Yeni Üyelik
5.
Bölüm
@melinoe

Beklenmeyen bir misafirin dengesiz bir zihindeki depremini bedeni elbet tahrip edecektir. Ancak sevgili okuyucu, bir depremde tek bir yer yıkılmaz, peşine onlarcasını sürükler. Onlar da bizi bir yere sürüklüyor.

Her biri tek tek, bin bir Leyla ile bizi yıkacaklar.

Ancak şimdi; iyi okumalar dilerim.

Bölüm için şarkılar;

Almora, Kıyamet Senfonisi

Guns N Roses, This I Love

 

 

BÖLÜM 4.1

 

Nesiller geçer. Soylar her birinin kökünü kurutmak pahasına yanmaya devam eder. İnsan, ailesini yananların bakışlarında arar.

Her biri bir ninni gibi gelirken kulaklara, yananlardan olduğunuzda bir daha ağlayamazsınız.

Bir nesil ki yalnızca yananlardan peyda olmuş, etrafa yayılan küllerle nefes almayı unutmuştu.

Onlardan biriydim.

Bu neslin yananlarındandım. Var olabilmek için soyları kurutanlardandım. Bu yalanı saklayamazdım. Bir günahım olmalıydı. Zihnimin böylesine kanlı duvarları olmasından, o kanların kuruyamadığı için duvar diplerinde yosun tutmasından anlamalıydım.

Yoksa bunların her biri nasıl olabilirdi? Bir roman düşünün ki yazarı henüz hayata gelmemiş. Yine de size sayfaları tutmaya yardım edeceğim. Üstünde hiç yazı olmayan kuru sayfaları sıkıca tutun. Tutun ki onları benim için koparabilesiniz.

Her şey ben cinnet geçirmeden önce yaşandı. İşte, bu roman ancak bu sayfadan itibaren okunabilirdi.

Çatışma başladığında kendimi sakin tutmaya çalışıyordum. Paniklemenin beni tetikleyip bayıltacağını biliyordum. Ta ki o gelene kadar.

  

Zihnimde karla örtülü, sessiz dağlarım vardı; ama o, bu sessizliği bozan çığ oldu. Birinin geleceğini hissetmiştim, ama o kişinin bana el uzatıp buradan çıkaracağını, en azından başkomiserin yanına götüreceğini sanmıştım.

  

Geldiğinde, zihnimde kopan çığın altında kalacağımı bilemezdim. Dudaklarından dökülen melodi, öylesine söylenemezdi. Sokakta söylense öldürülürdü, ya da bir kadına söylense bu bir aşk olurdu. Burada, terk edilmiş, neden harabe olduğu bilinmeyen bir benzinlikte böyle bir melodi rastgele söylenemezdi.

Islık sesi kulaklarımda çınladı, zihnimdeki bin bir Leyla’yı uykusundan uyandırdı. Her biri gözlerini açarken, kimi o melodiyi aşk sanıyordu, kimi ritme kapılıyordu. Biri eşlik ediyor, diğeri ağlıyordu. Başkası ise çoktan ölmüştü. Ama o, zihnimin köşesinden çıkıp tam karşımda belirdi, o gelmeden önce.

“Öleceksin,” diyordu. “Seni kimse kurtaramaz. Başkomiser seni tuzağa düşürdü. Yardım etmemeliydin. Öleceksin, Leyla!”

Bu kez ona inandım. İnanmam gerekiyordu. Bedenimin ölümünü, ruhumda parçalananlar ilan ederken, gelen kişinin beni gerçekten kurtarabileceğine inanabilir miydim?

Bu devirde kim bilirdi ki guguk kuşunun hikayesini?

Biliyordum.

Böylesine aciz bir şeyi biliyordum.

Bundan sonrası bir çocuğun eline şarjörü dolu silah vermekle aynı oldu.

 

Ayakkabıları önce gözüme çarptı. Bileklerine kadar uzanan siyah botları, bir silah kadar tehlikeliydi. Herhangi bir darbe alsam, çürümekten fazlasını yaşatacağı kesindi. Bedenim karşısında çırılçıplak kalmış gibi utançla düştü bakışlarım. Kendi kıvrılmış ayaklarıma baktığımda tabanlarım yere sımsıkı tutunuyordu. Kendimde güç arayışım, avuçlarımın içinde hissettiğim sızıyla gururlanıyordu.

Saklandığım yerde irili ufaklı cam kırıkları vardı. İçeri girenin ayak seslerini duyduğum anda bir tanesini avuçlamıştım. O kırık, avucumda benimle birlikte saklanıyordu. Onun verdiği cesaretle en yukarı bakabildim.

Bundan sonra ise anlatacaklarım giydiklerinden ziyade yüzündeki ifadeyle ilgili olacaktı.

Gözleri, simsiyah ve ateş gibi yanıyordu. Göz göze gelmek bile cehennemi andırıyordu. Gözlerinin önüne düşen siyah dalgalı saçları cehennemle dünya arasında perde olurken nasıl korkmamamı bekleyebilir, nasıl dışarı çıkmamı isteyebilirdi?

"Leyla," dediğinde, dudaklarına bakmak bir cesaret işi gibiydi. Beyaz tenine aykırı düşen, solgun mor dudakları vardı. Köşeli yüz hatları ve hafif uzamış sakalları bu renksizliği gizlemeye çalışıyor, ama başarılı olamıyordu. Sanki tüm içsel sancısı yüzünde belirginleşmişti. O an ne anlatıyordum? Kaçmalıydım, belki bağırmalı ya da ona sorular sormalıydım. Ama hayır, sadece onu izliyordum; tıpkı onun da beni izlediği gibi.

