neyse." Dedim omuz silkerek. Bari üzerimi değiştireyim." Yeniden kimse beni durdurmayınca sonunda odama ulaşıp tek başıma kalabildim. Kapıyı kapattım ve sırtımı yaslayıp derin bir iç çektim. Rüya görüyor olmalıydım. Muhtemelen yine felsefe dersinde uyuyakalmıştım ve aptal zihnim olabilecek en uç noktadaydı. Birazdan Bayan Rowling omzumu dürtecek, aşağılayıcı birkaç kelimeyle beni kendime getirecekti. Hemen yanımda oturan Arven bana sıcak bir gülümseme gönderecek, sınıfın ortasında beni rezil ettiğini düşünen öğretmenimizin sözlerini aniden unutmamı sağlayacaktı. Gözlerimi sımsıkı yumdum ve içimden ona kadar saydım. Kirpiklerimi kırpıştırarak tekrar görüşümü kazandığımda hala odamdaydım. Olmamıştı. İhtiyacım olan yetenek insanlardan güçlü olmak falan değildi. Zamanı geri sarmayı öğrenmem gerekiyordu. Dolabımdaki bütün kıyafetler yerde olduğu için yatağımın ucuna oturup, karman çorman giysilerin arasından bir pantolon ve ince bir kazak bulmaya çalıştım. Sonunda siyah, dar pantolon üzerine, hardal, tek omzu düşen bir kazak giymiştim. Kevin'ın sözlerini de umursamamaya karar vererek kendime küçük bir çanta hazırladım. Önce makyaj malzemelerimin bir kısmını, ardından da iki şort ve iki de etek koydum. Hava durumunun nasıl olduğunu bilmediğim için ceketimi de yanıma aldım ve üç tane de tişört ekledim. Bir tatile gidiyor gibi düşünebilirdim. Ya da üniversite için şehir değiştiriyormuş gibi. Pozitif olmalıydım. Belki Rahlia'da daha mutlu bile hissedebilirdim. Sonuçta oradaki herkes Kevin veya babam gibiyse onlara zarar veremezdim. En azından vicdanım rahat gezerdim. Hem beni buraya bağlayan ufacık bir şey dahi kalmamıştı. Arven ve Karla'dan ne kadar uzağa gidersem o kadar iyiydi. Annemle de ilişkimiz eminim böyle daha sağlıklı ilerlerdi ve nasıl hiç görmeden babamı bunca yıl deli gibi sevdiyse belki bir gün beni de gerçekten sevmeye başlardı. Harika. Tek yapmam gereken bu hikâyenin fantastik tarafını bir kenara bırakarak olabildiğince basite indirgemekti. En azından gerçekten beni neyin beklediğini görene kadar... Sabah babamın verdiği, değişik kitabı da yanıma alarak kapı kolunu indirmeden önce son kez dönüp odama baktım. Burayı özleyecektim ve lanet olsun. Sanırım ağlıyordum. Gözlerimi sımsıkı yumup yaşları geri göndermeye çalıştıktan sonra hızlıca odadan çıktım. Vedalar can sıkıcıydı. Üstelik tek bir şeye veda etmiyordum. Şimdiye kadar hayatımda iyi ya da kötü iz bırakmış her şeyi, herkesi terk edecektim. Merdivenleri inerken yüzüme olabilecek en sert ifademi yerleştirmiş, duruşumu dikleştirmiştim. Henüz farkında bile değildim belki ancak babama, ona ihtiyacım olmadığını ispatlamaya çalışıyordum. Oysa düştüğüm durumdan kurtulmak için başka çarem olmadığı apaçık ortadayken... "Hadi bakalım. Çıkalım." Dedi babam beni görünce aceleyle. Anlaşılan duygularımla veya mimiklerimle pek ilgilenmiyordu. En az benim kadar o da tanışmış olmaktan memnuniyetsizdi. İlişkimizi profesyonel düzeyde