@melinoe
|
Yeni bir bölümle her birinize selamlar, Sevgili Okuyucu. Dilerim ki bu bölümde aynı yerde heyecanlanmış, aynı yerde bahsi geçen güzel edebiyatçımızın şiirini okumuş. Beraber aynı karakterleri hatırlamaya çalışmışızdır. Yine de sözü kısa tutacak olursam, her birinizi iyi okumalar dilerim. Sizden ricam Manuel Polin'den Santo y Elegia'yı, son sahnede açmanız. Yine de bu bölüme bırakacağım şarkılar; Pim Stones - The Life We Could Have Had E M E L - Holm (A Dream) Manuel Polin - Santo y Elegía
BÖLÜM 4: CAHİT SITKI TARANCI Bir bacağım kalçamın altında kıvrılmış, sırtım koltuğun sırtına yaslanmıştı. Her bir olay örgüsünü, iplikleri kabartmadan anlatmıştım. “Selen ile ben üniversite yıllarında tanıştık. Her karşılaşmamız merhabalardan ileri gidememişti. Mezuniyetten aylar sonra karşılaştık. Bir kafede. Biliyor musun normalde olsa hiç bu durumu irdelemez, bir masaya geçer otururdum ancak Selen'i ağlıyorken görmüştüm. İçimden bir ses, merhabadan ileri gidip nasılsın demek istedi. Anlayacağın üzere o “nasılsını” da diyebildim. Bir adama aşık olmuş. Ama adam onun hiç olamamış. Yine de onu hep hayatında tutmak istediğini bu yüzden de kendi işini bırakıp onun yanında çalışmaya başladığını söylemişti. Gel git derken ben o masadan kalktım. Bir gün yine karşılaştığımızda üç kelime daha edebildim. Merhaba, nasılsın ve neler yapıyorsun. Bir yayınevinde çalışmaya başlamış. Zaman geçmiş, istifa etmiş. Bir kafede çalışmış, yine istifa etmiş. O adamla ilişkisi biraz daha ilerlemiş. Sonra nasıl ve kimle olduğunu bilmediğim kitap koleksiyoneriyle tanışmış. O geceki açık arttırmayı da onlar düzenledi. O geceden öncesi de oldu. Bizim ilişkimizde tam olarak orada başladı. Hangi kitapların açık arttırmaya çıkacağını. Ellerinde hangi kitapların olduğunu bana anlatırdı. Ben ise bir yerden sonra fiyatlarını sormaya başladım. Selen anlattı, ben sordum. Bu böyle uzun süre ilerledi. Sonrasında bana o açık arttırmalar için yer ayarladı. Özel kişilerin girebileceği yerlere bile Selen sayesinde girebildim. Bu ayrıcalık fiyatlara da yansıdı. Hani dedin ya nasıl böyle bir yerde birkaç kitap alacaksın diye, işte cevabı buydu. Selen sayesindeydi. Asla gösterilen fiyatta almadım kitapları. Bunu orada sana anlatamazdım, Selen’i riske atacaktı. Kimseye anlatamazdım böyle bir şeyi çünkü işi tehlikeye girebilirdi. Yalan yok bir nevi dolandırıcılık yapıyorduk. Ancak şimdi ne işi kaldı ne de kendisi. Değil mi?” Süreyya ile konuştuktan sonra bazı şeyler daha kaldırılabilir gelmeye başlar zannediyordum. Yalnızca kendimi kandırıyormuşum. Selen ile geçen onca tek tük de olsa o zamanı anlatmak yüreğimde hala bir sızıydı. Bunun öylesine geçeceğini de sanmıyorum. Bedenimi öne doğru doğrultup masadaki boş kahve fincanına uzandım. Evet, boştu ancak bir yudum arayışı içerisindeydim. Avucumun içinde küçücük kalan fincan parmaklarımla ısısını paylaşırken Timuçin, tereddüt etmeden bana doğru uzanıp elimdeki fincanı aldı. Fincanın içerisine birkaç saniye göz gezdirip, bir şeyden emin olmuşçasına onu masaya gerisin geriye bıraktı. Ellerini, kıvrılmış dizime koyduğunda “Dinle beni Leyla” demişti. Onu dinliğimi belli edercesine gözlerimi kırpmış, dudaklarıma ufak bir buse yerleştirmiştim. “Selen şu an çok ciddi bir tedavi görüyor. Bu tedaviye cevap vereceğine inanıyorum. Yine de şunu bilmelisin, Selen’in hikayesi burada bitti. Şimdi ise birileri