Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Bölüm-Bir Akşam Yemeği

@melikemn

🔥
 

Bir sorunum olduğunun farkına vardığımda altı yaşındaydım. Bunun için pedagogla sayısız görüşmeler yapmaya başladığımda yedi; tomografi, röntgen gibi tıbbi testlere tabi tutulduğumda sekiz yaşındaydım. Antidepresanlar eşliğinde hayatıma devam etmeye çalıştığımda on birime varmıştım. Kendimi bir şekilde kabullenerek bir düzen oturttuğumda ise on üçüme… Rafa kalkan ilaçlar, iptal edilen doktor randevuları eşliğinde her şey oldukça normalmiş gibi hayatımı sürdürmeye başlamaya karar verdiğimde lisenin ilk senesiydi. Şimdiye kadar bir kez dahi sarılamadığım annemle gerçek sorunlarımızın baş gösterdiği, arkadaş çevremin aniden değiştiği ve hayatıma Arven’in girdiği zaman… Ona aşık olduğumda sanki dünya çok daha katlanır bir yer haline gelmişti. Hiç içine kapanık bir insan olmamıştım ama onunla çiçek açmıştım adeta. Ona hastalığımdan bahsettiğimde ikinci sınıfın başıydı. Sınıfın en arka sırasında yan yana oturuyorduk ve itinayla kaçındığım temaslarımın altında bir sebep arayıp duruyordu. Yanlışlıkla omzuna çarptığımda ve yere savrulduğunda bitmek tükenmek bilmeyen teorileri son bulmuştu. En azından artık koktuğumu zannetmeyecekti. Ya da teninin yağlı olduğunu. Aslında pamuk gibiydi ve parfümü dünya üzerindeki en güzel aromaya sahipti ama bunun için onu ikna etmek zor olmuştu.

Benden koşarak kaçacağını sanıyordum ancak yapmadı. Bunun yerine usulca saçlarımı okşayıp başını omzuma koydu. “Dokunmak nedir ki zaten?” dedi güven verici bir ses tonuyla. “Birkaç saniyelik hazdan daha fazlasına ihtiyacımız var bizim. Beni heyecanlandırman için bakman bile yetiyor Lis.”

Cidden dokunmak nedir Arven? Beni aldatmana sebep olan şey mi?

Sessizliğim Victoria’yı ürkütmüş olacak ki, Saraya varana kadar defalarca kez iyi olup olmadığımı sordu. Zihnim yine neden Arvenli anılara kaymıştı ki? Beni benden bile önce kabullenen o olduğu için mi? Yoksa hastalık sandığımız şeyin onu öldürmeme sebep olabilecek bir üstünlük olmasıyla yüzleşmenin ağırlığından mı? Ya da ona ve hatta dünyaya ait olmadığımı dahi yeni kabullenmişken, yeni dünyamın da dışına itilmemden mi?

Rahlia’ya ait hissetmek güzel olurdu. Çoğu ilkelliğine bile alışabilirdim ama içimden bir ses onların bana alışamayacağını söylüyordu. Annie bana ne yapmıştı bilmiyorum ama yüreğimde garip bir kıvılcım yakmıştı sanki. Ve bu kıvılcım beni kavuruyordu.

Kütüphane olduğunu tahmin ettiğim salonun önüne geldiğimizde Victoria ile aynı anda duraksadık. “Aklına takılan bir şey olduğunda bana gel lütfen. Kendini yabancı gibi hissetmeni istemiyorum.” Dedi elini omzuma koyup, gülümserken. Ona aynı tebessümle karşılık vermeyi denedim. “Tamam. Merak etme. Biraz alışmama izin versen yeter. Eminim Bekçilerle ilgili yeni bilgiler öğrendiğimde, bu daha kolay olacak.”

Beni anlayışlı bakışlarıyla onayladı. “Odam en üst katta. Bu taraftan çıktığında soldaki büyük, siyah kapı. Yemek saatinden önce gel de seni hazırlayalım.” Daha ben sormadan ekledi. “Yemek altıda. Kütüphanede bir duvar saati var.”

Kafamı salladım. “Görüşürüz Victoria. Her şey için teşekkür ederim.” Derin bir nefes alarak arkamı döndüm ve neyle karşılaşacağımı asla kestiremediğim kütüphanenin içerisine adım attım.

Yine taş duvarlar ve taş zeminle kaplı bir salonun üst katındaydım. Aşağıya inen iki farklı merdiven vardı. Tavandan sarkan ihtişamlı avizenin her bir uzantısında mavi, kırmızı ateşler parlıyordu. Sayamadığım kadar fazla kitap koridoru, sık aralıklarla dizilmişti. Beklediğimden büyüktü. Açıkçası neden hala bir beklenti içine girdiğimi de anlamıyordum zaten. Rahlia beni belli ki sürekli şaşırtacaktı.

Umut ettiğim tek şey, kitapların alfabetik sıraya göre dizilmiş olmasıydı. Tam karşımdaki koridora giderek kitapları incelemeye başladım. Buradakilerin hepsi M ile başlıyordu. Bu da işimi kolaylaştıracaktı. Geriye çıkıp tek tek tüm koridorları dolandım. Sistemini pek çözememiş olsam da en azından K harfinin olduğu bir yer bulmayı başarmıştım ve Kan Hırsızları yazan ilk kitabı elime aldım.


