Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. Bölüm-Yeni Dünya

@melikemn

🔥

Neden insanlara dokunamıyorum?

Neden onlar bana dokunamıyor?

Neden annem beni sevmiyor?

Neden babam beni bir kez dahi merak etmiyor?

Neden?

Neden Arven ve Karla beni aldattı?

Nedenlerle örülü bir hayat geçirdiğimi söyleyebilirdim. Asla cevabını bulamadığım onlarca sorumun arasında boğulduğum, çırpındığım ve zorlukla da olsa su yüzüne çıkmayı başardığım ancak asla yeniden batmamın önüne geçemediğim bir on sekiz yılı geride bırakmıştım.

Bir süre sonra bir cevap aramaktan çok sorulardan kaçmak daha kolay gelmişti gözüme ve aslında kabullenmiştim.

Kabulleniş, umudun bittiği yerde başlardı. Ve umut, bittiğini sandığın anda küllerinden doğardı. Şimdi soruların tükendiği, cevapların çoğaldığı bir dünyanın içindeydim ve artık batmak yoktu.

“Lisa’yı sizin müştemilata götür Kevin. Güzelce dinlensin. Yemekte onu soylulara takdim edeceğim.” Dedi babam dümdüz bir sesle. Sözlerini sorgulamak gibi bir niyetim yoktu çünkü aslında pek umurumda da değildi. İçimdeki heyecanın onunla ya da tanışacağım insanlarla -bekçiler de diyebiliriz- pek ilgisi yoktu. Keşfetmem gereken kocaman bir dünyam olmuştu. Babam ve onun saray erkanı ise bu dünyanın içinde kaybolup giderdi.

Kevin onu onayladı ve hareket etmem için hafifçe kolumu dürttü. Anlaşılan bu, babamdan ayrılacağımız andı.

“Akşam yemeğinde görüşürüz.” Dedi babam bana oldukça resmi bir tavırla ve bir saniye sonra ekledi. “Üzerine doğru düzgün bir şeyler alın.” Baştan aşağı beni süzdüğünde şaşırdım. Oysa en sıradan kıyafetlerimi giymiştim. Rahlia sandığımdan bile daha garip bir yerdi belli ki. Onu şimdilik cevaplamayacaktım. O da bir cevap beklemiyordu zaten. Emir vermek onun için nefes almak kadar basit bir eylemdi anlaşılan. Eh. Kral olduğunu düşünürsek bu kabul edilebilirdi. Ancak kabul etmem, bana emirler yağdırabileceği anlamına gelmiyordu elbette.

Babam buz gibi ifadesini hiç bozmadan arkasını döndü ve kısa süre içinde karanlık ormanda gözden kayboldu. Kasıntı herif. Annem hep babama benzediğimi söylerdi ancak bence ufacık bir alakam bile yoktu.

“Hadi bakalım. Düş peşime.” Diyerek ilerlemeye başladı Kevin ama aniden ondan daha hızlı davranarak önüne geçtim. “Kimsenin peşine düşmem ben.” Dedim alayla karışık, üstünlük taslar bir tavırla. Ellerini cebine sıkıştırıp omuz silkti. “Sen bilirsin.” Ben yürümeyi sürdürürken o birkaç saniye duraksadığında aramızdaki mesafe açıldı. “Yolu bildiğini farz ediyorum.”

Tabi bu önemli bir ayrıntıydı.

Gözlerimi devirip adımlarımı yavaşlattım. “İyi. Yan yana yürürüz o halde.” Diye mırıldandım isteksizce. Herkesin ukala bulduğu, bir nebze de şımarık sayılabilecek tavırlarım pek Kevin’da işe yaramıyor gibiydi. Bu ondan nefret etmem için oldukça mantıklı bir sebepti ancak sanırım ondan nefret ettiğim falan da yoktu. Hatta hiç olmamıştı. Tüm bunlar olmadan önce, o bana çöp gibi davranırken bile hem de.

“Makul bir çözüm.” Dedi hemen yanıma gelip, bakışlarını üzerime diktikten sonra. Yüzündeki yarım gülüşü benim de ciddiyetimi bozmuştu. Karla’nın ve Arven’in üzerimde bıraktığı gerginlik yavaş yavaş kaybolurken, yerini garip bir rahatlama aldı. Belki de bu onları geride bırakmış olmanın bir sonucuydu. Üstelik mecazi anlamda değil. Gerçekten de birkaç saat önce canımı korkunç derecede yakan olaylar başka bir dünyada kalmıştı. Keşke tüm problemlerimizi bu şekilde başka bir dünyada bırakabilseydik ve sorunlar çözülseydi.

“Bana biraz Rahlia’yı anlat ki tanışma faslında zorluk çekmeyeyim.” Dedim meraklı bir tavırla. Ne kadar süre yürümemiz gerekeceğini bilmiyordum ancak sessizlikle ciddi bir sorunum vardı. Bu yüzden yolumuzu konuşmadan devam ettiremezdim.

“Tarihi filmleri sever misin?” diye sordu. İlk defa bana bir arkadaşıyla sohbet eder gibi davranıyordu. Demek ki içinde dost canlısı bir Kevin saklıydı. Dünyada bana gösterdiği yüzünün aksine sıcakkanlı biriydi. Biraz önce öpüştüğümüz gerçeğini kenara atarsak, ona güvenmemem için bir sebep yoktu.

“Eh,” diyerek omuz silktim. “Üç beş tane izlemiştim.”

Bir kez bile açıp bakmadığımı ve tarih dersinden kaldığımı söylemedim.

“On altıncı yüzyıl dünyası gibi hayal edebilirsin.” Dedi.

Edemezdim. Derin bir nefes aldıktan hemen sonra oldukça güçlü bir şekilde ofladım. “Hiç yardımcı olmadın.”

Adımlarını yavaşlattı. “Kâinat bekçileri on üçüncü yüzyılda ortaya çıktı. On altıncı yüzyılda ise Abasis bekçiler için Rahlia’yı oluşturdu. Asırlarca insanların arasında yaşayan bekçiler kendi dünyalarına çekildi ve o noktadan sonra zaman dondu.”

Harika. Şimdi az öncekinden daha az şey biliyordum.

“Nasıl yani?” durdu.

Durdum.