seni bu hikâyenin içerisine sokmak istiyor. Sana iki seçenek sunuyorum: ya yardımcı karakter ol ve zamanı geldiğinde öl, ya da başrol ol ve bu hikâyenin gidişatı için bana yardımcı ol.” Her bir kelimenin kendi tonu vardır. Dudaklarından dökülürken herhangi biri, yüreğinde onun imzası atılırdı. Karşımdaki bu adam hoyratça her şeye meydan okuyabileceğini, seyirci bile değilken tutup kollarımdan beni sahneye çekebileceğini söylüyordu. Yalanlar ve gerçekler vardır. Doğru. Ancak doğru orada çırılçıplak bırakıldığında kimse onu görmek istemedi. Şimdi bu adama izin verecek miydim? Beni öylesine o çıplaklığın içinden tutup da sahneye çekmesine izin verecek miydim? Leylalar neyi bilirdi ki? “Benim bu oyunda bir rolüm olacak, bu belli baş komiser. Ama hadi söylesene sen misin “cimri” ben miyim “Faust” ?” Söylediklerimi duymazdan gelerek ayağa kalktı. Üç koca duvarın sarmaladığı salonumda ne pencereye baktı ne de arkamızdan kalan boşluğa. Dikkati kitapların kapladığı duvardaydı. Dört koca adımda kitaplarımı görmemi engellemişti heybetli cüssesi. Yine de o cüsseye yakışacak bir ağırlıkta tek tek kitaplara göz gezdirdi. Birkaçında parmakları dolandı. “Cimri ben olacaksam eğer ses etmem, bilirim ki şu dünyada aklını bir kez olsun kaybetmeyen yoktur*.” Ancak Leyla...” Durdu. “Ancak Leyla sen olacaksan Faust, içini üzen şeyin derdine düşmeyi bırakmalısın*. Yoksa senin de benden kalır ne yanın olacak?” Parmakları bir kitabın köşesinde dururken, sözlerinin bitişiyle beraber bir yavruyu okşar gibi okşadı kitabı. Ardından yuvasından çektiği kitabın boşluğundan yararlanan kitaplar bir nefes almışçasına kendilerini boşluğa bıraktılar. Sağ elinde tutuğu kitabı göremiyordum. Yine de susmayacaktım. Bana daha çok konuşmasına, bir şeyleri açıklığa dökmesini isterken onun başlattığı oyuna eşlik etmemek gibi bir ayıp eylemeyecektim. “Ah baş komiser, haklısın. Çünkü sen, sana muhtaç olduğum için haklısın.”* Bana bir cevap vermemişti. Saniyeler süren zamanda kendisi için epey mühim olan işi yapmaya devam etmiş, elinde tuttuğu kitabı inceliyordu. “Bu kitabı alıyorum.” dediğinde bana dönmüş kitabı elinde bana gösterircesine havada tutuyordu. Elindeki Ord. Profesör Doktor Sadi Irmak çevirisi olan 1973 basımı Faust’ du. “Onu bana geri getireceğine söz verirsen eğer..” diye devam eden cümlemi kendini gerisin geri koltuğuna bırakıp “daima.” diyerek kesmişti. “Ancak şimdi Bayan Gitmez, bu oyundaki kozlarımı dürüstçe size paylaşmalıyım.” daha birkaç gün öncesinde bu adamı gördüğümde kendi düşüncelerimi tezat bulmuştum. Fakat hakkımı yediğimi, asıl tezatlığın bu adam olduğunu şimdi görebiliyordum. Avına aç bir kurt gibi bakan gözleri, çoktan karnı doymuş sözlerine çarparken bu durumun farkında olan bir tını vardı dudaklarında. “Anlat lütfen.” “Seninde bildiğin üzere arayan kişi bir polis memuru değildi. Basit tutacağım cümleleri, benden habersiz bir sorgu yapmaya kimsenin götü yemez. Ayrıca Valide Hanım Konağında ekiplerimiz detaylı bir inceleme yaptı. Kendiliğinden çıkan bir yangın söz konusu dahi değil. Biri ve birileri bu yangını bilerek yapmış. İster bizim olduğumuz saatte isterse bizim olduğumuzdan habersiz olsun; davetlilerin en yoğun olduğu saatte çıkış kapısının orda çıkan bir yangın pek de tesadüf olamaz değil mi?” Onun sözlerini bölmemek için ama yine de anladığımı belli edercesine başımı salladım. O ise bu onaylamadan