Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9. Bölüm-Melez Laneti

@melikemn

🔥

On sekiz yaşındaydım. Reşit olmak hayatımda pek bir şey değiştirmemişti elbette ama yine de onca zaman boyunca bunun bana farklı hissettireceğini düşündükten sonra şimdi her şeyin bu kadar aynı olması can sıkıcıydı. Zaten bir günde ne olabilirdi ki? İyilik meleğine mi dönüşecektim? Daha mutlu ya da daha cesur mu olacaktım?


Hayır. Hala aynı endişe ve merakla doluydum ve hala Ares’e çekilip duruyordum. Bunu kendime itiraf edeli iki saat falan olmuştu. Dün akşamüzeri dünyadan döndükten sonra odama kapanıp da bir tüye bakarak bütün gece onu düşününce, sabaha karşı olayın bir temastan ötesi olma ihtimalini hesaba katmaya karar vermiştim ve bingo! Bana dokunduğu için değil de ondan etkilendiğim için bu denli kontrolden çıktığıma kanaat getirmiştim. Bunu itiraf etmek oldukça zordu ve bu yüzden, hemen ardından bu düşüncenin aptalca olduğunu tekrarlayıp durmuştum ama işe yaramadı. Bugün öğlenden sonra onunla bulaşacağım için kalbim ağzımın içinde atmaya başladığından, direnmek anlamsızdı.

Her yanlış yola sapmayı başarabilmek büyük meziyetti.

Neyse ki ona âşık olduğum falan yoktu. Dönülmeyecek bir noktada değildim yani. Birkaç hafta onu görmesem unutur giderdim. Şu an buluşmamıza hazırlanıyor olduğumdan, o birkaç haftanın henüz başlayamayacağı aşikardı.

Ares’e lanetten bahsettiğimde pek şaşırmadı. Bu da benden daha fazla şey bildiğini düşündürmüştü ama bu konuda konuşmak istiyor gibi değildi. Ondan etkileniyor olmamı bir kenara bırakırsak, fazlasıyla tehlikeli bir tip olduğunu kabul etmem gerekirdi. Avucunun içinde ateş yakabilen ve uçabilen birisinin zararsız olmasını beklemek saçmalıktı zaten. Böyle birine kapılmak da tam bir ahmaklık…

Sabah Kevin’la olan dersimiz boyunca dalgındım. Bu yüzden bana öğrettiklerini birebir tekrar edip, tek bir hareketine dahi karşı çıkmadığım için hasta olduğumu düşünüyordu. Kontrol etmek için iki kez Victoria, bir kez de Kevin gelmişti. Onlara yalnız kalmak istediğimi ve biraz dışarı çıkacağımı söylemiştim. İkna olmaları epey zordu ama başardığımı umuyordum. Peşime düşerlerse diye biraz odada bekledim. Etrafın tamamen boşaldığına karar verdikten sonra da Saray’dan çıktım.

Beni Annie’nin dükkanına Henry götürecekti. Muhafız arkadaşlarımdan biriydi. Oldukça sakin ve soğukkanlı olduğundan Rahlia’da sır saklamak konusunda güvenebileceğim bekçilerin başına yerleşmişti. O kadar az konuşuyordu ki, birine benimle ilgili bir detaydan bahsetmesi imkansıza yakındı. Sohbet etmek için berbat biriydi ama gizli işler karıştırmak için aradığım kan oydu.

“Nasılsın Henry?” diye sordum at arabasında arka tarafa geçmek yerine onun yanına otururken. Bana kaşlarını kaldırıp uyarırcasına baktı. “Ne var? Tek başıma sıkılıyorum arkada.” Dedim omuz silkerek. Sabır dilenir gibi iç çekti ancak itiraz da etmedi. Muhtemelen gereğinden fazla kelime kullanmaktan falan korkuyordu. Acaba muhafızların belirli bir kelime hakkı mı vardı? Gerçi bir diğer tanıştığım muhafız olan Eva oldukça konuşkandı. Sanırım sorun Henry’di. Bu kadar az konuştuğu halde onunla iyi anlaşıyordum ve sesli dile getirmemiş olsa bile o da beni epey seviyordu bence. Bir kere bana gülümsediği bile olmuştu -ki Victoria Henry’i ilk defa gülerken gördüğünü söylemişti-demek ki aramız iyiydi.

“Günün nasıl geçiyor?” diyerek bir kez daha sohbet etmeyi denedim. At arabası hareket ederken göz ucuyla bana baktı. “Güzel.”

