@melinoe
|
Her birimiz birçok kitap okumuş, birçoğunu saklamış ve unutmuştuk. Şiirler ezberlemiş, yazmıştık. Sizlere bir "Roman" bırakıyorum, içlerinde her birimizin tanıdığı kadınlar ve adamlarla. Ancak bilin ki siz Haşim'den de güzelsiniz. O halde son sözlerimi söyleyeyim. İyi okumalar diliyorum efenim. Bu bölüm için size bırakacağım şarkılar; Bon Iver, St. Vincent - Rosyln Lykke Li - I know places
BÖLÜM 2: AHMET HAŞİM Tüm kitaplar benim olduğunda Ben bir kitap olduğum da Yalan Kitaplarda ben de olduğumda Artık kim olduğumu bilebilecek miydim? Bir başrol ki bu adı, adım olmuş. Kaderime hediye edilmiş başlığı, sayfalarca sararıp akar gider iki dudağın arasından söylenişi. Yaşı, yaşıma dolanıp merdivenleri tırmanmış... Tırmanmış ancak hatırlamış Ahmet Haşim’i. Bir sayfa da Leyla olmuş, birinde omurgası kırılmış çoktan ölmüş, birinde bir balık, evet orada bir kedi, belki bir nergis ve adam. Belki bir “Roman” olurdum, belki öylece bir merdiven, ağlar durmuş dibimde Haşim’im. “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Sokak kaldırımları, topuklularımı aralarına sıkıştırmak istercesine dar taşlardan oluşmuş. Alnıma dökülen tel tel saçlar, kendilerini özgür zannederken; kaldırımların arasından kendini kurtaran taşlar da bu yanılgıya kapılmış gibiydi. Atakum belediye binası, ismini yılların getirisiyle sararmış tabelaya armağan etmiş. Kocaman bir girişine rağmen kapıları bodur kalmış, gelen insanların sanki saygıyla eğilmesine sebep oluyordu. Ancak bu saygı, Ata’nın gidişinden sonra çoktan kaybetmiş, gidenlerde gelenlerde artık unutulmuştu. Evrak işleri tahmin ettiğimden daha uzun sürmüştü. Öyle ki birkaç saat önce çıkmam gereken kapıdan ancak şimdi çıkabilmiş, açık arttırmaya gitmeden önce ellerimdeki evrakların onaylanmasının şerefine sigaramı yakabilmiştim. Yavaştan çiselemeye başlayan yağmur damlaları yanan izmaritin üstüne düşerken, sönen ateşin cızırtısı gerisinden geliyordu. Siyah kabanımın yakalarını ne kadar dikleştirsem de omuzlarıma düşen damlalar, ürpermeme sebebiyet oluyordu. Bu öyle bir ürperdiydi ki şimdi bir adam beni izliyor, adımlarımı bir kedi gibi takip edecek ardından ise avını dişlerinin arasına alacak gibiydi. Yine de bu saçma ve abartılı bulduğum düşüncemi kendimce alaya alarak omuzlarımı silkmiş, artık bittiğini dudağımın yanmasıyla kendini belli eden sigarayı yere atıp ezmemle son bulmuştu. Kendi zihnimde yarattığım katilden kaçabilmek için caddenin işlek bir bölgesine doğru adımlamaya başladım. Şimdi bir taksi gelecek, ben el edecektim ve çoktan orda olmam gereken yere varacaktım. İçimden bir ses “ya varamazsan” diye fısıldıyordu. Fazlasıyla Ahmet Ümit okumuş olan benler bir bir olay yerinde kafalarını kaldırmış kendilerince delil bulmuşlar gibiydiler. “Ya cidden biri seni izliyorsa ve öleceksen.” sesler bir bir bunu fısıldıyor, bu puslu hava da kendilerine bir oyun oynuyorlardı. Ancak ne kadar denesem de kafamdaki sesleri es geçemiyor, dudağımın bir kenarı yukarıya doğru kıvrılıyordu. Her okuduğum kitapta bir katili bulmuştum. Öyle ki sayamadığım kadar maktulümde vardı ve hiçbir polis ya da dedektif onları bulamamıştı, çünkü satır araları ancak karanlıkta kusurlarını ortaya çıkarırdı. Kelimelerse en kaliteli kefendi. Yine de biliyordum ki bu Ahmet Ümit’in kitabı değildi; Ahmet Haşim vardı burada. Tıpkı Arap Haşim olduğu zamanki gibi, bir sevilmez Leylaydım bende. Geçer aynanın karşısına çirkinliğime tükürürdüm. Bilirdim ya şairimde böyle yapardı. Yüzüme nazaran büyük yeşil gözlerim vardı, her bir kırığı kirpik diplerime dolanmış olan. Küçükken oyun oynama sevdasından