@melikemn
|
Kitabı okuyan birkaç kişi var biliyorum. :) Lütfen beğeni ve yorumlarınızı eksik etmeyin. :) Bir otomobilin bana çarptığını hatırlıyorum. On yaşındaydım. Hayatımda tehlikeli olarak isimlendirebileceğim en belirgin anımdı. Çok hızlı değildi ancak normal bir insanın herhangi bir kemiğinin kırılmasına sebep olabilirdi. Ben ise, doktorların deyimiyle, mucize eseri bir çizik dahi olmadan bu kazayı atlatmıştım. Mucize… Güzel bir anlamı olması gerekmez miydi? Bir bebeğin doğumu mucizeydi mesela. Ruh eşini bulup evlenmek bir mucizeydi. Sevdiğin tüm insanlarla aynı gün ölüp, hiçbirinin acısını görmemek mucize… Ama bedenine değen hiçbir teması hissedemiyor olmak, iyi bir şey değildi ki. Yedi milyar insanın arasında tek başına olmak asla mucize olamazdı. Olsa olsa bir ceza olurdu. Sabahlara kadar bu düşüncelerle mücadele ederek, sabaha karşı uykuya daldığım çok fazla gün geçirmiştim. Arven’le ve Karla’yla çok kez denemiş, her defasında canlarını yakmıştım. İyi anlaşmayı hiçbir zaman başaramadığım annemi bir defa bile öpemediğim için ağladığım onlarca anı sayabilirdim. Yine de bununla yaşamaya alışmıştım. Son zamanlarda çok da sorun etmiyordum hatta. Kimseye dokunmuyordum ve temasları hissedemiyordum. Ne olmuş yani? Kolu bacağı olmadan hayatına devam eden insanlar varken, neden nankörlük edecektim? Bana iki seçenek sunsalar ve bundan sonra insanlara dokunabileceğim başka bir evrene gitmek mi yoksa dünyada kimseye dokunmadan yaşamak mı deseler hiç tereddüt etmez eski hayatıma dönerdim. Annemle yaşamanın güzelliğini hafife almıştım. Arven ve Karla’dan bile o kadar tiksinmiyordum hatta anlayışla karşıladığımı bile söyleyebilirdim. Ölümle burun buruna geldiğinizde öncelikleriniz değişiyordu. Gurur bir rafa kalkabiliyordu mesela. Onun yerini özlem alıyordu. Nefret gereksiz bir duyguydu. Sevmek güzeldi. Bir daha kimseyi sevemeyecek olmak berbat… Etrafım mor kanatlı, insan formundaki canlılarla sarılıyken zihnimden bin bir farklı düşünce geçmişti. Aslında Saray bile birkaç dakika önceki kadar korkutucu görünmüyordu gözüme. Zaman Çukuru öyle bir yerdi ki, hayatımda tiksindiğimi söylediğim her şeye beni razı etmişti. Frederick ve Rafael bir nebze olsun benden uzaklaşıp, en azından nefes alacak alan bıraktıklarında ikinci kez şansımı denedim. “Prenses olduğumu duydunuz değil mi? Rahlia kralının kızıyım yani. Emin olun bana zarar vermenizin bir bedeli olur.” Sözlerimin bana dahi komik gelmesini bir kenara bırakırsak, en azından konuşabiliyor olmama şükretmeliydim. “Sevdim onu Rafael.” Dedi başka bir ses. Bir kadına aitti ama kim olduğunu görmek için dönüp bakmaya cesaretim yoktu. “Bir bekçiye göre fazla tatlı.” Alay mı ediyordu yoksa ciddi miydi emin olamamıştım ama bunu bir umut ışığı kabul edecektim. Ah, çaresizlik ne kötüydü. “Ne önerirsin peki Chloe?” diye sordu Rafael küçümsercesine. “Ona merhamet edip dünyasına geri gönderelim ve burada sıkıntıdan patlamaya devam mı edelim?” Neden bana oyun konsoluymuşum gibi davranıyordu ki? Eğlenmek istiyorsa gidip kendine başka bir oyuncak bulsaydı. Canlıydım ben bir kere! Kan Hırsızları da en az bekçiler kadar ilkeldi belli ki. Sevgili Abasis, beni duyuyor musun bilmiyorum ama gördüğün gibi buralar pek bana göre değil. Dünyama dönmemi sağlayacak bir büyü falan varsa yapman mümkün mü acaba? “Kanının tadına önce ben bakayım demek istemiştim.” Dedi Chloe. Sana güvenende suçtu zaten! Vicdansız Feniks topluluğu! Umarım hepinizin yanıp kül olurdunuz ve külleriniz yedi cihana dağılırdı! Bana doğru yaklaşan, sarı saçlı kadını görünce onun Chloe olduğunu tahmin ederek