Aradan birkaç sessiz saniye geçti. Ofladım. “Benim de öyle. Sabah Kevin’la dersimiz bile eğlenceliydi diyebilirim. Yarınki dersimizde ata binmeyi öğrenecekmişim. Baya heyecanlıyım ve açıkçası çok korkuyorum ama ignisle Kevin’ı yaralamayı başardığıma göre bunu hayli hayli yaparım bence.” Dedim tek nefeste. Dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. Koyu renk gözleri kısıldığında kaz ayakları ortaya çıkmıştı. Otuzlu yaşlarına yakın olduğunu tahmin ediyordum ama Bekçilerin yaşlarını anlamak çok zordu. Mesela Kevin yirmi üç yaşındaydı ve ben onun yirmiden fazla olamayacağına dair kendisiyle iddiaya girmiştim. Hayatımda yaptığım en salakça şeydi ve karşılığında iki saat fazladan ders yapmamız gerekmişti ama olsundu. En azından kendi düşüncemin arkasında durmuştum.

“Konuşmayı çok seviyorsun.” Dedi Henry. Tüm söylediklerimden çıkardığı şeyin bu olması şaka gibiydi gerçekten.

“Ve sen de hiç ama hiç sevmiyorsun.” Diye karşılık verdim ukala bir tavırla. At arabası dünyanın en rahatsız aracıydı ama bunu ona söylemedim. Kalkıp otomobil falan icat edecek halleri yoktu sonuçta.

“Senin konuşmanı seviyorum ama.” Derken bir kez daha ama bu defa daha belirgin bir şekilde gülümsedi. Vay canına. Onunla tanışalı bir haftadan az olmuştu ama itirafı beni yine de duygulandırdı. Dünyada milyon tane arkadaşım vardı ama hiçbiri buradaki insanlar kadar sıcak gelmemişti. Bekçilerle bu kadar iyi anlaşmak bana da sürpriz olmuştu.

Yolun geri kalanında yine ben saçma sapan konulardan bahsederken Henry beni dinleyip kısa cevaplar vermeye devam etti. Benim konuşmamı sevdiğini söylemesi kendine yaptığı en büyük kötülüktü çünkü bundan sonrasında beni asla susturamayacaktı. Şu an için Rahlia’da yapabileceğim daha iyi bir işim yoktu.

Annie’nin dükkanının önüne geldiğimizde kalbim ağzımın içinde atmaya başlamıştı yine. At arabasında kafamın dağılması için Henry’i sonu gelmez anılarımla boğarken her şey oldukça güzeldi ancak gerçekle yüzleşmek söndüğünü sandığım heyecanımı yeniden ortaya çıkarmıştı.

Zorlukla derin bir nefes alıp at arabasından indim. “Teşekkür ederim. İşim uzun sürer. Birkaç saate gelip beni alırsın olmaz mı?”

Henry başını sallayıp beni onayladı. “Kendine dikkat et.” Dedikten sonra da yeniden hareketlendi ve birkaç saniye sonra da yeteri kadar uzaklaştı. Prenses olduğumun gizli kalmasının bazı iyi yanları vardı. Mesela kimse beni her saniye takip etmesi gerektiğini düşünmüyordu. Böylece kafama estiği gibi Saray’dan çıkabiliyor ve gizli işler karıştırabiliyordum.

Annie’nin dükkanına bakarken ellerim titriyor, vücudumun her bir hücresi hareket ediyordu sanki. Hayır ne oluyordu ki yani? Altı üstü Ares’le birlikte bir büyücüyle konuşacak, ikimizin nasıl bir lanete ortak olduğunu sorgulayacaktık. Amma da abartmıştım. Bir de bayılsam tam olacaktı.

Başım mı dönüyordu?

Ah! Kahrolası kalbim. Göğüs kafesimden fırla da herkes rahatlasın!

Vazgeçmeden hemen önce dükkânın içine adım attım. Boştu. “Annie?” dedim çok da bağırmadan. Cevap alamadım. Biraz beklemekten zarar gelmezdi. Hem daha Ares’de gelmemişti belli ki.