tutarsak ve gittiğimiz yerde olabildiğince az iletişim kurarsak sanırım ikimiz içinde en iyisi olurdu. Hiçbir şey söylemeden elimdeki çantayı Kevin'a uzattığımda yüzünü buruşturdu. "Babanın yardımcısıyım dedim. Uşağı değil." Gözlerimi devirdim. "Uşak olmana gerek yok. Nezaketen bunu senin taşıman gerekiyor." Kevin'la ilgili emin olduğum tek şey geldiği yerde nezakete dair bir şey öğrenmediğiydi. Bu yüzden ekleme gereği duydum. "Dünyada bu işler böyledir." Çantayı alacağını sanmıştım ancak kımıldamamıştı. Üstelik yüz ifadesi daha da tiksinç bir hale büründü. "Neden? Dünyada kadınların kendi çantalarını taşımaları yasak mı?" Ah! Çok zor bir insandı! Ya da bekçi. Ya da öyle bir şeyler işte. "Aylardır hiçbir şey öğrenemedin mi gerçekten burada?" dediğim sırada çantamı babam kaptı. İtiraz etmek gibi bir niyetim yoktu. Kevin'la kavga edecek de değildim çünkü hayatımdaki ilk gerçek kavgamı Arven'le etmiştim ve sonucu ortadaydı. Hemen dış kapının önünde dikilen anneme yaklaşıp gülümsemeye çalıştım. Üniversiteye girip ondan kurtulacağım günü iple çekerken, şimdi üzüntüden ağlamam biraz ironikti ama bunu bir kenara bırakacaktım çünkü tam da şu an daha ironik bir şey gerçekleşiyordu. Annemin de gözleri dolmuştu. "Kendine dikkat et. Beni ziyarete gelme fırsatın olursa gel lütfen çünkü özlerim." Dedi hafifçe gülümseyerek. Kalbim otuz bin parçaya falan ayrıldı. Her anne çocuğunu severdi elbette ancak uzun süredir onun benden nefret ettiğinden emindim çünkü bir kez bile aksini düşünmem için bir şey yapmamıştı ya da söylememişti. Şimdi bunları duymak kalp kırıcıydı. Koca on sekiz yılı bu kadar uzak geçirmiş olmamızın üzerine bundan sonra geçirecek başka günlerimiz kalmadığını kabullenmem gerekiyordu. "Babam olduğunu iddia ettiğin bu adama veya Kevin gıcığına gram güvenmiyorum." Diyerek yanıtladım annemi. Konuşmaya devam etmeden önce Kevin söze girdi. "Burada olduğumuzun farkında değil misin?" umursamazca omuz silkmekten başka ona verecek cevabım yoktu. Anneme sarılmak için yeltendikten sonra aniden vazgeçip durdum. Bunun yerine, onun kollarını bana dolamasına izin verdim. "Ama sen benim annemsin ve sanırım benim için en iyisini falan istiyorsundur. Bu yüzden gitmem gerektiğini söylediğinde sana güvenmek zorundayım." Geri çekilirken başını sallayıp beni onayladı. "Böyle olmasını istemezdim. Bilemezdim de ancak Marsel'in bu dünyaya ait olmadığını hep biliyordum. Sadece detaylar öğrenmem zaman aldı. Hastalık sandığımız şeyin bir yetenek olduğunu çok geç fark edebildim." Derin bir nefes aldı. "Keşke iş bu noktalara gelmeden engel olabilseydim." Hala bu yaşadıklarımın bir rüya olabileceği ihtimalini göz önünde tutuyordum bu yüzden kendimi olayların akışına bırakarak sessiz kalmayı yeğledim. Birkaç saniye kendi içimizde vedalaşmamızı bekledikten sonra ise derin bir nefes aldım. "Kendine dikkat et. Sinirlerine hâkim ol." Dedim. Kısa bir sürenin ardından da söylediklerimin yetersiz kaldığını