bir iki adım geri çekildim. Gülümsedi. Mor gözleri kısılmıştı. Normal bir insan gibi görünürken nasıl bu kadar ürkütücü olabiliyorlardı anlamak güçtü. Zorlukla yutkundum. Boğazıma bir yumru oturmuştu. Göğsüme ve kalbimin ortasına da… Rahlia maceram hızlı sonlanacaktı. Eh, kader… Neyse ki geride beni özleyecek tek bir bekçi dahi bırakmamıştım. İşte buna mucize denebilirdi. Chloe elini kolumda, boynumda ve omzumda gezdirdi. Dokunuşu bir bekçininkinden farksızdı. Demek ki hangi ırk olduğunun önemi yoktu. Herhangi bir teması gerçekten hissetmem mümkün değildi. Bu canavarların arasından kurtulmanın bir yolu olmadığını kabullenerek gözlerimi yumdum. Daha önce hiç ciddi ciddi ölüm hakkında düşünmemiştim. Okyanusa atlarken bile… Zihnimde günahlarımı ve sevaplarımı tartmaya çalıştım. Böyle düşünüce de hiç sevabım varmış gibi gelmemişti. Kesin cehenneme gidecektim. Bekçiler de cehenneme gidebiliyor muydu? Tam anlamıyla bekçi de sayılmazdım gerçi. Korkudan tüm vücudum titriyordu. Ya da bu Chloe’nin ellerinden kaynaklanıyordu bilmiyorum. Bunu düşünmeyecektim. Boynuma çarpan güçlü bir nefes hissettim. Vay canına. Dokunuşu bile üzerimde etki yaratmazken, nefesinin bu denli güçlü olmasına inanamamıştım. Bir el önce belimi sonra bacaklarımı kavradı. Ellerinin ağırlığıyla midem karıncalanmıştı. Ölmüş müydüm? O yüzden mi her şey bu kadar berraktı? Tenimdeki baskı gitgide artıyordu ve sanki tim hücrelerim alev almıştı. Daha önce kendimden başka kimsenin vücudumda bir iz bırakamadığını hesaba katarsak, bir an eller bana ait olabilir mi diye bile düşündüm ama hayır. Başkasıydı. Birisi bana dokunuyordu ve başımı döndürmüştü. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı belli ki. Bu kadar iyi hissetmem imkansızdı. Azrail’imin gözlerine bakmak için kirpiklerimi usulca kırpıştırarak görüşümü yeniden kazandım. Kehribar… Güzel renkti…. Kulaklarına kadar inen, siyah, parlak saçları vardı. Buğday teni, keskin yüz hatları… Ölüm meleklerinin bu kadar yakışıklı olması haksızlıktı. Uçuyor muydum? Neden beynim durmuştu? Hem… Canım yanmıyordu. Etraf kan gölüne de dönmemişti. Aklımı toparlayarak bir kez daha kollarının arasında bana yavru bir kediymişim gibi hissettiren adama baktım. Bana gülümsedi. Kesinlikle bir sorun vardı. Ölmek bu kadar güzel olamazdı. Zihnim allak bullak olduğu için yaşananlara anlam veremediğim birkaç saniyenin ardından kendimi toparlamaya çalıştım. İşte o an, en başta farkına varmam gereken durumu algılayabilmiştim. Uçuyordum! Kafamı belki de refleks olarak hızlıca aşağı çevirdim. Beni izleyen onlarca çift göz vardı. Rafael, Frederick ve Chloe’de oradalardı. Ben ise tam ortalarında ölümü beklerken bir anda kendimi gökyüzünde bulmuştum. Ufak bir düzeltme. Gökyüzünde, bir adamın kollarının arasında… Muhtemelen bir Feniks… Ve belki de yapmam gereken son şeyi yaptım. Çığlık attım. “İmdat!” Şok olmuş bir ifadeyle bana bakan bir çift kehribar gözün beynimi bu denli sarsması garipti ama afalladığımı belli etme niyetinde değildim elbette. Çığlığımın ardından ayaklarım yere değdiğinde hızlıca geriye çekildim ve aramızdaki teması bir bıçak gibi kestim. Bunun içimde manasız bir burukluk yarattığını görmezden gelecektim. Muhtemelen kafamda uydurduğum bir andı. Bir şey hissettiğim falan yoktu. “Sen kimsin be?” diye gürledim Azrail’im sandığım ama hayatımı kurtarmış olan kişiye. Pek vefalı bir insan sayılmazdım. Diğerlerinin aksine kanatları kırmızıydı. Geniş omuzları ve benden en az yirmi santim fazla olduğunu tahmin ettiğim boyuna bakılınca, iri bir varlık olduğunu söyleyebilirdim. Teninin porselen kadar