Boy aynasının hemen yanında askılara dizilmiş rengarenk elbiseleri incelemeye koyuldum. Kaliteli kumaşlarına dokundum. Göz alıcı taş işlemelerine hayranlıkla baktım. Acaba Annie bunları büyüyle mi yapıyordu? O yüzden mi bu kadar kusursuzlardı? Şu saçma eğitimim bittikten sonra beni yanında işe alır mıydı ki? Gerçi hali hazırda Victoria’nın yardımcısı olarak işe başlamış sayılırdım babam sağ olsun ama belki gerçek bir işe de girmeme izin verirdi. Nasılsa prenses olduğumu bir süre hatta belki sonsuza kadar falan açıklamaya niyeti yoktu. İlk fırsatta gidip ona bunu soracaktım. Çalışmama izin vermezse onu herkese kızı olduğumu söylemekle tehdit ederdim olur biterdi.

Rahlia beni kötü birine dönüştürmüştü sanırım. Neyse ki bu durumdan gram şikayetçi değildim.

Aradan geçen yaklaşık on dakikanın ardından elli kez falan daha Annie’ye seslenmiştim ancak dükkân boş gibi duruyordu. Eninde sonunda ya onun ya da Ares’in geleceğini düşünerek vakit geçirecek bir şeyler aramaya başladım. Gözlerimi küçük ama ışıltılı dükkânda gezdirdikten sonra önce birkaç takıyı üzerimde deneyip aynadaki görüntüme övgüler yağdırdım. Ne var? Sonuçta mücevherlerin bana bu kadar yakışmasının suçlusu ben değildim. Ardından kendime üç tane elbise seçip, köşedeki bordo perdenin arkasına geçtim. İlki mavi, şifon ve oldukça taşlıydı. Rahlia’lılar gösteriş bağımlısı olabilirlerdi ve elbiseyi üzerimde gördüğümde bu kadarının benim için bile fazla olduğuna kanaat getirmiştim. Bir diğeri beyazdı. Korseli gövdesinin bitişinden yere kadar tül, kabarık eteği uzanıyordu. Kolları da eteği gibi tül ancak transparandı. Omzumun aşağısından başlıyor, ellerimden sarkıyordu. Yumuşak bir kumaşı vardı. Diğerleri gibi parlak taş detayları olmamasına rağmen çok şıktı. Vücudumu tümüyle sarmış, sanki üzerime dikilmiş gibi bedeni tam olmuştu. Victoria bir ihtiyacım olduğunda Annie’ye gelip gönlümce alabileceğimi söylemişti. Bu elbiseyi giyebileceğim herhangi bir gün yoktu ama bu ona ihtiyacım olmadığı anlamına gelmezdi. Bu yüzden üzerimden çıkarmak dahi istemiyordum. Böyle dolaşsam garipsenir miydim? Gelinliğe benziyordu ama Saray’daki soylu kadınlarda pek sade giyinmiyordu zaten. Bence kabul edilebilirdi. Hem kimseye açıklama yapmak zorunda hissetmiyordum kendimi. Bedenimi saran kumaş parçasına sarıldım. Galiba bir elbiseye âşık olmuştum. “Çok güzelsin kızım. Göz alıcısın.” Diye mırıldandım hayranlıkla.

Perdenin arkasındaki aynada hipnoz olmuş gibi kendime bakarken kulağıma ulaşan adım sesleri yüzünden dikkatim dağıldı. Usulca arkamı döndüm. “Annie?” dedim perdeyi aralamadan önce ve kafamı çıkardığım anda Ares’in gövdesiyle karşılaştım. Aramızdaki mesafe o kadar azdı ki, bir adım daha atsam ayağına basardım. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. İçimden gülümsemek gelmişti ama elbette yapmadım. Onun yerine “Bu kadar dibime girmek zorunda mısın?” diye çıkıştım. Kendini geriye atıp sırtını duvara yasladı. “Kimse yok sandım.” Diye savundu kendini ama gram inandırıcı değildi.

“Uydurma. Eminim beş yüz kilometre öteden anlamışsındır burada olduğumu.” Her saçma detaydan bir şekilde haberi olabildiğini bilmiyordum sanki. Beni bundan sonra kandırabilmesi imkansızdı.

“O kadar da değil. Kapının önünde duydum nefes alışlarını. Bir de birilerine ne kadar göz alıcı olduğunu falan söylüyordun.” Dedi kafası karışmış bir şekilde bakarken. Ay. Rezil olmuştum! Artık halka açık yerlerde kendime iltifat etmekten vazgeçmeliydim.