Tam karşımda dikilmişti. “İnsanlar gelişmeyi sever. Araştırır. Sorgular. Biz öyle değiliz. Değilmişiz yani. Bunu insanların arasında yaşamaya başladıktan sonra fark ettim. Bekçiler büyücünün sihri sayesinde var oldu. İnsan bunu bilimle açıklar. Genetik kodların değiştirilmesi sonucu, iki ayaklı, düşünebilen canlılara yeni özellikler yüklenmesi olarak… Bekçiler ise buna… Sadece büyü der.”

Kafam gittikçe karışıyordu ve cümlelerinden çıkardığım tek bir ana fikir vardı. “Bekçiler ilkel varlıklar mı demek istiyorsun?”

Güldü. Epey güldü. Öyle ki refleks olarak ben de kahkaha attım. Oysa ortada komik bir şey göremiyordum.

“On sekiz yılını geçirdiğin dünyadan çok ama çok farklı bir yerdesin. Çözmek ve alışmak için kendine zaman ver. Pat diye her şeyi öğrenemezsin.” Dedi yeniden yürümeye başladığımızda. Omuz silkmekle yetindim çünkü içimdeki heyecan sönmüş yerini korkuya bırakmıştı. Yeniden insanların arasına dönemeyeceğim ortadaydı ve buraya ait hissetmiş dahi olsam, hakkında ufacık bir fikrim yoktu. Ya tüm bekçiler babam gibiyse ve ben binlerce kasıntının arasında ömrümü geçirmek zorunda kalırsam diye düşünmeden edememiştim. Gerçi Kevin fena bir arkadaş sayılmazdı. Ağzından laf almak zordu sadece. Ne var biraz daha çenesi düşük olsaydı!

“Demek müştemilatta kalıyorsun.” Dedim birkaç saniyelik sonsuz kadar süren sessizliğin ardından. Müştemilat dünyada bildiğim anlamındaki gibi mi yoksa çok daha farklı bir yer miydi bilmiyordum gerçi.

Usulca başını salladı.

“Ailen nerede?”

Dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. “Hayatta değiller. Sarayda doğdum. Ailem mutfakta çalışıyormuş ancak ben çok küçükken çıkan bir ayaklanma sırasında öldürülmüşler.” Buruk bir gülümsemeyle söylemişti bunları ancak ses tonunun titrediğini fark ettim. İnsanların acılarına karşı doğru tepkiler verebilmeyi hiç beceremezdim. Bu yüzden konuyu değiştirmenin daha mantıklı olacağını düşündüm.

“Babam niye seni yanında çalıştırıyor ki?”

Nereden geldiğini hiç anlamadığım ışık süzmeleri Kevin’in yüzünü aydınlatıyordu ve ben bu yüzden tüm mimiklerini görebiliyordum. Sorum karşısında yüzünü buruşturduğunu da net bir şekilde seçebildim. Hafifçe omzunu dürttüm. “Ne? Alınma. Fena biri değilsin de bu işler için gençsin sanki.”

Konuşmadı. Doğru kelimeleri bulmak için düşündüğünü fark ederek ona biraz zaman verdim ancak aradan bir dakikaya yakın zaman geçince sorumu yanıtsız bırakacağından emin oldum. Of. Şimdi ben bununla saraydaki soyluların dedikodusunu da yapamazdım.

Kevin’la yaklaşık sekiz saat önce başlamış olan arkadaşlığımız sarsılmak üzereydi.

Yolun geri kalanını tek bir kelime dahi etmeden tamamladık ve baygınlık geçirecektim. Hava henüz aydınlanmadığı için etrafı inceleyemiyordum. Hoş, zaten orman yolunu bitirip herhangi bir canlının yaşadığına dair bir iz görebileceğim noktaya ulaşamamıştık. Acaba Rahlia’nın nüfusu kaçtı? Umarım tüm bu bilgileri öğrenebileceğim bir belgesel falan bulabilirdim.

Annem uyumuş muydu ki? Telefonumu fırlatmasam belki mesaj atardım. Gerçi okyanusun altında telefon çekmezdi muhtemelen. Onu özlemiş olmam normal miydi? Tek başına olduğu için doğru düzgün kahvaltı bile hazırlamazdı şimdi. Huysuz kadın. Her sabah kahvaltı masasını donatırdı ancak kendi adam akıllı bir şeyler yemezdi hiç. Bu yüzden sürekli onunla tartışırdık çünkü benim de oturup kahvaltı bitene kadar ona eşlik ettiğim günlerin sayısı parmakla gösterilecek kadardı. Al işte. Ağlayasım gelmişti. Ne vardı Kevin benimle iki kelime konuşup kafamı dağıtsaydı. Ketum herif!

Arven’in hastaneden çıkıp çıkmadığını öğrenmenin bir yolunu bulabilir miydim? Her şeye rağmen asla ölmesini istemediğimi fark ettim.

Rahlia’da telefon kullanamadığıma göre, güvercinle mi haberleşiyorduk? Bir güvercinin kanadına not bağlayıp Arven’e gönderdiğimi hayal ettim. Tepkisini kafamın içinde canlandırabiliyordum. “Bebeğim!” diye bağırırdı kesin. Hem de etrafta kim olduğunu umursamadan. “Bu romantizmi hak edecek ne yapmış olabilirim?”

Yaptığım her hareketi romantik bulması tatlıydı. Ona aldığım küçücük bir hediyeye bile büyük büyük tepkiler vermesini seviyordum. Güvercinimi görse kafayı yerdi! Gerçi henüz bir güvercinim yoktu. Zaten hayalimdeki Arven’de paralel evrende beni henüz Karla ile aldatmamış olan Arven’di.

Pekala… Belli ki kendimi ana kaptırıp her şeyi başka bir dünyada bıraktığımı düşünmem geçiciydi. Ve evet. Yeniden yaşananları hatırlayıp üzülmemin tek sebebi Kevin’dı!

“İşte burası.” Dedi Kevin ve o konuşana kadar ne kadar yürüdüm, nerede yürüdüm fark etmemiştim bile. Kendime gelip de kasvetli ruh halimden çıktığımda ise şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım.

Belli ki müştemilat benim bildiğim anlamıyla değildi.

Romantik komedi filmlerini bilir misiniz? Hani Noel’e yakın yayınlanan, asla adını duymadığımız ülkelerin, lüks içinde, sarayda yaşayan prenslerinin ve fakir ama gururlu genç kızların başrolde olduğu filmlerden bahsediyorum. Karlarla kaplı o devasa sarayları aklınızın bir köşesinde canlandırdıysanız, şu an onun tam üç katı büyüklüğünde bir yerden bahsettiğimi duyduğunuzda benim kadar şok olacağınızdan eminim. İki katlı, mütevazi bir ev beklediğim için kendime küfürler edip sakinliğimi korumaya çalışarak Kevin’a döndüm.

