Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. Bölüm-Çılgın Bir Doğum Günü

@melikemn

🔥

Geçen sene, doğum günümde verdiğim partinin her anını zihnime kazımıştım. Herkesin deliler gibi eğlendiği, Karla’nın arkadaşlık kolyesi ve Arven’in fotoğraflarımızla dolu bir defterle birlikte, elmas bir bileklik hediye ettiği o güzel gün. Annem ise telefonumu yenilemişti. Bir yıl bile kullanamadan onun çöp olacağını kim tahmin edebilirdi ki?

Gün doğana kadar dans etmiş, karaoke yapmış ve birileri bahçenin bir köşesinde sızana kadar partiye son vermemiştik. Ben içki içmezdim. Kontrolü azıcık dahi kaybedersem hata yapma ihtimalim olduğunu biliyordum çünkü. Şimdi ise kontrolü çoktan yitirmiştim.

İki hafta öncesine kadar, on sekizinci yaş günüm için bir öncekinden çok daha çılgın bir parti organize etmeyi kafama koymuştum. Farklı konseptleri araştırmış, aklımı kaçırmama sebep olacak kadar güzel birçok tema bulmuştum. Planlarımın sekteye uğrayacağını az çok tahmin edebilirdim ama aniden bu denli bir değişimi beklemiyordum. Zaten böyle bir şeyi neden bekleyecektim ki?

Duvarda asılı duran saate gözlerimi çevirdim ve sabahın beşinde kendi kendime uyandığım için kafamı koparmak istedim. Uyku bağımlısı değildim ama geç yatıp geç kalkma bağımlısı olabilirdim. Görünen o ki her şey gibi bu bağımlılığımı da dünyada bırakmıştım.

Annie dükkânda asla anlamadığım üç beş cümle söyleyip beni öylece bıraktıktan sonra çaresizce saraya dönmüş, dünyaya gidebileceğim başka yollar aramıştım. Ancak günlerdir boş vakitlerimin çoğunu kütüphanede geçirmiş olmama rağmen tek bir ipucu dahi bulamamıştım. Üstelik lanet veya İgnis hançeriyle ilgili de yeni bir bilgiye ulaşamıyordum ve bu yüzden devasa kütüphanenin koca bir çöplük olduğuyla yüzleştiğimde ufak çaplı bir sinir krizi geçirmiştim. Ağlamak iyiydi. Tepetaklak olan hayatım için yeterince gözyaşı dökmediğime karar verip, yaklaşık üç saat hıçkırarak ağladığımda ne kadar iyi geldiğine bizzat şahit olmuştum.

Kevin’la derslerimiz güzel gidiyordu. En azından o öyle olduğunu iddia ediyordu. Benim için hala dünyanın en gereksiz aktivitesiydi ama Rahlia’da vakit geçirmek için yapabileceğim daha kayda değer bir şeyim de yoktu. Sürpriz! Artık İgnis’i tutabiliyor, hatta karşımdakine savurup onu yaralayabiliyordum bile. Sanırım bir canavara dönüşecektim. Denememiştim ama galiba artık domates de doğrayabilirdim.

Vay canına.

Şimdi gerçek bir bekçi gibi hissediyordum!

Henüz dokunma konusunda kontrolü nasıl sağlayacağımı öğrenememiştim ama Kevin’a sürekli bunu soruyor ve onu ölesiye bunaltıyordum. Muhtemelen birkaç güne pes edecekti. Görüldüğü gibi çok konuşmam bazen işe yarıyordu.

Victoria’yla iyice kaynaşmış, Kate’in, James’in ve babamın dedikodusunu yapmaya başlamıştık bile. Kız kardeşim olması başıma gelen en güzel şey olabilirdi. Ona bu kadar bağlanmayı ben de beklemiyordum ama sürekli yanaklarını sıkasım geliyordu. Üstelik bunu birkaç kez yapmıştım da. En azından bekçilere dokunduğumda onları öldürmekten korkmam gerekmiyordu.

Diğer aile üyelerimi pek görmemiştim. Babam bir defa yemeklere katılmam için ısrar etmişti ancak ufak bir bağırış çağırışla böyle bir şeyi istemediğimi belli etmiştim. Kevin’la müştemilatta yemek daha güzeldi hem. Bazen o da Kraliyet yemeklerine katılıyordu ama çevremi genişletmiştim bu yüzden yalnız kalmıyordum. Burada birkaç arkadaşım olmuştu. Saray’ın baş aşçısı kankam sayılırdı hatta. Onunla aramı iyi tutup zamanı geldiğinde James’le Kate’in yemeklerine zehir atmak için kullanacaktım.

Şaka.

Belki biraz tuzunu fazla attırıp ağızlarının tadını bozabilirdim ama. Zararsız ve eğlenceli bir fikirdi.

Rahlia’ya alışıyordum. Herkesin benim gibi olması ve onların bana dokunması anlamsız bile olsa benim onlara temas etmemin canlarını yakmaması da işimi oldukça kolaylaştırıyordu. Çünkü dünyada tümüyle farklıyken burada bir nebze normal hissedebiliyordum.

Annie’yi tekrar ziyaret etmek istiyordum ama söyledikleri beni biraz korkutmuştu. Bu yüzden onu son çare olarak görecektim.