Sayfaları toz içinde kaldığı için ilk açtığımda az daha boğuluyordum ama sessiz olup, dikkat çekmemek adına öksürüğümü içime gömdüm. Etrafta kimse var gibi görünmüyordu ama yine de şu an rahatsız edilmek istemiyordum.


Kitap koridorlarından çıkıp, alt kata, masaların olduğu bölüme indim. Tahta sandalyelerden birini çekip oturdum ve kurcalamaya başladım.

Bir saatin sonunda Kan Hırsızlarına bu ismin insanlar tarafından takıldığını ve ırkın asıl adının Feniks olduğunu öğrenmiştim. Asırlar önce ilk ortaya çıkışları Feniks kuşunun yanlış bir büyü sonucu geçirdiği değişimden kaynaklanıyordu. İnsan formuna bürünen bu kanatlı kuşlar, kanla besleniyorlardı. Ürkütücüydü ancak yetmiş beş farklı vampir filmi izlediğimden olsa gerek, en garip gelen kısım burası olmamıştı.

Kanatları ve gözleri çoğunlukla mor renkteydi. Kitabın orta kısmında küçük bir örneği resmedilmişti. Devasa kanatları olan insanlar… İlginçti.

Kendi aralarında ürüyemiyorlardı. Ölmüyorlardı da. Bir Feniks kuşu yanıyor, küllerinden bir yenisi doğuyordu ancak nasıl yandıklarına dair bir bilgi bulamamıştım. İnsanlarla birlikte yaşamaya başladıkları anlardan itibaren onları bir seks kölesi gibi kullanmış, üstelik bu birleşmeler sonucu yapı olarak bozuk çocukların ortaya çıkmasına da sebep olmuşlardı. Bu bozuk çocuklar çok kısa süre yaşayabiliyor olsalar da Fenikslerden çok daha fazla kana ihtiyaç duyduklarından insanlar için iki katı tehdit oluşturuyorlardı. Bu olaylar on ikinci yüzyıla denk geliyordu.

Fenikslerin sayısı bir kasabayı dahi doldurmayacak kadar olmasına rağmen özellikle Asya ve Avrupa’da ciddi bir korku hegemonyası oluşmuştu. O zamanın kısıtlı imkanlarıyla mantıklı bir açıklama bulamadıkları bu canlılardan korunmak için de okuduğum kitabın deyimiyle, yanlış yollara sapmışlardı. İşte adını ilk kez, bu kısımda görmüştüm.

ABASİS.

Onunla ilgili daha fazla bilgiyi elimdeki kitapta bulamayacağımı fark ederek bu seferde A harfinin olduğu koridora yöneldim ancak kitapların hiçbirinin kapağında ismini görememiştim. Okyanusa atlarken, Kevin’ın Rahlia’nın Abasis’in büyüsü sayesinde korunduğunu söylediğini anımsadığımda bir üst koridora geçmem gerektiğine kanaat getirdim.

Alfabetik sırayı yerle bir ederek en başa kurulmuş, oldukça kalın bir ansiklopedi. Üzerinde alabildiğine büyük harflerle işlenmiş tek kelime. Büyücüler…

Masama geri dönerek kitabı araladım. İlk sayfadaydı. Büyücülerin en güçlüsü… Aslında bir nevi onların Tanrısıydı. Sayfalar süren yazının bir kısmını okuyabilmiştim ve anladığım tek şey onun olağanüstü yeteneklere sahip, tapılası bir varlık olmasıydı. Bir de on üçüncü yüzyılın başlarında, insanlar iyiden iyiye Kan Hırsızlarının kölesi konumuna geldiğinde onlarla mücadele etmesi için seçilmiş bir insan topluluğundan bekçileri yaratmıştı. Bu kadar güçlüyse neden Kan Hırsızlarını yok edip sorunu kökten çözmemişti diye düşünürken kitap bunun cevabını da hemen bir sonraki sayfaya gizlemişti. Büyü bir şeyi doğrudan yoktan var edemez ya da var olanı yok edemezdi. Ancak dizginler veya bunun için bir vesile doğururdu. Kainat Bekçileri, insanların Fenikslerden kurtulması için bir vesileydi ve aslında bir süre ortalık epey durulmuştu da. Ancak sonrasında doğaüstü güçlerinin etkisinde kalan bekçilerden birkaçı bunu çıkarları doğrultusunda kullanmaya başlamıştı. Bazıları insanlar üzerinde otorite kurmaya çalışmış, bazıları ise Fenikslerle ve insanlarla ilişki yaşamıştı ve her iki karışımdan da ortaya çıkan sonuç oldukça tehlikeli olarak addediliyordu. Melez ırklar kötüydü. Tüm okuduklarımdan çıkardığım acı verici bir sonuç vardı. Benim hayatta olmam doğru değildi.

Büyücülerin kendine has bir ışıkları vardı. Bunu yalnızca onlar istediğinde görebilirdiniz ve diğer ırklardan onları ayırabilmenin tek yolu da buydu. Bu yüzden onların kendi dünyaları yoktu. Sayıları veya nerede yaşadıkları hakkında bir bilgi görememiştim. Anladığım kadarıyla bunu kimse bilmiyordu. Eh, sanırım ben bir tanesiyle karşılaşmıştım.