tatmin olan bir şevkle konuşmaya devam etti. “Karşımızdaki kişilerin oyununa en iyi seninle çomak sokabiliriz. Ah bu arada alabilir miyim?” Timuçin’in kurduğu hangi cümleye şaşıracağımı bilemez bir aptallıkla yine kafamı sallamış, o benim sardığım tütünden bir tane alıp dudaklarına yerleştirmişti. “Teşkilatlar” dedi çakmağı çakarken. “onlar” sonra derin bir nefes aldı. “ya da değil” masanın diğer ucunda duran kül tablasına uzandı ve kendine çekti. “Yani böyle bir eylemi tiran savunucuları yapıyor olabilir. O geceki etkinliğe bizi neden çağırdıklarını sana söylemeyeceğim. Ancak biraz akıl yürütmeyle kitapların ve zenginlerin olduğu yerde tiranlığa karşı olabilecek saygın kişiler vardı ve bu eylem teşkilatın işine gelebilir. Yılanların böyle bir şey yapması beklenmedik olmazdı. Ah tabi böyle bir hususta seni arayanlarda oligarşi yanlıları olacaktır. Oligarşinin geri geleceğini zanneden Arı teşkilatı beraber beş budala kendince oyun oynarken benim güzeller güzeli Leylam bu işe çomak sokacak. Daima elinde piyonun olmalı, olmalı ki onu oyunun sonunda vezir yapabilesin.” Durmalıydı. Timuçin tam bu anda kalmalı; bahsettiği yüzlerce insanın içerisinden kendini kurtarmalıydı. Kurtarsın ki ona tutunabileyim. Ben henüz bir şey diyememişken, ”Leyla, neden teşkilatlar böyle isimlerle anılıyor biliyor musun?” dedi. Biliyordum. Yine de kafamı hayır anlamında salladım. “Askeri birlikten oluşan teşkilatlar darbeyi gerçekleştirmeden önceden beri vardı isimleri. Her biri adı önemli işlerde geçen yarbayların ekiplerinden geliyordu. Karıncalar, kraliçeleri için çalışsalar da, yuvaya önem veririler. Tehditlere karşı birlik olup sardırırlar. Arıların karıncalardan tek farkı yuvayı tehdit edenlere saldırmazlar. Kovanı sarıp, iğnelerini kaldırırlar. Onlar kalkandır. Yılanlar en tehlikelileridir. Bireyseldir. Darbe, onların devreye girmesiyle gerçekleşti. Yuva olmaz, birbirlerini kollamazlar. Yiyebildikleri her şeyi yemeye oynarlar. Sana bunları neden anlattım Leyla?” dediğinde yine aynı cevabı vermiştim. “Çünkü hepsi bu şehirde. Katillerle beraber kol kola geziyorlar.” dediğinde sonunda sesime kavuştum. “Madem öyleler neden beni onların arasına sokmak istiyorsun?” dedim. “Dedim sana Leyla, yuvaya çomak sokalım ki hangileri olduğunu öğrenelim.” Benden istediklerini anlayabiliyordum. Ona karşılık söylediğim sözlerde de eminliğim vardı. “Benden yarın o buluşmaya gitmemi ayrıca senin ve birçok kişinin beni koruyacağını söyleyeceksin değil mi?” ancak bu bir soru değildi. Biliyordum. Yine de ne anlayabildiğim ne bilebildiğim anlattığı insanlardı. Ülkem. Tarihi yüreğimizi yakan biricik ülkem yanıyordu adeta. Doyumsuz insanlar, kabullenilmez sert ideolojiler, yozlaşmış dinler her bir vatandaşı birbirine kırarken, ne kan kaldı ne kardeş. Senelerin ardından ölenler şehit bilinmez, hainlik damgasıyla vurulurdu. Hatırla! 21 şubatı,1982 senesini hatırla. Zihnimin içinde bir bayrak gibi sallanan tarih, içimdeki kaç Leylayı şehit bırakmış, kaçı hain olmuş bilinmezken bir komutan gibi bana emir veren ses o anlardan gurur duyuyordu. O sesi tanıyordum. Babamdı. Yaşlı bedeninin aksine o zamanları yaşayan bir delikanlı gibi mert ve cesur çıkıyordu sesi. Sanki bedeni arkamda dikiliyordu. Sırtı bana dönük, ellerini kavuşturmuş belinin arkasında, adımları askerlere selam verircesine sertçe yere basıyordu. Gece 4’tü. Evet, seslere, bağırışlara