  

"Sen," diyebildim zorlukla. Sesimin çıkışı bile beni şaşırtmıştı.

O gece, alevler her şeyi yutmuştu. Orada olduğumu biliyordum, bedenimle, ruhumla. Ama buradaydım, bu terk edilmiş yerde, soğuk duvarlar arasında. Bir kıvılcım bile yoktu etrafta, ama onun gözlerinde gördüğüm yangın her şeyin üzerinde, gerçek ateşti.

Birden içimdeki ateş yeniden parladı. Nefes almakta zorlandım, sanki boğazımda bir düğüm vardı. Göğsümde hissettiğim basınç tüm bedenime yayıldı. Derim yanıyordu; ensemde ter birikti, sırtımdan aşağıya akıyordu. Bu yangının dışındaki her şey bulanıklaştı, onun sesi bile yankılandı içimde, ama duymazdan geliyordum.

"Selen," dedim, ama sanki sesim kendi kulağıma bile ulaşmıyordu. İsim, dudaklarımın arasından kaçıp boşlukta kayboldu. Gerçekliğimden o kadar uzaktım ki kelimeler bile anlamını yitiriyordu. Kendi içimde kaybolmuş, geçmişin gölgesinde boğulmuştum.

  

Her nefes, boğazımda takılıp kalıyor, o korkunç gecenin anıları zihnimde patlamaya devam ediyordu. Alevler her yanımı sardı, çığlıklar kulaklarımda yankılandı. O günün dehşeti tekrar canlanıyordu; onun çırpınışı, yardım çığlıkları... Ve ben, çaresizliğim içinde, vicdanımda ağırlaşan her yükü omuzlarıma alıyordum. İçimdeki ses, kısık ama keskin bir şekilde yankılandı:

"Peki ya annen, Leyla? Onun içinde de yanacak mısın?"

Bu soru içimde soğuk bir rüzgar gibi esti. Tüm bedensel tepkilerim dondu, adeta taş kesildim. Ellerim titriyor, kendi mahkememde, yargıç da ben, suçlu da bendim. Cevap veremediğim yüzlerce soru dilime düğümlenmişti. Ama sesler... O sesler zihnimin derinliklerinde çınlıyordu.

Bir yandan bu yabancının gelişi beni yerle bir etmişti. Neden burada olduğunu anlayamıyordum. Her şey neden bir anda yeniden küllerinden doğup beni boğmaya başlamıştı?

Gözlerimi kapatıp zihnimin derinliklerine kaçmak istesem de sesler beni bırakmıyordu. İçimdeki savaş, her geçen saniye daha şiddetli bir biçimde patlak veriyor, duvarları aşan yankıları bedenimi ağırlaştırıyordu. Nefes almak zorlaşmıştı; her nefesimde içime çektiğim hava değil, ateş gibiydi. Başımı geriye yasladım, sanki kendimi bu anın dışına çekmeye çalışıyordum, ama kaçış yoktu.

Zihnimdeki sesler, kısık fısıltılarla başlasa da her biri bir çığlığa dönüşüyordu. "Bunu sen yaptın!" diyordu o sesler. "Onları kurtaramadın! Senin yüzünden öldüler!" Sözler adeta iliklerime işliyordu, kaçmak ne mümkündü?

Gözlerimi sımsıkı kapatıp geriye yaslandım, ama ne kadar kapatsam da o gece geri geliyordu. Alevler, içimde büyüyen canavarlar gibi yükseliyordu. Ellerimle yüzümü kapamaya çalıştım, ama kendi çığlıklarım kulaklarımı delip geçiyordu. Nefes almak imkânsızlaştı; boğazıma dolanan bir düğüm, tüm bedenimi sarıyor, beni dış dünyadan koparıyordu. Her şey karanlıklaşıyor, ama bir o kadar da canlı yanıyordu.

Birdenbire bedenim titremeye başladı. Sanki ruhum bedenimden çıkıyor, başka bir boyuta sürükleniyordu. Dizlerimde hissettiğim titreme, bir anda kasığıma, omuzlarıma ve boynuma yayıldı. Artık kontrol edemiyordum. Kendi bedenimin içinde hapsolmuş bir ruh gibiydim; titreyen, kontrolsüz hareket eden ellerimle kollarımı sarıp kendimi tutmaya çalıştım, ama nafileydi. Her kas, her sinir ucu birer isyan içindeydi. Bedenim, zihnimden bağımsızca tepki veriyor, geçmişin hayaletleri beni pençelerine alıyordu.

Gözlerimi açtım, ama gördüğüm tek şey alevlerdi. O alevler ki hem içimde, hem de dışımda büyüyordu. "Yapma," diye fısıldadım, kendi içimdeki yangına seslenerek. "Yapma..." Ama sesim, o ateşin arasında kayboluyordu.

Bir an için, karşımda duran adamın gözlerine takıldı bakışlarım. Gözleri sabitlenmiş, beni izliyordu. Sanki bana ulaşmak istiyordu, ama dokunamıyordu. Bir kelime dahi etmiyor, yalnızca bekliyordu. O an gerçeklikle hayal arasında bir sınırdaydım. Beni izleyen bu yabancı mıydı, yoksa alevlerin ardındaki o eski yüzler mi?

Bir çığlık koptu içimden. Sessizce... ama ruhumu sarsan bir şiddette. Parmaklarımın ucunda hissettiğim ince çizgiler, sanki etimi yarıp geçiyormuş gibi yanıyordu. Gözlerimi tekrar kapattım, bu kez tamamen kapkaranlık bir boşluğa düşer gibi.