düşünerek ekledim. "Kimseyi öldürme ve lütfen bir koca bul. Tek başına sıkıntıdan patlarsın." Sona doğru sesimi yükseltmeden edememiştim. Buna karşılık annem gözlerini devirdi. Konuştuğunda sesi yarı imalıydı. "Seni seviyorum kızım." Hıçkırıklarımı tutmam buraya kadardı. Ona sarılamadım ancak o bir kez daha bana sarıldığında içimdeki tüm hüznümü gözyaşlarımla dışarı atıyordum. Bana ilk ve son kez söylediği iki kelimenin bir dozer gibi üzerimden geçeceğini düşünmemiştim ancak olmuştu işte. Muhtemelen ayağımdan tutarak, çevirip de duvara çarpsanız daha az acı çekerdim. Yaklaşık iki dakika sonunda sakinleştiğimde, annem yanaklarımda kurumak üzere olan yaşları siliyordu. Arkamda homurdanıp duran Kevin ve babama bakmadım. "Telefonumu alayım. Çıkabiliriz." Dedim buz gibi bir sesle. Aniden ikisine karşı korkunç bir nefretle dolmuştum. Tüm bunların sorumlusu onlarmış gibi. Gerçi Kevin değilse de babam tüm bunların sorumlusu sayılabilirdi. Yıllar önce dünyaya geldiği kısacık sürede annemi tavlayıp, şuursuzca kendine aşık etmeseydi, şimdi bir genç kızın hayatını da katletmemiş olacaktı. Ah, bu erkekler... Her cins ve ırkta nasıl bu kadar düşüncesizce davranabiliyorlardı? "Telefonun gideceğimiz yerde pek işine yaramayacak ama yine de sen bilirsin tabi." Diyerek bilmiş bir bakış gönderdi bana Kevin. Bu dünyadaki değer verdiğim her eşya hakkında böyle mi söyleyecekti? Asla anlaşamadığım sınıf arkadaşım ve iki gün önce tanıştığım babamla bir yolculuğa çıkacaktım. Elbette telefonumda benimle gelecekti! Gidip çantamın içinden telefonumu alarak arka cebime sıkıştırdım ve tek kelime etmeden kapıyı açıp dışarı çıktım. Gecenin karanlığında, istediğini elde edememiş küçük bir çocuk gibi kollarımı göğsümde birleştirip, Kevin'in arabasının önünde beklemeye başladım. Bir dakika sonra kilit sesini duyduğumda ise arka koltuğa yerleştim hatta adeta gömüldüm. Kevin ve babam bindi ve araba hareketlendi. Tek dileğim bir an önce uykuya dalmak ve gideceğimiz yere varana kadar yeniden uyanmamaktı. Yaklaşık on beş dakika sonra buna dair oldukça güçlü bir yol katettiğimde söylenebilirdi ancak telefonumun sesi yerimden sıçramama neden oldu. Önce camdan dışarı bakıp nerede olduğumuzu görmeye çalıştım ancak zifiri karanlıktı. Beni kuytu bir köşeye götürüp öldürmeyeceklerini umarak derin bir nefes alıp telefonuma uzandım. Karla. Ne hoş. Şu an konuşmak istediğim tek insandı çünkü! Normal şartlarda asla açmayacağım telefonu, belki de son kez sesini duyacağımı bildiğim için yanıtladım. "Lisa?" Dedi hattın öbür ucundan Karla. Sesi toktu. Ayrıca kin dolu. Garip. İbre nasıl böyle yön değiştirmişti ve ben nefret edilen kişiye dönüşmüştüm akıl alması güçtü. Yaklaşık bir saat önce gömdüğüm vicdan azabım, toprağın altından elini çıkardı ve yakama yapıştı. "Karla?" Kevin otomobilin direksiyonunu kırmadan hemen önce dönüp bana baktı. Aptal! Belli ki hayatımıza kastı vardı. Gazı köklediğini fark ettim ve buna karşılık söyleyecek