hatta silahların sesinden bile gür olan haykırışları hatırladığını henüz on beşinde delikanlı olduğunu söylüyordu. Zamanında toprağın kızıla döndüğü gün kazanılan zafer; göğün kan ağladığı gece kaybedildi. İnanılmaz bir yağmur vardı. Evlerin ışıkları yanmaya korkuyor, bütün babalar kapılara kalkan oluyordu. Büyük annen o gün çok hastaydı. Büyük babanı ise çoktan kaybetmiştik. Bir başımıza kalmıştık. Yine de o gece hiç konuşmadı biliyor musun? Benim annem o gece ne bana ağlayabildi ne ülkesine ne de kendisine. Sessizce bekledi, bana gitme bile diyemedi. Leyla! Sokağa çıktığımda yüreğimin deşildiğini hissettim. Her yer yangın yeriydi. Silahların sesleri evlerin camını titretiyor yine de kimse durmuyordu. Ne insanlar durabildi ne de gök yağmayı bıraktı. Başkaları da sokağa çıkmıştı. Her şey yavaş yavaş oldu. Birbirinden bir kaşık tuzu esirgemeyen mahalleli birbirlerinin evlerini yağmaladı. Adamlar, başka kadınlara saldırdı. Herkes özgür kaldığının sarhoşluğuna kapılıp hayvanlaştı. O kadınlardan birinin kızıydı annen. Dedeni diğer adam bıçaklamış, bedeni kapının önünde bir eşik gibi yatıyorken annen onu içeri çekmeye çalışıyordu. Annesi ise başka bir adamın ellerinde zorla tutulurken, zavallı annem düşük yapmıştı. O zaman o kadının annem olacağını, ölü adamın babam olacağını ve çaresizce ağlayan kızın ise eşim olacağını bilmiyordum. Bilsem de bilmesem de yine aynısını yapardım. Bahçede bulduğum avucuma bile sığmayan taşı aldığım gibi adamın başını ezdim. O zamanlar ağzım pek bir bozuktu ama sen yine de duyma bunları.
Sonra onlar geldi. Kim oldukları, ne oldukları bilinmez insanlar geldi. Her birimizi tanıyorlardı. Sıraya dizildik. Tüm bedenime hücum eden yağmur, kötüyü bilircesine alnımda duran silaha hiç değmiyor gibiydi. Kimse ölmedi. Oradaki kimse ölmedi. Her birimizi bizdenmişcesine tanıyorlardı. Devletle bir bağımız olmadığını kanıtlamak içinse bileklerimize bıçakla çarpı işareti atıyorlardı. Bunu sizin için yapıyoruz, unutmayın, bunu sizin için yapıyoruz dediler. Çekip gittiler. Onlar gitti, biz birbirimizi öldürdük. Sabahına ise her ağaca bir ceset düşmüştü. Herkes asılmıştı. Üç yaşında bir çocuk, yetmiş yaşında bir kadın, otuzlarında adamlar. Devlet binasının önünde olan koca çınara ise bakan asılıydı. O ağaçların hiçbiri gelen yazla çiçeklerini açmadı. Doğa ölümü kendinden olmadıkça kabul etmezmiş; onlarda etmedi. O günden sekiz gün boyunca da yağmur hiç durmadı. Sabahına büyük anneni toprağa gömerken çok korktum, bir başkasının kanı düşen toprağa annemi koyarım diye. Ama elden ne gelirdi kızım. Yüreğin dayansın bunlara güzel kızım. En çok da adalet diye bağıranların, bir başkasını ne denli kolay öldürdüğüne alışsın. Adaletin bir bakanla değil de seninle benimle bizimle olacağına alışsın. Ancak şunu unutma her an bizdenmişcesine yakınımızda olan teşkilatlar, militanlar olacak. Kendilerine Yılanlar, Arılar, Karıncalar diyenler olacak. Onlardan olma kendin ol. Kendini bilmezsen eğer adaletin de olmaz. Zihnimde babamın sesi zayıflarken, gerçeklik zihnimi savuruyordu. O günde öyle olmuştu. Babam gerçekten de 4 yıl önce yatağında zor bela oturur pozisyonda durabiliyorken darbe gecesini anlatmış. Sonlara doğru sesi zayıflamıştı. Ancak. O iki zaman arasında bir fark vardı. 1982 senesinde bunların yaşandığı geceden babam sağ çıktı. 2014 senesinde ise bana anlattığı gece, bana veda etti.