pürüzsüz olması etkileyiciydi ancak Bekçiler ve Feniksler bu kadar kusursuzken benim yüzümdeki sivilce izlerini gizlemek için fondötene ihtiyaç duymam canımı sıkmaya başlamıştı. İnsanlardan alabileceğim daha yararlı bir gen yok muydu gerçekten? Benim öfke dolu olduğuna inandığım çıkışıma karşılık Azrail’im bir kez daha gülümsedi. Bana dokunmasını istesem çok edepsiz görünür müydüm? “Melez bekçi… Başın belada biliyorsun değil mi?” diye sordu. Melodik sesi, en az gözleri kadar kafa karıştırıcıydı. “Beni kurtardın mı? Yoksa onlardan daha önce kanımı emmek için mi çıkardın aralarından?” diyerek karşılık verdim sorusuna. Hala ölümün kıyısında mıydım öğrenmem lazımdı. Sonra istediği kadar sohbet edebilirdik. “Bekçi kanı sevmem ben. Hele melez kanı…” suratında tiksinti dolu bir ifade belirdi. Bana tüm dünyaların en rahatlatıcı haberini vermiş olmasına karşın, bir tık alınmıştım. “Aman melezler sana bayılıyor çünkü.” Acilen zihnimi toplamam ve mantıklı cümleler kurmaya başlamam gerekiyordu. Zaman Çukuru’ndan nasıl çıkacağımı bulup, arkama bile bakmadan kaçmalıydım. Kontrolü çoktan kaybetmiştim. Kralın tabağını devirmenin cezası hapisse, kim bilir yasak olan bir yere girmenin cezası ne olacaktı? “Niye bana yardım ettin ki?” diye sordum ama daha cevap vermek için dudaklarını dahi aralamamışken bir soru daha sordum. “Adın ne bu arada? Lisa ben.” Tokalaşmak için elimi uzattım. Gerçekten mi Lisa? Türlü bahanelerle sana dokunmasını sağlamaya mı çalışacaksın? Zavallı mısın sen? “Ares.” Dedi kımıldamadan, dümdüz. Kibarlık bu dünyalara hiç uğramamıştı belli ki. “Sana yardım etmedim. Arkadaşlarımı bir hata yapmaktan kurtardım diyelim.” Diye açıkladı kendini. Daha çok beni aşağılamış gibiydi. Şimdi elini tutsam garip mi olurdu? “Tadım o kadar kötü değildir bence. Kanın bir tadı mı var ayrıca? Demir gibi bir şey değil mi? Paslı.” Bununla ilgili uzun bir monolog hazırlamıştım ama neyse ki iç sesim daha fazla konuşarak kendimi rezil etmemem için beni susturdu. “Bekçilerin arasında büyümedin. İnsanlarla yaşıyorsun. Öyle mi?” Bu yüzüme bakınca anlayabileceği bir detay mıydı? Fenikslerin zihin okuma gibi bir özellikleri de mi vardı? Edward Cullen gerçek miydi? “Ne alaka?” dedim abartı bir tonlamayla, hayatımda ilk kez insan kelimesini duyuyormuş gibi. Zaten ondan yeterince güçsüzdüm. Daha da güçsüz görünmek istemiyordum. “Bekçiler bizim vampir olmadığımızı bilir çünkü. Tadın da umurumda değil ayrıca. Kan içmiyorum. Şimdi sana iki sorum var prenses.” Prenses olduğumu da biliyordu. Feniksler kitapta yazılanlardan biraz farklılardı. Daha korkunç. Daha esrarengiz. Daha etkileyici… “Bekçilerin melez olduğundan haberi var mı? Ve…” ani bir hamleyle belimi kavrayıp beni kendine çekti ve göğsümü göğsüne bastırdı. Gerçekti. Kafamda kurduğum bir an veya hayal değildi. Dokunuşu on sekiz yıllık hayatım boyunca başıma gelen en gerçek şeydi. Kehribar gözleri benim ela gözlerimi yakaladı. Sanki en az benim kadar kafası karışıktı ve çözmesi gereken sorunlarla boğuşuyordu. Kalp atışlarım hızlandı. Sebebi, elinin tenime yaptığı baskı mıydı emin değildim ama midem karıncalanıyordu sanki. Arven’in öpücüklerini düşündüm. Üzerimde hiçbir etki bırakmamasına rağmen ona karşı olan duygularımı… Annemin sarılışı… Karlanın omzuma attığı kolu… Babamın beni kucağına alışı… Kevin’ın bir nefesten farksız dudakları… Şimdiye kadar hayatıma girmiş olan tüm insanların, tüm varlıkların, ben de bıraktığı etkiyi hayal etmeye çalıştım. Hepsini üst üste koydum. Sonra bir kez daha karşımdaki yabancının gözlerine odaklandım. Bir yabacının nasıl bu kadar tanıdık