dolayı kırdığım bu yüzden de hep hassas davranmam gereken yapılı bir burnum vardı. Beyaz tenime dökülen lekeler vardı. Çenemde, burnumda ve alnımda dolu dolu olan çiller, gözlerimin altındaki morluklara bir şölen oluştururken kurumaktan bir türlü ilkbahar olamayan dudaklarım vardı. Güzellik ve çirkinlik belki değişkendir ancak bir doğru ortayı bulamamışsak Aristoteles’in de dediği gibi o halde kaostan farkımız mı kalırdı. Yüzümde benim kaosumun görüntüsüdür belki ancak konu Aristoteles’le de ilgili değildi. Konu, beni kaçırıp öldürecek olan bir seri katilde olmamalıydı. Ancak ve ancak asla durmayan taksiler olmalıydı. Çünkü geç kalmak demek, bazen cahil kalmak gibi olabilirdi. Düşüncelerimden sıyrılışım önümde yavaşça duran ve sesi tüm caddeyi dolduran taksinin kornasından başka bir şey değildi. “Taksi lazım mı abla?” diye camın aralık kısmından bana seslenen sinek kaydı tıraşlı adama karşılık cevabım anca bir çırpıda taksiye atlamak olurdu. “Hızır gibi yetiştin, teşekkür ederim.” derken arka koltuğa rahat bir şekilde oturmuş, ön taraftan gelen klimanın sıcak esintisine bırakmıştım kendimi. “Estağfurullah abla, istikamet nereye?” taksici bunu söylerken dikiz aynasından bana bakmıştı. Bir anlığına adamın gözlerini izlerken gideceğim yeri söylemiş olsam da o bakışlarını çektiğinde onu izlemeye devam etmiştim. Pek acemice kullandığı jiletinden yüzünde yaralar oluşmuş, köşeli çenesi ise en belirgin hattıydı belki de. İnce dudakları, hatta neredeyse hiç yokmuş gibi duran üst dudağı, uzunca bir genişlikten sonra eşlik eden küçük burnu vardı. Gözlerinde ise sanki hiç kirpik yok gibiydi.
Üstünden kara bulutları hiç eksik olmayan bir çağdaydık. Bu çağ öyleydi ki, belki bir roman olsa adı kızıl çağ olurdu. Sular artık kan kokuyor, insanlar birbirlerini vuruyor, ölüm her saniye sokaklarda polislerle birlikte geziyordu. Otuz altı sene önce devlete yapılan darbeyle bakan öldürülmüş, siyası mecradaki her kadın ve erkeğin sülalesi de dahil olmak üzeri idam edilmişti. Ancak halk elli üç sene öncesine göz yumduğu gibi sonrasına da göz yummuş, devletten kalan her bir mülk halkın olmuştu. Hukukun ve adaletin eksikliği insanların vicdanını yarıp geçmiş, tanrı ise o vicdanı ellerinin arasına alarak parçalamıştı. İlkel dürtümüzün kurbanı olarak ya sevişmiş ya da öldürmüştük. Ancak en çok da kitapçılardan belliydi halimiz. Raflarda yeni bir çağın hayalini tasvirleyen ütopyalar, dehşete doymayan distopyalar ve onlarca polisiye, psikolojik kitap vardı. Öyle ki bunların bile okunması ya hala umut sahibi insanların olmasından dolayı ya da dönemimizin en meşhur seri katilinden dolayıydı. Radyonun cızırtıları arasında bulunan frekans, haberlerin jeneriğiyle beraber kesilirken, tam da olduğum yerdeydim. Düşüncelerim, zihnimden çıkıp, o tozlu radyonun aralarına karışmış, sunucunun sesi sesim olmuştu. Aylardır aynı cümleler bir kez daha dudaklarından döküldüğünde taksiciyle göz göze gelmiştik. “İyi akşamlar, sayın seyirciler Akış haber bugün de karşınızda. Son dakika haberleri, sıcak gelişmeler, güncel olaylar... Akış Haber'de hepsi ve daha fazlası için televizyonlarınız sesini açmayı unutmayın. Ben Aslan Dağdelen.” Taksici, spikeri dinlemiş, radyonu sesini biraz daha açmıştı. Hepimizin alışık olduğu jenerik, Aslan Bey’in sesi ve haberler akıp giderken halk kendini yok etmeye devam etmiş, o yok oluşun ardından tekrardan varlığa gelmeye çalışmıştı. Ülke de zamanın akışı hep bir sonrakine saldırı olarak ilerliyordu. Öyle ki bir son dakika haberi verilmesine rağmen yalnızca sözlerde korku vardı; her birimiz bir katilin tanıdığıydık artık.