“Leyla.” “Leyla! Beni duyuyor musun?” Bedenimin sarsıldığını hissediyordum. Tanıdık ses, en sevdiğim sese baskın gelirken geçmiş eteklerini toplamış kaçıyordu benden. “Efendim?” diyebildim. “Beni duyuyor musun? Daldın gittin.” Dediği hiçbir şeyi duymamıştım. Ancak onun bunu bilmesine gerek yoktu. Konuyu kendi lehime çevirmek için hatırladığım kadarıyla konuştum.
“Başkomiser, konuları toparlayabilir miyiz? Beni neyin içerisine sürüklüyorsun. Ayrıca dur bir saniye, ne bu iltifatlar. Alttan alttan cesaret vermeye mi çalışıyorsun?” Kelimelerim onu eğlendirmiş olsa gerek ki, kahkahası gürdü. Timuçin kahkahasını sonlandırmayı pek de düşünmüyor gibiyken oturuşumu değiştirip, bir ayağımla onun bacağına hafif ama etkili bir şekilde vurmuştum. Kendisine çeki düzen verip, derin bir nefes aldı. “Leyla, izin ver konuşmamız burada sonlansın.” Dediğinde kafamda onca soruyla beraber “ama neden?” diyebilmiştim.
Ancak çok da o soruları cevaplamak istiyor gibi değildi. Böylesine keyiflenmişken ona göre gereksiz şeylerden daha fazla konuşmaya gerek yoktu. Telefonunu bana uzatıp, numaramı kaydetmemi beklemiş, sonrasında kitaplığımdan ödünç aldığı kitabı kolunun altına sıkıştırıp beni beklemeden kapıya ilerlemişti. Kendi kapısını kendisi açtığı gibi, gerisin geri kapatmıştı.
Ayakta durmuş, Timuçin’in hızlı hareketlerine ayak bağı olmadan beklemiştim. Tamda şişmiş parkenin üstünde. O parke, altında su yatağı varmışcasına büyüdü,
Büyüde de tamamen eskimiş cilası dökülmüştü etrafa. Bedenim mum gibi büyüyen şişlikle yukarıya doğru çıkarken, bir anda yırtılmış ve içine düşmüştüm. İçindeki boşluğu benimle dolduran zemin, ilk yapıldığı gün ki haline dönerken görebildiğim karanlıktı. Beni böylesine sert karanlığa gömen şey, saniyeler önce kapıyı kapatırken Timuçin’de gördüğüm o ifadeydi.
Keyfi yerinde olduğu için sohbeti bölen ve evimden giden adam; olan hiçbir şey olmamış, boş bir evde kovaladığı suçlusunu bulamamış polisin öfkesiyle kapıyı kapatmıştı. Gözlerinde cephanelik duruyorken, dudaklarının düz bir çizgide duruşu, namlusu hizalanmış silah gibiydi.
Bir telaşla telefonumu aradı gözlerim. Saati görmeli, gerçekliği idrak etmeliydim. Zihnimin bana oyun oynadığına inanmalı ve oyunu bitirmeliydim. Masanın üstünde duran telefona yürüyüp elime aldığımda, ekranda gördüğüm saat 18.37’ydi. Tüm gün olan biteni; saat kaçta kalktığımı, Süreyya’ya kaçta gittiğimi, eve ne zaman döndüğümü düşündüm.