Ara sıra Ares’i düşündüğüm oluyordu. Şifonyerimin üst çekmecesinde, gümüş tokaların arasına gizlediğim kırmızı tüy gözlerime çarptığında mesela. Ya da gece penceremden ayı izlerken, kehribar gözleri zihnimde canlandığında. Ya da boş kaldığım diğer tüm anlarda… Ara sıra doğru tanım değildi belki de. Onunla nasıl bir lanetin parçası olabileceğimiz konusunda elbette bir fikrim yoktu ama yine de adını aklıma getirmek bile ürkütücüydü. Ne yazık ki bu beni aynı zamanda heyecanlandırmasına engel olmamıştı. Bana göre, bu kişi Ares olduğu için değildi tabi ki. Onu özel kılan bana dokunduğunda tenimde bıraktığı ağırlıktı. Yoksa ne kadar yakışıklı olduğu veya hayranlık uyandıran kehribar gözlerinin üzerimde bir tesiri yoktu. Ses tonunun etkileyiciliği de gram umurumda değildi. Doğal odunsu kokusunun baş döndürücülüğü de… Dedim ya, melez olmasa sıradan biriydi işte… Zaten onunla kelimenin tam anlamıyla farklı dünyaların insanlarıydık ve bu tabir ilk defa bu kadar gerçekti.

Şaşırma duygumu yitirmiştim sanırım. Bunda geçirdiğim ufak çaplı panik atağın etkisi de vardı elbette. Artık her şeyi benden beklenmeyecek bir olgunlukta karşılıyordum. Hançerle dövüşmem mi gerekiyor? Tamam. Lanetlenmiş miyim? Olabilir. Babam yetmiş beş farklı kadından çocuk mu yapmış? Canı sağ olsun. Bu halimi sevdiğimi söyleyemezdim. Annemi özlüyordum. Eski hayatımı da özlüyordum ama bir kabulleniş içindeydim de aynı zamanda. Kafa karışıklığım son bulmamıştı ama halledebiliyordum bir şekilde.

Bugün Kevin’la dersimiz yoktu. Dün gece ona saatlerce ısrar etmiş, bana bir doğum günü hediyesi vermesi için baskılamıştım. O da hediye olarak eğitime bir gün ara vermişti. Rahlia şartları düşünülünce epey lüks sayılırdı.

Rahlia’da pek doğum günü kutlanmıyordu. Hatta tarihleri pek umursadıkları da yoktu ama Victoria’ya, Kevin’a ve müştemilatta edindiğim diğer arkadaşlarıma -üçü muhafız, ikisi temizlik görevlisi ve birisi aşçıydı- doğum günüm olduğunu defalarca kez söylemiştim. Bir nevi onları kutlamaya mecbur bırakmıştım. Eh, pat diye de alışkanlıklarımı bırakamazdım ya. Yavaş yavaş uyum sağlayacaktım.

Elimi yüzümü yıkadım. Saçlarımı tarayıp dağınık bir at kuyruğu yaptım. Maskaramı ve Victoria’nın ruj olduğunu iddia ettiği, meyvelerle yapılmış gereğinden fazla doğal parlatıcımı sürdüm. Üzerime bordo, midi boy etekli, kalın askılı bir elbise, içine beyaz gömlek ve ayağıma da siyah postal giydim. Oldukça şık sayılırdım.

Odamdan çıkıp da hızlı adımlarla soluğu müştemilatta aldığımda garip bir şekilde heyecanlanmıştım. Her nerede olursam olayım, doğum günlerine bayılıyordum!

“Günaydın kurabiyem!” diye bağırdı Victoria, ben Kevin’ın kapısının önünde dikilirken. Ona bu hitap şeklini ilk ben söylemiştim ve o kadar sevmişti ki, muhtemelen adımı unutmuştu. “Günaydın limonlu kekim!” diye gürledim dönüp. Sonra da koşup ona sarıldım. “Doğum günün kutlu olsun.” Dedi içten bir sesle sanki bunu söylemesi için onlara psikolojik baskı kurmamışım gibi. “Herkes seni bekliyor. Burada ne arıyorsun ki? Mutfağa inelim çabuk.” Elimi tutup beni sürüklemeye başladı. Güne bu kadar enerjik başlaması akıl alır şey değildi.

Rahlia’da sevdiğim herkes bir araya toplanmıştı. James hariç. O burada ne arıyordu hiçbir fikrim yoktu ama onu umursamayacaktım. Aynı anda “İyi ki doğdun Lis!” diye bağırdılar heyecanla. Ah… Hiç beklemiyormuş gibi şaşırmış ve duygulanmıştım. Ellerimi kalbimin üzerine koyup başımı hafifçe yana eğdim. “Teşekkür ederim. Rahlia’da doğum günü kutlanan ilk bekçi olduğum için çok şanslıyım.”

Herkes bana gülümserken James beş karış suratla duruyordu. Victoria onun yanına yaklaşıp kolunu dürtünce suratına muhtemelen tebessüm sandığı ancak kusuyor gibi görünen bir ifade yerleştirdi. “Çok saçma.” Dedi ağzının içinde geveleyerek. Onu partime çağırmamıştım bile. Ne diye tadımı kaçırıyordu gelip?

“Sana da Merhaba James!” diye çıkıştım öfkeyle. Beni başıyla selamlayıp gözlerini devirdi. Hay babanın… Ne sinir bozucu herifti!

Arkadaşlarıma prenses olduğumu söyleyemediğim için James’ın yüzüne abim olduğunu vurup onu kışkırtamıyordum. Mecbur aile dostları gibi davranmaya devam edecektim. Bunu beni tehdit ettikleri ya da babamın iyiliği için yapmamıştım. Kevin ve Victoria’nın hatırı vardı. Yoksa ortalığı karıştırmasını da bilirdim elbette ama bir süre sessiz kalmaya ve sorun çıkarmadan yaşamaya karar vermiştim. Hem böylece sinsi planlarımı dikkat çekmeden hayata geçirebilirdim. Neydim ben? Şeytanın öz kızı mı?