Son bir nefes... Boğazımda düğümlenen o son nefesi zorlukla içime çektim, ama her şey yavaş yavaş soluyordu. Gerçeklik de kayıp gitmek üzereydi; sanki geri dönüşü olmayan bir yere gidiyordum. Zihnimdeki son kelimeler bile anlamını yitirmişti. Artık sadece o anın içinde, çaresizce yanıyordum.

Ve o anda, çıldırmanın eşiğinde, son çırpınışımda, o gözleri tekrar gördüm.

O gözler... Gördüğümde her şey durdu. Alevlerin sesi kesildi, içimde kopan fırtınalar bir anlığına dindi. Sonra bir adım attı, ardından bir adım daha. Her adımıyla, alevlerin şiddeti biraz daha azalıyor gibiydi. Ama içimdeki yangın sönmemişti, bedenim titremeye devam ediyordu. Kendimi savunmasız ve çıplak hissettim; ruhum, o gözlerin içinde eriyordu.

Dudaklarımdan ismi dökülürken, ona daha fazla yaklaşmasını istemiyordum.

"Agah..."

 

O gün, yangından çıkarken alevleri peşine taktığında benimle beraber o da suçlanmalıydı. Çünkü alevleri, evimin önüne kadar getirdiğinde yangının suçlusu o olmalıydı.

Ama bunları ona söyleyecek gücüm yoktu. Yaşadıklarımın; sessizliğin, karanlığın, acının ve kanın aslında bu ana değil, zihnime ait olduğunu fark ettikçe, kendi evimi terk etmek istesem de bunu yapacak takatim yoktu.

Her şey kendi içinde tekrar yaşanıyordu. Bedenim aynı yerde, hareketsiz kalmışken, yerlere çizdiğim semboller hâlâ duruyordu. Henüz birkaç dakika önce yapılmış gibi, çizgilere dolmamış tozlar vardı.

Agah'ı görmemin yarattığı şok, dışarıdan bakan biri için birkaç dakikalık bir duraksama gibi görünüyordu. Ancak gerçeği yalnızca ben biliyordum. Zihnimdeki cinnet gerçekleşmeden önce korkuyla izlediğim Agah’ın yüzü, şimdi bana fazlasıyla normal geliyordu.

Siyah gözlerini çevreleyen keskin çizgiler, alnına dökülen koyu saçları ve beyaz teni... Bakışlarım dudaklarına kaydığında, dolgun ama solgun olduklarını fark ettim.

"Seni buradan götürmeye geldim, Leyla," dedi.

O konuşurken, ben onun yüzünde daha fazlasını arıyordum. Ona cevap vermeli, belki de sorular sormalıydım, ama bunların hiçbirini yapacak gücüm yoktu. Sadece elimi ona uzattım.

Avcum ona dönük, "Biliyorum," diyebildim. Ve karşılığında, avucumda gömülü duran cam parçasını ona sundum.

Kabullenmiştim.

Şarkıya ait olmayan guguk kuşunun aslında ben olduğumu, bedenim tozlu zemine yığılmadan hemen önce anlamıştım.

 

Leyla dürüst bir kadındı. Her şey onun sözleriyle örtüşerek gerçekleşmişti. Ona düşen görevi yaşayarak yerine getirmişti. Ama bilmiyordu. Ona, nefesinden daha yakın olduğumu, şu an duyduğunu zannettiği seslerin bana ait olduğunu; onun bile aslında benim olduğumu bilmiyordu.

O zannediyordu ki bu Roman’ın yazarı henüz doğmamıştı. Hayır. Tam buradaydım, yalnızca o bunu göremiyordu. Cinnet zannettiği şeyin korkusundan ötürü var olduğunu zanneden güzel Leyla, aslında zihninin dört köşesine sığamayan misafirleri olduğunu göremiyordu.

Saat tam 12’ye vurduğunda guguk kuşu; zamanın içinde işlediği ahşap kafesten çıkıp, tüm gücüyle öttüğünde, uyanmayanlar bilsin ki onu içeri, karanlığa, zamanın içine ben esir ediyorum.

Ancak şimdi;

Tik 

Tak 

Tik 

T... 

Gözlerimi aralamak istiyordum. Bedenimin her bir köşesi onlarca sakinleştirici iğneyi özensizce batırmışlar gibi, sakin ama ağırdı. Yaşadığımı bana söyleyen tek ses, yattığım yerdeki saatin “tik tak”larından ibaretti. Sesin düzenli yankılanışı zihnimi rahatlatıyordu. Belki de sakinleştirici iğne görevini bu ses sağlıyordu. Ancak bir şekilde huzursuzluk yarattığı su götürmezdi.

Gözlerimi araladım. İlk gördüğüm yalnızca yüksek bir tavandı. Bir süre böyle kaldım. Sonra parmaklarımı oynatmayı denedim. Başarmıştım. Ardından ise ayak parmaklarımı oynatmayı denedim, ancak yine başarmıştım. Ayakkabılarım çıkarılmış. Sağ elimi kaldırdım. Gördüğüm ikinci şey parmaklarım oldu. Hiç acele etmeden tek tek inceledim parmaklarımı. Diğerlerine göre tavanı gösteren işaret parmağım hep en kısa tırnaklı olandı. Bu yüzden tertemizdi. Geriye kalanların ise dipleri kirliydi. Kendime çevirdiğim avucumda ise parça parça kurumuş kan lekeleri öylesine dolmuş ki çizgilere, kan lekelerinin ağırlığını hissediyordum. Avucumu kapatmaya çalıştım, ama her bir parmak hareketinde, sanki derim çatlayacakmış gibi bir acı yayılıyordu. Kanın kaynağı neydi? Neden avucumda kuruyup kalmıştı?