Her şey olması gerektiği gibi ilerlemişti, farkındaydım. Hatta. Benimle boşluğunu dolduran parke bile, düz, o zeminde hiç bozulmamış gibi dururken gerçekliğin farkındaydım. Öyle ki mutfağa gidecek kendime yeni bir kahve yapacak ve kitap okuyacakken en başta o yolu yürürken üstünden atlayarak geçtiğim şişliğe bu sefer düz bir adımla basabilecektim. …………
Yapmıştım. Gitmiş kahvemi yapmış, kendim için bir tütün sarmış. Ayaklarımı masaya uzatıp, laptopumdan ülkenin en ünlü haber kanalını açmış dinlemeye başlamıştım. “İyi akşamlar, sayın seyirciler Akış haber bugün de karşınızda. Son dakika haberleri, sıcak gelişmeler, güncel olaylar... Akış Haber'de hepsi ve daha fazlası için televizyonlarınız sesini açmayı unutmayın. Ben Aslan Dağdelen.” Diyordu, ekranın gerisindeki adam. İlk haberle halk ekonomisi konuşulmuş, ben kahvemin soğumasını beklemiştim. İkinci haberle, hayvan hakları dile getirilmiş, sigaram ise bitmişti. Kahvemi içmeye başlayalı ancak üçüncü habere gelebildiğimizde son dakika haberi verilmişti. Aslan Bey, durumu toparlamaya çalışarak, yerinde oturuşunu düzeltmiş, kelimelerini özenle söylemeye başladı. İlk kelime “zanaatçı” oldu. Bunun ardından gelenlere kimse şaşırmayacaktı çünkü biri öldürülmüştü.
“Yedi ay önce kayıp ihbarıyla aranan Meltem Y.’ye ait olduğu düşünülen deri, göz ve saç uzuvlarından oluşan oyuncak bir bebek bulundu. Korku ve endişeye yer vermemek adına bulunan bebeğin hangi il ve ilçeden çıktığını siz, değerli izleyicilerimize söyleyememekteyiz. Ancak adli tıptan henüz ilgili birimlere bilgi verilmemişken ben Aslan Dağdelen olarak diyebilirim ki; Meltem Y. tamda Zanatcının önceki maktullerinde olduğu gibi yirmi altı yaşındaydı. Bu zamana kadar maktul arasında bulunan tek ortak özellik her birinin yirmi altı yaşında olmasıydı. Ancak Meltem Y.’nin kaybolmadan önceki fotoğrafını ve bulunan bebeğin fotoğraflarını karşı karşıya getirdiğimizde siyah göz ve sarı saç benzerliği dikkat çekmektedir.” Zanaatçının her cinayetinde olduğu gibi halkın güvenliği adına cümleler sarf edilmiş ve yayın akışı devam etmişti. Bundan bir buçuk yıl önce her kadının hayatına girdi Zanaatçı. Kim ve ne sebeple olduğu bilinmeyen bir şekilde bir buçuk yıl önce bulunan bir oyuncak bebek, onu bulan kişi tarafından sosyal medyalarda paylaşılmıştı. Lanetli bebek olarak ünlenen bu oyuncak herkesi şoka uğratmıştı. Çünkü çoğu kişi bu bebeğin paranormal bir unsur olduğunu düşünürken Twitter’da atılan bir twitle bebeğin, gerçek insan uzuvlarına sahip olduğu düşüncesi yayılmıştı. Durumla ilk karşı karşıya gelen siber suçlar bürosuyken cinayet büro bu durumla ilgilenmek istemişti. O anları haberlerden değil twitlerden öğrenen halk ise, cinayet bürodan gelecek haberlere kulak kesilmişti. Sonra ise olanlar beni de hayrete düşürmüştü. Bebeğin uzuvları bir yıldır kayıp olan bir kadının dnasıyla uyumuş, cinayet büro oyuncak bebeğe el koymuştu. Bunları biraz olsun normal kabul edebilirdim. Taki halkın yaptıklarına kadar. Önce bu adama ne isim takacaklarını düşündüler. Oylamaya bile sundular; kimisi oyuncakçı dedi ancak bu çok basit bulundu, kimisi sanatçı dedi ancak bunun da gerçek sanatçılara ayıp olacağı düşünüldü. Yahu kime ne ayıbından bahsediyorsunuz, sizler değil miydiniz ressamları yakan, çoğu yazarın ellerine kesen, ses sanatçılarının dillerini kopartan. Bir katili öldürmeye cesaret edemedikleri için ona sanatçı diyemiyorlardı ancak kendileri bile farkında değildi. En sonunda ise zanaatçı dediler. Dediler demesine ama en başta ona karşı fantezi hayalleri kuran kadınlar yirmi altı