olabildiğine akıl sır erdirememiştim. Ağlamak istedim. Gülmek istedim. Göğsünün üzerine koyduğum ellerim onu yaralamamıştı belki ama ilk defa bir el beni paramparça etmişti. Bununla yüzleşmenin ağırlığıyla donup kalmışken ise bir kez daha aramızdaki mesafenin açılmasıyla sarsıldım. Sadece bir dokunuşla mı kendimi bu kadar kaybetmiştim yoksa o gözlerin arkasında beni çeken başka bir şey mi vardı bilmiyordum. Garipti. Bir Feniksle aramda görünmez bir bağ oluşmuş olabilir miydi? “Bunu hissediyor musun?” diye sordu bir metre ötemde, meraklı bakışlarıyla beni izlerken. Yüzümde kontrol edemediğim anlamsız bir tebessüm belirdi. Temasımızın onda da belli bir etki bıraktığı ortadaydı. O an aklıma dünyanın en uçuk olabilecek fikri geldi. “Bekçi ve Feniks.” Dedim. “Melez misin sen de?” Başını usulca sallayıp beni onayladı. Buna sevinmem saçma mıydı emin değilim ama içimi içime sığdırmayan, tarifsiz bir duygu vardı kalbimde. Yalnız olduğumu sandığım koca evrende bana benzeyen birini bulmuş olmanın rahatlamasıydı belki de. Kafamdaki soru işaretlerini bir nebze azaltacağını düşündüğümdendi. “Kırmızı kanatlar ve bal rengi gözler o yüzden yani. Havalıymış.” Dedim boş boğazlık edip. “Hem mor pek benim tarzım değil.” Kes sesini Geri zekalı! Ares güldü. Aramızdaki benzerliği, dokunuşunu hissediyor olmamı veya onun feniks görünümünü bir kenara bıraktığımda bile insanı etkisi altına alan bir tarafı vardı. Standartların üstünde bir dış görünüşü olduğundandı belki de. Bilemiyorum, aklım yine çok karışmıştı. “Sadece o değil.” Dedi. Yavaşça elini kaldırıp bakışlarını odakladı. Avucunun içinde ufak bir ateş topu belirdi. Gözlerim şaşkınlıkla açıldı. “Vay anasını…” Melez geninin bende bıraktığı etkilerle, onda bıraktığı etkiler arasındaki bu uçurum can sıkıcıydı. Melezlik beni bir ucubeye, onu bir süper kahramana çevirmişti. “Adaletsiz.” Diye mırıldandım. Pürüzsüz yüzünde minik bir tebessüm belirdi. Biraz alaylı ancak sevimliydi de. Niye ona bu kadar ısındığımı anlamıyordum ancak az önce beni yem etmek için sıraya girmiş feniksler gibi ürkütücü gelmemişti şimdi düşününce. Onu bir daha görme ihtimalim sıfırın altında olduğuna göre bu düşüncelerim önemsizdi gerçi. Çünkü bir daha hiçbir güç bana kapalı herhangi bir kapıyı tek başıma açtıramazdı. Her şey kafamın içindeyken oldukça makuldü ancak asıl ihtimal pat diye dilimden dökülünce midem bir kez daha kasıldı. “Buranın bir çıkışı var değil mi?” Ölene kadar Zaman Çukuru’nda kalmam gerekirse ne olacaktı? Hoş. Burada kalırsam ölmem maksimum iki saat falan süreceği için bir cevap bulmaya vaktim yoktu. Hay aksi. Victoria’yı ve Kevin’i özlemiştim. Çok saçma. Bir tık babamı da özlemiş olabilirdim. Ah, lanet olası hassas kalbim. Sıkışınca nasıl da sevgi perisine dönüşebiliyordu böyle? “Sana bir sır.” Dedi Ares göz kırparken. “Üç evren arasında izinsiz geçebilen tek varlıklarız. Evrenin ya da Abasis’in gözden kaçırdığı bir açık gibi düşün.” Rahat bir nefes koyuverdim. Sonra aklıma daha heyecan verici bir şey geldi. Bu, istediğim zaman dünyaya gidebilirim mi demekti? Sinsi planlarımı ele vermek istemiyordum ama konuyla ilgili ufacık bir teorim dahi olmadığı için Ares’e güvenmek tek çaremdi. Beni fenikslerden kurtarmıştı. Kan içmediğini de söylemişti. Bana ne yapabilirdi ki? “Peki, Rahlia’ya değil de insanların dünyasına geçmek istesem?” Annemi çok özlemiştim. Henüz iki gün olmuştu ancak sanki yıllardır görmüyordum onu. Artık onunla yaşayamayacağımı biliyordum ama ara sıra gidip ziyaret etsem ne olurdu sanki? Kimsenin ruhu bile duymazdı. Ares umursamazca omuz silkti. “Sana