“İstanbul'un Sarıyer ilçesinde meydana gelen vahşice bir cinayet, şehri şok etti. Edinilen bilgiye göre, dün gece saat 23.00 sıralarında Sarıyer’de bir parkta bulunan 25 yaşındaki Fatma M. adlı kişi vahşice öldürüldü. İhbar üzerine olay yerine gelen polis ekipleri, genç kadının bıçaklanarak öldürüldüğünü tespit etti. Katil veya katillerin olay yerinden kaçtığı belirlendi. Polis, genç kadının kimliğini belirlemek ve cinayetin nedenini araştırmak için çalışma başlattı. Cinayet zanlılarının yakalanması için geniş çaplı soruşturma başlatıldı. Sarıyer’de meydana gelen vahşice cinayet, bölge halkında büyük korku ve üzüntü yarattı. Vatandaşlar, yetkililerden cinayetin en kısa sürede aydınlatılmasını ve zanlıların adalet önüne çıkarılmasını talep etti. Polis, cinayetin aydınlatılması için tüm imkanlarını seferber etti. Olay yeri inceleme ekipleri, delil toplamak ve katil veya katillerin izini sürmek için çalışma yürütüyor. Ancak bu yeni bir katil mi yoksa zanaatçı mı? Yetkililer, vatandaşların şüpheli gördükleri kişileri veya olayla ilgili herhangi bir bilgiye sahip oldukları takdirde polise bildirmelerini istedi.” Aslan Bey, pronterden akıp giden yazıları okurken “halkın büyük korku ve üzüntüsü” kısmında kendine söz düşmüş gibi hisseden taksici “Allah bilir bu sefer hangisi” diye mırıldanmıştı. “Bir şey mi dediniz?” diye sorduğumda adamı anlamaya çalışıyordum. “Yok abla bir şey demedim.” Ancak adam bu konuşmayı çok da uzatmak istemezken kendini haberlere bırakmıştı. Ancak 15- 20 dakika süren yol, yağmur ve trafiğin karmaşasında uzamışta uzamıştı. Gitmem gereken yere ne zamanında gidebilmiştim, ne de almam gereken kitapları alabilmiştim. Umudum cama düşen yağmur damlaları gibi, toprağa düşmeden biraz daha gökte kalabilme çabası gibi tutunuyordu yüreğime. En azından bir kitap alabilmek demek bir dünya inşa edebilmek demekti. Bu dünyada duygular ölümle ve maddiyatla belirleniyordu. Halkın özgürlüğü ancak banknotlarda var olabiliyor, her biri birbirinden farklı renk kağıtlarda statü aranıyordu. Devlet her ne kadar iktidardan düşse de insanlar tıpkı benim de yaptığım gibi mülkiyetini belli etmeye çalışıyordu. Elimizde kalan son “ben” kargaşasında en azından birbirimizin “benlerine” zarar vermemiş oluyorduk. Lakin bunlar yalan söylemeyi öğrenen çocukların dillerinden dökülebilecek sözcükler gibiydi. Biliyorduk ki, yerler o benlerle doluydu. Cesetleri sahiplenen teşkilatlar, makroyu kendince sistemleştirmeye çalışan mikrolar varken hangimizin cesedini hangi teşkilat sahiplenecek diye düşünür olmuştuk. Öyle ki biraz daha romantik olabilseydik bu güneş doğamayan ülkemizde belki o zaman aşk romanları olurdu. Basit bir kadın ve teşkilat lideri aşkları okur, bir umut ölmeden önce sahiplenmeyi beklerdik değil mi? Bunların hiçbiri olmamıştı, zihnim kendi dehlizlerinde top sürerken taksici geldiğimizi söylemiş, ücreti ödemiş ve inmiştim. Daha fazla geç kalmak istemeyen adımların koşarcasına büyük binanın kapısına ilerlemişti. Ülke dört döneme ayrılıyordu. Her birinde bir öncekinden ders çıkarıldığı zannedilirken dini mücadele ve politik mücadelenin savaşında yok oluşa doğru gitmiştik. Şimdi sözde kalan devlet, iktidarsız, omurgası eksik bir devletti. Karşımdaki bina ise bu devletin en güzel zamanlarından kalan bir mimari eserdi. Zamanında beyaz olan mermer sütunlar bir kadın gibi yıllanmıştı. Uzun camlara eşlik eden oymalar, çatısına kadar uzanan taş oymalar vardı. Bina tam anlamıyla eskinin güzelliğiydi ancak alsa biri eline kocaman bir bez ve silse taşları tek tek o zaman pisliğin bir yapıtı olarak duruverecekti karşımızda. “Leyla!” İsmim tanıdık bir sesin dudaklarından uzun uzadıya döküldüğünde binaya girmek üzereydim. Bir köşede dikilmiş elinde ajandasıyla bana doğru el sallayan kişi Selen’di. Kitapları bulan ve bu açık arttırmayı düzenlemede yardımcı olan kişiydi. Bir nevi kitapları bulan kişinin asistanıydı. Öyle ki buraya gelebilmek istiyorsanız Selen’in bunu onaylaması ya da maillerinize dönüş sağlaması gerekiyordu. “Ah, Selen merhaba, görememişim seni.” dediğimde artık kadının yanına varmıştım. “Önemli değil Leyla, acelen var gibi.” dediğinde