“Burada mı kalacağız?” Muhtemelen hala en az bir kilometre kadar yürümemiz gerekiyordu. Eğer şaşkınlığım geçerse Kevin’in eliyle işaret ettiği noktaya yeniden gözlerimi çevirebilir, biraz daha hayran olabilirdim.

“Prenses olduğunun farkında mısın? Sarayda kalacaksın tabi ki.” Dedi. Deli gibi gülesim vardı ancak yapmadım. Her şey o kadar… inanılmazdı ki. Kafayı yiyecektim.

“Müştemilat?”

Kevin parmağını başka bir noktaya çevirdi. Sarayın sol tarafında bina ikiye ayrılıyor, altı katlı devasa bir kısım yalnızca bir katla ana binaya bağlanıyordu. “Saray çalışanları o kısımda kalıyor.” Benim için saray çalışanlarının kaldığı kısım bile o kadar ihtişamlıydı ki üst üste defalarca kez daha şok oluyordum. Gri taş duvarları, mavi ışıklarla aydınlanıyor önümüzde kalan yolu da aydınlatıyordu. Henüz uzaktı ancak seçebildiğim kadarıyla gözüme ilk çarpan oldukça büyük bir avluydu. Etrafında birkaç yapı daha vardı ve o kadar küçük görünüyorlardı ki benim kadar falan olma ihtimalleri çok yüksekti. Şimdi anlıyordum ki dakikalardır yürüdüğümüz orman da sarayın arka bahçesiydi. Annemle iki katlı, mütevazi evimizi düşündüm. Her şeyden habersiz yaşadığım onca yıl orayı lüks olarak bile nitelendirdiğim zamanlar olmuştu.

Komikti. Muhtemelen buranın bir odası kadar bile değildi.

Ben bir prensessem annemin de bu sarayın kraliçesi olması gerekmez miydi? Kim bilir içeride nasıl insanlar -bekçiler- yaşıyordu? İşte şimdi babamın beni tanıştıracağı saray erkanına karşı içimde deli bir merak uyanmıştı.

“Hadi devam edelim.” Dedim heyecanla. Kevin omuz silkti. “Kalan yolu yürüyerek gitmeyeceğiz.”

Ah, çok şükür. Bir an otomobilin icadından habersiz olduklarından korkmuştum. Her yere yürüyerek gitmek aşırı zor olurdu. İyi de eğer böyle bir şansımız varsa neden onca yolu bana yürütmüştü? Sinirlerim bozulmuştu. Kendimi ona güzel bir fırça çekmeye hazırladım ancak Kevin ıslık çalınca kelimeler ağzıma tıkıldı.

“Gerçekten ıslıkla mı çağıracaksın adamı? Telefon kullanmıyor olmanızı kabullenmek çok zor!” ben hayıflanırken kıkırdadı. “Kimi? Kimi?”

İçimden bir ses şoförü olan lüks bir araç beklemediğimizi söylüyordu. “Şey… şoför?” kendimden asla emin olmayan ses tonuma karşılık Kevin bir kez daha kıkırdadı.

“Sen buraya alışmaya çalışırken, baya eğleneceğim sanırım.” Önüne döndü ve ıslıkla her neyi çağırdıysa beklemeye başladı. Kafam karman çorman halde, bu defa kendi isteğimle sessizliğe gömüldüm. Beyaz bir atın bize doğru koştuğunu görene kadar oldukça iyi de gidiyordum. Ancak sonrasında çığlığı bastım.

“Bu ne!”

Kevin yeniden kıkırdadı. Son bir saatte muhtemelen tüm hayatı boyunca güldüğünden daha fazla gülmüştü. Onunla bunu uzun uzun tartışmak isterdim ancak sanki bu at üzerime geliyordu.

Korkuyla ağaçlardan birinin arkasına saklanıp Kevin’a seslendim. “Onu durdurup sakince uzaklaştıracaksın değil mi? Beni ezmeyecek yani.”

“Hayır.” Dedi içimi rahatlatmak isteyerek. “Maria kimseye zarar vermez.”

Maria diye söz ettiği kişinin at olduğunu hazmetmem birkaç saniye sürdü. At Kevin’in önünde durduğunda ve o da atın yelelerini okşamaya başladığında kafamda bir şeyler şekillenmişti. Moral bozucu olduğunu iddia edebileceğim bir gerçek yüzüme çarptı. Tarih konusunda berbat olsam da on altıncı yüzyıl diye kastettiğinin ne olduğunu bir nebze anlayabilmiştim.

Rahlia gerçek bir teknoloji ve bilim düşmanıydı!

Sıkıntıyla derin bir nefes koyuverdim. “Ata bineceğiz değil mi?” Ağlamak istiyordum. Bağıra çağıra, tepinerek ağlamak hem de!

“Önden buyur.” Diyerek omzunun üzerinden bakıp bana yol verdi Kevin.

Hiç ata binmemiştim. Taya, midilliye ya da eşeğe de binmemiştim. Kısacası herhangi bir canlının üzerinde yolculuk yapmamıştım. Bunun için otomobil, uçak, gemi, otobüs; hepsini bir kenara bıraksak bile bisiklet vardı. Yürümek istemediğimde ya da yol uzun olduğunda neden tercihim bir canlı olsundu ki?

Buraya adım attığımda hissettiğim heyecanımı tümüyle öldürdükleri için Kevin’a ve Maria’ya kocaman bir teşekkür gönderiyordum!

“Hiç binmedim ki!” diye çıkıştım öfkemi asla gizleyemeyerek. Hoş. Tam olarak neye öfkelendiğim de belirsizdi.

“Merak etme. Sen sadece oturacaksın zaten.”

Minicik, ufacık, küçücük adımlarla Maria’ya yaklaşırken göz ucuyla Kevin’a bakıyor, güvenebileceğime dair bir kırıntı tanesi arıyordum ama güven veren bakışları içimi gram rahatlatmadı. Okyanusa atlarken olduğu gibi beni öpmesini istesem yersiz mi olurdu?

Tutmam için elini uzattı. Sonra da atın eyerini işaret etti. Başka çarem olmadığı için sessizce onun talimatlarına uydum ve kendimi var gücümle yukarı çekip atın üzerine oturdum. Daha doğrusu oturmaya çalıştım. Karnımın üzerinde durmak tam olarak ata binmek sayılmazdı!