kalmış.” Mutluluktan ağlayacaktım neredeyse. Bu yüzden öne atılıp kollarımı Ares’in boynuna dolamış olmamın sevinçten olduğuna kendimi çok kolay ikna edebildim. Onu ikna edebilir miydim bilmiyordum. Biraz afallamış olmalıydı çünkü ben ona dokunurken kaskatı kesildi. Muhtemelen temasımı hissediyor olmak onu da en az benim kadar şaşkına çevirmişti. Kayıp kardeşimi bulmuş gibiydim. Yıllarca hep soyut yaşamıştım ve şimdi somut bir bedene bürünmüştüm sanki. Geri çekildim. “Teşekkür ederim. Beni kurtardığın için ve tutunacak bir dal verdiğin için de tabi.” Eğer o kapıdan geçmeseydim onunla ölene kadar karşılaşmayacaktım ve benim gibi birinin varlığından habersiz olacaktım. Önümde yaşayacağım ne kadar yıl vardı bilmiyorum ama o yılları evrenin ortasında tek başıma geçirmenin korkunç olacağını Ares’le tanışınca anlamıştım. Bir daha karşılaşır mıydık bilmiyorum ama var olduğunu bilmek bile içime su serpmişti. “Şimdi rica etsem bana Rahlia’ya nasıl gideceğimi söyler misin?” Başını sallayıp usulca onayladı beni. “Önden buyur prenses.” Dedi kenara çekilirken. Kımıldamadım. Bir uçurumun kenarında olduğumuzu ve benim uçamadığımı fark etmesi için ona zaman tanıdım. Bir tebessüm daha belirdi dudaklarında ancak öncekine nazaran çok daha sıcaktı. “Eğlenceli olacak.” Diye mırıldandı kendi kendine daha çok. Sonra da beni tek hamlede kucağına aldı. Kollarımla boynuna yapışırken ufak çaplı bir çığlık patlattım. Kıkırdadı. “Garip birisin.” Ayakları yerden kesildiğinde ve devasa kanatları hareketlendiğinde söylediği cümlesi suratımı buruşturmama sebep olmuştu. “Gerçekten mi? Kanatların var ve elinden ateş çıkıyor! Nasıl ben garip oldum şimdi?” Aşağıya doğru indiğimizi belli eden G kuvvetinin etkisindeyken konuşmak zordu ancak bozuntuya vermeyecektim. “Ne olmuş yani? Burada herkesin kanatları var.” Dedi. Kanat demişken… Omzuna doğru sarkan kırmızı tüyü görünce usulca dokundum. Bunu hissedip hissetmediğini kestirememiştim ama zaten artık çok geçti. “Benim yok!” diye çıkıştım. Elimi geri çekerken tüyün de geldiğini görünce gözlerim şaşkınlıkla aralandı. Kanadını mı yolmuştum? Bu bir sorun yaratır mıydı ki? Kontrol edilemez bekçi gücü yine canımı sıkmaya başarmıştı. “Gördün mü?” diye yanıtladı beni bilmiş bilmiş. “Garip olduğunu söylemiştim.” Haklı olması moralimi bozdu. Ares’in fark etmediğini umarak elimdeki kırmızı tüyü eteğimin cebine sıkıştırdım. Utanç vericiydi! Bu yüzden konuşmadım. Onun yerine ayaklarının yere temas edişini ve kanatlarının sırtında kayboluşunu izledim. Beni sakince yere bıraktı. Rahlia’daki gümüş kapıya benzer bir kapı bu defa iri bir ağaç kavuğundaydı. Şaşırma duygumu yitirdiğimden olsa gerek bu durumu oldukça kolay kabullendim. “Kendine dikkat et prenses. Bir dahaki sefere bu kadar şanslı olmayabilirsin.” Dedi imalı bir sesle. Omuz silktim. “Bir daha buraya gelmek gibi bir niyetim yok.” Yüz ifadesi bir şeyler anlatmak istiyordu sanki ama “Peki,” demekle yetindi. “Seninle tanıştığıma sevindim Ares.” Diyerek bir kez daha tokalaşmak için elimi uzattım. Onu bir daha görmeyeceğim için kendimi rezil ediyor sayılmazdım değil mi? “Yine o hareketi yapıyorsun. Bir tür savunma mekanizması falan mı bu? Kan içmiyorum derken ciddiydim.” Dedi sonunda ben elim havada dikilirken. Ah! Tabi ya. Tokalaşmayı bilmiyordu! Nerden bilecekti ki zaten? Tam bir aptaldım ve aptallığıma kocaman bir kahkaha attım. Sonra da açıklamayı denedim. “İnsanların selamlaşması gibi bir şey bu. Elimi tutman gerekiyor.” Uzanıp elimi tuttu. İki kez sallayıp bıraktım. “Sevdim.” Diye yorum yaptı sinsi bir ifadeyle. Bu defa da o elini