“Hadi hediyemizi verelim!” diye zıpladı Victoria. James oflayarak belinden işlemeli bir hançer çıkardı. Zümrüt yeşili, ışıltılı taşlarla süslenmiş sapından tutarak bana uzattı. O kadar sivri duruyordu ki tek bir dokunuşuyla parmağımı koparabilirdi sanki. Gümüş ucu ayna gibi berraktı. Şiddet sevdiğimden değildi ama baya beğendiğimi inkâr edemezdim. Eh, elmas kolye alacak halleri yoktu. Bir bekçiye daha başka ne hediye edilebilirdi ki?

“Teşekkür ederim.” Dedim James’e kibar olmaya çalışarak. Cevap vermedi. Dağ ayısı!

Hançeri elime aldığımda, taşları yanıp söndü sanki. Bana Annie’nin ışıldayan yeşil gözlerini anımsatmıştı. İçim ürperdi. Tüm bedenimi garip bir titreme sardı. Hançeri hızlıca masanın üzerine bıraktım.

“Senin için özel olarak yaptırdık. Her bekçinin kendine ait bir hançeri olur. Rütiel gibi bir şey bu. İgnis gibi büyülü değil ama kendini koruman için epey işe yarar. Hoş. Şimdiye kadar kullanan olmuş mudur bilmiyorum.” Victoria alay eder bir ses tonu kullanmıştı ama benim kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, gülemedim. “Teşekkür ederim.” Diye mırıldandım sahte bir tebessümle.

Olivia, Sarayın baş aşçısı- hareketlendi. “Hadi, mükemmel bir kahvaltı hazırladım bugüne özel.”

James, Victoria’ya bir şeyler fısıldayıp çıkıp gitti. Kız kardeşimin bizi kaynaştırma çabası da başarısız olmuş oldu. Pek şikayetçi değildim ancak Victoria’nın yüzü düşünce bir tık moralim bozuldu. Yine de birkaç saniye sonrasında ortam daha neşeli bir hal aldı. Ben de üzerime çöken anlamsız gerginlikten kurtuldum. Dünyadan geldiğimi söyleyemediğim için eski doğum günü anılarımdan bahsedemedim ama yine de onlara ufak değişikliklerle Arven ve Karla’yı anlatabildim. Birlikte Arven’in arkasından hiç de hoş olmayan hakaretler edip, Karla’yı yerin dibine soktuk. Güzel hissettirmişti. Üzerinden iki hafta geçmesine rağmen hatırladığımda hala biraz canımı yakıyordu. Onları son yaşadıklarımız olmadan hatırlamayı ve sorgusuzca özlemeyi dilerdim oysa. Çünkü bir zamanlar ikisi hayatımdaki en değerli varlıklardı.

Kahvaltının ardından Victoria annesine görünüp dırdır etmesini engellemek için gitti. Diğer herkes de işinin başına dönünce, muhtemelen Rahlia’daki boş olan tek kişi olarak yalnız kaldım. Yanımda kimse olmadığında ve kendimi dinlediğimde yine uçuk planlar yapmaya başlıyordum. Mesela onca zaman asla Zaman Çukuru’nun önünden bile geçmeyeceğim dedikten sonra şu an gidip Ares’i bulmayı ve beni dünyaya götürecek geçidi göstermesini istemeyi düşünüyordum. Korkunç ve akıl almaz bir ihtimal olduğunun farkındaydım ama başka çarem de kalmamıştı ki. Kevin’a söylesem daha az riskli olurdu ancak asla böyle bir şey yapmama izin vermeyeceğinden, bir sonuç elde edemezdim.

Al işte.

Gerçek bir aptal başrol karaktere dönüşmüştüm. Hiç onlarla empati yapmam gerekeceğini düşünmediğim için her okuduğumda ya da izlediğimde deliler gibi söverdim oysa.

Belki de bu dünya sevdamdan vazgeçmeliydim. Geçmişi unutup bundan sonraki hayatıma odaklanmalıydım. On sekiz yaşındaydım. Önümde onlarca yıl vardı. Bekçiler insanlardan çok daha uzun yaşıyorlardı. Zamanla buraya öyle bir uyum sağlardım ki burada doğdum sanılırdı.

Of. Karar vermek ne kadar zordu!

Birkaç kez, dünyadan geldikten sonra Saraya ulaşmak için geçtiğimiz ormana gitmiş, hiçbir ipucu bulamadan geri dönmüştüm. Hala Maria’yı ya da herhangi bir ata binmeyi bilmediğimden o lanet yolu yürümem gerekiyordu ancak neyse ki daha kayda değer aktivitelerim olmadığından buna da alışmıştım. Bugün de günün geri kalanını ormanda yürüyerek geçiriyordum ama bu defa bir geçit aradığım falan yoktu çünkü burada olmadığına ikna olmuştum.

Şükürler olsun ki Rahlia pek yabani hayvanların takıldığı bir yer değildi. Bu yüzden istediğim yerde rahatça vakit geçirebiliyordum. Kevin bana ata binmeyi de öğretince bir şeylere ulaşmak daha kolay olurdu.

Eğer annemi görmeyi kafama koyduysam önümde iki seçenek vardı.

Gidip Ares’i bulmak.

Yeniden Annie’ye sormak.

İkisi de oldukça ürkütücüydü.

“İşini kolaylaştırabilirim belki.”

Hadi buyurun. Beynimi bu kadar çalıştırmak aklımı yitirmeme ve gaipten sesler duymama neden olmuştu. Bir an için duraksayıp derin bir nefes aldım. Ardından adımlarımı tersi yöne çevirip hızlandım. Daha fazla riske girmeye gerek yoktu.

“Kaçacak mısın?”