“Çok zor ama bu!” diye bağırdım debelenerek. Neyse ki Maria görünüşünün aksine oldukça sakin bir hayvandı. Ancak bu benim yatışmamı sağlamamıştı. Terleyen avuç içlerimi görmezden gelerek bir elimle yuları, diğeriyle eyeri tutup doğrulmayı denedim. Biraz uğraştırmıştı ama sonunda en azından oturur pozisyona geçmeyi başardım. Ah! Ne kadar yorucuydu! Derin bir nefes alıp karşıya baktım. “Ay yüksekmiş!” diye cırladım aptal gibi. Kafamı Kevin’a çevirdiğimde beklediğimden daha aşağıda kalmıştı. Atların ne kadar büyük olduklarına hiç dikkat etmemiştim. Ya da buradaki atlar benim bildiklerimden daha büyüktü. Her şey o kadar beklentimin dışındaydı ki pek algılayamıyordum.

Kevin benden daha çevik bir hareketle atın üzerine zıplayıp hemen arkama oturdu. Ben iki bacağımı da aynı yöne sarkıtıp, kollarımla da ata sımsıkı tutunmuştum. Kevin sakince kollarımı kavrayıp beni biraz doğrulttu. “Kasma kendini.” Dedi yatıştırıcı bir tonlamayla. Elleri belime sürtünerek öne uzandı ve dizginleri kavradı. Tüm temaslarımız hafif bir rüzgar gibi tenimi okşayarak, kaybolup gitti. Zaten bu atın hareket edeceğini düşününce kalbim ağzımın ortasında atıyordu. Normal bir insan olsam dahi şu an herhangi bir şeyi hissedecek halim yoktu. Bu durumu belli etmemeye çalışıyordum ancak titrediğim için muhtemelen başarısız oluyordum.

“Güzelim arabanı neden okyanusun kenarında bıraktık ki?” diye hayıflandım bilmem kaçıncı kez.

“Hiçbir bekçinin bu değişime hazır olmadığını biliyorum çünkü. Bana uzaylı muamelesi yaparlar.” Dedi Kevin. Allak bullak olmuş ruh halime rağmen yüksek sesli bir kahkaha patlattım. “Yirmi birinci yüzyılda atla yolculuk yapıyor ve sanırım dumanla falan haberleşiyorsunuz. İnsanlardan daha güçlü varlıklarsınız ve dokunduğunuzda onları öldürebilirsiniz. Kan hırsızları diye asla haklarında fikir yürütmek istemediğim bir ırkın bile varlığını kabullenmekte sorun yaşamadınız ve minicik arabamız mı sorun oldu yani?” Siz diye bahsettiğim topluluğa ait olduğumu görmezden gelecektim.

Kevin bana cevap vermedi. Bunun yerine hızlıca ellerini indirip kaldırdı. Aynı anda beynim sarsıldı. Hareket ediyorduk.

Aman Tanrım!

Uçuyorduk adeta!

Refleks olarak yeniden ata sımsıkı sarıldım. “Öleceğim!” diye bağırdım korkuyla. Hızlıca inip kalkıyor, atla birlikte savruluyordum. Benim burada ne işim vardı? Lanet olsun! Evimi özlemiştim. Yatağımı özlemiştim. Arven’in bisikletini özlemiştim.

Gözlerimi kapatıp başka bir şeyler düşünmeye ve şu an bir atla birlikte uzaya fırlatılıyor olduğumu unutmayı denedim.

Yapamadım!

“Biraz zevk almaya çalışır mısın? Ne kadar özgür hissettiğine inanamayacaksın!” diye bir şeyler zırvaladı Kevin kulağımın dibinde. Onu umursamadım. Eğer ölmeden bu attan inmeyi başarabilirsem ona yapacaklarımı hayal etmek daha sakinleştiriciydi çünkü.

Yaklaşık üç dakika falan olmuş olmalıydı ki Maria yavaşladı. Birkaç saniye içinde ise artık sadece yürüyordu. Kulaklarımın uğulduyor olmasını yok sayarsak, hala hayatta olmama sevinebilirdim. Bugün ikinci kez ölümle burun buruna geliyordum. Üstelik henüz sabah dahi olmamıştı. Günümün ne kadar harika geçeceğine dair başka bir ipucuna ihtiyacım var mıydı?

Benim bir kilometre diye düşündüğüm yolun çok çok daha uzun olduğunu fark ettiğimde gözlerim aralanmıştı. Şimdi sarayın önünde, atın üzerinde doğrulup da geriye baktığımda katettiğimiz yol epey fazla görünüyordu. Kevin attan atlayıp elini uzattı. Kalp atışlarım normale dönmeye başlamıştı. Onu yumruklamamak için hiçbir sebebim yoktu. Gerçi… galiba yumruklamak için de bir sebebim yoktu.

Çaresizce uzattığı eli tutup atladım ve göğsüne çarptığımda kafamı kaldırıp gözlerine baktım. Gülümsedi. “Eğlenceli bir yolculuktu.” Dedi kaşlarını kaldırarak. “Kabul et.”

Ukala bir tebessümün onun için yeterli bir yanıt olacağına karar vererek arkamı döndüm. Odaklanmam gereken başka bir nokta vardı.

Saray…

Devasaydı. Ve… Çok güzeldi. Pencerelerinden süzen mavi ışıkları ve bir taş parçasına rağmen heybetli duruşu beni adeta hipnoz etmişti. Daha önce bu kadar hayran olduğum tek şey Arven’in mavi gözleriydi. Belki de mavi benim zayıf noktamdı. Aynı zamanda bana unutulmaz bir acı yaşatmıştı ancak bu, tüm mavilerin hayatımı mahvedeceği anlamına gelmezdi.

“Bu saatte giriş çıkışlar yasak olduğu için gizlice arka kapıdan gireceğiz.” Diyerek kolumu tutup beni çekiştirmeye başladı Kevin. Mızmızlandım. “Biraz daha bakamaz mıydım?”

Neredeyse koşuyordu. “Hadi. Emin ol güneş doğduğunda daha çok seveceksin.” Ona ayak uydurmaktan başka çarem olmadığına kanaat getirerek adımlarımı hızlandırdım. Küçük kahverengi bir kapının önünde duraksadık. Kevin usulca kapı kolunu indirdi ve kendimizi karanlık ve oldukça dar bir koridorda bulduk. Öyle ki ikimiz yan yana sığamadığımız için ben arkasından ilerliyordum.