uzattı. “Tanıştığıma sevindim prenses.” Bir kez daha tokalaştık ve yüzümde manasız bir gülümseme eşliğinde arkamı döndüm. Üç adım ötemdeki kapıya yanaşıp açmak için hamle yaptığımda ise son kez Ares’in sesini duydum. “Onu yanında götürebilirsin.” Dedi imalı bir sesle. “Baktıkça beni hatırlarsın.” Hay aksi! Fark etmişti. Onu hatırlamak için herhangi bir şey gerekmiyordu çünkü zaten unutmayacaktım elbette ancak yanımda ondan bir parça götürmeye de itirazım yoktu. ** Aradan kaç saat geçmişti bilmiyordum. Bana yalnızca beş dakika geçmiş gibi gelse de görünen o ki sandığımdan daha uzun süre olmuştu. Yeniden aynı koridorda kendimi bulduğumda Saray hiç olmadığı kadar sessizdi. Belki de herkes uyumuştu. İşime gelirdi. İndiğim merdivenleri birer birer çıkmaya başladım ancak henüz dördüncü kata ulaştığımda nefes nefeseydim. Basamaklardan birine oturup tek elimi çeneme yasladım. Şimdi mantıklı düşününce oraya gitmemin iyi bir şeye vesile olduğunu kabul etmeliydim. Kendim gibi birini bulmuştum ve annemi görmeye gidebileceğimi öğrenmiştim. Dünyaya açılan kapı neredeydi bilmiyordum ama ilk fırsatta okyanustan atladığımızda indiğimiz ormanı keşfe çıkacaktım. Rahlia o kadar da büyük değildi. Eminim kendi başıma bulabilirdim. Denemekten zarar gelmezdi. Acaba Kevin, Maria’yı bana ödünç vermeyi kabul eder miydi? Belime sıkıştırdığım kırmızı tüyü çıkardım. Yüzümde anlam veremediğim bir gülümseme belirdi. Kabul edelim ki gözleri ve teni ve tabi kasları, kucağında olunca fark etmek zor olmamıştı, çok güzeldi. “Lisa!” Biri adımı kükrercesine söyleyince irkilerek dikleştim. Hızlıca tüyü yeniden ortadan kaldırıp arkamı döndüğümde Kevin’in bana doğru geldiğini gördüm. Tüm gün yaşadıklarımdan sonra onunla karşılaşmak iyi gelmişti. Babamın yaptıklarını anlatmak için yanıp tutuşuyordum. Ayağa kalkıp ilerlemeye başladım. “Şükürler olsun.” Dedim rahat bir nefes koyuvererek. Acaba Fenikslere yem olmak üzere olduğum minik kaçamağımdan da bahsetmeli miydim ona? Sanırım hala o kadar güvenmiyordum. “Tüm Saray’da seni arıyorum saatlerdir! Neredeydin?” diye çıkıştı öfkeyle. Saatler mi olmuştu? Hayret. Bana bağırdığı için onu fırçalamaya hazırlanmıştım ancak daha ben konuşamadan sözlerini sürdürdü. “Kral deliye döndü! Aklını mı kaçırdın? Öldürtecek misin kendini?” kolumdan tutup beni koridorun kenarına çekti ve yüzüme eğilip sesini alçalttı. “Burası dünya değil. Aklına eseni yapamazsın! Kralın kızı olduğunun da melez olduğunun da gizlenmesi gerekiyor. Anladın mı beni?” Öfkeyle kaşlarımı kaldırıp bakışlarımı önce deli gibi sıktığını anladığım ancak üzerimde pek etkisi olmadığı için tepki vermediğim eline, ardından gözlerine çevirdim. Sonra da kolumu ondan çekip kurtardım. “Aklını kaçıran sensin bence.” Dedim beklemediğim kadar sakin bir sesle. Derin bir nefes alıp, parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. Üzerindeki deri tayt az daha öfkemin ortasında kahkaha atmama sebep olacaktı ancak kendimi durdurdum. Rahlia erkeklerine bu kötülüğü kim yapıyordu? Sarayın modacısıyla görüşmem lazımdı. Acilen. Aradan birkaç sessiz saniye geçti. “Haklısın.” Dedi sonunda Kevin. “Olanları duyunca ve seni bulamayınca başına bir şey geldi sandım.” Şimdi daha makul görünüyordu. Üstelik gerçekten benim için endişelenmiş gibiydi. Ahmak. Belli ki dünyadakinin aksine burada bir arkadaşlığımız olmuştu. “İyiyim. Yalnız kalmam gerekiyordu o kadar. James zindana atılacağımı söyleyince…” iyi bir yalancı mıydım bilmiyordum ama bu elbette ilk yalanım değildi. “Korktum işte. Uzaklaştım Saray’dan biraz.” Tanrıya şükür güvenlik kamerası diye bir şeyin varlığından