tonla cümle hazırlamıştım ancak susmak ve Karla'yı dinlemek şu an yapmam gereken tek şeydi. "Neredesin sen?" diye sordu bana sanki karşısında olsam suratıma kusacakmış gibi bir homurtuyla. Kendimi aldatılmış olmanın dahi haklı çıkaramadığı bir duruma sürüklediğime inanamıyordum. "Hayatınızdan çıkıyorum." Dedim neredeyse fısıldayarak. Az öncekinden daha yüksek bir sesle cevap verdi. "Biliyorum. Hapislerde çürüyeceksin!" Derin bir nefes alıp bir saniye için gözlerini gözlerime kenetlemiş olan babama manalı bir gülümseme gönderdim. "Eh, öyle de denebilir." "Evine geldik. Yoksun. Arven'e yaptıklarından sonra bir de kaçacak mısın yani? Kendine geldiğinde ne kadar korkmuş olduğunu hayal edebiliyor musun? Adını dahi duymak istemiyor. Anladın mı? Cezanı çekeceğin günü sabırsızlıkla bekliyoruz! Senden nefret ediyor Lisa. Bende ediyorum! En başından onu hiç hak etmemiştin!" I-ıh. Canımı daha fazla yakamıyordu. Belki de hala bir rüyaya hapsolduğumdan emin olduğum içindi. Sözleri üzerimde buruk bir tebessümden başka bir etki bırakmadı. "Harika." diye yanıtladım. "Demek ki aklı yerine geldi." İçimden ölmemiş olmasına şükrettiğimi belli etmeden konuşmayı sürdürdüm. "O halde şunu bilin ki..." başımı yana eğdim. "Bende sizden nefret ediyorum!" Vicdan azabı buraya kadardı. Karla "Utanmaz!" diye cırladığı sırada ekledim. "Birlikte istediğiniz boku yiyebilirsiniz!" Yüzüne kapattım. Sonra da vazgeçmeden hemen önce camı açıp telefonu dışarı fırlattım. "Haklısın Kevin." Dedim. "Buna asla ihtiyacım olmayacak." Bir daha fotoğraf çekinemeyeceğimi ve instagrama giremeyeceğimi ise yaklaşık beş saniye sonra fark edip kafamı şoför koltuğunun arkasına gömdüm. ** Yaklaşık iki saat süren yolculuğun ardından, ki şükürler olsun bu düşündüğümden daha kısa bir süreydi, araba bir dağ yamacında durdu. Gece yarısını geçmişti ve hava zifiri karanlıktı ancak yine de nerede olduğumuzu ve yamacın ötesindeki sonsuz okyanusu seçebiliyorum. Tek anlamadığın nokta ise, burada ne yapacağımızdı. Bir gemiye falan bineceğimiz ihtimali akla en yatkın olanıydı ancak şimdiye kadar Kevin ve babamın ağzından akla yatkın tek bir kelime dahi duymadığımı hesaba katarsak, sanırım gemi teorim rafa kalkıyordu. Belki de bizi bir helikopter alacaktı. Sonuçta babam koskoca, ya da daha minimal de olabilir, ülkenin kralıydı. Bahsettikleri geçidi yürüyerek geçecek halimiz yoktu. Yol boyunca tek kelime etmediğimden olsa gerek, arabadan inerken de ikisinden biri bana açıklama yapma gereği duymadı. Çaresizce peşlerine düştüm ve yamacın ucuna kadar iki adım gerilerinde yürüdüm. Sonunda durduğumuzda ise daha fazla dayanamadım. Hayatımın hiçbir noktasında beş dakikadan uzun süre sessiz kalmadığım düşünülürse, bir plaketi falan hak etmiştim. "Ne yapacağız ki bu ıssız yerde? Şuna bak. İnsan gibi bir fenerinizde mi yok? Telefonumu keşke fırlatmasaydım. Görmediğim bir yol falan mı var acaba? Çok saçma. Eve mi dönsek?" Birkaç metre gerimizde kalan