kafamı evet der anlamında salladım. “Ah, fark ettiysen birazcık geç kaldım.” kendimce bunu söylerken baş parmağım ve işaret parmağımı birleştirip ne kadar geç kaldığımı göstermeye çalışıyordum. Selen bu yaptığıma gülümserken, “Kaç kitap kaçırdım?” diye sordum. “Aslında pek bir şey kaçırmadın. Başlama saatinden önce polisler geldi ve hala buradalar. Bir şeyler arıyorlar ancak ne olduğunu söylemediler.” Ses tonu, durumdan rahatsız olduğunu belli ediyordu. Bana kalırsa haklıydı da kim, programının bozulmasını isterdi ki. “O halde bir sigara içmeye vaktim var.” derken, çoktan elim çantamda dağılmış olan tütünlere gitmişti. “Sen bilirsin. İçeriye girdiğinde seni arayacaklar şimdiden haberin olsun.” Selen, elindeki tableti kontrol ederken, bakışlarım üstünde geziniyordu. Zümrüt yeşili triko kazağının üstüne geçirdiği krem rengi takım elbisesi, tenini olduğundan daha sıcak gösterirken ela gözleri ben buradayım demekten geri durmuyordu. Alımlı suratının etrafına dökülen bal köpüğü saçları bir ressamın çizmek isteyeceği dolgunluğa sahipti. “Leyla.” dediğinde işiyle uğraşamaya devam ediyordu. “Evet?” diye sorarken son nefesi aldığım izmariti yere atmış, ayakkabımın zarif tabanıyla ezmiştim. Ah, bu ayakkabılara kesinlikle çok para vermiştim. Ancak konu bu değildi, Selen, burada olduğuma dair bir evrak imzalamam gerektiğini, bunun polislerin isteği olduğunu söylemiş; içeriye geçerken bana eşlik edeceğini belirtmişti. Zamanın eteği altında gezinen insanların dansa tutulduğu yerdi burası. En sonunda topuklarımı büyük bir cesaretle bastığım bu bina Valide Hanım konağıydı. Ülkenin her bir döneminde gerçekten de bir anne gibi tavır takınan bu konak; yeri geldiğinde genç bir kadın olup, balolara eşlik etmiş, yeri gelip koca bir kadın olmuş ve ülke için büyük toplantılara yer vermişti. Şimdi ise miskince en sevdiği köşesine yerleşmiş ölümü beklerken, kendince kitapları ve yeni insanları var etmeye çalışıyordu. Yine de kadınlığından hiç vazgeçmemiş, zarafeti ve ihtişamıyla büyüleyici bir yerdi. Altın varaklı sütunlar, kristal avizeler ve mermer zeminler, her köşesi sanat eseri gibi işlenmişti. Öyle ki bu akşam, nadir kitapların sergilendiği salon, entelektüellerin ve koleksiyonerlerin fısıltılarıyla doluydu. İlk baskı kitapların büyüsüne kendimi kaptırmaya beklerken, sarmal merdivenin başında bekleyen host kibarca paltomu istemiş, siyah kabanım omuzlarımı terk ederken bedenimi sarmalayan siyah uzun elbisem ve en sonunda ben pahalıyım diye bağıran deri topuklu botlarım ortaya çıkmıştı. Selen'in eşliğinde üst kata tırmandığımda bu seferde bir polis memuru bize eşlik etmiş, muntazam bir şekilde üstümü kontrol ettikten sonra baş komiseri ile konuşmamı rica etmişti. Etrafa düzenli bir şekilde yerleştirilmiş masalar ve sandalyeler vardı. Her bir sandalyenin önünde bize daha önceden verilen davet numaraları iliştirilmişti. Açık arttırmanın sahibi, etrafta öylece oturmamızı reddediyor gibi, kendi elleriyle bizi yerleştirmek istemişti. Bana kalırsa kitapları alanları numaralarından takip edecek, kitaplar artık bizim olsa bile o hala kendisinin olduğu gösteren bir bilgelikle tepemizde dikilecekti. Masaların etrafında dolaşan birkaç kişi, sohbet ediyor, şık kıyafetlerini birbirlerine sergiliyorlardı. Baş komiser olarak gösterilen kişi ise kürsünün sağ tarafına ilişmiş, insanları inceliyordu; tıpkı benim de yaptığım gibi. Etrafı saran loş ışıklar vardı, kimisi avizelerden yansıyan mumların ateşiydi kimisi sönmeye vakit tutmuş mumların son izleriydi. Her birimize bir mum düşecek olsaydı en köşede kalan masanın eteklerini bile tutuşturamayacak olan o mum olurdum ben. Çünkü etrafına ne kadar ışık tutarsan sende o kadar kendini belli ederdin. Bu çağın insanlarını ne aydınlatmak isterdim ne de aydın olmak. Biliyordum ya ne kadar karanlıkta kendini belli edersen ölmeye o kadar yakınlaşırsın. Ah aptal kafam dercesine başımı iki yana sallayıp böylesine karamsa düşüncelerden kendimi kurtarmaya çalıştığımda iki çift göz hareketlerimi sınırlamak istercesine beni mengene altına almıştı. O gözler ki mumların ışığını çalmış, benim yeşil gözlerime nazaran sapsarı