Gözlerini önce gözlerime sabitledi ardından da baştan aşağıya, ayaklarıma kadar gezdirdi. Başını yana eğdi. Elini çenesinin altına koyup uzun uzun düşündü. “Yakışmış.” Dedi. “Balo için mi?”

Kaşlarım daha ben kontrol edemeden çatıldı. “Balo mu? Ne balosu?”

Bir balo vardı ve bunu benden önce Ares mi öğreniyordu? Ben kimdim ve Rahlia bana ne yapmıştı?

“Her yıl düzenlenen Kraliyet balosu işte. Ne biçim Rahlia’lısın sen?” diyerek alay etti. Hah. On beş gündür falan buralıydım bir kere. Nasıl bu kadar şeyi pat diye öğrenebilirdim ki? Hem sorun benim bunu bilmemden çok onun bilmesiydi bence. O buralı bile değildi.

“Sen nereden biliyorsun?” diye sordum kollarımı göğsümde kavuştururken. Omuz silkti. “Düzenli olarak katılıyorum çünkü.”

Şaka mı? “Ne demek katılıyorum? Elini kolunu sallayarak Bekçilerin balosuna katılıyorsun ve kimse garipsemiyor mu? Fenikssin sen nasıl anlamazlar?” diyerek onu adeta azarladım. Ben Zaman Çukuruna gittiğimde bir soyağacımı saymadıkları kalmıştı ama. Bu nasıl bir adaletsizlikti?

“Feniks değilim Melezim. Yarı bekçiyim yani. Ben istemediğim sürece ben de bir gariplik olduğunu anlamazlar.” Dedi üstünlük taslayarak. Aman ne güzel. Melezliğin bütün ekmeğini o yiyordu. Benim payıma da kocaman bir sefalet düşmüştü.

“Dünyadaki törenlere falan da katılıyorsundur sen. Hatta mezuniyet baloları falan.” Diyerek alay ettim onla ama onun yüzünde mimik oynamadı. “Hiç mezuniyet balosuna katılmadım aslında.” Derken pişman gibiydi. “Dünya pek ilgimi çekmiyor.” Ben ona afallamış bir şekilde bakarken aniden gözleri ışıldadı. “İstersen seninkine birlikte katılabiliriz ama.”

Ah…

Mezuniyet baloma yalnızca birkaç hafta kalmıştı. Ağlamak istiyordum ama şu an hiç ama hiç yeri değildi. Yine de içimde oluşan burukluğa engel olamadım. Acaba Arven şikayetini geri alsa ve benim de hapse düşme ihtimalim ortadan kalksa gerçekten baloma katılabilir miydim? Gerçi benim Kraliçe, Arven’inde Kral seçilmediği bir mezuniyet balosunda ne yapacaktım ki? Yıllardır tüm planlarımı bunun üzerine kurmuştum. Giyeceğim kıyafeti bile tasarlamıştım. Diktirmeye fırsatım olmamıştı ve olmayacaktı da ama en azından anılarımda yaşatabilirdim.

“Biliyor musun?” diye sordum Ares’e. “Çok uzun zaman boyunca o baloyu hayal ettim. Şimdi çok kısa bir zaman var ve ben yeni bir hayal dahi kuramıyorum.”

Ares benim dünyevi sorunlarımı dinlemek istiyor muydu bilmiyordum ama o an bunu pek dert etmedim. Zaten düşünmeden konuşmuştum.

Yeniden doğrulup tam karşıma dikildi. “Zorunda değilsin.” Dedi beklediğimden daha kısık ama bir o kadar net bir sesle. “Benim yaptığım hatayı yapmana izin vermeyeceğim Prenses.” Bakışlarımız çakıştığında suratımda aptal bir tebessüm oluştu. Yine gözlerine bakmak beynimi bulandırmıştı ama çaktırmamaya çalıştım.

Devam etti. “Bu evrende ayrıcalıklı olan sensin. Benim. Bekçiler, insanlar ya da Feniksler değil.”

Nedenini bilmiyordum ama sözleri karşısında duygulandım. “Öyle hissetmiyorum. Üstünmüş gibi yani. Sadece… Farklıyım o kadar. Senin gibi değilim ki. Beni özel kılan bir yeteneğim yok. Kırmızı kanatlarım çıkmıyor mesela. Ya da avucumda ateş yakamıyorum.” Hissettiklerimi daha önce kimseye bu kadar açık dile getirmemiştim ama zaten onun belki de beni anlayabilecek tek kişi olduğunun farkındaydım. Birine anlatacaksam da onun Ares olması gerekiyordu. “Ait olduğumu söyledikleri yerle ilgili bile çok az şey biliyorum. Çok az insan tanıyorum. Babamın kral olduğunu dahi gizlemem gerekiyor. Yasak bir aşkın, hatalı bir meyvesiyim işte.”