Uykusuz kalmıştım tabi. Daha güneş bile doğmadan uyanmamı isterlerse olacağı buydu. Acaba Rahlia’da delirenler için bir tımarhane var mıydı? Yoksa öncü olup ben kurar ve ilk hastası da olabilirdim. Gerçi burada işler pek öyle işlemiyordu. Delirdiğimi fark ederlerse beni idam etmeleri daha olasıydı.

Neredeyse koşarak ilerlemeye başladım. Saray’dan çok fazla uzaklaşmadığıma şükrederek var gücümle hareket ediyordum. Bir an için omzumun üzerinden arkama baktım ancak kimseyi göremedim. Yeniden önüme döndüğümde ise sert bir kayaya çarparak yere savruldum.

Harika. Doğum günü kombinim mahvolmuştu!

“Sana senin kanını istemediğimi söylediğimde ikna olduğunu düşünmüştüm.”

Poposunun üstüne düşen ve elleri çamur olan birine söylenmesi gereken ilk cümle kesinlikle buydu zaten!

İyi haber!

Delirmemiştim.

Kötü mü iyi mi olduğunu bilmediğim haber!

Ares buradaydı!

“Senin yüzünden yere kapaklandım farkındaysan! Ya kolumu, bacağımı falan kırsaydım!” diye çemkirdim yalan olduğunu bildiğim öfkeli bir sesle. Güldü. “Bunun olmayacağını bilecek kadar bekçiler hakkında fikir sahibiyim.”

Aman ne güzel! Aferin sana.

Elini uzattı. İtiraz etmeden tuttum.

Ne? Yardıma ihtiyacım vardı görüldüğü gibi! Onun elini tutmak için can atmıyordum herhalde bende.

Yalancı.

Kes sesini lanet olası iç ses!

“Rahlia’da ne işin var ki senin?” diye sordum ondan destek alıp ayağa kalkarken. Ellerimi çaresizce eteğime sürüp temizlemeye çalıştıktan sonra da kısacık temasımızın etkisini atlatmayı denedim.

Olmadı.

Hadi ama. Dokunuşunu hissediyordum falan filan. Buna alışmam ve her defasında heyecanlanmayı bırakmam gerekmez miydi artık?

“Yardımıma ihtiyacın var mı? Yok mu?” diye sordu zaten cevabı biliyormuş gibi. Duruşumu bozmadım. Benim de bir gururum vardı. “Yok.” Dedim kısık sesle. Tek kaşını havaya kaldırdı. “Yok!” diye gürledim.

Omuz silkti. “Pekâlâ.” Sırtında kırmızı kanatları belirdi. Ayakları yavaşça yerden temasını kesti ve usul usul havalanmaya başladı.

Kendimi öldürmek istiyordum.

O gelmese muhtemelen ben onun ayağına gidecektim zaten. Ne diye tavır koyuyordum ki şimdi? Her şey ortadaydı. Bir daha bu şansı elde edemeyebilirdim. Ayrıca ona kötü davranmam için bir sebep de yoktu. İkimizin birlikte bir lanetin parçası olması dışında tabi. Acaba onun bu konuda bir teorisi ya da bilgisi var mıydı?

“Tamam. Yardımına ihtiyacım var. Biraz.” Dedim kafamı öne eğerek. Yeniden gelip karşımda durması bir saniye falan sürdü.

“Hadi o zaman.” Derken kehribar gözleri ışıldamıştı. Dudağının kenarında ufak bir tebessüm belirdi. Bir kez daha elini bana doğru uzattı.

“Ne?” diye sordum şaşkınlıkla. Neden ona hayran hayran bakıyordum ki şu an? Kirpiklerimi kırpıştırıp kafamı toplamaya çalıştım.

“Dünyaya gitmiyor muyuz?”

Afalladım. “Şimdi mi?”

Başını sallayıp beni onayladı. Saniyenin onda biri kadar düşündükten sonra elini tuttum. Güçlü bir elektrik akımı tüm hücrelerime yayıldı ancak belli etmedim. Geçecekti. Birinin bana dokunmasına alışık olmadığımdan üzerimde böyle bit etki bırakıyordu ancak elbette zamanla düzelecekti.

Ares beni kendine çekip tek hamlede kucağına aldığında yeni bir şaşkınlık dalgası zihnimi ele geçirdi. “Ne yapıyorsun be?” diye çıkışırken çoktan kollarım boynuma dolanmıştı.

Gördüğünüz gibi oldukça kararlı ve dik bir duruşum vardı.

“Yürüyerek mi gitmeyi tercih ederdin?”

Etmezdim. Bunu sesli dile getirmesem de konuşmayarak onaylamış sayıldım. Acaba kafasına esince böyle Rahlia’ya geliyor muydu? Garip biriydi. İnsan ya da bekçi gibi görünüyor, konuşuyor ama öyle bir his bırakmıyordu üzerimde. Daha ilk gördüğüm anda bile beni etkilemişti. Aura dediğiniz şey gerçekti. Ya da belki bir büyücü gibi o da değişik numaralarla kafamı karıştırmıştı.

“Rahlia’ya neden geldin?” diye sordum bir kez daha sırf sohbet olsun diye. Merak ettiğimden değildi. İşime yaradığı sürece umursamazdım. Korkunç biri miydim?

Evet.

Bunu sorun ediyor muydum?

Hayır.

“Seni görmem gerekiyordu.”

Gülümsedim. Üstelik cümlesinin bitmesini bile beklemeden… “Zaten sen gelmesen ben gelecektim.” Hah. Bir de aşkımı ilan etseydim bari.

Uçarak sohbet etmek sinir bozucuydu. Rüzgâr çok fazlaydı ve saçım ağzıma girip duruyordu. Düşeceğim diye de korkuyordum ayrıca. Ares’e güvenmediğimden değil -ki onu hayatımda ikinci görüşümdü, neden güvenecektim- ama başıma ne geleceğini nereden bilebilirdim değil mi? Kollarımı o kadar kasmıştım ki yeniden hareket ettirememe ihtimalim çok yüksekti.