yaşlarına geldiklerinde burunlarını camdan çıkartmaz oldular. Erkekler ise ya koruma iç güdüleri kabardı ya da takipçisi oldu. Yine de olan biteni umursamayan bir kesimde vardı. Bunların hiçbiri halkı doyurmadı. Ne kendi yaptıkları ne de Zanaatçı dedikleri bir katilin cesetleri. Birbirlerini parçalayacak cesareti bulamadıkları için, başkalarının onlar için birilerini öldürdüğü düşüncesi insanların şuursuz düşüncelerini orgazm ediyordu. Bunu nelere mi dayanarak söylüyordum? Bir buçuk yıl içerisinde yedi kadını öldürüp onlardan oyuncak bebek yapan katil adına yapılan müzede. Evet. Lanet olsun ki evet! Kadınları öldürüp parçalarından bebekler yapılıyor ve herkes görsün diye müzeye konuluyor, cam fanuslarda. Kadınlar öldürülüyor azizim, elli üç senedir hiç durmayan ölüm arzusu kadınları hedef almıştı; kıyameti görmüyorlar mı? Zihinlerinin hiç de yanlış olmadığını göstermek için kurdeleler kesilirken konuşmalar yapıyorlar: “Bu müze insanlık tarihini anlatmakta. Her bir oda bir seneyi anlatmakta. Elli üç yıl önceden başlayan bu tarih, her odada size kendini gösterirken dönemin en tehlikeli katilinin de insanlık tarihindeki rolü büyüktür. Bir insanın, tek başına, birçok ses çıkarabildiğini sizlere göstermek istedik.” Hassiktir oradan. Hiç utanmazcasına bunları söyleyebilmişlerdi. Düşünmemeli, sakin olmalıydım. Kim bilir belki de o müzeye gitmeli, geri döndüğümde bir aynanın karşısına geçerek kendi yüzüme tükürmeliydim. Ne de olsa ben de insandım değil mi.
“Öyle deme Leyla, sende yirmi altı yaşındasın. Belki sıra sendedir.” Ah benim katran karası zihnim, sıradaki ben olsam ne olacaktı. Tırnaklarını sürterek yürüsen de dehlizlerimde sen ve ben birken bu senin de ölümün olacak. Ha şimdi, ha sonra. Evet, belki o adamla aynı şehirde belki aynı yolda yürüdük. Korkmalı, biraz da olsa tedirgin olmalıydım. Ama ben okumuş kadındım. Bilirim ki Cahit Sıtkı’nın sözlerinde, ömrün yarısında ya da hayatın herhangi bir yerinde karşıma çıkan bir olgudur ölüm. Bir gün tez bir yel gibi beni içine alabilecekken bir başka gün kumlarıyla örtebilir üstümü. Belki de ölümümün yirmi altıya takıntılı bir katile feda olacağını düşünmektense otuz beşimde, ömrümün yarısında kendim uğruna feda olacağına duyduğum bir inanç vardır. Hem ne diyordu Haşim gibi kendini çirkin bulan Tarancı. “Ne dönüp duruyor havada kuşlar?” Aslan Bey’in sesi zihnimde sessizliğe düşürken, kuş uçmaz gökyüzüne bakan cama çevirdim başımı.
“Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?” Her birimiz, bir sonrakinden sıra geldikçe gidiyorduk ölüme, tutukulu bir aşık gibi yolumuza hiç bakmadan. “Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar? Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?” .........
Saatlerin geçmesini bekledim. Gün geceye aktığında yeniden sabah olmayı unutmamıştı. Şiddetli baş ağrım gün ışığıyla varlığını göz ardı etmeme izin vermiyordu. Yine de kütüphanem için gerekli elektrik ve aydınlatma işlerini halledebilecek görevlileri ayarlayabilmiş, detaylı temizlik içinse bir tarih alabilmiştim. Tüm bunları ise telefonun ucunda olan Süreyya’ya anlatmış. “Leyla,” derken son harfleri neşeyle uzattı “sonunda kavuşacaksın kütüphanene.” Onun tepkisine karşılık mırıltılar çıksa da dudaklarımdan bende keyifliydim. “İlk müşterimsin, aksini kabul etmiyorum.” dediğimde yalancı bir öksürük ekleyip “danışanın olarak verdiğim onca paraya say.” dedim. Süreyya’nın şuh kahkahası, başıma balyozla vuruluyormuş gibi şiddetle gelse de telefonu kulağımdan uzaklaştırmamak için direndim. “Bırak şimdi beni, sen neler