haberleri yoktu. “Kral buna izin vermez. Soyluları yatıştırdı bir şekilde.” Elimi göğsümün ortasına koyup iç çektim. “Oh be!” dedim. Az önce yalan söylemiş olmamın telaşıyla abartı bir ton kullanmıştım. “Baya rahatladım.” İnandırıcı göründüğümü umuyordum. Kevin’da bir şeylerden şüphelenmiş gibi durmuyordu. Güzel. Artık gizlemeyi başardığım bir sırrım vardı. Düşük çenemi tutabilirsem, gidip annemi görebilecektim. Belki dönerken maskaramı da yanımda getirirdim. Tabi saç kremimi ve maşamı da… Bunlar olmadan nasıl yaşıyorlardı ki zaten? “Bir süre görünmez olman lazım sadece. Şimdi seni odana götüreceğim. Yarın gün boyu orada kal ve kimseye görünme. Ortalık durulsun, mevzu kapansın. Ertesi gün eğitime başlayacaksın.” Bütün gün odada ne yapacaktım ki? Netflix’ten dizi izleyemeyeceğim aşikardı. Kafayı yerdim! “Bari bahçeye çıkayım. Seninle geldiğimiz ormana gideyim. Dolaşırım biraz.” Aferin kızım. Tam bir fırsatçısın. “Olayın ciddiyetini algılayamadın sanırım. Koridora bile çıkamazsın.” Gıcık. Gözlerimi devirmekle yetindim. Ardından küçük bir çocuk gibi kollarımı göğsümde kavuşturup kafamı yere eğdim. Hareket ettirdiğim ayaklarımı izlerken Kevin’a bakmamaya çalışıyordum. Birkaç saniye sonra dayanamayıp yeniden başımı kaldırdım. “Bu çok saçma farkındasın değil mi? Esir miyim ben? Kafese kapatsaydınız bari. Ne olabilir ki? Ormanda beni kimse görmez hem. Kim orda ne yapsın yani sonuçta? Vahşi hayvanlar falan yok mu orda?” Bir an bu ihtimal beni de ürküttü ancak hızlıca beynimden bu düşünceyi sildim. Korkaklığın sırası değildi. Elli farklı aptal başrol karakterli, ergen filmi izlemiştim. Kızlar cesur olur ve her hamlede başlarını belaya sokarlardı. Şu işe bak. Hiç de fena başlamamıştım. Belki de ormana gitmemeliydim. “Niye taktın ormana?” Tüh. Yakalandım. “Başka bir yer bilmediğim için olabilir mi aptal?” Bu işte iyiydim. Baya iyiydim. “Kütüphaneden okuman için birkaç kitap getiririm. Hem Rahlia ile ilgili fikir edinirsin. Sonra… odanın manzarası çok güzel. Canın ne isterse çalışanlara söyleyebilirsin de. Sandığın kadar kötü değil.” Ofladım. Bundan kaçmanın bir yolu olmadığını kabullenmek zorundaydım. Neyse. Sadece ertelemiştim. Vazgeçtiğim falan yoktu. O geçidi bulacaktım. Konuşmadım. Kevin’da bundan memnun bir şekilde hareketlendi. Hiçbir şey söylemesine gerek kalmadan peşine düştüm ve üç kat daha lanet merdivenleri çıktım. Cidden asansör yüzyılın icadı sayılabilirdi. Uzun koridoru yürüdük ve ahşap devasa kapının önünde durduk. Kevin kapının tokmağını ittirip odaya adım attı. Ben de hemen ardından girdim. “Hadi be!” Prenses olmanın ilk yararıyla karşılaşmış olmalıydım çünkü odam devasaydı. Annemle yaşadığımız evdekinin on katı falan büyüklüğündeydi resmen ve her şey aşırı süslüydü. Çift kişilik yatağın tepesinden yerleri süpüren bir tül sarkıyordu. Saten, kırmızı nevresim takımında altın rengi işlemeler vardı. Altı kapılı, ahşap bir gömme dolabın yanında aynalı bir şifonyer duruyordu. Tabi ki tam ortada asla anlam veremediğim bir küvet vardı ancak Kevin’ınkinin aksine benimki kocaman bir jakuzi gibiydi! Büyük, yuvarlak, püsküllü bir kilim hemen önüme serilmişti. Tedirgin olarak üzerine doğru bir adım attım. Yere kadar inen geniş pencerenin hemen yanındaki, işlemeli boy aynasını da o an fark ettim. Büyülenmiştim! “Şaka mı bu? Lüksten zehirlendim resmen!” Hızlı adımlarla şifonyerin önünde duran altın rengi tarağı elime aldım. “Gerçek mi?” diye sordum merakla. Kevin gülümseyip başını salladı. “Ah, tanrım…” Üst çekmeceyi açtığımda, bir sürü taraklı toka gördüm. Bazıları gümüş, bazıları altındı. Bazıları