“Öyle mi? Bana bu kadar çabuk mu alıştın gerçekten?” diye sordu Ares hafif alaylı bir tonla. Vücudumda dolaşan bütün kan yanaklarıma hücum etti ve ben muhtemelen pancar gibi kızardım. “Dünyaya gitmek için yardım isteyecektim!” diyerek savunmaya geçtim.

Güldü. “Tahmin etmiştim.”

Güldüm.

Nedenini sormayın.

Aradan birkaç dakika geçmiş olmalıydı. Ares usulca yere inip beni bıraktı. Ayaklarım zeminle temas ettiğinde rahat bir nefes koyuverdim.

“Ne yapacağız? Okyanusa atlayarak geldiğime göre yüzerek karaya çıkmam falan mı gerekecek? Gerçi etrafta okyanus yok.” Gözlerimi bulunduğumuz yerde gezdirdim. Bomboş bir arazideydik. Biraz korkmaya başladığımı hissettim. Stresle yutkundum. “Nereye geldik ki?” İçimden bir ses Rahlia’da olmadığımızı söylüyordu.

“Dünya’ya yeniden hoş geldin Prenses.” Dedi Ares tam karşımda dikilirken. Kaşlarımı kaldırdım. “Bir geçit falan yok mu?”

Başını olumsuz anlamda salladı. “Bir melezsen ve uçabiliyorsan, yok.” Yolu bu kadar iyi bildiğine göre muhtemelen üç evren arasında cirit atıyordu. Onun yaptıklarını sorgulamak gibi bir niyetim yoktu ama bu efsanevi güzelliğin altında bir kötü adam var mıydı merak etmeye başlamıştım.

“Bari annemin evine bıraksaydın. Nasıl gideceğim buradan ben?” kollarımı göğsümde kavuşturup küçük bir çocuk gibi mızmızlandım. Hala polis tarafından aranıyor muydum acaba? Otobüse binsem yakalanır mıydım? Rahlia’dan kaçıp, ömrümün geri kalanını hapiste geçirmek hoş olmazdı. Muhtemelen birkaç mahkûmu öldürürdüm zaten. Henüz gücümü kontrol edemiyordum.

Ofladım. “Hapse girsem beni oradan kaçırır mısın?” diye sordum Ares’e. Yüz ifadesinden anladığım kadarıyla sözlerim ona hiçbir şey ifade etmemişti. Ben de gerçek bir cevap beklemiyordum zaten.

“Pekâlâ,” dedi bana doğru bir adım atarken. “Yolcuğumuz devam ediyor o halde.” Yeniden beni kucakladı ve bana hiçbir şey sormadan evimin önüne kadar beni götürdü. Akıl okuduğuna dair geliştirdiğim teorim kesinlik kazanmak üzereydi. Onu uzun bir sorguya çekebilirdim ancak üzerinden yalnızca iki hafta geçmiş olmasına rağmen deliler gibi özlediğimi fark ettiğim evime bakarken geri kalan her şey zihnimden silindi.

Gözlerim doluyordu. Ah… Keşke evimizin soğuk duvarlarına sarılabilseydim.

Kapı aralandı ve annem şaşkın bir ifadeyle karşımda belirdi. Ona sarılmak için yanıp tutuşsam da öylece olduğum yerde bekledim. O gelip kollarını bana doladı ve gözyaşım sonunda yanağımdan süzüldü. Daha önce birini bu kadar özlediğim hiç olmamıştı. Bu kişinin annem olacağını ise tahmin etmem bile imkansızdı.

“Nasıl geldin? Babanın böyle bir şeye izin vermesi imkânsız.” Dedi annem birkaç saniye sonra. Azarlar gibi konuşmuştu ama ilk defa bu beni rahatsız etmedi. “Kaçmış olabilirim.” Diye açıkladım. Annemin gözbebekleri büyüdü. Hızlıca ekledim. “Geri döneceğim ama. Seni görmek ve gerçek bir veda etmek istedim sadece.” Ya da bir ziyaret diye ekledim içimden. Uçarak dakikalar içinde gelebiliyorken ne diye gelmeyecektim ki? Ares kabul ettiği sürece sıkıntı yoktu.

Ah…

Ares demişken…

“Bu kim?” diye sordu annem göz ucuyla Ares’e bakarken. Ortalıkla görünmeyen kırmızı kanatlarına şükrederek makul bir yalan düşündüm. Annemin yeniden babamla karşılaşma ihtimali var mıydı bilmiyorum ama riske atamazdım. Ona ulaşmanın bir yolunu bulup benim Fenikslerle takıldığımı ispiyonlayacağına adım kadar emindim.

“Arkadaşım.” Dedim masumca. Annem onu baştan ayağa süzdü. İkna olmuş gibi görünmüyordu ama yeni bir soru da sormadı. Ares’in yüzü aydınlandı. Anneme doğru bir adım atıp elini uzattı. “Ares ben.” Dedi kibar bir ses tonuyla. Ay. Acaba Ares’te benim gibi annemin savrulmasına sebep olacak mıydı? Ona tokalaşmayı öğrettiğim için pişman olmuştum şimdi. Gerçi benden çok daha şey bildiği su götürmez bir gerçekti. Muhtemelen bu kadarını da akıl edebilirdi. Yine de tanışmalarını izlemek az daha nefessiz kalmama sebep olacaktı.

Annem soru işaretleriyle dolu ifadesini bozmadan onun elini tuttu. Hiçbir şey olmadı. Şükürler olsun.

“Erkek arkadaşıyım.” Dedi Ares pat diye. Kocaman gözlerimle ona döndüğümde epey eğleniyor gibi görünüyordu. Lanet!