Hızlıca yeni bir kitap bulmak için başka bir koridora gittim. Kainat Bekçileri Tarihi…

On üçüncü yüzyılda ortaya çıkmış, on altıncı yüzyılda okyanusun içine hapsedilmişlerdi. Üç ırkın birbirine düştüğü büyük bir kaos yaşanmış, yüzyıllar sonra yeniden Abasis’in ortaya çıkışına sebep olmuştu. Bu noktada bir lanetten bahsediliyordu ancak içeriğinin ne olduğunu üç kitapta da bulamamıştım. Irkların birbirinden ayrılması ve kendi dünyalarına hapsedilmesi olabileceğini düşünerek başka bir kitaba odaklandım.

Arkama yaslanıp derin bir nefes aldım. Öğrendiklerimi hazmedebilmek için zamana ihtiyacım vardı. Sandığımdan daha karmaşık ve bir o kadar da olağanüstü bir dünyaya aittim ve daha fenası bu dünyanın içinde hatalı bir üretimdim.

Oldukça kalın olan kitapların çoğu şeyi üstün körü anlattığına kanaat getirerek, daha fazla detay öğrenebilmek adına tüm koridorları dolandım. Dikkatimi çeken kitapları kolumun altına sıkıştırıp bir kez daha masama döndüm ve üst üste yığdım. Ondan fazla kitabım olmuştu ve normal şartlarda mesaj okumaya bile üşenen ben, hepsini incelemek için can atıyordum.

Bekçiler ortalama iki yüz elli yıllık bir ömre sahipti. Feniksler ölümsüzdü. Daha doğrusu ölümleri bizim bildiğimizden bir tık farklıydı. Babam insanların kendilerini bir silahla korumaya aldıklarından bahsetmişti. Fenikslerden korunmak için ise büyülü bir silah daha vardı. Kitapta bu, İgnis hançeri olarak geçiyordu ve kısıtlı sayıdaydı. Bir Feniksin yanarak kül olmasına sebep oluyordu. Üstelik bir Feniksi hançerlediğinizde Feniksle birlikte hançerde kül oluyordu. Yani bir İgnisle yalnızca bir Feniks öldürebiliyordunuz. Yeni bir Feniks oluşması için küllerin bir arada olması lazımdı yani onları bir nevi öldürmek için küllerini dağıtmak gerekiyordu. Birkaç büyücünün bir araya gelmesiyle mühürlenmiş İgnis hançerlerinin nerede olduğu ya da nasıl kullanıldığı ise şu an için bir sırdı.

İnsanlar ait oldukları yerde; dünyada, Bekçiler okyanusun içinde; Rahlia’daydı. Feniksler ise Abasis tarafından Zaman Çukuruna kapatılmıştı. Burasıyla ilgili adından başka hiçbir bilgi yer almıyordu.

Böyle kitap mı olurdu? Her şeyin üzerini örtmüşlerdi. Kitapların bir şeyleri gizlediği nerede görülmüştü ki?

Stresle iç çektikten sonra ellerimi saçlarımın arasından geçirdim. Dirseklerimi masanın üzerine koyup ellerimle kafama vurdum. Başka bir yolu olmalıydı. Kütüphane sorularıma cevap vermiyor, aksine yeni bir ton soru doğuruyordu.

Abasis neredeydi mesela? Lanet neydi? İgnis hançerleri neden kayıptı? Ya da bitmiş miydi? Bekçiler gibi Kan Hırsızları da Zaman Çukuruna hapsedildiyse niye bununla ilgili bir bilgi yoktu?

İstediğim cevapları tam anlamıyla bulamayacağımı anlayarak ayaklandım. Gözüm duvarda asılı duran büyük saate takıldı. Altıya yirmi vardı.

Kaç saat olmuştu? Beş mi? Beynim patlamak üzereydi. Uyumak istiyordum ama Sarayın diğer ucundan Kevin’ın odasına nasıl gideceğimi bilmiyordum ki.

Rahlia’da ilk günüm beklediğim gibi geçmemişti ve sanırım bundan sonraki hayatım da sürprizlerle dolu olacaktı. Hiç aynı anda bu kadar fazla sorunu düşünmem gerekmediği için allak bullak olmuştum. Bir şeyleri anlamlandırmalıydım ama bunun yolunu bulamamıştım. Hiçbir fikrim olmayan bu dünyayı nasıl tek başıma çözecektim ki zaten? Yardıma ihtiyacım vardı ama yardım alabileceğim kimsem yoktu.

Bir şekilde Kevin’ın odasına ulaşmak için kütüphaneden çıktığımda az daha Victoria’ya çarpıyordum. Aynı anda çığlık attığımızda korkuyla geriye sıçradım.

“Lisa! Kaç dakikadır seni bekliyorum? Yemek saati geldi. Bu halde katılman gerekecek şimdi.”

Ah. Ben yemeği tamamen unutmuştum. Yemek yiyebilen bir canlı olduğumu dahi unutmuştum!