arabanın farları sayesinde babamla Kevin'ın yüzünü seçtiğim için biraz rahatlamıştım ancak hala içimde garip bir korku vardı. Tabi ki bunu onlara çaktırmamıştım. Yani... Galiba... "Geçit burası." Dedi babam çok sıradanmış gibi. Suratıma yerleştirdiğim alaycı ifadeyi gördüğünü umdum. "Okyanusa atlayacağız." Diyerek onun sözlerini tamamlayan Kevin'in hemen arkasından ise şaşkınlıkla bağırdım. "NE!" Burada beni öldürüp gömeceklerini söyleseler daha az garipserdim. Aslına bakarsanız, bana oldukça yabancı olan bu iki insan ya da bekçiden neden daha fazlasını bekliyordum ki zaten? Ah, annem... Bunun suçunu da sana atmak istemezdim ama kabul edelim ki, on sekiz yıl boyunca görmediğin bir adama güvenmemi söyleyen sendin. "Korkma. Bir şey olmayacak. Abasis'in büyüsü sayesinde Rahlia okyanusun içinde gizleniyor. İnsanlarla aramızdaki bariyer bu." Diye açıklamaya çalıştı bir de. Nasıl bir sınavdı bu böyle? Ne kadar süre akıl sağlığımı koruyabileceğimi mi ölçmeye çalışıyorlardı? Öfkeyle itiraz etmeye hazırlanmıştım ki babam kendini uçurumdan aşağı bıraktı. "Ah!" şok olmuş bir şekilde ellerimle yüzümü kapattım. Çığlığım kulaklarımda yankılanırken, gözlerimi sımsıkı yummuştum. Delirecektim. Delirecektim! "Öldü mü? Aman tanrım! Tabi ki öldü!" Sanırım tam şu noktada, düşünme yetimi kaybetmiştim. "Hiç bilim kurgu, fantastik film falan izlemedin sen? Şu birkaç ayda ben kaç tanesini izledim biliyor musun? Biraz amatörceler gerçi. Eminim Rahlia daha çok hoşuna gidecek." Diye bir şeyler zırvaladı Kevin. Ondan nefret ediyordum. Az önce babam kendini okyanusa atmıştı ve onun derdi film miydi? Ne yapacaktım? Bir gün içinde iki insanın ölmüş olabileceğiyle yüzleşiyordum ve bu benim çok fazlaydı! En son on iki yaşındayken caddenin kenarında ölmüş bir serçe görmüş ve sırf bu yüzden günlerce ağlamıştım! "Benimle alay mı ediyorsun? Buradan atlayan herhangi bir insanın hayatta kalmayacağını bilecek kadar zekiyim. Burada bir film falan da çekmiyoruz!" en sonunda görüşümü yeniden kazandığımda, Kevin'ın yüzünün birkaç santim ötemde olduğunu fark ettim. "Bana güven. Hiçbir şey olmayacak. Çünkü biz senin zihnine kodladığın insanlardan değiliz. Bunu ispatlamama izin ver." Dedi tutmam için elini uzatırken. "Gerçekten bana direk kendini öldürmeni istiyorum desen daha ikna edici bir seçenek olur." Diye yanıtladım hala öylece duran eline boş boş bakmayı sürdürüyordum. "Bende seninle atlayacağım ya hani. Bunun bir önemi yok mu?" omuz silkti. "Hem tanıştığımızdan beri sana hiç yalan söylemediğimi göz önüne alırsak, bana güvenmemen için hiçbir sebep yok." Derken elini, tutacağıma dair büyük bir inançla bana doğru uzatmaya devam ediyordu. "Bana hiç yalan söylemedin ve bunun sonucunda erkek arkadaşımı az daha öldürüyordum ama her neyse değil mi?" diye çıkıştım. Eski erkek arkadaşım diye eklemek istediysem de son anda kendimi durdurdum. Gittikçe öfkeleniyor olmam normal miydi acaba? Oysa ona dokunduğumda oradan oraya