Yavaşça başımı çevirdim. Odada hiçbir şey yoktu. Boş duvarlar, yüksek tavan, tik taklarını duyduğum o saat… Hepsi birbirinden kopuk bir dünyaya ait gibiydi.

Kalkmayı denedim. Önce sadece bir dirseğime yüklenerek, yavaşça bedenimi kaldırdım. Ağır bir yük taşıyormuş gibi, her hareketimde kaslarım itaatsizlik ediyordu. Başım dönüyordu, ama buna aldırmadım. Ayaklarımı yere değdirip oturur pozisyona geldiğimde, derin bir nefes aldım.

Ayağa kalktım. Zemine bastığım an, titreşimler hissettim. Titreşimler ayaklarımdan yukarı doğru tırmanıyor, sanki bedenime işliyordu. Adım attıkça, bu titreşimler daha belirgin hale geldi.

Bedenimi dik tutmakta zorlanıyordum. Zihnimdeki eksik bilgiler, gerçekliğe tutunmamı zorlaştırıyordu. Evin bir yerlerinden gelen sesler vardı. Bu sesler bazen birkaç adım ilerimdeydi, bazen de olduğu yerde kalıyordu.

Bir elim duvara yaslı, tüm bedenimin ağırlığını taşırken, diğer elimle alnımı ovuşturuyordum. Düşünmeliydim. Nerede ve nasıl olduğumu bilmeye ihtiyacım vardı. İçeriden gelen seslerin sahibi, benden daha fazla şey biliyor olmalıydı ve bu gerçek cesaretimi kırıyordu. Orada kim vardı?

“Ah, düşün Leyla, düşün.”

Kendi fısıldamam, bomboş odada gür bir ses gibi yankılandı. İrkilen bedenim, korkunun pençesinde olduğunu hissettirirken, kontrolümü kaybetmek üzereydim. Derin bir nefes aldım. Öncelikle kendimden bile korkuyorken, durumu çözemezdim. Bir nefes daha aldım.

İkindi saatleriydi. Öyle olmalıydı. Timuçin ile buluşacaktım. Birlikte polis karakoluna gidecektik. Sonra o beni aradı.

Evet, her şey böyle gerçekleşmiş olmalıydı. Peki ya sonrası? Sonrası neredeydi?

Sonrası bir türlü aklıma gelmiyordu. Bedenime baktığımda her şey yerli yerinde görünüyordu. Ellerimle yüzümü kontrol ettiğimde ise hiçbir yara izi bulamadım. Hatırlayamadığım o süreçte fiziksel bir zarar görmemiştim. Ama zihnimde büyük bir boşluk vardı, sanki bir parçam kayıptı. İçimde öylesine yoğun duygular doluydu ki, bu tedirginliğin altında ezilmesem, oturup ağlayacakmışım gibi hissediyordum.

Ağlamak... Evet, bunu neden en başta düşünemedim ki? Kendi aptallığıma kızarak avuç içimle alnıma vurup etrafıma öfkeyle göz gezdirdim. Bir yerlerde kabanım ve çantam olmalıydı. Telefonumu bulabilirsem, Süreyya’ya ulaşabilirdim. O, bir şekilde ne yaptığımı ya da başıma ne geldiğini biliyor olmalıydı.

Süreyya ya da içeride olan kişi yahut kişilerin benden daha çok şey bildiği aşikardı. İçinde bulunduğum odanın boşluğu her göz kırpışımla beni içine daha çok çekerken, kendime ait hiçbir şey bulamıyordum. Ayakkabılarım yoktu. Biri dinlenmemi istemişti. Ellerim bağlı değildi. Bedenimde herhangi bir kovalamacanın izi yoktu. Yine de kabanımın ya da en kötüsünden çantamın bu odada olmaması rahatsız ediciydi. Keşke yalnızca bu olsaydı... böylesine boş bir oda olması imkansızdı. Kim, ne için yalnızca dört duvarla yetinirdi.

İki seçeneğim vardı. Cesur olacak ve bu odadan çıkıp, içerideki kişiyle konuşacaktım. Onun kim olduğunu bilmeden bir hamle yapmak, canımın acımasına sebep olabilirdi. Ya da burada panik halinde kalıp, o, buraya geldiğinde beklemediği bir anda saldıracaktım. En azından elimde deli gücü olabilirdi.

Ah, hadi ama sonrasında ne olacaktı. O cinayet filmlerinde ki gibi ben tam kapıdan çıkarken adam beni tutacak ve film akmaya devam mı edecekti.

Cesareti seçtim.

Odanın kapısının önünde durduğumda, içimde beliren tedirginlik neredeyse elle tutulur bir hal aldı. İçgüdülerim beni durdurmaya çalışıyordu; bu evin duvarları arasında gizlenen bir şeyler vardı, bundan emindim. Buraya yabancıydım, ama geri dönmek bir seçenek değildi. Elimi kapının soğuk metal tokmağına uzattım. Derin bir nefes alıp tokmağı çevirdim.

Kapı gıcırdayarak açıldı. Odanın ağır havasından kurtulup koridorun daha serin, ama yine de tanımlanması zor atmosferine adım attım. Kapının ardında beliren uzun koridor, evin kasvetli dünyasını önüme seriyordu. Her adımda tahtaların altındaki boşluğu hissediyordum; sanki zemin, kendi ağırlığımı taşıyamayacak kadar zayıftı.