Yumruklarımı sıkıp kendimi öldürmemek için tek ayağımı yere vurmaya başladım. Tokalaşmayı bilmiyordu ama bütün yaramazlıklardan haberi vardı! Buna yalan söylemek ve bunu yaparken keyiflenmek de dahildi! Şimdi annem babama ötmesin diye onun hafızasını falan silmem gerekecekti ama ne yazık ki her saçma özelliğe sahip olan bekçilerin böyle bir özelliği yoktu!

“Lisa.” Dedi annem uyarırcasına. Nazik görünmek adına, Ares’e gülümsemeyi ihmal etmiyordu da. “Biraz acele etmemiş misin sence?” Etmemiş miyim? Etmişim bence!

Ares’in kendince oynadığı oyunu bozmamak için omuz silktim. Madem eğlenmek istiyordu. Eğlensindi bakalım. Elbet bunun intikamını alırdım. “Kader.” Ares’in parmakları, parmaklarıma dolanınca zorlukla yutkunarak, titrememi gizlemeye çalıştım. Göğüs kafesim havayla doldu ancak o havayı geri bırakmanın yolunu unutmuştum sanırım.

Birkaç saniye sonra sakin bir sesle söze girdim. “Sen nasılsın? Çok vaktim yok. Lütfen babama bir şey söyleme anne. Eminim iletişim kurmanın bir yolunu buluyorsunuzdur.”

Hayatında bir kez olsun anne değil de bir suç ortağı olsa ne vardı sanki? Aklıma gelen dahiyane fikirle ekledim. “Garip bir düzenleri var. Ufacık bir kuralı çiğnesen bile idamla cezalandırılıyorsun. Kim bilir seni görmek için dünyaya kaçtığımı duysalar bana ne yaparlar!” Ares yanımda sinsi sinsi kıkırdıyordu ama umursamadım. Yalan değildi sonuçta. Bir tık abartmış olsam da… Yanlış hiçbir cümlem yoktu. Hem Ares nereden bilecekti ki? Gerçi sandığımdan daha çok şey bildiğinden artık emindim. Annemin evini bilmesi gibi.

“Lisa için bir doğum günü hediyesi gibi düşünün.” Dedi Ares.

Ve doğum günümü bilmesi gibi… Gittikçe ürkütücü biri olmaya başlıyordu.

“Doğum günün. Hiç böyle hayal etmemiştik değil mi?” diyerek konuyu değiştirdi annem. Beni onaylamamış olması canımı sıkmıştı ama itiraz da etmediğine göre bir umut vardı.

Annemin doğum günüm hakkında hayal kurduğunu hiç düşünmediğim için başlangıçta sözlerine şaşırdım. Sonrasında ise başımı yana eğip omuz silktim. “Kötü değil ama. Seni görmeye gelebildim ve sabah sarayda benim için sürpriz sayılabilecek bir parti düzenlendi. Kız kardeşim ve abim bana hediye bile aldı.” Olayların bu kadar toz pembe olmadığını elbette annemle paylaşmayacaktım.

Annem bir süre konuşmadı. Sanırım kafasında yaşananları tartıyor ve mantıklı olan yolu bulmaya çalışıyordu. Genelde benim duygularımı düşünmez ve doğru olduğuna inandığı her neyse onu yapardı. Bu yüzden beklentimi yüksek tutmadım. Babama beni öldürmemesi için yalvarırdım olur biterdi. Belki beni dünyaya kaçıran yeni arkadaşım Ares, zindan da kaçırırdı.

“Yemek yiyecek kadar vaktiniz var mı?” dedi annem en sonunda. “Yoksa babana yakalanmadan gitmen mi gerekiyor?”

Mutluluktan çığlık attım. Onun boynuna sarılmak istesem de kendimi tuttum ve bunun yerine hali hazırda elimi tutmuş olan Ares’in omzuna yaslandım.

Duygularımı birilerine dokunmadan göstermek konusunda uzman sayılırdım ama onun teninin hissettirdiklerini sevmiştim. Ayrıca tahmin ettiğiniz gibi bunun Ares’le ilgisi yoktu. Herhangi bir Melez olabilirdi. Buna hepimiz ikna olduk diye varsayıyordum. En çok da ben…

**

Annem bize sayamadığım kadar çeşit yemek hazırladıktan sonra onunla uzun zaman sonra geçirdiğimiz en güzel sofra deneyimini yaşadık. Bunda Ares’in de payı büyüktü çünkü annem ona bayılmıştı. Keşke kırmızı kanatları olduğunu ve kanla beslendiğini söyleyebilseydim. Gerçi Ares farklıydı. Bizimle tıka basa yemişti mesela. Melez olduğundan onun hayatta kalmak için kan içmesi gerekmiyordu demek ki. Bunun içimi rahatlattığını kabul etmeliydim.

Aradan kaç saat geçmişti bilmiyorum ama güneş yavaş yavaş batmaya başlıyordu. Rahlia’da muhafızların sokak sokak gezip beni aramadıklarını umarak artık veda vaktinin geldiğine kanaat getirdim.

Kapının önünde Ares’le dikilirken ve annemle uzaktan vedalaşırken ağlamamak için gözlerimi kırpıp durmuştum. Yanıma aldığım, makyaj malzemelerim ve birkaç kişisel eşyayla doldurduğum çantamı taşıması için Ares’e verdim. İtiraz etmedi ancak şaşkın şaşkın yüzüme bakmaktan da geri durmadı. Bazı nezaket kuralları sadece dünyaya özeldi. Bunu artık iyiden iyiye kabullenmiştim.

“Yine geleceğim.” Dedim anneme arkamı dönmeden önce. Başını sallayıp beni onayladı. “Mutlaka gel.”