Başını olumsuz anlamda sağa solladı. “Hayır.” Diyerek bana doğru bir adım attı. “Henüz sahip olduklarını keşfetmedin o kadar.” Bir adım daha. Aramızdaki mesafe gitgide azalıyor, yüreğimde yine manasız bir heyecan yaratıyordu. Yutkundum. “Sanmam. Öyle hissetmiyorum bile.”

En son kütüphanede saatlerce ağladıktan sonra tüm bunları aştığımı sanmıştım ama yeniden dile döktüğümde, hala içimdeki boşlukları dolduramadığımı fark ettim. Oysa alışmıştım. Bir sürü arkadaş edinmiş, kız kardeşimle inanılmaz bir bağ kurmuştum. Kevin sayesinde Bekçiliğe dair bir şeyler de öğreniyordum. Babamı, abimi ve üvey annemi de o kadar dert etmiyordum artık. Mutlu olmaya başladığımdan neredeyse emindim.

Neredeyse…

Duygularımı bastırmak, mutsuzken dünyanın en mutlu kızı gibi görünmek üzerine uzun bir çalışmam vardı. En üzgün olduğum anlarda bile okulda gülücükler saçmak konusunda profesyoneldim. Bunu Rahlia’da yapmam gerekeceğini düşünmemiştim aslında çünkü burada zaten kendim olabileceğimi sanıyordum. Öyle olmamıştı belli ki çünkü ilk fırsatta Ares’e dökülüvermiştim işte.

Elini uzattı. Ardından avucunun içinde ufak bir kıvılcım belirdi. Yavaşça büyüyüp bir ateş topuna dönüştü.

“Elini verir misin?” diye sordu çok sıradan bir şeymiş gibi. Kaşlarımı çattım. “Yanlış anlama ama…” Bunu neden açıklamam gerekiyordu ki? “Avucundan alevler yükseliyorken bunu yapmam mantıksız olmaz mı?”

Güldü. Bence komik değildi.

“Merak etme. Bir şey olmaz. Güven bana.” Dedi oldukça normal bir tavırla. Ona güvenmem çok saçmaydı biliyorum ama güvendim. Aptallığıma doymadığım bir günümdeydim belli ki.

Biraz gergince elimi uzattım ve olabilecek en yavaş şekilde elinin üzerine koydum. Araba çarptığında burnum dahi kanamadan kurtulabiliyorsam, bu ateşle de ölmezdim herhalde.

Elim elini kapattığında avucunda yanan ateş söndü ve geriye siyah bir kül yığını kaldı. Hızlıca elimi geri çekerken şaşkınlıkla onun ışıldayan yüzüne baktım. “Ne yaptın?” diye sordum inanamayarak.

Omuz silkti. “Sen yaptın.”

Saçma. Bunu nasıl yapmış olabilirdim ki?

Ares avucundaki külü yere çırptı. Ben hala şok olmuş bir ifadeyle ona bakarken ve mantıklı bir açıklama beklerken başka bir ses akıldışı anımızı bıçak gibi kesti.

“İkiniz birden burada ne arıyorsunuz?”

Hızlıca arkamı döndüm. Elbette önümüze kırmızı halılar sermesini falan beklemiyordum ama en azından bizi dövecekmiş gibi üzerimize yürümemesini tercih ederdim. Onun bir büyücü olduğu gerçeğiyle yüzleşerek geriye doğru bir adım atıp Ares’in bir santim gerisine geçtim. En azından o Annie’ye alev topu falan fırlatıp bizi koruyabilirdi sonuçta. Ben ise tamamen savunmasızdım.

“Prenses, melez Lanetiyle ilgili konuşmak istedi.” Dedi Ares tam bir sohbet havasında. Sadece ben mi istemiştim? Melez Laneti. Ne hoş! Lanetimizin bir ismi vardı. Ayrıca onun benden çok daha fazlasını bildiği tescillenmişti. Daha sonra onu sorguya çekmeyi zihnimin bir köşesine not ettim.

“İgnis sizde mi?” diye sordu Annie öfkeyle. Ares’le aynı anda, “Hayır.” Dedik aceleyle. Büyücüler sadece benim için korkutucu değildi anlaşılan.