“Eğer telefonum olsaydı flaşı açabilirdik.” Diyerek bir kez daha kendimce bekçilere laf soktum. “Sessiz ol.” Diye uyardı Kevin.

Of. Prenses değil miydim ben? Neden istediğim saatte ve istediğim gibi sarayımda dolaşamıyordum?

Sonunda geniş bir hole ulaştık ancak hala karanlıktaydık. Sabrım taşmak üzereydi. Kevin beni yeniden çekiştirmeye başladı ve karşımıza çıkan ilk kapıdan içeri soktu. Aniden aydınlık bir ortama girince gözlerim kamaşmıştı. Sonunda ışıkların açılmasına sevinecektim ki duvarlarda asılı duran, gaz lambalarına gözlerim takıldı. İçlerinde mavi ve kırmızı karışımı bir ateş yanıyordu.

Tabi ya!

Elbette elektrik yoktu! Demek ki sarayın pencerelerinden süzen mavi ışıkların sebebi bu ateşlerdi. Etkileyiciydi. Aynı zamanda olabildiğine ilkeldi de. Bir oyun oynamış ve yenilmiş gibi hissediyordum. Yolun sonu olan bu odada dikilirken aniden omuzlarımı düşürdüm. Bu taş devrini andıran hayatı keşfetme işinden oldukça yorulmuştum. Üstelik daha bir saat bile olmamıştı.

Gri taş duvarın ortasına yaslanmış çift kişilik yatağa ve hemen yanında duran dolap benzeri şeye baktım. Daha çok sandığa benziyordu ancak buna kafa patlatmayacaktım. Odayı üstünkörü inceleyip Kevin’a döndüm. “Burada mı yatacağım?”

Aniden durulmuş olmam onu şaşırtmıştı sanırım çünkü cevap vermesi uzun sürdü. “Evet. Sen yatağa geç. Ben şu koltukta yatarım.” Başımla onayladım. Sonra da yatağın üzerindeki kırmızı, sarı desenli saten örtüyü kaldırıp oturdum. Ayakkabılarımı çıkardım. Hazırladığım çantamın arabada kaldığını hatırlayarak kendime sövdüm. Ardından da uzanıp örtüyü kafama kadar çektim. Hayatımda yattığın en yumuşak yatak olmasının bile tadını çıkarmadan gözlerimi yumup uykuya dalmayı bekledim.

Hiçbir şey düşünmeden… Pat diye bilincimi yitirmek istiyordum. Uykudayken bu bilinmezliğin ortasında başıma gelecekler üzerine düşünmeyi de reddediyordum. Günün en şanslı saniyesinde olmalıydım çünkü birkaç dakika içinde zihnimi uykuya teslim edebilmiştim.

**

Gözlerimi karanlığa açtığımda bir günden fazla uyuduğumu zannederek korktum ancak sonrasında tepeme kadar çektiğim örtüyü fark edebildim. Hala aynı rahat yatakta olduğuma göre yine rüya falan görmemiştim ve Rahlia tümüyle gerçek bir yerdi. Dolayısıyla, saray ve aydınlanmak için kullandıkları ateş de öyle. Tabi Maria’da… Buna alışıp alışamayacağımdan emin değildim ancak başka çarem olmadığını bilmek işimi bir nebze kolaylaştırıyordu. Hayatımın bir anda bu denli yön değiştirmesi sıra dışıydı ama yıllardır yaşadığım bir garipliğin cevabını bulduğum düşünülürse, olması gerekendi de… Pek mantıklı birisi olduğum söylenemezdi ancak sanırım Rahlia’ya gelmek bakış açımı değiştirmişti. Babamla tanıştığım ya da aldatıldığım için de olabilirdi. Son birkaç günümü bir dizi tadında geçirdiğim hesaba katılırsa asıl aynı düşünebilmem saçma olurdu.

“Prensesimiz uyanmayı düşünmüyor sanırım.”

Kevin’ın sesi istemsizce iç çekmeme sebep oldu. Dakikalardır boş boş durup, üzerimdeki saten örtüyü incelediğimi çaktırmadan esner gibi yaparak doğruldum. “Günaydın asker.”

Ona lakap takacak kadar samimi olduğumuzu düşünüyordum. Sonuçta birlikte okyanusa atlamış, ata binmiş, bir kez öpüşmüş ve aynı odada kalmıştık. Şey… Biraz fazla mı ileri gitmiştik? Şartlar bazen kontrolü kaybetmemize sebep olabiliyordu tabi.

“Birinci kural; Sarayda gün doğar doğmaz herkes uyanmak zorundadır.” Dedi.

Hoş geldin Rahlia’lı kasıntı Kevin.

“Saçma. Okula veya işe gitmem gerekmiyorsa, neden sabahın köründe kalkayım ki? Ayrıca gece bilmem kaçta uyuduk zaten.” Dünyada da geceleri sürekli uyuduğum söylenemezdi gerçi ancak neden bu sırrımı Kevin’a verecektim ki? Suratında herhangi bir değişim olmadığını fark ettim. En güçlü silahımı sona saklamıştım. “Prensesim ben. Ne istersem onu yaparım.” Ayağa kalkarken omuz silktim. Bu konuyu sonsuza kadar uzatıp başının etini yiyebilirdim ancak üzerindekileri görünce gülmeye başladığım için konu kendiliğinden kapanmış oldu.

“Neden deri tayt giydin?” keşke fotoğrafını çekebilseydim. Moralim bozulduğunda bakıp dakikalarca kahkaha atardım.

“Dün söylediklerim kafanda hiçbir şey canlandırmadı mı gerçekten?” diyerek savunmaya geçti ancak bu beni susturmamıştı. “Kevin! Şaka mı bu? Rahlia’da erkekler böyle mi giyiniyor? Ben nasıl sokaklarda gülmeden yürüyeceğim?”

Onun ciddi anlamda sinirlendiğini görünce daha yüksek sesle güldüm.