parlıyordu. Bu gözler baş komiserden başkasına ait değildi. Küçük ve sarı olan gözleri bir ödül avcısının dikkatini çekebilecek güzellikteyken, kıvırcık koyu saçları alnına dökülmüş, yüzünü daha tatlı bir hale büründürmüştü. Ancak üniformasının olmasını beklerken giydiği siyah kumaş pantolon ve beyaz lacostunu kapatan deri siyah ceketi, işinin ciddiyetinden geri kalıp onu daha şık bir adama çevirmişti. Ne çok birbirine tezat düşen şekilde incelemiştim adamı, oysa o yalnızca gözlerime bakıyor, yeni biri olup olmadığımı tartmaya çalışıyordu. Baş komisere doğru ilerlerken etraftaki insanların fısıldaşmalarını duyabiliyordum. Her biri birbirinden farklı şeyler mırıldanırken kimisi, bu durumun teşkilatlar yüzünden gerçekleştiğini, kimisi adını hiç bilmediğimiz tüm kitapların sahibi olan adamın bunları istediğini söylerken kimisi yalnızca bir katil arıyordu. Onca sesin arasında bizzat bana yönelen bir ses vardı ki, merhaba diye seslenip kendini tanıtmaya hazırlanırken ses tonu fazlasıyla kalın ancak kelimelerin arasında tuttuğu yumuşak tonlaması insanın içini rahatlatacak şekildeydi. “Baş komiser Timuçin Şaşmaz.” Karşımda gitgide daha yakışıklı bulmaya başladığım adam bana kendisini tanıttığında biraz daha gevşemiş, durumun akışına kendimi bırakmaya başlamıştım. Ta ki, Leyla Gitmez olarak kendimi tanıttığımda elimi uzatmış selamlaşmayı beklerken onun elimi tutup, dudaklarını elimin üstüne değdirmesiyle panik dört bir yanımı sarmıştı. Nezaketin, korkulmaya değer bir duygu olduğuna inanan biriydim. “Leyla Hanım, size prosedür gereği birkaç soru sormama gerekiyor.” Avucunun içinde olan elimi, bırakamadan beni kibarca Fransız balkonun önüne yönlendirmişti. “Sizi dinliyorum ancak sadece Leyla demeniz yeterli.” Elimi, elinden kurtarıp göğsümde birleştirdiğimde etrafta herhangi bir garsonun olup olmadığına baktım. Şu an bir şeyler içmek iyi gelebilirdi. “Pekala Leyla. İlk başta buraya gelme sebebini öğrenebilir miyim?” Bu sorusu fazla saçma gelmişti. Bir kitap açık arttırmasında ne yapıyor olabilirdim ki. Düşüncelerim mimiklerime yansımış, bir kaşımı yukarıya doğru kalkmıştı. Ancak Timuçin’e istediği cevabı verecektim. “Yalnızca birkaç kitap almak istiyorum.” Sakin tuttuğum sesim paniklemeye hazırdı. Belirsiz insanlarla yakın temas kurmak beni geriyorken karşımdaki adam bu duruma fazla alışık olduğunu gösteren bir rahatlık takınıyordu. Ah beyefendi, insanlara böylesine nazik ve yakın davranıyorken sizi suçlu sıfatından kimse kurtaramazdı. “Birkaç kitap?” Kelimeler dudaklarından mırıltılar şeklinde dökülmüştü. Düşünüyordu. Karşımdaki adam gerçekten alabileceğim birkaç kitabı düşünüyordu ve bu bana fazla saçma geliyordu. Çünkü bunu böylesine düşünmesi ya gerçekten bir şey araması ya da onu buraya gönderen sözde üstleri kitaplardan korkuyordu. Timuçin, düşüncelerinde bir karara varmış gibi keskin bir soru sormuştu. “Böyle bir açık arttırmada birkaç kitap alacak gelirinizi öğrenebilir miyim?” dışarıda rüzgar esmiyordu, hiçbir perde, dışarıda hiçbir yaprak oynamıyordu ama bu sorunun soğukluğu tüm rüzgarı serbest bırakmış gibiydi. “Bir kadının gelirini sormak... Sizin gibi nazik bir adama yakıştıramadım baş komiser.” diyebilmiştim.
Aniden tiz bir alarm sesi yankılandı. Başımı kaldırdım ve etrafa baktım. İnsanlar önce ne olduğunu anlamaya çalıştı, sonra duman kokusu hissedilince panik başladı. Gözlerim dumanı fark ettiğinde kalbim hızla çarpmaya başladı. Yangın! Kalbim hızla çarpmaya başladı. Binanın her yerinde yankılanan alarm sesi, içimdeki korkuyu daha da artırdı. Timuçin, eliyle kolumu kavramıştı. Alarmın sesi, insanların çığlıklarıyla daha şiddetli hala getirirken Timuçin, “Leyla, gitmeliyiz” diye bağırıyordu. “Neler oluyor!” Bunu öylesine söylememiştim. Yemin ederim ki kelimeler dudaklarımdan haykırırcasına dökülmüştü. Yangın alt katta çıkmıştı, dumanların yükselerek bizim olduğumuz kata dolmasından bu anlaşılabiliyordu. Ancak nasıl kaçabilirdik; insanlar vardı; kitaplar vardı; her birimiz kurtulamazdık. Korkuyordum, sırtım Timuçin’e yaslı duruyor, bir eliyle tüm bedenimi yönlendirebiliyorken her şeyden delicesine korkuyordum. Tam şu anda Süreyya’ya