ise elmas! Hemen yan bölmede parlaklığıyla gözümü alan takılar vardı. Heyecanla alt çekmeceyi açtım. Maskara! Tam... Yedi tane! Hem de benim kullandığım markadan… “Ya! İnanamıyorum!” Bu mümkün müydü? “İyi de bu…” Kapının pervazına yaslanmış olan Kevın’a döndüm. Omuz silkti. “Onu sürmeden kapının önüne bile çıkmadığını öğrenecek kadar çok izledim seni. Dünyadan ufak bir hatıra olsun.” Mutluluktan yatağa çıkıp zıplamama ramak kalmıştı! “Artık en iyi arkadaşımsın!” diye bağırdım. Güldü. Üç metrelik mesafeyi koşarak geçip, giysi dolabının ilk kapağını açtım. Rengarenk bir sürü elbise vardı. Hepsi abiyeydi ama ne fark ederdi ki? Bayılmıştım! “Merak etme. Üzerindeki gibi sade şeyler de var. Tabi deri taytlar da.” Son cümlesi imalıydı. Kaşlarımı kaldırdım. “Yani…” Yüksek ve abartı bir tonlamayla devam ettim. “Takım giyinebilir miyiz?” Sonra da kahkaha attım. Kevin ise yarım yamalak bir gülümsemeyle beni izlemeyi sürdürdü. Sustum ama onun yüzündeki tebessüm solmadı. Öyle ki üzerimde daha komik bir şey olduğunu düşündürmüştü. “Ne?” diye sordum merakla. “Hiç.” Diye yanıtladı ve hemen ardından ekledi. “Geç oldu. Gideyim de yat sen artık. Eğitim sabah altıda. Seni odandan almaları için muhafızları gönderirim.” Altıda hava aydınlanıyor muydu ki? Dertleri neydi bunların? Uykunun hiç kıymeti yok muydu? Of. Bütün tadım kaçmıştı. Kevin’a saatler süren bir itiraz konuşması yapabilirdim ancak gerçekten yorgundum ve bir an önce gitmesini istiyordum çünkü incelemem gereken kocaman bir dolabım ve denememi bekleyen onlarca kıyafetim vardı. “Bir Lis…” dedi uyarıcı bir tonla. “Kemerimi geri istiyorum.” Aman eşyası da pek kıymetliydi. Omuz silktim ve “İyi geceler Kev.” Dedim dolabın diğer kapağını aralarken. “İyi geceler Lis.” Diye karşılık verdi imalı bir sesle ve sonrasında kapının usulca kapanışını duydum. Kevin beni her gün biraz daha şaşırtıyordu ve sanırım Rahlia’da, benimle olduğu için şükretmeliydim. Dünyada bana çöp gibi davrandığı için bu kadar iyi olduğuna inanmak zordu ama yine de galiba ona alışıyordum. Bir de bana bağırma huyundan vazgeçerse… mis gibi olurdu. Ayrıca kemerini asla geri alamayacaktı. Umarım onunla kendi içinde vedalaşmanın bir yolunu bulabilirdi. Normal şartlarda sabaha kadar odanın her bir köşesini incelerdim ancak gerçekten felaket yorgun hissediyordum ve yarın zaten koca bir gün buraya hapistim. Şimdi uyumam ve zihnimi dinlendirmem en hayırlısıydı. Yeni hayatının ilk günü nasıldı diye soran olursa onlara söyleyebileceğim birkaç kelimem vardı. Garip diyebilirdim belki kesinlikle bu en bariz olanıydı. Kardeşlerim olduğunu öğrenmiştim ve kız kardeşime bayılmıştım da üstelik. Şaşkınlık bir diğeriydi. Kevin’a değer verdiğimi fark etmiştim. Victoria’ya da… Korku… Ölüm korkusu zirve için yarışırdı. Feniksler hayatımın şokunu yaşatmışlardı bana. Öyle ki Zaman Çukuru, babamın beni yok saymasını bile geride bırakmıştı. Yoğun bir gündü ve birçok duyguyu aynı anda hissetmiştim ama yüzümde yersiz bir tebessüm oluşturan veya midemin karıncalanmasına sebep olan şey, bunların hiçbiri değildi. Gün sonunda zihnimi meşgul eden tek bir şey vardı ve o benim mucizemdi. Bir kez daha belimdeki kırmızı tüy, gün yüzüne çıktı. Elime alıp incelerken gülümsemem genişlemişti. Ares… Kısa bir an için hayatıma girmiş ve beni alt üst etmişti. Yeniden onu görmem imkansızdı ancak dokunuşu da üzerimde bıraktığı his de uzun süre benimle kalacaktı. Yıllarca hapsolduğum yalnızlık ve ötekilik kuyusundan beni çekip çıkarmıştı. Bir süper kahraman gibi gelip geçmişti. Mucize… artık benim için bir anlam ifade ediyordu. |
0% |