Vedalar can sıkıcıydı ama bu defa bunun süresi olması gerekmediğini biliyordum. Bu yüzden dünyadan içim rahat ayrılacaktım.

Annem kapıyı kapattı ve biz de ilerlemeye başladık. Ares bana baktı. “İstediğin zaman gelebiliriz.”

Ona minnettar bir bakış gönderdim. “Teşekkür ederim.”

“Uzun bir süre böyle bir şey olmayacak.” Diye konuşmamızın arasına girdi bir ses. Tüylerimi ürperten, içimdeki canavarı ortaya çıkaran lanet olası bir ses.

Rahlia’dayken uzun uzun düşünüp aslında onlara daha fazla kızmamın anlamsız olduğuna karar vermiştim çünkü bir daha yüzlerini görmeyecektim. Hatta bir ara Arven’i anlamaya dahi başlamıştım ama sanırım iyilik meleği olmanın da bir sınırı vardı. Seni kötülüğe iten gerçekle karşılaştığında tüm pembeler yok oluyordu ve karanlık puf diye seni ele geçiriyordu.

Tanrı, Arven ve Karla’nın yardımcısı olsundu.

“Ben de sizi görmeden gideceğim diye üzülmüştüm.” Dedim öfkeyle. Her zamankinden çok, sanki aldatıldığımı şimdi öğrenmişim gibi taze… Sevgi, hayal kırıklığı veya pişmanlıktan arınmış saf öfke hem de…

“Polislerden kaçabildiğine inanmıyorum Lisa. Aklından ne geçiyordu ki? Yakalanmayacağını mı sandın gerçekten? Üstüne bir de annenin yanına gelmişsin.” Diyerek bana bağırdı Arven. Karla’nın az önceki suçlayıcı sesinden ziyade, o daha çok şaşkın gibiydi.

“Böyle yapışık ikiz gibi beraber mi gidiyorsunuz artık her yere?” diye sordum onun sözlerine karşılık. Karla gözlerini devirdi. Arven ise bakışlarını tam yanımda dikilen Ares’e çevirdi. “Bu adam mı yardım ediyor sana? Yasadışı örgütlere mi bulaştın? Seni affedebilirim. Artık iyiyim. Hiçbir şey olmamış gibi yaparım. Lütfen daha fazla kaçma.”

Arven’in lütfeder gibi söylediği kelimelerin her biri, yüreğimin ortasında aklımın almadığı bir kıvılcım harladı. Kıvılcımlar birleşti. Bir ateş topuna dönüştü.

Yumruklarımı sıktım. Gözlerimi yumdum. Nefes almayı denedim. “Erkek arkadaşım o benim!” diye gürledim sonunda daha çok küfreder gibi. Arven’in beni kıskanmasını, kalbinin kırılmasını hatta duyduklarıyla yanıp kavrulmasını istemiştim. Çünkü ben gerçek bir zavallıydım! Tüm sinirimi çıkarmak için oldukça manasız bir cümle seçmiştim ama yine de çığlık atmanın iyi gelmediğini söyleyemezdim. Tüm dünya artık Ares’in sevgilim olduğunu sanıyordu ve göz ucuyla ona baktığımda bunu sorun etmediğini anlayabiliyordum. Eh, sonuçta o başlatmıştı.

Arven’in omuzları düştü. Karla kocaman olmuş gözbebekleriyle bana bakarken, Arven bana doğru bir adım attı. Aramızdaki mesafeyi azaltmasının onun için ne kadar tehlikeli olduğunu keşke bilebilseydi.

“Ben seni en yakın arkadaşınla aldattığım için vicdan azabı çekerken…” bunu üstü kapalı da söyleyebilirdi ama kendi tercihiydi tabi. Beni daha fazla sinirlendirmek istiyorsa, ona engel olmazdım.

Devam etti. “Sen de beni mi aldattın?”

Hah.

Hah!

“Seninle onca yıl geçirdim ve bu kadar pislik ve beş para etmez bir şerefsiz olduğunu nasıl fark edemedim inanamıyorum.” Dedim hakaretlerimin aksine oldukça sakin bir tonla. Öyle ki ne kadar suçlayıcı konuştuğumu başlangıçta anlamadı bile.

Ares bir kez daha elimi tuttu. İçimden bir ses onun da bana dokunmak için fırsat kolladığını söylüyordu ama bozuntuya vermeyecektim.

“Gidelim mi prenses?” sıcak bir tebessümle gözlerimin içine baktı.

En… içine…

Kehribar gözleri zihnimi bulandırdı ve kafamda kurduğum cümlelerim tuzla buz oldu. Afalladığımı belli etmemek için kafamı hızlıca yeniden Arven ve Karla’ya çevirdim.

Arven sahte bir alınganlık ifadesiyle bana doğru elini uzattı. “Tamam. Belli ki bir intikam oyunu falan bu. Olmamış sayacağım. Sırf elini tutabiliyor diye biriyle sevgili olamazsın. Karla’yla ilişkimiz yürümüyor. En baştan yürümeyeceği belliydi çünkü sana aşığım ben bebeğim.”

Kahrolası herif daha ne kadar küçülebilirdi ki? Karla Arven’in sözlerine karşılık tek kelime etmedi. Hayal kırıklığıyla dolu, kıpkırmızı olmuş suratına bakarsak, Arven’in aksine o gerçekten Arven’e değer veriyordu. Aptal. Kendini bu konuma düşürdüğü için gözümde kalan ufacık değeri de yerle bir oldu.

Ben Arven’e cevap vermek için hazırlanmıştım ancak Ares bir bıçak gibi temasımızı kesip öne atıldığında ve Arven’i yakasından tutup havaya kaldırdığında cevabım ikinci bir çığlık olabildi ancak.