savrulmamış olması aramızda bir bağ kurdu sanmıştım. Şimdi ona kafa atmak falan istiyordum. Garip. Daha önce kimseye kafa atmamıştım. Oldukça güçlü olduğumu hesaba katarsak, bunun bir insanı öldürme olasılığı fazlaydı. Ne yazık ki Kevin bu insanlardan birisi değildi. Zihnimdeki seçenekleri değerlendirmeye aldım. Geri dönebilirdim ve ömrümün büyük bir kısmında hapislerde çürür ya da muhtemelen hapishanede birine daha kalıcı bir zarar verdikten sonra idam cezası falan alırdım. Pratik ama trajik bir sondu. Diğer yandan Kevin'a güvenip kendimi okyanusun ortasına bırakırdım ve yüksek ihtimalle ölürdüm. Ne hoş. Demek ki her halükârda ölmem gerekiyordu. Bunu bilmek karar vermemi epey kolaylaştırmıştı! "Pekâlâ, ben önden atlayayım o halde. Belki ikna olmanı kolaylaştırır." Dedi Kevin mükemmel bir öneri sunmuş gibi heyecanlı sesiyle. Aceleyle itiraz ettim. "Yanımda kimse olmadan asla oradan atlamam. Gerçi yanımda beş bin kişi daha olsa da niye atlayayım ki?" kafamın fena halde karışmış olması dışında bir diğer sorun artık daha da fazla korkuyor olmamdı ama bunu yine gizlemeyi tercih edecektim. Yüz ifademden ya da titriyor oluşumdan bir şeyler anlamıştı muhtemelen ama bence ağzımdan duymadığı sürece sorun değildi. Kafamın içinde tüm yaşananların hızlı bir taramasını yaptığımda görünen o ki, yine ve yine ona inanmak en mantıklı seçeneğimdi. Hayatımın geri kalanında Kevin ne derse onu yapmak zorunda kalacakmışım gibi geliyordu ve bu iğrençti. Pes etmeden bana doğru uzatmayı sürdürdüğü elini en sonunda tuttum. "Bunu öylece yapamam. Şöyle olsun..." bir saniye için düşündüm. "Dikkatimi dağıtacak bir şey yap ve aniden beni aşağıya çek." Dedim. Kelimeler dudaklarımdan dökülürken, günlerdir aklıma gelen en mantıklı fikir olduğuna neredeyse ikna olmuştum. Neredeyse. "Anlaştık." Dedi Kevin. Zafer kazanmış bir edayla duruşunu dikleştirip, vücudunu tümüyle bana çevirirken. Hemen ardından da "Hazır mısın?" diye sordu. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Hayır." Diğer elimi de tutup gülümsedi. "Şansına küs." Bana doğru yaklaştı. "Hazır olmanı beklemeyeceğim." Zaten hazır olacağım bir anın geleceğini pek sanmıyordum. Bu yüzden en iyisi bir an önce yapmasıydı. Kevin bir saniyeden bile kısa bir süre için gözlerini benimkilere kenetledi. Ardından da dudakları dudaklarımı buldu. Muhtemelen bir rüzgârdan daha net bir etki bırakmadığından olsa gerek, başlangıçta ne yaptığını anlayamadım. Arven beni birkaç kez öpmüştü ancak ben gram hissetmediğim için karşılık veremediğimden ya da onun dudaklarında korkunç bir acı bıraktığımdan olsa gerek, bir süre sonra pes edip bundan vazgeçmişti. Şimdi düşününce Kevin'in bir tık daha başarılı olduğunu söyleyebilirdim ama hala içimde bir şeylerin kıpırdanmasına yetmiyordu. Bunun sebebi ona karşı sadece öfke beslemem de olabilirdi gerçi. Bunu yakın zamanda öğrenebilmem mümkün değildi. Ama baksanıza. Sanırım şu an üzerine düşünmem gereken konu da bu