Annie rahat bir nefes koyuverip, dükkânın köşesinde duran tabureye oturdu. “Siz bulmadan onu yok etmek lazım.” Dedi kendi kendine. Benim için her şey o kadar anlamsızdı ki, az önce elimle bir ateşi söndürmüş olmamın şokunu aniden atlatıp, kahkahalarla gülesim gelmişti.

“İyi de biz İgnis aramıyoruz ki. Yani ben aramıyorum.” Ares’e döndüm. “Sen arıyor musun?” başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. Annie’yle sakinleştirici olmaya çalıştığım bir ses tonuyla konuştum. “Bak, sorun çözüldü bile.”

İkna olmuşa benzemiyordu. “Aramanız gerekmiyor zaten. Lanet üçünüzü aynı noktaya getirecektir.” Hay lanet… Ne sinir bozucu şeydi böyle? “Sana söylemiştim.” Dedi yeşil gözlerini Ares’e dikip. “Rahlia’ya gelmeyecektin. Bir daha ona yaklaşmayacaktın hani?”

Sanırım bir noktayı kaçırıyordum ama duyduklarımı hazmedememiş olduğumdan olsa gerek, bulamamıştım.

“Dünyadaydı. Öyle olduğunu sanıyordum en azından. Onu ben bulmadım hem. O, Zaman Çukuru’na geldi.” Diye bir şeyler zırvaladı Ares. O diye bahsettiği kişi muhtemelen bendim. Bu da varlığımın benden çok ama çok önce buraya ulaştığını gösterirdi. Ona bir büyücüden bahsettiğimde, dükkânı tarif ettiğimde ya da lanet hakkında konuştuğumda ağzını açıp tek kelime söylememişti ama aslında çoğu cevabım onda vardı.

“Madem her şeye hakimdin. Niye buraya kadar geldik ki? Anlatsaydın ya!” Diye bağırdım Ares’e. Onunla geçirdiğim üçüncü gündü ama buna rağmen sözlerine körü körüne inanıp durmuştum. O ise bu sırada kafamı kurcalayan tüm cevapları benden saklamakla meşguldü. Demek ki erkek her evrende erkekti!

“Anlatamazdım. Anlatmamam gerekiyordu. Tek taraflı değil bu. İkimiz bunun tam ortasındayız ve ne kadar çok şey bilirsek o kadar içine çekiliriz.” Hah. Hayatımda duyduğum en saçma bahaneydi!

Öfkesini kusma sırası bana geçmişti. Ares’ten uzaklaşıp Annie’ye yaklaştım. “Bana her şeyi doğru düzgün anlatmazsanız, dışarı çıkar herkese büyücü olduğunu haykırırım.” Diyerek parmağımı yüzüne doğru salladım. Beni hafife almışlardı. Hata yaptıklarını göreceklerdi. Üzerimde gelinliğe benzer bir elbiseyle ne kadar ciddiye alınırdım bilemiyordum gerçi ama bunu şu an düşünmeyecektim.

“Anlamıyorsun.” Dedi pes edercesine. Ellerimi belime koyup, tek ayağımı yere vurmaya başladım. Ares derin bir nefes aldı. Ancak Söze Annie girdi.

“Yüzyıllar önce Abasis üç dünyayı birbirinden ayırdı ve yeniden bir araya gelmelerini engellemek için hepsini lanetledi.” Kütüphanede okuduklarımı hatırladım. Feniksler ve ardından bekçiler insanların hayatı üzerinde üstünlük kurmaya çalışmış, tehlikeli melez canlıların doğmasına neden olmuşlardı. Abasis’in ortaya çıkışından sonra bir lanetten bahsediliyordu ama içeriğinin ne olduğuyla ilgili tek bir bilgi dahi bulamamıştım. Belki de bunu yalnızca büyücüler biliyordu. Bekçilerin, insanların veya Fenikslerin bu konuda pek bir fikri yoktu.

“Ve?” dedim sabırsızca. Başını olumsuz anlamda sağa sola salladı. “Bunu herhangi birinden öğrenmen mümkün değil çünkü lanet hakkında konuşmamız yasak.”

Benimle dalga geçiyor olmalıydı!

“Daha neler? Hiçbir şey bilmeden nasıl kendimi bu lanetten koruyabilirim ki?” Annie’nin konuşmasına izin vermeden bir kez daha öfkeyle Ares’e döndüm. “Beni uyarman gerekiyordu. Her şey normalmiş gibi davranmaya devam etmemeliydin.”