“Biraz cinsiyetçi misin sen?” Ah! Beni öldürmek istiyordu! Kahkahalarım bitene kadar bir şey söylemedim. Kevin’da dolabının içini karıştırmaya başladı ve benim üzerimdeki ilgisini tamamen çekti. Yeniden yatağın üzerine çöktüm. Gece yeterince inceleyemediğim odaya göz gezdirmeye başladığımda artık gülmüyordum. Hem bu o kadar komik değildi sanırım. Sadece bir şeyleri abartmaya ihtiyacım vardı. Arven ve Karla’nın birlikte olduğunu öğrendiğim gün, ayağıma vuran ayakkabılarıma ağladığım gibi…

Odanın yuvarlak olduğunu şimdi fark etmiştim. Yatak başlığı gereğinden fazla büyüktü ve anlamsız bir şekilde çelikti. Yerler ve duvarlar, sarayın dış cephesi gibi dikdörtgen, gri taşlarla kaplıydı. Gardırop ve sandık karışımı dolap kahverengiydi. Çoğu şey beni şaşırtmamıştı aslında ancak odanın tam ortasındaki küvet zihnimi cidden zorluyordu.

“Odanın ortasında mı duş alıyorsunuz?”

Başını usulca sallayarak beni onayladı. Ardından, “Bir şeylere şaşırman ne zaman geçer acaba?” diye söylendi kendi kendine.

Kısık bir sesle yanıtladım onu. “Muhtemelen hiçbir zaman.”

Sonrasında derin bir sessizlik oldu. Dün gece buraya ilk geldiğimizde hissettiğim o yorgunluk yeniden omuzlarıma çökmüştü. Tekrar uyumak fena olmazdı. Yatağa uzandım. Aynı anda Kevin’ın yüksek sesi kulaklarımı doldurdu. “Uyuyamazsın Lisa!”

Emir eri miydim ben onun? Ne diye bağırıyordu?

Korkmuştum!

“Babam dinlensin dedi ya!” diye aynı tonlamayla konuştum. Ayağa fırlayıp karşısına dikilmiştim. Onun hakkında düşündüğüm iyi duyguları neden yerle bir ediyordu ki şimdi? Saray’daki Kevin’dan nefret etmiştim.

“Üstüne doğru düzgün bir şeyler alın da dedi ama.”

Hala kıyafetlerimin oldukça makul olduğunu düşünsem de Kevin’ın deri taytından sonra kastettiklerinin dekolteyle ilgisi olmadığına kanaat getirmiştim.

Kapı tıklatılınca, başlamak üzere olan kavgamız rafa kalktı. “Kim ki?”

Kevin “Gel.” Diye seslendi gözlerini üzerimden çekmeden. “Victoria’dır.”

Victoria’yı tanıyor olmam mı gerekiyordu? Neden kırk yıllık arkadaşımmış gibi konuşmuştu. “Yani?”

Cevap alamadan kapı aralandı ve genç bir kız belirdi. Beline kadar uzanan kızıl saçları ve ela gözleri vardı. Oldukça beyaz olan teni bana üşüdüğünü düşündürmüştü ancak içerinin sıcağına rağmen bir de uzun kollu bir elbise giydiği için bu ihtimali hızlıca eledim. En fazla benimle yaşıt olmalıydı. Yüzündeki sevimli gülümseme hoşuma gitmişti.

Kaşlarımı hafifçe yukarı kaldırdıktan sonra usul usul Kevin’a eğildim. “Kız arkadaşın mı?” diye sordum heyecanla. Kendime harika bir dedikodu malzemesi bulmuştum ama anlatacak tek bir tanıdığım bile yoktu. Kevin’in kız arkadaşının dedikodusunu Kevin’la yapamazdım ki! Babamla mı yapsaydım?

“Saçmalama!” derken az daha beni dövecekti sanki. Platonik miydi acaba? Aralarını yapabilir miydim?

Rahlia eğlenceli bir yer olmaya başlıyordu.

“Victoria kız kardeşin Lisa.”

Hah.

Şakacı.

“Anlamadım.” Dedim. Farklı bir dil konuşmuş gibi kelimeleri beynimde karşılıksız kaldı. “Merhaba.” Diye şakıdı Victoria heyecanla koşup boynuma atlarken. Hadi ama! Bu benim için bile fazlaydı!

“Abla olamam ben.” Aklımı yitirmeme ramak kalmıştı.

Victoria’nın dokunuşu ben de pek bir etki yaratmadığı için onu geri çekmedim ama bu üç saniye önce tanıştığım ve kız kardeşim olduğunu iddia eden biriyle sarmaş dolaş olmak istediğim anlamına gelmiyordu.

“Abla sayılmazsın ki. Aramızda Dört ay var sadece.”

Bu iş hakikaten canımı sıkmaya başlamıştı. “Dört ay mı?”

Babam gerçek bir şerefsizdi!

Annemi terk edip hemen arkasından başka bir kadını hamile bırakmıştı.

Erkekler! Keşke hepsi yok olsaydı!

Victoria’nın benden ayrılmayacağını kabullenerek ben de ona sarıldım. Üstelik birini sakatlamaktan korkmadan dokunmak iyi hissettiriyordu ve hali hazırda bir kardeşi bulmuşken şansımı değerlendirebilirdim.

Çenemi omzuna dayadığımda göz ucuyla Kevin’a bakıyordum. “Hepinizden nefret ediyorum.” Diye mırıldandım dişlerimi sıkarken.

Ellerini ben ne yaptım der gibi kaldırdı ancak umursamıyordum. Erkek olması yeterli değil miydi?

Sonunda uzaklaştığımızda gülümsedim. Babamın korkunç biri olduğunu hazmettikten sonra, bu tatlı kızın kardeşim olmasına aniden sevindiğimi fark etmiştim. Üstelik Rahlia’daki yalnızlığıma bir nebze su serpebileceğine inanıyordum. Hem zaten ben birileriyle tanışmaya bayılırdım. Burada babamın ailesiyle karşılaşacağımı biliyordum elbette. Rahlia’nın bir kraliçesi ve benden başka prensesi olabileceğini hesaba katmıştım. Garip gelebilirdi ancak on sekiz yaşındayken hop diye bir kız kardeşe sahip olmak, buradaki insanların telefonun varlığından habersiz olmasından daha az şaşırtıcıydı.

“Alışverişe birlikte gidersiniz. Benim ufak bir işim var. Size eşlik edemeyeceğim. Muhafızlar yeterli olur zaten. Bu ara taşra suskunmuş.” Dedi Kevin. Sözlerini irdelemek gibi bir niyetim yoktu. Devlet işleri hiç ilgimi çekmemişti.

“Bana uyar.” Derken hareketlenmiştim ancak Victoria önüme geçip beni durdurdu. “Beğenmediğimi düşünme ama… Bu kılıkta dışarı çıkamazsın.”