“Özür dilerim. Kıyafetim çok mu dikkat çeker?” Onu baştan ayağa süzdüm. Yere kadar uzanan dökümlü, yeşil bir elbise giymişti. Göğüs kısmı gümüş işlemeliydi. Kolları aşağıya doğru genişleyerek sarkıyordu. Şimdi bakınca benim epey sönük kalacağım ortadaydı ve bu hiç alışık olmadığım bir durumdu ama inanılmaz bir şekilde umurumda da değildi.

Rahlia bana ne yapmıştı?

“İdare edeceğiz artık.” Dedi Victoria ve bana yaklaşıp, elleriyle saçlarımı düzeltti. Elbisemin belini kavrayıp aşağıya çekti ve omuzlarımdan tutup gözlerimin içine baktı. “Neyse ki hayran olunası bir auran var.”

Kız kardeşim beni her geçen saniye biraz daha etkiliyordu. Bu arada iltifat bağımlısı olduğumdan bahsetmiş miydim?

Tek elimle saçlarımı geriye savurdum. “Merak etme. İnsanlar bana bayılırlar zaten.” Bir saniye durdum. “Bence Bekçiler de bayılacaklar.” Koluma girdi ve beni çekiştirmeye başladı. Sarayın boş, taş koridorlarında ve geniş merdivenlerinde yürüdük. Devasa kapıların önünden geçtik ve hepsi kapalıydı. Yolda karşılaştığımız muhafızlar bize başıyla selam verdi. Ya da reverans yaptı emin değilim ama kendimi ünlü biri gibi hissetmeme sebep oluyorlardı.

Havalıydı.

Sonunda büyük bir salona adım attığımızda kalabalık tahmin ettiğimden fazlaydı. Soylular ne kadar çoktu böyle? Soylu olmak kolay bir şeydi sanırım. Oldukça uzun bir masanın etrafına toplanmış garip giyimli Bekçiler, içeri adım attığımız anda anlaşmış gibi aynı anda bize döndü. İlk defa tüm gözlerin üzerimde olması beni rahatsız etmişti. Bakışlarıyla uzaylı olduğumu düşündürttükleri için olabilirdi. Kostüm partisine geldiğimi farz ederek kendimi sakinleştirmeyi denedim.

Olmadı.

“Merhaba?” dedim dayanamayarak. Victoria beni koluyla dürterken, üzerimdeki gözler şaşkınlıkla büyüdü. “Ne var?” omuz silktim. “Küfrettim sanki.”

Kahverengi ahşap masanın en başındaki, bordo, kadife sandalyeye yerleşmiş olan babam usulca başını bana çevirip boğazını temizledi. Bakışlarıyla bana susmam için yalvardıktan sonra ise yeniden önüne döndü. “Başlayabiliriz.”

Birden herkes yemeklerine odaklanınca, tuttuğumu fark etmediğim nefesimi serbest bıraktım. Babamın iki yanı doluydu. Bir tarafında kızıl, düz saçlı bir kadın oturuyordu. Devasa büyüklükte takıları ve porselen gibi bir cildi vardı. Bu kadar güzel olması canımı sıkmıştı. Onun karşısında ise yirmili yaşlarında esmer bir adam oturmuştu. Üvey annem ve abim olduklarına kanaat getirdiğim bu iki Bekçiden bakışlarımı uzaklaştırıp onların yanında karşılıklı olarak boş bırakılmış iki sandalyeye odaklandım. Victoria ve bana ayrıldığını düşündüğüm yerlere ilerledim. Üvey anneme nazaran daha güvenli bulduğum abimin olduğu tarafa yöneldim ve boş sandalyeye oturdum. Sonra da tam karşıma yerleşen Victoria’ya gülümsedim.

Büyük beyaz tabağımın bir tarafında salatayı andıran yeşil bir oluşum vardı. Oluşum diyorum çünkü içindeki bitkilerin hiçbirini tanımıyordum. Belli ki maydanoz veya marul tercih etmiyorlardı. Hemen yanında bir tavuk budu, tanıdık bir ürün görmek beni sevindirmişti, tabağın ortasında da elma dilim patates… Masanın orta sırasına boydan boya, mezeyi andıran dolu tabaklar yerleştirilmişti ama onların tadına bakmak gibi bir niyetim yoktu. Şu sıralar güvenli limanları tercih edecektim. Önümdekilerden tatmin olmuş sayılırdım. Eh, en azından beklediğim kadar kötü değildi.

Herkes kendi yemeğine odaklandığı için ben de altın rengi çatalımı alıp tabağımı kurcalamaya başladım. En lezzetlisi olduğunu düşündüğüm patatesi alıp sakince tattım. Fena sayılmazdı. Hiç olmazsa patates olduğundan emindim.

Yaklaşık on dakika sonra yavaş yavaş yemekler azalıyordu. Sanırım şu an Rahlia’daki en mutlu anımdı çünkü doyduğumu hissediyordum. Belki artık kafam daha iyi çalışır ve öğrendiklerim zihnimde bir anlama kavuşurdu.

“Afiyet olsun.” Dedi babam kafasını kaldırıp tek tek hepimizin yüzüne baktıktan sonra. “Sana da.” Diye mırıldandım son lokmamı çiğnemeyi bitirip. Masanın altından Victoria ayağıma vurdu. Neden ben konuştuğumda ateş etmişim gibi davranıyordu?