değildi. Kevin. Az. Önce. Beni. Öpmüştü. Düzeltme. Kevin. Hala. Beni. Öpüyordu! Bazı şeyleri hissetmemek, algılamamı da güçleştiriyordu anlaşılan! Midemin içinde bir hareketlilik belirdiğinde ve kelebekler tüm vücudumda dolanmaya başladığında zihnim berraklaştı. Etkilenmiş miydim? Çok saçma. Elbette ufacık bir dokunuştan dolayı kalp atışlarım deli gibi hızlanmamıştı. Göğüs kafesimin içinde bir hava topu patladı ve ağzımın ortasına kadar oksijen dolup taştı. Başım dönüyordu. Ölüyor muydum? Kevin'ın beni öptüğü gerçeğiyle yüzleşmemek için beynim kendimi imha mı etmişti? Gözlerimin kapalı olduğunu fark ederek, kirpiklerimi kırpıştırdım. Ben görüşümü geri kazandığımda ve Kevin da geri çekilip bana baktığında gülümsüyordu. Neler olduğunu anlamaya çalışarak etrafıma bakındım. Daha aydınlık bir yerde, sanki ormanın içindeydim. "İşte bitti." Dedi üstünlük taslayarak. "Farkına varmadın bile." Ah! Demek ki hissettiğim şey öpücüğün etkisi falan değildi. Yamaçtan atlamış olmanın verdiği G kuvvetiydi. Bu günlerdir öğrendiğim en mutluluk verici bilgiydi. Aptal Kevin. Dikkatimi dağıtmak için bulabildiği en yaratıcı çözüm bu muydu yani? Hah. İşe yaramış olması onu zeki biri yapmazdı. Sonuçta tensel temas benim dünya üzerinde en yabancı olduğum şeydi. Boşluğuma gelmişti o kadar. "Uzun sürdü." Diyen babamın sesi tüm dikkatimi dağıttığında o anlamsız öpücüğü de bir daha hatırlanmamak üzere zihnimin derinliklerine gömdüm. Şu an içine düştüğüm duruma bakıldığında, inanması güç olan şey onun hala hayatta olmasıydı. Anlattıkları olağanüstü hikayelerin bir kısmına inanmış bile olsam ne hazmedecek ne de tümüyle kabullenecek kadar vaktim olmuştu. Bu yüzden bana kendimizi bir dağ yamacından okyanusa atacağımızı söylediklerinde ve üstüne bir de babam pat diye atladığında düşündüğüm ya da normal hayatın bana öğrettiği tek şey diyelim, öleceğiydi. Şimdi ise kanlı canlı karşımda duruyor olması akıl almazdı. Bir diğer şaşırtıcı bilgi de okyanusa atlamış olmamıza rağmen ıslanmamamızdı. En çarpıcı olanı ise gerçekten okyanusun altında ya da üstünde bir noktada görünmez bir dünyanın varlığıydı! "Doğruymuş..." diye mırıldandım şok olmuş bir ifadeyle etrafıma bakınırken. Hafif rüzgârın dalgalandırdığı ağaçların arasından parlayan dolunayın aydınlattığı taş yola baktım. Sonra da istemsizce kıkırdadım. "Ah, Tanrım..." Demek ki ben normal bir insan değildim ve on sekiz yıldır yaşadığım hayat da bana ait değildi. Sırf insanlarla temas kuramadığım için yaşadığım tüm zorluklar bitmişti. Bir bekçiydim. Rahlia'daydım ve en heyecan verici olanı ise kendim gibi olanlarla birlikteydim. Şimdi ise tek dileğim bir rüyada olmamaktı. Çünkü içimde kontrol edemediğim bir rahatlama kol geziyordu. Sanırım bu benim yeniden, belki de ilk doğuşumdu. Veee asıl dünyamıza geldik. Bu Lisa için daha mı iyi yoksa daha mı kötü hep birlikte göreceğiz elbette. Sizin tahminlerinizi alabilir miyim? Lütfen yorum be beğenilerinizi eksik etmeyin. |
0% |