ihtiyacım vardı ancak o yoktu. Alevlerin yükselen sıcaklığı, nefes aldıkça ciğerlerimi yakmaya başlamıştı. Gösterişli kitap salonu, şimdi bir kaos alanına dönüşmüştü. İnsanlar birbirini iterek çıkışa ulaşmaya çalışırken, ben kontrolümü kaybetmemeye çalışıyordum. Gözlerim, dumanın arasında parlayan acil çıkış işaretini aradı. Ancak yoktu, yalnızca Timuçin’in gözlerini görebiliyordum. “Sakin ol, tamam mı? Bizi buradan çıkaracağım.” demişti. Bizi buradan çıkaracaktı, buna inanmak istiyordum. Başını olabildiğince dik tutup, gür sesiyle insanlara komut veriyorken yine de bana dönüp, başını başımın hizasına indirip daha yumuşak bir sesle beni telkin etmeye çalışıyordu. Nezaket, tehlikelidir demiştim; böyle bir durumdayken bile karşımızdakine güven duymamıza sebebiyet olur. İstesek de istemesek de. Merdivenlere gelebildiğimizde, Selen’in öksürüğünü duydum. Durup ona yardım etmeye çalıştım, ancak duman o kadar yoğundu ki nefes almak giderek zorlaşıyordu. O burada tanıyorum diyebileceğim tek kişiyken elini sıkıca kavramış, kendimce ona güç verdiğime inanmaya çalışıyordum. İnsanların kalabalığı merdiveni yıkacak güçteydi. Adımlarımı hızlandırarak baş komisere daha yakın durmaya çalıştım. Her adımda, metal basamakların titrediğini hissedebiliyordum. O anda, daha önce bize eşlik eden polis memuru tekrar belirdi. “Bu tarafa, hemen!” diyerek bizi güvenli bir yola yönlendirdi. Kalabalık arasında Selen’in elini sımsıkı tuttuğumdan emindim, ancak birden o yoğunlukta elimden kayıp gitti. "Selen!" diye bağırdım, ama sesim duman ve çığlıkların arasında kayboldu. Geriye dönüp bakmaya çalıştım, ama kalabalık beni itip kakarak ilerlemeye zorluyordu. Selen’in silueti, merdivenlerin başında kalabalık tarafından itilip kakılırken bir anlığına göründü. Gözlerim korkuyla büyürken, onu tekrar tutmak için hamle yaptım. Ama çok geçti. Kalabalığın baskısıyla Selen, dengesini kaybedip trabzanlardan aşağıya doğru düştü. Dehşetle onu izlerken, bedeninin alevlerin içine düşüşünü gördüm. Gözlerimde yaşlarla aşağıya inmeye devam ettim. Onu kurtarmak için elimden hiçbir şey gelmemişti. Çığlığım duyulmuyordu. Selen’i kurtarmalıydık. Bir kadın, hayır bir insan yanıyordu, onu... onu bir şekilde kurtarmalıydık. “Leyla!” bu ses Timuçin’e aitti. “Hızlan, ne yap et ve hızlan!” bağırıyordu. Onu duyuyordum ancak anlamıyordum. Selen yerde öylesine uzanıyordu ve alevler aç bir çakal gibi bedenine yaklaşıyordu. “Onu kurtarmalıyız! Ölecek...” bunları söylemek nasılda kolaydı değil mi ta ki alevlerin arasında kalan biz olana kadar. “Önce kendini kurtarmalısın.” Aşağıya inebilmiştik. Herkes yavaş yavaş kapıdan kendini dışarıya atabiliyorken içeriye girmeye çalışan biri olduğunu gördüm. Bu kişinin bir itfaiyeci olmasını, Selen’i oradan kurtarması için çok şeyimi verebilirdim. Kara duman her yeri kaplamıştı, Selen’i göremiyordum. Her yerdeydi. Kızıl alevler her yerdeydi, binanın sağ kanadı çoktan alevler içinde kalmıştı. Dua etmek istiyordum. İnançlı bir kadın olup, Selen’e yangının ulaşmaması için dualar etmeliydim. Ancak bana bile yetmeyen nefesim bir tanrıya nasıl yetecekti. Dışarıdan siren sesleri geliyordu. Ben Selen için bağırıyordum. Timuçin büyük bir güçle bedenimi dış kapıya doğru savurduğunda dikkat et diye bağırıyordu ama bedeni içerideydi. Birini arıyor, biri için bağırıyordu. O an inandım, onun Selen’i oradan çıkaracağına inandım. Çünkü dedim ya nezaket çok tehlikelidir. Gelen bir itfaiye arabası binanın sağ kanadını söndürmeye çalışıyordu. Tazyikli su dolu hortumu bulabildikleri her camdan içeriye doğru uzatıyorlardı. Üç tane ambulans gelmişti. İnsanların çoğuna maske takılmış, nefes almaya çalışıyorlardı. Bayılan bir kadın vardı, bu kadını anımsıyor gibiydim ancak şu an bunu düşünmeye mecalim yoktu. Herkes bir taraflara dağılmış, kimisi telefona sarılmış sevdiklerine ulaşmaya çalışıyor, kimisi daha çok yardım talep ediyordu. Bir saat önce sigara içip Selen’le sohbet ettiğim yer artık gözle görülemeyecek haldeydi. Kalabalık ve yangın bu binayı yok ediyordu. Timuçin hala çıkmamıştı. Selen’in ne halde olduğunu bilmiyordum, birilerine durumu anlatıp yardım etmesini