Meraktan ölsem mutlu mu olacaklardı şimdi? Birinin bana mantıklı bir açıklama yapması ve kafamdaki soru işaretlerini bir nebze azaltması lazımdı. İçim içimi kemirmeye çoktan başlamıştı bile.

“Bildiğim tek şey bizim evren için tehlikeli varlıklar olduğumuz ve uzak kalmamız falan. Lanetle ilgili geri kalan tüm sırlar büyücülerde saklı ve tahmin ettiğim gibi onların da dudakları mühürlüymüş.”

Daha mantıksız çok az şey duymuştum bu yüzden asla sözlerini kabul etmeyi düşünmüyordum. “Bana kayda değer bir şey söylemek zorundasınız.” Diye çıkıştım neyime güvendiğimi bilmeyerek tehditkâr bir sesle. Melez olmak sandığımdan daha havalı bir şeydi belli ki. O halde elimde hiçbir şey olmadan onlara tehditler savurabilirdim.

Annie stresle derin bir iç çektikten sonra ayağa kalkıp bana yaklaştı. “Söyleyeyim.” Dedi oldukça otoriter bir tını eşliğinde. “Aklınız varsa, ikiniz, bırakın yan yana olmayı bir daha aynı dünya sınırları içinde dahi bulunmazsınız.”

Yeşil gözlerinde kısa bir an için, ürkütücü bir ışık süzmesi yanıp söndü ve bu dükkâna ilk geldiğimde olduğu gibi içimi ürpertti. Elimi göğsümün ortasına koyup, kesildiğini düşündüğüm nefesimi almak için uğraştım.

Gücümü toplamayı başardıktan sonra duruşumu dikleştirdim ve “Saçmalık.” Diyerek meydan okudum ona. Afallayarak bir adım geri çekildiğinde bu defa ben ona doğru adım attım. “En azından ipucu. Beni yönlendirecek, gerçeğe ulaştıracak herhangi bir şey.” Yumruklarımı sıktım ve tüm hücrelerimde yanan bir alev hissettim adeta. Sanki cayır cayır yanıyor ancak acı yerine saf öfkeyle donatılmıştım.

Bir el kolumu hafifçe kavrayıp beni uyarana kadar, Annie’ye ne kadar yaklaştığımı fark edemedim.

“Gidelim buradan. Bize bir şey söyleyemez baksana. İstese de yapamaz.” Dedi Ares. Bu fantastik düzen iyiden iyiye çileden çıkarmaya başlamıştı beni ve içimden bir ses bu işin sonunun kötü biteceğini söylüyordu. Oysa bu kadar öfkeli birisi olmamıştım hiçbir zaman. Rahlia beni değiştiriyordu ve bu iyi yönde bir değişim değildi. Belki de ata binme derslerini falan es geçip, doğrudan gücümü kontrol etmeyi öğrenmeye odaklanmalıydım. Bir an önce hem de…

Dokunuşunun sakinleştirici etkisiyle derin bir nefes koyuverdikten sonra onu onayladım ve elimden tutup beni dükkândan çıkarmasına izin verdim.

“Ufacık bir fırsatta bekçiliğini kullanamazsın. Hele bunu bir büyücüye karşı asla yapamazsın.” Diye uyardı Ares biraz uzaklaşıp, tenha bir noktada durduğumuzda. Sanki bilerek yapıyordum! Ofladım. “Elimde değil.” Dedim teslim olur gibi. “Neyle karşı karşıya olduğumu öğrenmekten başka bir şey yok zihnimde. Böyle zamanlarda kafam düzgün çalışmıyor.”

Usulca bana doğru eğilip, fısıldayarak konuştu. “Prenses…” sıcak nefesi saçlarıma değiyordu. “Senden uzak durmam gerektiğini biliyordum ve bak şu an neredeyim?” aramızdaki mesafe o kadar azdı ki, bir milim oynasam başım çenesine çarpacaktı. Kalbimin atışları bir anda hızlandı ve vücudumu saran öfke tuzla buz olurken, yerine yine baş edemediğim başka bir duygu aldı.