Tek bir kelimemle masada yeni bir gerginlik yarattığımı fark ettiğimde, gerçekten susmamın daha hayırlı olacağına karar verdim. Anlaşılan Kralla konuşmak, ya da genel olarak konuşmak burada bir problem oluşturuyordu. Benden kocaman bir eksi almışlardı.

“Hepinizi bugün buraya toplamamın bir sebebi var.” Diye girdi babam söze birkaç saniye sonra. İpek peçeteyle ağzımı silip geriye yaslandım. Söylediğinde ne yapmam gerektiğini bilmediğim için beynimde birkaç ihtimal üzerine düşündüm. Teşekkür mü etmeliydim? Prenses olduğumu herkes öğrendi diye teşekkür etmek saçma mı olurdu? Belki de bir konuşma falan hazırlamalıydım. Kütüphanede vaktin nasıl geçtiğinin hiç farkına varamamıştım. Bu yüzden bir hazırlık yapmaya fırsatım olmamıştı. Of. Aniden savunmasız hissettim. Masadaki en yakın gördüğüm kişiye, kız kardeşime dönüp sessizce yardım çığlıkları gönderdim ama bana bakmıyordu. Harika. Tek başımaydım.

“Sizi Lisa ile tanıştırmak istiyorum.” Dedi babam gereğinden fazla gergin bir sesle. “Bundan sonra Sarayda bizimle kalacak.”

Yeniden üzerime dönen gözlere karşı sevimli görünmeye çalışarak usulca el salladım. Sanırım Bekçilerin sevimlilik anlayışı bir tık farklıydı çünkü kimsenin bana tebessüm etmek gibi bir niyeti olmamıştı.

Babam sözlerini oldukça yavaş ve kelimelerin üzerine basa basa sürdürdü. “Kendisi benim taşrada değer verdiğim biri. Ailesini yakın zamanda kaybetti. Burada Prenses koruması olarak eğitim alarak, Victoria’ya eşlik edecek.”

Rahlia’da henüz bir günüm dahi tamamlanmamıştı ancak şaşırdığım, şok olduğum, sinirlendiğim ve üzüldüğüm birçok an yaşamıştım. Hepsini aynı hissettin mi diye sorarsanız da size şu anı örnek verebilirdim.

İster inanın ister inanmayın, prenses olup insanlara emirler yağdırmak ya da bu lüks hayatın bir parçası olmak için yanıp tutuşmuyordum. Gösterişi severdim. İlgiyi severdim. Kendimi de severdim aynı zamanda ama egomun bir kısmını dünyada bırakmıştım. Burada çok daha önemli sorunlarla mücadele edeceğimi fark edebilmiştim çünkü. Yine de ona, beni yok sayabileceğini düşündüren neydi merak ediyordum.

Ben böyle bir izlenim vermediğimden emindim.

Bir halt yediyse arkasında durmayı da öğrenseydi! Beni buraya sürükleyip, prenses kızına hizmetçi yapamazdı! Ne beni ne de annemi aşağılamasına izin vermeyecektim. Ben vardım. Onun kızıydım. Bu Sarayın da prensesiydim.

Usulca damarlarıma yayılan öfke, bedenimi ele geçirdi.

Düşünmedim. Harekete geçtim.

Hızlıca ayağa fırlayıp önümdeki tabağı tek elimle yere attım. “Neden kendimi ben tanıtmıyorum ki?” kollarımı göğsümde birleştirip, soylulara üstünlük taslayan bir bakış attım. Babam yumruğunu sertçe masaya vurdu. “Otur Lisa!”

Onu umursamadım. “Belli ki Kralımız yaptığı hataları örtmek için…” bir kez daha masaya vurdu ancak bu defaki çok daha yüksek sesliydi. Öyle ki irkilerek geriye doğru bir adım attım. Sandalyemin yere düşmesiyle de ikinci kez sıçradım.

“Victoria, Lisa’yı dışarı çıkar!” diye gürledi ürkütücü bir sinirle. Ona döndüm. “Hiçbir yere gitmiyorum ben. Henüz konuşmam bitmedi.” Meydan okuyan bakışlarıma karşılık, kıpkırmızı olan yüzünü bana çevirdi. “Dışarı çık.” Dedi üzerine basa basa. Şu an hiç de bir baba gibi durmuyordu. Hoş, benim için asla bir baba olmayacaktı zaten ama yine de ödümü koparan bir tarafı olduğunu itiraf etmeliydim.

Victoria neredeyse koşarak yanıma ulaştı. O sırada hemen yanımda oturan ve yalnızca on beş dakika önce karşılaşmış olduğum abim eteğimi çekip beni durdurmaya çalışıyordu. Mükemmel bir aile tablosuydu gerçekten!

“Lütfen benimle gelir misin? Söz veriyorum bana bağırmana izin veririm ama burada bir şey yapma.” Victoria’nın yalvaran gözlerini ve neredeyse ayağıma kapanacakmış gibi duran surat ifadesini görmezden gelmeyi çok istedim ancak her şeye rağmen ne yazık ki vicdanlı biriydim. Birkaç saniye düşündüm. Babama şimdi, burada haddini bildirmek için yanıp tutuşuyordum ama sanırım Victoria’nın çaresizliği karşısında pes etmek zorundaydım.