söylemek istiyordum ancak dudaklarımı aralayamıyordum. Timuçin'in beni bıraktığı yerden ancak birkaç adım atabilmiştim, bedenimin kontrolünü çoktan kaybetmiştim. Yalnızca titremeler sarmalamıştı dört bir yanımı. Korku, panik, keder her biri ölümden sonraki yargı merceği gibi göğsüme oturmuştu. Dakikalar bir kısrak gibi yüreğime dolanıyordu. Yangın eski ihtişamını kaybetmiş olsa da hala devam ediyor, üst kata sıçrayıp sıçramadığını anlamak için üst katlara merdiven dayıyorlardı. Ancak Timuçin ve Selen’den bir iz hala yoktu. Yanıma gelen bir sağlık görevlisi, maske vermeyi teklif etmişti ancak kabul etmek istememiştim. Kendimi amansız bir empatinin içerisine bırakmıştım. Aklım yalnızca Selen’i düşünüyordu. Bu durumun böylesine beni sarsması inanılacak gibi değildi. Omuzlarıma bırakılan örtüyle irkildim. Arkamda bana gülümseyerek bakan bir hanımefendi vardı. “Teşekkür ederim.” diyebilmiştim, sesim ilk kelimelerini öğrenen cılızlıktaydı. “Rica ederim kızım, oturabilir miyim yanına?” Kelimeleri arasında bir eliyle omzumu destek olurcasına sıkmış, bir adımda yanıma ilişmişti. Sorusuna karşılık kafamla onaylar bir cevap verdiğimde uzun eteğini toparlayarak yanıma bıraktı bedenini. Yaşça büyük, yıllanmış şarap misali mayhoş ancak güzel bir sureti vardı. Gri saçlarını ensesinde topuz yapmış, makyajsız suratının yanında parıldayan iki inci küpesi tüm ışıkları kendine topluyor gibiydi. Uzun siyah bir eteği, üstüne giydiği saten bordo bir gömleği vardı. Tıpkı benim gibi onun da omuzlarında örtü vardı. “Sezen ben kızım, ya sen kimsin?” Ah, belli ki sohbet edecektik. Böyle bir kadını geri çevirmek yangının içinde üşümek gibi olurdu. Ama yüreğimden yankılanan sesler zaten yangının içerisinde üşüdüğümü söylüyordu. “Leyla.” Diyebilmiş, dudaklarıma yerleşen mahcup bir gülümsemeyle susabilmiştim. “Ne hoş bir ismin var, tıpkı senin gibi.” Omzuyla omzuma değmiş, cümlesi arasında hafifçe kıkırdamıştı. Yanımdaki bu kadın fazlasıyla sevecendi. Bu su götürmez bir gerçekte ancak onun da dediği gibi ismim gibiydim. Geceydim. “Sizde kitaplar için mi buradaydınız Sezen Hanım.” Sesimin yorgunluğu bedenime yansıyordu. Ayaklarımı kendime doğru çekip, gövdemi bacaklarıma yaslamıştım. Başım küllerle kararan Valide Hanım Konağının girişine asılmış, her an orada olanları baykuş misali seyrediyordum. “Ben bağışçıyım kızım. Emekli edebiyat öğretmeniyim. Gençlik zamanımdan kalan kitapları, şimdiki gençlere bağışlamak için geldim.” “Bu ne kadar hoş bir jest. Hangi kitapları bağışladığınızı öğrenebilir miyim?” Bedenimi kadına doğru çevirmek istedim. Yaşı fazlasıyla varken kitaplarını bağışlaması kendince veda ediyormuş gibi hissettirdi. Ki karşımdaki kadın bir edebiyat öğretmeniydi değil mi, tıpkı öğrencileri gibi kitaplarda onun çocuğudur. Hatta kitaplarda onun öğretmeniydi diyebilirdim. “Bu sefer Ahmet Haşim’in kitaplarını getirdim.” yaramazlık yapan bir öğrencinin, öğretmenine yakalandığı anda olduğu yere mıhlanması gibi kalakalmıştım. Güzel Haşim’in adını duymak sabahı hatırlatmıştı bana. Tüm bu olanlar olmadan önce. “Başka bir zamanda karşılaşmış olsaydık sizinle uzun uzun sohbet etmek isterdim.” dedim. Biliyordum ki şu an bu sohbetten olabildiğince kaçıyordum. Tıpkı, Nazım Hikmet, Ahmet Haşim için “onu gördüğüm yerde döveceğim” demesi ve Haşim’in hep kaçarak yaşaması gibi bende kaçıyordum. “Ben seni yine bulurum güzel kızım.” derken ki gülümsemesi, çiçek olan öğrencisinin başını okşuyormuş gibi hissettirmişti. O an da zaman yerinden oynadı. Bir feryat koptuğunda gökyüzü bile buna karşı koyamamış, tüm bulutlar hüzünle dolmuştu. “Biri yardım etsin!” Bu sesi tanıyordum. Bu sesi en çok da Leyla derken tanımıştım. Timuçin, kucağında Selen’in bedeniyle konaktan çıktığında etrafa bakıyor, dudaklarından yardım feryatları dökülüyordu. Yanında ondan uzunca duran bir adam, sanki yangının içinden çıkmamış bir güzellikte orada duruyordu. Üstünde olması gereken ceketi Selen’in bedenini örterken adam hızlı adımlarla en yakın ambulansa doğru gitti. O sırada olduğum yerden ok misali fırlayıp, omuzlarımdaki örtüyü Sezen hanıma bırakarak Timuçin’in yanına koştum. “O iyi mi?” Bu soruma