Gözlerim önce onun üzerindeki, petrol mavisi yere kadar uzanan düz elbise de dolandı. Ardından kendi dar pantolonuma baktım. Oldukça farklı göründüğümüz aşikardı. Tüm bakışların üzerimde olmasından hoşlanmadığımdan değildi ancak belli ki Rahlia buna hazırlıksızdı.

Elini kaldırıp birilerine gel işareti yaptı. Kahverengi, çelik zırh giymiş, dev gibi iki adam içeri girdi. Harika. Muhafızlar tam da kafamda canlandırdığım gibilerdi.

“Lisa için getirdiğim elbiseyi verebilir misiniz?” dedi Victoria. Muhafızlardan biri sessizce elinde katlı duran giysileri uzattı.

“Teşekkürler.” Dedim alırken.

“Seni dışarıda bekleriz.” Victoria arkasını dönüp odadan çıktı. Kevin’da hiçbir şey söylemeden peşinden gitti. Odada yalnız kaldığımda yüzümde manasız bir tebessüm belirmişti.

Ne hissetmem gerektiği hakkında bir fikrim yoktu. Bu yüzden belki de her şeyi olağan akışına bırakmak ve sadece bana söylenilenleri yapmak en iyisiydi.

**

At arabası gibi bir seçeneğimiz olduğunu öğrenmek içime su serpmişti. Böylesi çok daha güvende hissettiriyordu. Kıyafetlerim hoştu. Üzeri beyaz, gömlek yakalı ve belden aşağısı diz altıma kadar uzanan mavi etekli bir elbise giymiştim. Belime de kalın deri bir kemer takmıştım. Kemeri Kevin’ın dolabından arakladım. Odadan çıktığımda onu göremediğim için henüz haberi yoktu ancak sorun edeceğini sanmıyordum.

Victoria oldukça cana yakındı. Sohbet etmeyi çok seviyordu ve yol boyunca konuştuğumuz her şey bomboştu. Ondan epey hoşlanmıştım. Eğer babamla tanışmamış olsam bu çenesi düşüklüğün genetik olduğuna inanabilirdim.

At arabasından, patika bir yola adım attık. İki katlı evlerin bulunduğu geniş bir sokağın başındaydık. Binalar ahşaptı. Bekçileri sürekli siyah giyinen ve her fırsatta dövüş talimi yapan ajanlar gibi hayal etmiştim ancak zamanda yolculuk yapmış gibiydim. Hepsi oldukça sıradandı. Gerçekten bir tarih filminin setindeydim sanki. Eğer her şey böyle tek düze ilerliyorsa, İnsanlardan bu denli güçlü olmamızın ne manası vardı?

Bu dünyaya alışmam uzun sürer miydi bilmiyorum ancak soru işaretlerim pek kolay bitmeyecekti.

“Bekçilerin arasına karışmadan babamın sana iletmemi istediği kurallardan bahsedeyim.” Dedi Victoria yan yana yürüyorken. Üç tane muhafız hemen arkamızdaydı. Bana doğru eğilip sesini biraz alçalttı. “Sürekli etraftakilere soru sormanı istemiyor. Gerekli her şeyi daha sonra açıklayacağını söyledi ama istersen bana sorabilirsin. Bir de prenses olduğun şimdilik gizli kalacakmış.”

Eh… İstekleri makul sayılırdı. Kafamı salladım. “Tamam. Akşam yemeğine kadar çenemi tutabilirim herhalde.” Beni soylulara takdim ettikten sonra çoğu şey daha kolay olacaktı sanırım.

“Benim dolabımdakileri giyebilirdin aslında ama hayatının geri kalanını burada geçireceğin düşünülürse, çok fazla şeye ihtiyacın olacak. Babam saray terzilerine gitmemizi istedi ama ben Rahlia’yı tanımanın daha iyi olacağını düşündüm.” Dedi Victoria hızlı hızlı. Onu şaşkınlıkla izliyordum. “Biliyor musun?” gülümsedim. “İlk defa kendimden daha fazla konuşan biriyle tanışıyorum.”

Kıkırdadı. “Saray hayatının ne kadar sıkıcı olduğunu bir bilsen. Babam durumu bize açıkladığında abim ve annem çıldırdılar ama ben sevinçten havaya uçacaktım az daha. Durumu garipsemedim bile.”

Cümlesini normal şartlarda iltifat olarak kabul edebilirdim ama bir de abim olduğunu öğrenmek tadımı kaçırmıştı. İşte bu baya gereksiz olmuştu.

“Abin nasıl biri?” Kraliçeyle muhatap olmak gibi bir niyetim yoktu bu yüzden onun hakkında soru sormadım.

“Babama benziyor…” diye girmişti ki sözünü kestim. “Aman tamam. Daha fazlasını duymasam da olur.” Belli ki diğer kardeşimle pek anlaşamayacaktım.

Yolun geri kalanında Victoria bana kısaca sarayın işleyişinden bahsetti. Tüm çalışanlar müştemilat kısmında kalıyorlardı ve geri kalan devasa bölüm sadece kraliyet ailesi ve yakın akrabalarla, önemli konuklara aitti. Bu bana biraz haksızlık gibi gelmişti ancak yönetimi sorgulayacak halim de yoktu. Beni asıl şaşırtan çalışan sayısının iki yüz otuz yedi olmasıydı. Üstelik bu bahçe korumaları ve orman muhafızları dışında kalanlardı. Onlarla birlikte bini buluyordu. Her akşam ve sabah yemek saatleri sabitti ve bir dakika dahi geç kalınamıyordu. Annem olsa bu katı düzene bayılırdı. Aniden babam ve annemin ne kadar uyumlu oldukları gerçeği suratıma çarptı. Birlikte olsalar nasıl bir hayatım olurdu merak ediyordum.

Kadın erkek ayrımı var diyemezdik aslında ancak kadınlar saray işlerinde çalışmayı pek tercih etmiyorlardı. Yine de bu muhafızların hepsi erkek demek değildi. Yarı yarıya olmasa da adaletli bir dağılım olduğunu söylemişti Victoria.

Her bekçi on beş yaşından on sekiz yaşına kadar savunma dersi alıyor ve karşılaşma ihtimalleri oldukça düşük dahi olsa kan hırsızlarına karşı dövüş tekniklerini öğreniyorlardı. Kan hırsızlarıyla ilgili soru sorduğumda beni yanıtsız bırakmıştı.