“Pekâlâ…” kolumu hızlıca çekip önüne geçtim ve bir hışımla salonu terk etmeden önce yeterince hırsımı almadan içimin rahat etmeyeceğine karar vererek babamın önündeki tabağı da yere fırlattım. Benim kızı olmamı bir sorun olarak görüyorsa, ona asıl sorun nasıl olunur gösterecektim.

Uzun ve büyük koridoru geçtim. Merdivenleri indim. Yolu bilmiyordum ancak Victoria ve onun, dolaylı olarak da benim abim olan kişi peşimden geldiği için durmak niyetinde değildim ama bilmemek bazen problem olabiliyordu. Şu an olduğu gibi. Gidecek yerim kalmamış ve koca bir duvarla bakışıyordum.

“Nasıl bu kadar hızlı koşabilir? Daha eğitimi bile yok.” Diye söylendi Victoria yanıma yaklaşırken. Oflayarak yüzümü onlara döndüm.

“Selam, abi.” İsmini bilmediğim için ona başka türlü hitap edemezdim.

“James.” Dedi çok da umurumdaymış gibi. Omuz silktim. “Orayı terk ettim ya işte. Hiçbir şey söylemedim de. Ne diye peşimden geliyorsunuz?”

Victoria korkuyordu. James ise daha çok beni öldürmek istiyordu sanki.

“Krallığa nasıl bir sorun açtığının farkında mısın?”

Değildim. Onların aptal krallıklarından da nefret ediyordum ayrıca. Hepsi Cehennemin dibine gidebilirlerdi. “Burada her şey bu kadar abartılıyor mu gerçekten? Ne kadar şovcusunuz?” ikisi de bana başka bir dil konuşuyormuşum gibi bakınca, kullandığım kelimelerin fazla dünyasal olduğunu anladım.

“Yasalar gereği idam edilmen gerekebilir Lisa.” Dedi Victoria neredeyse fısıldayarak.

“Yuh!” diye bağırdım kendimi tutamayarak. “Krala iki bağırdım ve tabağını devirdim diye beni öldürecekler mi? Daha neler!” Nasıl bir şeyin ortasına düşmüştüm böyle? Kendimi sakinleştirmek için çaba harcıyordum ama her şey o kadar saçmaydı ki hazmetmem imkansızdı sanki.

“Kısa süreli zindan cezasıyla kurtulur. Son karar krala ait sonuçta. Gerçi ben olsam en ağır cezayı almasını sağlardım ama dua etsin ki henüz Kral değilim.” Diyerek bana değil de Victoria’ya cevap verdi James. Bir düzenleri olduğunu anlamaya ve uyum sağlamaya çalışıyordum ama yani gerçekten kimse bunun bir saçmalık olduğunun farkına varmıyor muydu? İnsanlardan ayrılmış ve farklı bir dünyada yaşıyor olabilirlerdi ancak çok sık olmasa da onlarla iletişim kurabiliyor veya aralarına karışabiliyorlardı. Babam onlardan birinden çocuk yapmıştı be! Beni takip etmek için Kevin aylarca bizimle yaşamıştı. Ne var biraz örnek alsalardı?

O kadar gerilmiştim ki duygularım ve düşüncelerim birbirine girmiş, kafam allak bullak olmuştu. “Cidden bir şeylere alışmaya çalışıyorum ama kabul etmeniz lazım ki siz de çok zorsunuz!”

Geldiğim dünyayla ilgili ufacık bir fikirleri dahi olmadığını hesaba katarsak, zor olduklarını onlara kabul ettirebilmem mümkün görünmüyordu. Hem onlar çoğunluktu. Tüm bekçilere bir savaş açamayacağım aşikardı. Tek başıma buraya medeniyet ve bilim taşıyamayacağım da… Hem zaten medeniyet ve bilim diye düşündüğüm olgunun varlığından bile şüphe etmeye başlamıştım şu anda.

“Sence bir akıl hocasına ihtiyacımız var gibi mi duruyor? Hem olsa bile bu sen misin? Babam zamanında bir hata yaptı diye, bunun sorumluluğunu biz çekmeyeceğiz. Rahlia’da çekmeyecek. Ya kurallara uyarsın. Ya da başının çaresine bakarsın. Yeterince yük oluyorsun zaten.”

James kötü biriydi.

Ondan iğrenmiştim.

Zaten sorsalar, asla bir abim olmasını istemezdim. Sözleri çok az kalbimi kırmıştı ama belli etmedim. Gözlerim doluyordu ama bunu da saklamayı başardım. Yanlarından sinirle geçip, geçerken de sertçe omzuna çarptım. Ben hissetmemiştim ama onun hissettiğini biliyordum.

Koşarak kaçma niyetindeydim ama yine aptal çenemi tutamayıp durdum.