Koridor uzundu ve duvarlar, eski zamanlardan kalma bir evin solmuş izleriyle doluydu. Etrafta hiçbir ses yoktu; sadece kendi nefes alışverişimin yankısı bana eşlik ediyordu. Duvardaki ağır, koyu renkli tabloların çerçeveleri neredeyse siyaha bürünmüştü, sanki yıllar içinde karanlık onları içine çekmişti. Tanımadığım yüzlerin soğuk bakışları, odanın havasını daha da ağırlaştırıyordu.

Adımlarım beni koridorun sonuna doğru yönlendirdi. Biraz ileride, büyük bir salonun kapısı hafifçe aralıktı. Kapıya yaklaştığımda, içeriden hafif bir ışık sızıyordu. Kendi adımlarımın yankısını duyarak, titrek bir el ile salonun kapısını ittirdim. Kapı açıldığında, geniş bir salon beni karşıladı. Salonun bir köşesinde, alçak tavanın altında yer alan Amerikan mutfağı dikkatimi çekti. Işığın kaynağı, mutfakta yanan bir abajurdu; yaydığı sarı ışık, ortamı loş bir aydınlıkla kaplamıştı.

Mutfakta biri vardı. Orada, kahve fincanları ve bardaklarla dolu bir tezgahın önünde, sırtı bana dönük duruyordu. Bu kişiyi tanımıyordum, ama varlığı bir şekilde tanıdık geliyordu. Kalp atışlarım hızlandı; sanki onu tanımam gerektiğini hissediyordum. Bir an durup, bu yabancı evin içinde, bu yabancı kişinin kim olduğunu anlamaya çalıştım.

Tezgahın üstündeki kahve makinesi hafifçe mırıldanıyordu. O sırada, kahve kokusu burnuma doldu; keskin ve tanıdık bir koku. İçimde bir sıcaklık hissi uyandı, ama bu sıcaklık beni rahatlatmaktan çok uzak, aksine daha da tedirgin ediyordu. Sonunda, bu tanıdık yabancıya doğru bir adım attım. Sessizce fısıldadım, kendi sesimin salonun duvarlarına çarpıp yankılandığını duydum: "Agah Türkekul..."

Sözlerimin yankısı kesildiğinde, adam aniden duraksadı. Yavaşça arkasına döndü ve gözleriyle beni buldu. Göz göze geldiğimizde, aramızda gölgeler geçti.

O gölgeler bir anlık etrafa dağıldı. Bir oldu. Avucum, içinde kızgın demiri tutuyormuş gibi sızladı. Kan sanki yeniden akıyordu. Ancak bu sefer avuç çizgilerime değil, tozlu zemine akıyordu.

“Oradaydın?” diyebildim. Sanki bir cinayet soruşturmasında gözden kaçırdığım tanığa yaklaşır gibi bir adım attım ona.

“Oradaydım Leyla. Sende oradaydın. Hatırlamıyor musun?”

Sorusuyla tek kaşı havaya kalktı. Kalçasını mutfak tezgahına yaslayıp, kollarını göğsünde kavuşturmuştu.

“Ben hatırlayamıyorum. Lütfen, anlat.”

Sözcükler dudaklarımdan çıktığında tek yapabildiğim gözlerinin içine bakmaktı. O ise, hiç acele etmeden baştan aşağıya bana bakıyordu.

“Benden korkuyor musun?”

Bakışları gözlerimde değil, bedenimin her yerindeydi. Anlam veremediğim sorusu, zihnimde kurban rolünü oynamak isteyen düşüncelerin iştahını kabartırken, bedenimin titrediğini hissettim.

Başını iki yana salladı. Benden önce sözü devralan kahve makinesi ötmeye başladığında yarım kalan işine devam etti.

“Ellerini sıkıyorsun. Bir ayağın diğerine göre daha önde. Tetikte olmanı gerektirecek bir durum yok. En fazla sana kahve ikram edebilirim.”

“Nazik olmazsam kusuruma bakma ancak birkaç kere göre gördüğüm birinin evinde uyanıyorum ve zihnim pek de berrak sayılmaz. Rica ediyorum. Beden analizine değil, neler olduğunu öğrenmeye ihtiyacım var.”

“Beni birkaç kere gördüğünü söyledin, değil mi?” dedi.

Siyah dalgalı saçları omuzlarında bitiyordu. Bunca zaman saçının aslında uzun olduğunu fark etmemiştim. Bir yerlerde, zihnimin bir yerlerinde suratının tasvirleri vardı. Ancak her biri birbirine zıt düşüyor gibiydi.

Üstüne giydiği tişörtü omuzlarını ve kollarını sarıyordu. Beli, omuzlarına nazaran daha dar biçimdeyken altında bol duran eşofmanı bacaklarının kalın olduğunu saklayamıyordu.

Göremediğim gözleri ve ulaşamadığım sesinde bana dönük olan bu beden güzellikten ziyade korkutucuydu. Onun ellerinde boynumun kırıldığını, bedeninin ağırlığında cansız bedenimi hayal etmekten geri duramıyordum.

“Biz tanıştık. Bunu sende biliyorsun.”

Sesim bir duygu olsaydı eğer bu ölüm olurdu.

“İki mayıs gecesi Valide Hanım Konağında bir yangın çıktı. O ateşli gecede tanıştık. Seni evine ben bıraktım. Bunları hatırlıyor musun Leyla?”