“Muhtemelen seni hızlandırılmış bir eğitime almaları gerekir ama çabuk öğrenirsin merak etme. Zaten ölene kadar kullanman gerekmeyecek. Rahlia angaryası işte.” Diyerek bitirdi açıklamalarını. Neden kan hırsızları hakkında kimse benimle açık açık konuşmuyordu anlayamamıştım. Çok mu tehlikelilerdi? İnsan veya bekçilerden ne farkları vardı ki? Ya da belki de o kadar uzun zamandır görünmemişlerdi ki, kimse haklarında doğru düzgün bilgi sahibi değildi. Babamın verdiği kitabı çantamla birlikte Kevin’ın arabasında unuttuğum için bilgi almanın başka bir yolunu bulmam gerekiyordu. Yarın ilk işim bir kütüphane falan aramak olacaktı.

Küçük bir dükkana girdiğimizde sohbetimiz sona erdi. Victoria içerideki yaşlı ancak diri kadına hafifçe gülümsedi. Bekçilerle ilgili fark ettiğim bir diğer şey, hiçbir yaşlının gerçekten yaşlı görünmemesiydi. Yani yaşının büyük olduğunu anlıyordunuz ama hepsi hala dimdik duruyordu. Bu içlerindeki bekçi geninden kaynaklı olmalıydı.

“Hoş geldiniz prenses.” Diyerek hafifçe öne eğildi kadın. Beni kastetmediğini bilsem de prenses kelimesi beni heyecanlandırdı. “Annie, bana geçen gönderdiğin parçalardan ayarlayabilir misin yine? Bu defa biraz daha çeşit olsun ama. Ayakkabı ve takılardan da istiyorum.” Derken göz ucuyla bana baktı Victoria. Ona ufak bir tebessümle karşılık verdim. Kadın bir beni bir de Victoria’yı süzdü. “Aynı ölçülerde mi olsun?”

“Hayır. Arkadaşımın ölçülerinde olacak.” Diye yanıtladı Victoria. Annie’nin bakışları değişti. Önündeki tezgahta duran mezurayı alıp yanıma yaklaşırken yüz hatları gerilmişti. Öyle dikkatli bakıyordu ki neredeyse beni bir yerden tanıdığı düşünecektim.

“Aynanın karşısına geçebilir misiniz hanımefendi?” dedi nazikçe. Hiçbir şey söylemeden dediğini yaptım. Mezurayı belime dolayıp ölçtü ve tezgahtaki kağıda bir şeyler karaladı. Yeniden yanıma gelip bu defada mezurayı göğsümün çevresinde gezdirirken kulağıma eğildi. “Sarayda mı yaşıyorsunuz?” diye fısıldadı yalnızca benim duyabileceğim bir sesle. Sesi tüylerimi ürpertmişti. “E-evet.” Dedim emin olamayarak. Aniden sorguya çekilmişim gibi hissetmeme neden olmuştu.

Suratını buruşturdu. Kokuyor muydum acaba? Neden bana iğrençmişim gibi davranıyordu?

“Öyle mi?” Diye mırıldandı bu defa da. “Tünellerin sonundaki geçitten uzak dur olur mu güzel kızım?”

Ne demek istediğini gram anlamadım ve bu da beni ürküttü. Victoria’ya sorabilirdim ama kadının itinayla sessiz konuşması bunun gizli kalması gerektiğini düşündürtmüştü. Ağzımda bakla ıslanan bir tip değildim ancak sanırım Rahlia’yı biraz daha ciddiye almam gerekiyordu. Belki de Kevin’a söylemeliydim. Ya da bir yolunu bulup Rahlia’dan kaçmalıydım emin değildim. O kadar gerilmiştim ki, birisi adımı söylediğinde yerimden sıçradım.

“İşimiz bitti.” Dedi Victoria. Aynadaki yansımama baktım. Sonra da kadınınkine. Bir an için yeşil gözlerinde bir ışık süzmesi belirdiğini gördüğümü sanarak irkildim. Kirpiklerimi kırpıştırıp yeniden baktığımda geçmişti. Nefes alamayacakmışım gibi elimi göğsümün üzerine koydum. “Teşekkürler.” Diye bir şeyler geveledim ağzımda belli belirsiz. Bakışlarını bir an olsun üzerimden çekmeden gülümsedi.

“Rica ederim. İyi günler.”

Bu kadar kısa sürede üzerimde bıraktığı etki akıl almaz boyuttaydı. Oysa insanlarla iletişim konusunda dünyanın en rahat insanı falan sayılırdım ama kadının enerjisi sanki ruhumu emmişti.

Neredeyse koşar adımlarla kendimi dükkanın dışına attım. Bayılacak gibiydim. Her şeye alışabilirdim. Elektrik olmamasına, ata binmeye, sarayda yaşamaya, bu değişik kıyafetlere… Ancak bu olağanüstü durum karşısında kendimi kaybetmiş gibiydim.

“İyi misin Lisa?” diye sordu hemen arkamda dikilen Victoria. Yolun ortasında durmuş nefes almaya çalışıyordum.

“İyiyim.” Dedim zorlukla çıkan sesimle ama değildim. Çünkü Rahlia’daki farklılıkları olağan akışına bırakmaktan tam şu noktada vazgeçmiştim. Bir şeyleri kendi çabalarımla keşfetmem gerekeceğini anlamıştım. Burası bir tarih filmi seti değildi. Yenildiğim bir oyun da… Aklım yeni başıma geliyordu sanki. Başka bir evrende, belki başka bir zamanda ve doğaüstü varlıkların arasındaydım. Daha fenası ben de onlardan biriydim. Kadının ışıldayan gözlerini zihnimden bir türlü silemiyordum. Belki de neyin içine düştüğümü anlamama yardım ettiği için ona minnet duymalıydım.

“Bir kütüphane falan bulabilmemiz mümkün mü?” diye sordum Victoria’ya daha sıradan bir sesle. Sakince başını salladı. “Tabi. Seni saray kütüphanesine götürebilirim.”

Konuşmak istemediğim için ona yalnızca bakışlarımla teşekkür ettikten sonra at arabasına doğru ilerlemeye başladım. Hiçbir şeyi akışına falan bırakamazdım. Neyle karşı karşıya olduğumu acilen öğrenmek zorundaydım. Atladığım ufak bir detay vardı. Ben buradakiler gibi değildim. Çünkü hem insan hem bekçi kanı taşıyordum. Bunun dengeleri değiştirebilecek bir bilgi olabileceği seçeneğini ise yeni hesaba katmıştım.

Loading...
0%