“Biliyor musun James?” dedim arkamı dönüp yüzüne bakmadan. “Rahlia’nın gelecekteki Kralı umarım sen olmazsın. Çünkü acımasız birisin. Ayrıca şu an için ilerideki konumum ne olacak bilmesem de eğer kayda değer bir noktada olursam kral olmaman için elimden geleni yapacağım. Abi…” Son kelimemi imalı bir tonlamayla söylemiştim. Ona meydan okuyordum ama elbette yapacağımdan değildi. Zaten böyle bir gücüm falan da yoktu, olamazdı da. Ve söylediklerim de ona tutuklanmam için ikinci bir sebep vermiş olmalıydı ama sinirlerini bozmuştum ve kısa bir galibiyet hazzı duymamı sağlamıştı. Tatmin olmam için yeterliydi.

Yeniden hareketlendiğimde Victoria arkamdan bağırıyordu ama şu an onunla da konuşmak istemiyordum. Keşke Kevin’ın nerede olduğunu bilseydim. Belki o beni bir nebze anlardı.

Acaba muhafızlardan birine söylesem beni ona götürür müydü? Gerçi tutuklanma ihtimalim olduğu için herhangi bir muhafızla sohbet etmemek hayrıma olur gibi duruyordu. Nasıl sürekli suçlu konumuna düşmeyi başarıyordum? Gerçekten kolluk kuvvetlerince aranmadığım herhangi bir galaksi kalmış mıydı?

Sarayın çıkış kapısını bulamadığım için sonsuza kadar iniyormuş gibi görünen merdivenleri takip etmeye karar verdim. Bir noktada bittiğine ve beni avluya çıkaracaklarına inanmak istiyordum.

Dakikalar geçti. Adımlarım yavaştı ancak yorulmuştum. Yaklaşık altı kat falan inmiştim ve hangi katta olduğuma dair bir fikrim yoktu. Yanımdan birkaç muhafız geçmişti. Hiçbir şey yokmuş gibi yüzlerine dahi bakmadan yoluma devam ettim ve yanımda Victoria olmayınca ben de pek ilgilerini çekmemiştim. Telefon, telsiz veya herhangi bir iletişim aracı olmadığından olsa gerek, sanırım henüz beni kırmızı bültenle aramaya başlamamışlardı. Bu ilkelliğin işime yarayacağını söyleseler asla inanmazdım ama bakın işte, olmuştu.

Birkaç saniyeliğine duraksayıp, nefes alışlarımı düzene soktum. Burada yaşayanların spor salonuna falan yazılmaya hiç ihtiyaçları yoktu. Günde bir defa şu merdivenleri inip çıksalar, iki ayda on kilo verirlerdi.

Kendi zihnimden geçen düşüncelerim, içimdeki beni güldürdü. Sanki Rahlia’da adım başı spor salonu varmış gibi… Hah. Ağlanacak halime gülüyor olabilir miydim?

Bugün beynimi çok fazla yormuştum anlaşılan. Akıl sağlığımı yitiriyor gibiydim. Öğrendiklerimin yükünü bile üzerimden atamamıştım, bir de aptal Saray soytarılarıyla uğraşmam gerekmişti. Zindana atacaklarmış. Yok artık. İsterlerse bir de aslanlara yem etselerdi.

Yaparlar mıydı?

Rahlia’da aslan var mıydı ki?

Bu ihtimali asla diyerek reddedememek ürkütücüydü.

Saray dışarıdan bakıldığında en fazla yedi, sekiz katlı gibi duruyordu oysa. Neden bir türlü en alta inmeyi başaramamıştım ki? Victoria’yla çıktığımız merdivenlerden değil de başka taraftan gidiyordum sanırım. Ah… Kafam iyice karışmıştı. Bir tek babamın Sarayında kaybolmam eksikti zaten.

Merdiven inmekten vazgeçerek koridor boyunca yürümeye başladım. İçimden bir ses doğru yönde olduğumu söylüyordu. Hoş. İçimdeki ses beni hiçbir zaman doğru yönlendirmemişti ama bu ona güvenmekten vazgeçeceğim anlamına gelmezdi. Hem sanırım bu defa emindim. Bir güç beni çıkışa götürüyordu. Görünmez bir el tarafından yardım edildiğini farz edebilirdim. Sonuçta bu dünyada böyle şeyleri kimse garipsemezdi.

Dışarıda kuvvetli bir rüzgâr olmalıydı çünkü ilerledikçe ses çoğalıyordu. Bu da çıkış kapısına yaklaştığım anlamına gelirdi. Harika. Duvarlar üzerime geliyormuş ve beni aralarında tost edeceklermiş gibi hissetmeye başlamıştım. Gece büyük bir hayranlıkla baktığım Saray, artık midemi bulandırıyordu. Burada para kullanılıyor muydu acaba? Kendime bir iş bulup, taşraya yerleşmeye karar vermeme ramak kalmıştı.

Koridorun sonunda çok daha dar bir koridora döndüm. Buraya geldiğimizde Kevin’la gizlice geçtiğimiz o dar koridora benziyordu ve tek başıma bile zorlukla sığmıştım ama artık rüzgârı sadece duymuyor, hissediyordum da. Hatta bir tık da üşümüştüm ancak bu şu an kayda değer bir sorun değildi. Burası bana müştemilata yaklaştığımı düşündürtüyordu. Oradayken Kevin’ın odasını bulmak kolay olurdu. Ardından saatler sürecek bir uykuya dalacaktım ve James’i öldürme planlarımdan vazgeçene kadar da uyanmayacaktım. Herkes için böylesi en iyisiydi. Eminim olanları duyunca Kevin, Saray kurallarını boş verip odaya kapanmamın daha hayırlı olacağına karar verecekti.