“Peki ya sonra?” dedim bir çırpıda.

“Yine soruma cevap vermedin.”

Her bir kelimeyi bastırarak tane tane söylüyordu ama sesi fısıldar gibiydi. Yüzünü bana döndüğünde elindeki kahve bardağını tezgaya bırakıp parmak uçlarıyla bana doğru itti.

Bir anlık o bardağa adım attığımda, yüzünde keyifli bir ifade gördüğüme yemin edebilirdim. Yine de geri adım atmadan “Hangi sorulardan bahsediyorsun tanrı aşkına” diyebildim.

“tch tch tch..” Sözlerinin arasına, dilini arka dişlerine vurarak çıkardığı o ince, ritmik tıkırtıyı sıkıştırıyor; bu küçük ses, konuşmasına gölgede kalan bir melodi gibi eşlik ediyordu.

“Sana, benden korkuyor musun diye sorduğumda cevap alamadım Leyla. Tıpkı, o geceyi hatırlayıp hatırlamadığını sorduğum gibi. Arsız bir kedi gibi davranıyorsun.”

“Evet, evet Agah. Her bir sorun için evet.” sesim, düşündüğümden daha yüksek çıkmıştı. Zonklamaya başlayan zihnimin içi doğru dürüst düşünmeme yardımcı olmuyordu.

Yalnızca bu da değil, karşımdaki adam bana arsız kedi derken, o kediyle oyun oynamaktan keyif alan biriydi. Şu anda benden daha iyi, hatta fazlasıyla iyi düşündüğünden şüphem yoktu. Hiçbir kedinin, sevgisine yanaşmayacağı türden bir adamdı. Ancak konumuz bu değildi.

Karşımdaki adam, Agah Türkekul, kahve fincanından bir yudum alıp bana teşekkür ederken, fincanı yine bana uzatmıştı.

“Peki ya benim sorularım ne olacak” dedim.

Bir kere ona evet demiştim, düşüncesiyle bıraktığı kahve fincanına uzanıp büyük bir yudum aldım. Sıcak kahve genzimi yakıp geçerken, sert aroması iyi hissettirmişti.

“Dün akşam, sana yardım etmek için geldim. Hatırla. Terk edilmiş bir benzin istasyonu. Kasanın altında saklanıyordun. Seni buraya Timuçin gönderdi.”

Başkomiserin adını duyduğumda tüm bedenim sarsıldı. Evden çıktıktan sonra onunla bir telefon görüşmesi daha gerçekleştirdiğimi hatırladım. Nefesim, göğüs kafesimde takılı kaldı. Her bir an, suyun üstündeki dalgalar gibi birbirini takip ettiğinde dengemi koruyabileceğimden emin değildim. Bedenim yalpalanıp tezgaha uzanmaya çalıştığımda belimi kavraya iki el beni yerime mıh gibi sapladı.

“Hatırlıyorsun Leyla. Yaşananlar sana aitti.”

Yalan söyleyemezdim. Elleri sıcaktı. Tutuşuyla düşmeyeceğime emindim. Ancak sesi. Sesindeki böylesine soğukluğu anlayamıyordum. Netti. Her bir kelimesi fazlasıyla netti ancak kelimeler yıllanmış solgun ve sessiz kalıyordu dudaklarının arasında.

“Kontrolümü kaybettim, değil mi?”

Tıpkı onun gibi fısıldamıştım. Ondan farkım ise kendime yaşattığım çaresizlikti.

“Kontrolünü kaybettin.” diye onayladı beni.

Ellerim ellerinin üstüne düştüğünde bedenimi geri çekmeye çalıştım.

“İlk soruna evet demiştim, Agah,” diye fısıldadım, sesimdeki ince titremeyi gizleyemeden.

“Özür dilerim,” dedi o, sesi karanlıkta yankılanan bir yankı gibi. Fısıldar gibi konuşuyorduk, aramızda durmadan dolanan o sessizliğin içinde ellerimiz vardı. Benimkiler buz gibi ve kontrolsüzce titriyorken, onun elleri ise sıcak ve sertti; sanki tüm dünyayı avuçlarına alabilecekmiş gibi güçlü.

Ne olduğunu anlamadan, bedenimi bir bez bebek misali belimden kavradı. Kendimi bir anda tezgahın soğuk yüzeyinde buldum. Şaşkınlıkla ona baktım, gözlerimdeki korkuyu fark etti mi bilmiyordum. Ancak onun bakışları, bedenimi okşayan bir el gibi üzerimde geziniyordu, sanki her hareketimde onun kontrolü altındaydım.

O eller onu esir etmiş gibi, bedeni bedenimde çekildi. Bakışları kahve fincanına yönelirken onu takip ediyordum.

Zihnimde, ona soru sormak için sıraya geçmiş onlarca düşünce vardı. Bunu, onlardan esirgemeyerek dilimin ucuna gelen ilk soruyu sordum.

“O nasıl? Yani başkomiser nasıl?”

“Sana onun hakkında bir şeyler söylemeyi reddediyorum Leyla.”

Kahve fincanının tezgaha sertçe bırakılmasına gözlerim takılı kaldı. Sanki bir canı varmış da incinmiş gibi, o fincana karşı hissettiğim empati beni bile şaşırttı. Ama fincanın sertliği mi yoksa Agah’ın tepkisinin üzerimde bıraktığı tedirginlik mi beni böyle etkiledi, bilemiyordum. Fincanı ellerimin arasına aldım, o an kalp atışlarımın hızlandığını hissettim.