“Lafını geri al.” Dedi hayatımda görmediğim kadar büyük bir sinirle. Arven korku dolu bakışlarla bana sessiz yalvarışlar gönderiyordu. Onu kurtarmamı istiyordu ancak nasıl yapacaktım ki? Ares insan değildi. Bekçi de değildi. Dünya üzerindeki en ürkütücü varlık falandı ve muhtemelen dokunuşu benimkinden bile daha etkili olacaktı. Yeterince suça karışmamışım gibi bir de cinayet ortağı olacaktım. Beni kırmızı bültenle aramalarına ramak kalmıştı.

“Lafını geri al küçük insan.” Dedi bir kez daha Ares. Arven kafasını bana çevirdi. “Hangisinden bahsediyor ki?” diye sordu bağırarak. Her an ağlayacakmış gibi görünüyordu. “Bilmiyorum!” diye bağırdım ben de aynı tonlamayla.

Karla olanları sadece izlemekle yetiniyordu. Belli ki Arven’den umudunu kesmişti ve başına bir iş gelecek olması artık umurunda değildi. Biraz geç gelmiş bir aydınlanmaydı.

“Tamam. Tamam. Geri aldım.” Diyen Arven’in gözünden bir damla yaş düştü. Ares’in gözbebekleri kehribarla kırmızı arası bir renge bürünmüştü. Korkunçtu!

“Şimdi söylediklerimi tekrar et.” Dedi Ares. Hala tek eliyle Arven’i havada tutuyordu. “Ben bir piç kurusuyum.”

Ortamın bütün gerginliğine rağmen dudaklarımın arasından bir kıkırdama kaçtı. Arven neye uğradığını şaşırmış gibiydi. Ares öfkeyle derin bir nefes aldı.

“Ben bir piç kurusuyum.” Diyerek tekrarladı Arven.

“Ve…” diye devam etti Ares. Saniyenin onda biri kadar kısa bir süre için göz ucuyla bana baktı. Dudağının kenarında belli belirsiz bir gülümseme gördüm ya da öyle sandım bilmiyorum ama bir nebze rahatlamamı sağladı.

“Bir daha Lisa’nın adını ağzıma almayacağım.”

Arven çaresizce, bir kez daha Ares’in sözlerini tekrar etti. Sonunda Ares onu bıraktığında da arkasına dahi bakmadan kaçıp gitti. O kadar hızlı bir şekilde gözden kaybolmuştu ki inanamadım. Hayatımdan tamamen çıkışı, beklediğimden daha iyi hissettirmişti.

“Uzak dur şu heriften. Her şeye rağmen daha iyilerine layıksın.” Dedim geride bıraktığı Karla’ya. Omuz silkmekle yetindi ve tek kelime etmeden arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı.

Aniden Ares’e döndüm. “Aklını mı kaçırdın sen?” Yaptığı için ona sonsuz bir teşekkür göndermek istesem de bir insanı tehdit edip kendine küfrettirdiği ve yakasına yapışıp ödünü kopardığı için bunu yaparsam, hoş görünmezdim.

“Seni aldattığını söylemedin mi?” diye sordu zaten cevabını bildiği halde. Yere bıraktığı çantamı yeniden eline almıştı. Başımı salladım. “İyi o halde.” Dedi bilmiş bir tavırla. “Demek ki hak etmediği bir şey yapmamışım.”

Bir Feniks’e göre dünyaya inanılmaz derece uyum sağlayabiliyordu. Tanıştığımızda tokalaşmaktan bile bir haber olduğu düşünülünce, böylesi biraz tuhaftı. Kafa karıştırıcı biriydi. Bazen beni yıllardır tanıyormuş gibi hissettiriyordu ama düşününce bana şu evrendeki en uzak canlı sayılabilirdi. Üstelik nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde hakkımda gereğinden fazla bilgi sahibiydi. Beni görmek için Rahlia’ya gelmişti. Anneme erkek arkadaşım olduğunu söylemişti. Aramızda anlam veremediğim bir samimiyet vardı ama bu olabilecek en saçma senaryoydu da aslında.

Annie’nin bahsettiği lanet böyle bir şey miydi? Karşılaşmış olmamız laneti tetiklediyse, kim bilir birlikte bu kadar vakit geçirmemiz nelere sebep olacaktı?

Sanırım yeniden büyücüyü ziyaret etme zamanıydı ancak bu defa tek başıma olmayacaktım. “Hiç, bir büyücüyle tanıştın mı?” diye sordum Ares’e konuyu tümüyle değiştirerek. Omuz silkti. “Birkaç tane. Neden ki?” Vay canına. Büyücülerin sayıları düşündüğümden fazla olmalıydı.

Bazı üstü kapalı gerçekleri gün yüzüne çıkarmak zorundaydım. Bunun için can attığımdan değildi ve kendimi mecbur hissetmesem lanet, dünyayı yaksa umursamazdım ama içimde deli bir istek duyuyordum. Umarım başıma bir iş açmazdım.

“İyi.” Dedim Ares’e. “Bir tane daha olacak.”


Merhaba, kitabı okumaya başlayan ama beğeni ve yorum yapmayan o kişi. :) Şey, acaba benimle fikirlerini paylaşır mısın? Tabi yeni bölüm bildirimlerini alabilmek adına kitabı da takip edersen çok sevinirim.


Bölümler bir süre daha her gün gelecek ancak sonrasında haftalık yayınlayacağım çünkü stokta hazır bekleyen bölüm sayım azalıyor ve yazmak için zamana ihtiyacım var. Gidişatla ilgili yorumlarınızı ve elbette beğenilerinizi bekliyorum. Çok değil yarın görüşmek üzere. :)


Loading...
0%