Heyecan…

“Sana daha öncesinde bildiklerimi söyleyebilirdim ama yapmadım çünkü…” iç çekti. “Benden uzak durmanı istemedim.” Melodik tınısı zihnimin en ücra köşelerine kazınmış, aklımın bulanmasına neden olmuştu. Bu yüzden kelimelerinin altında yatan anlam, beynimde çok sonra karşılık buldu. “Benim gibi bir melez daha olduğunu öğrendiğimde, ilk iş dünyaya gidip seni buldum ama her şeyden o kadar habersizdin ki. Senden uzak durmam gerekiyordu ve yaptım da. Ama sonra sen geldin ve bu evrende dokunuşunu hissedebildiğim tek varlıkken öylece korkup benden kaçmanı istemedim.” Her şeyi bir kenara bıraksak da sadece bu bile bizi birbirimize deli gibi çekmiyor muydu zaten? “Lanetin bize ne yapabileceğini bilmiyorum. Zaten inan bana, ne kadar çok şey bildiğinin bir önemi yok. Çünkü bize çizilen kaderi değiştiremeyeceğiz.” Diye tamamladı cümlelerini Ares. Bu kadar ciddi konuşmalar yapmak pek tarzım değildi ancak biraz ciddiyetin zamanı gelmişti de geçiyordu.

“Hayır.” Diyerek itiraz ettim. “Bir yolu vardır.” Dedim ısrarla. “Her şeyin bir yolu vardır.” Cümlelerimin ne kadar safsak olduğunu fark edince ona bu kadar yakın olmamam gerektiğine kanaat getirdim. Geriye doğru bir adım atıp, güvenli sayılabilecek bir bölgede konuşmamı sürdürdüm. “Madem herhangi bir büyücüden öğrenemiyorum… Abasis’i bulurum ben de.”

Yüzündeki alaylı tebessüm genişledi. “Sana özel olduğunu söyledim ama Tanrı değilsin.”

Ne var? Yaşayan, nefes alan, canlı kanlı bir varlık değil miydi? Elbet galaksinin ya da koca evrenin bir noktasındaydı ve ben kaderime razı olmaktansa son ana kadar çabalamayı tercih edecektim.

“Saray kütüphanesine tekrar giderim. Gerekirse binlerce kitabı tek tek okurum. Başka büyücüler bulurum. Hatta Zaman Çukuru’nda yüzyıllar önce ortaya çıkmış olan Fenikslere sorarım. Birçoğu hatta belki de hepsi Abasis’in büyüsünden önce doğmuştur değil mi?” Ares bana aklımı kaçırmışım gibi bakıyordu ancak umursamadım. Ellerimi iki yana açıp, bu defa onun inanamayan gözlerine de meydan okudum. “Ne ile karşı karşıya olduğumu öğrenip, sonra da buna engel olacağım.”

Uzak kalmamız gerekiyormuş. Hah. Benden öylece böyle bir şey isteyip, laflarını dinlememi bekleyemezdi kimse. Madem öyle olması zorunluydu. Beni ikna etselerdi. Hem ben Ares’ten uzak kalmak istemiyordum ki! Üstelik… O da istemiyordu.

Yüreğimde garip bir kıvılcım yakan kehribarlar, yüzümde dolaştı. Orada birden fazla duygu kol geziyordu. Birkaç saniye konuşmadan beni izlediğinde yeniden söze girme ihtiyacı hissettim. “Sen karar ver asıl.”

Kaşları çatıldı. “Kaderine razı mı olacaksın? Yoksa benimle savaşacak mısın?”

Bu defa suratındaki ifade memnuniyetti. “Belki de hala yeterince ciddiye almıyorsun. Lanet kötü bir şey demektir. Bu işin sonu kötü bitecek yani.”

Omuz silktim. “Bilemeyiz.” Dedim. “Henüz sona gelmedik.”

Ondan bir karar bekliyordum. Haklı olabilirdi. Bu fantastik olayların içine düşeli yalnızca iki hafta olmuştu ve her şey sandığımdan çok daha korkunçtu belki de ama çok uzun süre kaderime razı olmak zorunda kalmıştım zaten. Bir çarem olmadığını düşünerek on sekiz yıl geçirmiştim ve sonrasında gerçekle yüzleşmiştim. Bu yüzden hiçbir sorunun çözümsüz olduğuna artık kimse beni inandıramazdı. Öyleyse bile, en azından denemeliydim. Zaten her halükârda kötü beni bulacaksa, gelsin böyle bulsundu.

“Pekâlâ…” diyerek pes edercesine kollarını iki yana açtı Ares. “O sona birlikte yürüyelim o halde.”

Loading...
0%