"Neden?" dedim, sorumun içeriğini sorgularken fincanı dudaklarıma götürdüm. Tek kaşı kalkmış bir şekilde bana ve dudaklarıma bakıyordu. "Sence?" dedi, bakışları dudaklarımda gezinirken.

Timuçin bir polisti. Bunun farkındayım. Ancak sözlerini ve planlarını esirgemeyen bir polisti. Şimdi ise ona dair her şeyi unutmuş gibi hissediyordum. Oysa bana nazik davranan ve kitabımı alan oydu.

Yine de gözlerimi kapatıp, sessizce onayladım. Kahveden koca bir yudum aldım, ama gözlerimi açıp ona baktığımda gülümsediğini görmek beni hazırlıksız yakaladı. Bu gülümseme, sohbet boyunca içimde sürünen o soğuk tedirginliğin kaynağıydı. İçimdeki huzursuzluk, bir yılan gibi kıvrılıp dolaşıyordu. Ve o gülümseme, bu yılanın başını kaldırmasına neden oldu, merakla beni izlerken...

 

“Agah, başkomiser neden seni gönderdi?”

“Çünkü...”

Agah, kahve fincanını ellerimden alıp nazikçe ellerinde döndürürken, gözleri bir anlığına uzaklarda bir noktayı izler gibi oldu. Son bir yudum aldı ve fincanı sessizce lavaboya koydu. Fincanın camı, sanki içindeki karanlık sırları dışa vururcasına parlıyordu. Yavaşça döndü, gözleri içimdeki bir boşluğu keşfetmeye çalışan bir avcı gibi parlıyordu.

“Çünkü, Leyla ben böyle olmasını istedim.”

Romantik bir dünyanın başrolünde olsaydım, yüreğimden kasıklarıma kadar yayılan titremeye teslim olurdum. Ancak biliyordum ki, o dünyanın kapılarını asırlar önce kapatmıştık. Artık kitap raflarımızda bile romantizmin izi yokken, bu arzu bir ütopyadan öteye geçemezdi.

Agah’ın söylediklerini içimde sindirmeye çalışmıyordum. Aksine, her bir sözünü bilinçli bir şekilde reddediyordum. Onun sorularıma yanıt veremeyen cümleleri, içimde en ufak bir kıpırtı bile yaratamıyordu, tıpkı fısıldayışlarının hafifliğinde olduğu gibi.

Derin bir nefes alırken, kaşlarım yavaşça gevşedi, gözlerimdeki sertlik yerini derin bir yumuşamaya bıraktı. Bedenim, sanki yıllardır taşıdığı bir yükten kurtulmuş gibi hafifledi.

Çünkü;

Onun boş bıraktığı satır aralarını ben dolduruyordum.

Biliyordum ki o burada, öylesine bulunamazdı. Onu hep başkomiserin yanında görmüştüm. İstese de istemese de, başkomiser dediği için buradaydı. Kendimi inandırmak istiyordum; bize zarar vermezdi, vermeyecekti…

Ama ya yanılıyorsam? Ya asıl tehlike buysa? Bizi öldürecek, değil mi Leyla? Kendi içimde yankılanan bu ses, gerçekliğin yıpratıcı sertliğine saplanıyordu.

Birkaç saniye arasında yaşadığım dengesizlik, öylesine zor öylesine bedbaht bir hal alıyordu ki, alnımı ovuşturmamak için zor duruyordum. Alnımdaki damarların şiştiğine, gözlerimin maviliklerinin kanla çevrelendiğine emindim.

“Bunları dinlemek istemiyorum. Elle tutulur cevaplar istiyorum,” dedim, ama sesimdeki kararlılık, içimdeki çalkantının gölgesinde boğuluyordu.

“Eşyaların ileride, salonda duruyor,” dedi Agah, düz bir sesle.

“Bahsettiğim bu değil,” diye karşılık verdim, ama sesim bir fısıltıya dönüşüyordu, anlamı silinen bir yankı gibi.

“Bu sefer seni evine bırakamayacağım, beni affet olur mu?” Sesi, kelimelerine tezattı.

“Sorun değil. Ama benimle konuşur musun?” dedim, sanki tek ihtiyacım buymuş gibi, bir açıklamaya, bir bağlantıya aç…

“Konuşuyorum zaten, Leyla. Ayakkabıların kapının önünde,” dedi. Bu söz, sessizlikle boğuşan bir dünya gibi üzerime çöktü.

Sessizlik… Ağır ve acımasız bir sessizlik. Kurduğumuz cümleler, birer yankıdan ibaretti, birbirimize hiç ulaşmayan, boşlukta kaybolan sözlerdi. İki evde açık bırakılmış televizyonlar gibiydik; o evlerde hiç kimse yoktu ve ekrandaki görüntüler sadece boş duvarlara yansıyordu.

İçimdeki fiziksel ve duygusal karmaşa, var etmeye çalıştığım her sakinliği yerle bir ediyordu. Tezgâhtan yavaşça indim. Ayaklarım soğuk zemine temas ettiğinde çıkan tok ses, Agah’ın dikkatini çekti, bakışları o tarafa yöneldi.

Ona doğru iki adım attım. Bu iki adım, bizi birbirimize hiç olmadığı kadar yaklaştırdı. Boyu uzundu, ama ben de kısa sayılmazdım. Nefes alışverişi, göğüslerimin hemen önünde yankılanıyordu. Bu kadar yakınına gitmeyi planlamamıştım ama bu, umursadığım son şeydi.