Gümüş rengi, zorlukla aydınlanan bu koridorda bile parlaklığıyla adeta gözlerimi alan bir kapıya ulaştım. Kapı kolu veya ona benzer bir şey göremediğimden, omzumla ittirerek açmayı denedim ve çat diye sonuna kadar aralanınca da irkilerek geri çekildim. Açıkçası bu kadar kolay olmasını beklemiyordum.

Şükürler olsun ki açık havaya adım attım. Bakışlarımı tüm görkemiyle gökyüzüne tutunmuş dolunaya çevirdim. Gözlerimi yumdum ve kardeşlerimin ve diğer aile fertlerinin üzerimde bıraktığı kasvetten kurtulmaya çalıştım.

“Ne bu? Bekçilerin bize ikramı mı?”

Hay aksi!

Sanırım görünmezliğim buraya kadardı. Yakalanmıştım. Kabul edecek miydim? Tabi ki hayır.

Yeniden Saraya girip, var gücümle koşarak kaçmak için arkamı döndüm ancak koca bir boşlukla karşılaşınca tek bir adım dahi ilerleyemedim. “Biliyorum Kralın henüz söylemek gibi bir niyeti yok ama sorduğunuzda inkâr edemez eminim. Kızıyım onun. Prensesim yani.”

Karanlıkta net seçemediğim muhafıza kendimi açıklamak için çabalarken, bana doğru yaklaştığını fark ettim ve aramızdaki mesafe azaldıkça, tek başına olmadığını da…

“Prensesmiş bir de duydunuz mu? Onu öldürmemiz yeni bir savaş başlatır mı?” dedi başka bir ses. Az önce beni buraya getiren iç sesim bu defa da bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu. İç sesimden nefret ediyordum.

“Buraya gelebildiyse, sonuçlarına katlanır.” Bir başkası daha. Kaç kişilerdi ve kimlerdi gerçekten anlayamıyordum ama korku, iyiden iyiye bedenimi sarmaya başlamıştı. “Pardon, biriniz bana nerede olduğumu söyleyebilir mi? Çünkü Sarayın müştemilat bölümüne geçmeye çalışıyordum ve…” Aynı anda kulaklarımı dolduran kahkaha sesleri, lafımı kesti. Can sıkıcı tiplerdi.

“Sizce kokusunda bir gariplik yok mu?” Sesin geldiği yöne döndüğümde, az daha birinin göğsüne çarpıyordum. Büyük cüsseli adamın yüzüne bakmak için, biraz da çekinerek başımı kaldırdım.

“Frederick.” Diye uyardı diğeri. “Rahat bırak onu. Önce biraz inceleyelim. Bir bekçi görmeyeli yüzyıllar oldu.”

Kalbim neredeyse ağzımın ortasında atıyordu. Az buçuk bir tahminim olsa dahi bunu dile getirmeye hatta zihnimden geçirmeye dahi cesaret edemediğim için, son raddeye kadar yalanlayacaktım. Bu kadar kolay olamazdı. Daha ilk günden böyle bir belaya bulaşmış olamazdım.

“İnsan gibi de kokuyor Rafael. Melez mi acaba?” dedi Frederick. Geriye doğru bir adım atıp ondan uzaklaşmaya çalıştığımda başka bir gövde beni karşıladı. “Yasak değil mi?”

Bir mucizeye ihtiyacım vardı. Bunlara yem olmak istemiyordum. Tanrı aşkına! Aptal mıydım ben?

Aptaldım tabi!

Annie’nin sözleri usulca beynime süzüldü. “Tünellerin sonundaki geçitten uzak dur olur mu güzel kızım.”

Lanet olası iç sesim! Hepsi senin yüzündendi!

Rafael bir adım geri çekildi. Göz bebekleri saniyeler içinde renk değiştirdi ve mora döndü. Ardından sırtında neredeyse benim kadar olan iki kanat belirdi. Ben yaşananları şaşkınlık ve korku içinde izlerken onun yüzüne anlam veremediğim bir tebessüm yayılmıştı. “Neyse ne? Sıkılıyorduk burada zaten. Bize de eğlence olur.” Bir saniye sonra mor kanatlı canlı sayısı beşe çıktı. Kendi etrafımda tur atarken, yedi olmuştu.

Nefesim göğüs kafesimi yırtmak istercesine beni zorluyor, tüm organlarımı bedenime sıkıştırıyordu. Başım da dönmeye başlamıştı. Bayılırsam, bunun ölüm olduğunu biliyordum bu yüzden zihnimi uyanık tutmak için üstün bir çaba harcamam gerekti. Artık gerçeği inkâr etmenin de bir anlamı kalmamıştı çünkü nasıl olduğunu hala anlamasam da her şey gün gibi ortadaydı.

Burası Zaman Çukuruydu ve bunlarda Kan Hırsızlarıydı.

Loading...
0%