bir cevap almaya çok ihtiyacım vardı. Ah Selen, benim güzeller güzeli suç ortağım, günah sayılamayacak kadar güzel olan suçu için cezalandırılmış olamazdı. “Bedeninde ciddi yanıklar var.” Timuçin bunu söylediğinde ağladığımı fark etmemiştim bile. Zayıf bedeni, adamın büyük kollarının arasında ufacık kalmıştı. Bedenini kapatan ceket çoğu şeyi saklasa da yanık bacakları ortadaydı. Derisi kıpkırmızıydı. Ancak daha korkunç olan ise sarı saçları yoktu. Selen’e dokunmak, sarılmak istiyordum ancak Timuçin onu saklarcasına tutuyordu. Konuşmak istercesine dudaklarım aralandığında, bakışlarımı Timuçin’e kaydı. O ise bana hiç bakmadan ambulansa vardığında, sessizliğimi korumuştum. Selen’i sedyeye zarifçe bıraktığında bilinci kapalıydı. Sağlık görevlileri yapabileceği tüm müdahaleleri yapmaya koyulmuşken Timuçin, yanındaki adama seslendi. “Agah, kızın herhangi bir yakınını tanıyor musun?” “Hayır, ama bulurum.” adamın sesi, buz parçasını elle tutmak gibiydi. İlk duyduğunuzda içiniz ürperiyor ancak yavaş yavaş yakmaya başlıyordu. Bunu söylüyordum çünkü, bakışları bendeyken o buz parçasını tutmaya zorlanmış gibiydim. “O zaman bürodakileri bu işe karıştırmıyorum.” dediğinde Timuçin karşısındaki adam başını sallamakla yetindi. Ambulansın kapıları kapandı. Selen’i hastaneye götüreceklerdi. Görevliyle Timuçin bir şeyler konuştuktan sonra, bende geleceğim demişti. “Leyla...” dedi ve sustu. “İyi geceler.” Sessizliğinin ardından kurduğu cümle saçma gelmişti. Timuçin’in aslında bunları söylemek istemediğini ama ne söylemek istediğini de kendisinin bilmediğini anladığım da başımı sallayıp ona karşılık vermiştim. “İyi geceler, dikkat edin lütfen.” Timuçin, ambulansın ön tarafına geçip oturduğunda araba hareketlenmiş, arkasında ise biz kalmıştı. “Kargaşa son buldu.” yanımda duran adam, ne zaman sigarasını çıkardı ve ilk dumanı ne zaman soluduğunu dahi fark etmemişken “sonunda” diyebilmiştim. Sessizlik fazla uzun sürmeden “bir sigara da ben alabilir miyim?” diye sormuştum. Omuzlarımda asılı olan minik çantam tüm gece orada usulca durmuştu, ona uzanıp içinden bir sigara çıkarabilirdim ancak bunu yapmak fazla zor geliyordu. Ricama karşılık adam, cebinden sigara paketini çıkarıp kapağını açarak bana uzattı. İçerisinden bir dalı parmaklarımla kavrayıp “ateş” derken, dudaklarımın arasına yerleştirmiştim. “Orada.” başıyla işaret ettiği yer Valide Hanım konağıydı. “Orada fazlasıyla ateş var.” “Oraya gitmektense içmemeyi de tercih edebilirim” dediğimde sesim olağanca soğuktu. Kendince yapmaya çalıştığı kelime oyunu ne zekiceydi ne de komikti. Diğer cebinden çıkardığı çakmağı çakıp, ateşi dudaklarımın arasında duran sigara yaklaştırdığında gözleri gözlerimdeydi. Yanan ateş ise ikimizin gözlerinde dalgalanıyordu. “Agah Türkekul.” Ateşi uzunca tuttu. Sigara yandı. İlk nefesi aldım. Ama ilk nefesi geri veremedim. Duman ciğerlerimi acıtırken öksürmek istemiştim ama yine de durdum. “Leyla Gitmez.” Bu akşam daha fazla insanlarla tanışmak istemiyordum. Karşımdaki adamın son kişi olması için, mırıldarcasına sigara için teşekkür etmiş, bir taksi bulabilmek için ilerlemeye başlamıştım. “İstersen bırakabilirim.” sözleriyle durmuştum. Bir tarafım bunu kabul etmek istiyorken bir tarafım daha fazla konuşmaktan çekiniyordu. Olduğum yerde durup, arkaya dönmeden konuştum. “Açıkçası konuşmaya gücüm kalmadı. Eğer sessiz bir yolculuk olacaksa bunu kabul edebilirim.” “Dileğin kabul edildi Leyla, yürümeye devam et, araba ileride.” İlk andan beri hafif alaycı olan ses tonunu yine takınmış, ben yürümeye devam ederken birkaç büyük adımda yanıma varmıştı. .......
Geceye dair son konuşmam evimin yolunu tarif etmemdi. Dakikalar sonra evimin önüne vardığımda kapıyı kapatırken iyi geceler dediğimde söz verdiği gibi hiç konuşmamış, ancak yalnızca gülümsemişti. Neredeyse iki saat olmuştu. Duş almış, üstüme birkaç parça kıyafet geçirmiş ve yatağa bırakmıştım kendimi. Karanlık tüm olanı içinde saklarken, kayboluyor gibi hissediyordum. İçimden bir ses gün aydığında, karanlık ellerini üstümüzden çektiğinde her şey bir bir yeniden konuşulacak diyordu. Ancak şimdi karanlıktı Ve Susmalıydık. |
0% |