“Bana doğru düzgün cevaplar ver,” dedim. Ancak son anda sıkılmış dişlerimin arasından, boğuk bir şekilde “lütfen” diye ekleyebildim.

Agah’ın bakışları, bir anlığına yere kaydı. “Ayakların üşüyor mu?” dedi, sanki içimde kopan fırtınayı görmezden gelmek istercesine.

Agah’ın sorusu, içimdeki fırtınayı bir anlığına durdurdu. Ayaklarımın soğukluğunu hissetmiyordum bile, ama o an sanki tüm dikkatimi oraya çekmek istemiş gibi, kelimeleriyle zihnimde bir yankı oluşturdu.

“Bu önemsiz,” diye mırıldandım. Sesim, sanki başka birine aitmiş gibi uzak geldi. “Benim için önemli olan tek şey, doğru cevaplar almak.”

“Öncelikle” derken yine aynı şeyi yapıyordu. Bedenimi kavrayıp, tezgaha geri oturttuğunda “üşümene gerek yok Leyla.” demişti. Kendi yerine geri dönmemiş, bacaklarımın önünde, tam karşımda duruyordu.

“Sana dilediğin her cevabı vermek istiyorum. Verebilirim de. Ama bu şu an değil.” Ses tonu, bir insanı kontrol edebilecek kadar yumuşaktı.

“Peki ne zaman?” diyebildim.

“Sen evine gittiğinde. Aslında birazda dinlendiğinde. Timuçin seninle konuşmaya gelecektir.” dedi.

Kabul edilebilir bir şeydi. Timuçin’e ve tüm bu olanları öğrenmek istiyordum. Yine de bazı şeyleri dudaklarımdan dökülene kadar ben bile öğrenmek istediğimi fark etmemiştim:

“Seni de dinlemek istiyorum. Kriz geçirdiğim anı, bilmem gerekiyor.”

Bir süre bana baktı. Neyi anlatacağını düşünür gibiydi. Kirpikleri ardı ardına gözlerini örterken, bir eliyle saçını geriye doğru attı. Birkaç tutam durumdan şikayet edercesine gerisin geri gözlerinin üstüne düşerken “o halde, bende geleceğim. Zamanı geldiğinde, sana geleceğim. Anlaştık mı?” dedi.

Sonunda sorularıma cevap alacağımın düşüncesiyle, ah, bir de ona anlaştığımızı belli etmek istercesine gülümseyiverdim. Ancak dağınık saçları yüzünün her yerini kuşatırken dikkatimi dağıtıyordu.

Her zaman bileğimde bulunan lastik tokayı çıkarıp ona uzattım. “saçını toplamak ister misin?”

Beklemediği bir anda gelen bu soru yüzündeki ifadeyi dağıtırken kahkahası mutfağın dört bir yanına yayıldı.

Elimden tokayı alırken gülüşleri arasında “olur” diyebildi. O an, kahkahasının yankıları arasında onun güçlü fiziği daha da belirginleşti. Geniş omuzları, üzerindeki basit tişörtün kumaşını hafifçe geriyordu, kaslı kolları ise zarif bir ustalıkla şekillenmişti. Göğsü, nefes alıp verirken hafifçe inip kalkıyordu; her nefes alışında göğüs kaslarının belirgin hatları gözlerimin önünde şekilleniyordu.

Saçlarını toplamaya çalışırken, güçlü ellerinin zarafeti dikkatimi çekti. Bu eller, hem narin bir dokunuşun hem de güç dolu bir kavrayışın simgesiydi. Parmağının ucuyla tokayı saçına geçirirken, yüzüne yayılan hafif gülümseme, içinde bulunduğumuz durumdan bizi soyutlamıştı.

Gözlerim onun her hareketini izlerken, o anın sıradanlığında bile derin bir bağ hissettim. Saçlarını toparlayıp, tokayı sıkıca yerleştirdikten sonra yüzüme baktı. "Nasıl olmuş?" dedi, dudaklarının kenarında hala o tatlı gülümsemesi duruyordu.

“Beğendim. Güzel bir adamsın Agah Türkekul.” Sözlerimin ardında onunla birlikte gülümsediğimi fark etmemiştim.

“Ancak...” diye devam edecekken o sözü devraldı. “Anlaştığımızı düşünüyorum.” dedi.

Dün olanlar tamamlanmış bir yapbozdaki kayıp son bir parça gibiydi. Merakım, endişem ve korkum her an kendilerini belli etmekten geri durmazken Agah’ın dediklerini kabulleniyordum.

Cevapları belki şu an vermeyecekti. Bunu sorun etmiyordum. Benim derdim onunla değildi. Her ne kadar cevapları verebileceğini söylese de, bazı şeyleri Timuçin’den dinlemeliydim.

Size, yazarı hayata gelmemiş, sayfaları kuru Roman’ı okumaya yardım edeceğimi söylemiştim. O halde neden hala ellerinizde o Roman.

Hemen şimdi sayfaları yırtın atın.

Atın ki, sizin için yeni sayfalar örebileyim.

İçinde bin bir leylayı taşıyan ben; hangisine kontrolü verdiğimi bilmeksizin Agah’a elimi uzattım. Beni, kendi elleriyle çıkarttığı tezgahtan yine kendi elleriyle indirmesine izin verdim.

Dahası ona hiç bakmadım. Yavaşça eşyalarımın olduğu salona gittim. Kabanım ve çantam muntazam bir şekilde dururken, dağınık olmasını yeğledim. Yine de bunu ne Leyla bildi ne de Agah.

Loading...
0%