yaptın?” dememle sesi anında durgunlaştı. “Aynı aslında. Sadece o biraz yoruyor.” “Bu adı belli olmayan adamı ne zaman anlatmayı düşünüyorsun?” dediğimde bir süre suskunlaştı. “Aslında anlatmak istiyorum ama sanırım ben bile henüz öğrenemedim onu.” “Süreyya.” bu sefer kelimeleri ben uzatmıştım. “Benim canım arkadaşım. Kendine de ona da zaman tanı, lütfen.” “Biliyorum şekerim, biliyorum.” Bir süre böyle konuştuk. O süre, telefonu kapattığımda elli üç dakika olsa da kısa gelmiş gibi hissettirmişti. Her şey akışında gidiyor gibi yapsam da birkaç günde bakmadığım kadar çok bakıştım telefonuma. Bekliyordum. Gergindim ve aslında merakımda kendini belli etmiyor değildi. Bu amansız bir aksiyon kurgusunda olduğumdan değil, bilinmezin getirdiği karın ağrısıyla yüzleşme merakıydı. Timuçin'den sabah saatlerinde herhangi bir haber gelirse ona haber vermemle ilgili bir mesaj gelmiş, cevap vermemiştim. Ancak durmadan mesajı açıp tekrar tekrar okumaktan kendimi alıkoyamıyordum. Saat bire vuralı saniyeler geçiyorken telefonum çaldı. Bilmediğim bir numaran gelen çağrıyı çabucak açtım. “Alo?” derken sesim titremediği için kendime teşekkür etmeme gerektiğini unutmadan karşıyı dinledim. Telefonun diğer ucundaki adamın söylediği her sözü, hoparlörden çıktığı an, Timuçin’in mesaj kutusuna yazmaya başladım. “Leyla Hanım merhabalar, dün sizi arayan komiser Ali ben. Bir saate Akyol üzerinde, koca dut ağacının arkasında kalan karakola gelmeniz gerekmektedir.” Adam lafı uzatmadı. O kadar tane tane ve temiz konuştu ki, zamanında Akyol’da yürürken bahsettiği yerde bir karakol olduğunu hatırlamaya çalıştım. Konuşmayı sonlandırıp, mesajı da Timuçin’e gönderdikten sonra hazırlanmak için odama geçtim. Basit olmalıydım. Siyah taytımın üzerine boğazlı bir kazak geçirecek, kabanım ve botlarımla hazır olacaktım. Hatta belki kabanımın cebine birkaç tütün koyabilirdim.
Evden çıktığımda Timuçin’den mesaj gelmişti. Oraya gidebileceğimi, bir tehlike olmadığını kendisinin de yola çıktığını söylemişti. “Seni salak! Balçığın üstünde yürüyorsun ama toprağı ne güzel yağmur ıslatmış diye kendini kandırıyorsun.” dudaklarımın hareket etmediğine emindim. Öyle olsaydı, önümde yürüyen kadın dönüp bana bakardı. Ancak bir şey düşündüğümü bilmeden kendi kendime bu sözcükler nasıl zihnimde var oldu. Ah, elbette her birimizin iç sesi vardır ancak benimkisinin bilinci olması yurdumda düşmanların olması gibi hissettiriyordu. İnsanın ruhu, kendi beninde huzursuz olur muydu? Oluyordum. Yine de ona hak veriyordum. Dün, teşkilatlar ve kendince yarattığı olay örgüsünü şiddetle anlatan adam, şimdi bir sorun yok diyor. Sözde oyunlarına sokulacak çomağın ben olduğumu söylerken, nasıl desem, çomak Timuçin’e değmiş gibi hissediyordum. Neler diyordum ben böyle. Ben bunları söyleyebiliyorken elbette iç sesim daha beter şeyler söyleyecekti. Bunu bir kenara bırakıp, saati öğrenebilmek için telefonumu çıkardığım an Timuçin’den gelen mesaja baktım. Oradaydı, varmış ve beni bekliyordu. Gözüm sağ üst köşede saate kaydığında yarım saate orada olmam gerektiğini gördüm. Ancak yolum yürüme mesafesi olarak birkaç dakika daha uzayacaktı. Bekleyebilirlerdi. Birkaç dakika her insanın hakkıdır. Telefonu geri cebime koyduğumda yürüdüğüm yola odaklandım. Tüm sesler benimle birlikte sustuğunda ağaçların çıplak dalları, gökyüzüne doğru uzanarak hafif esen rüzgarla karmaşık danslarına başlamışlardı. Dalların arasından süzülen solgun güneş ışığı, gri bulutların arasından zorlukla geçerek zemine ulaşıyor, kimisi siyahlığımda kayboluyordu. Hafif bir esinti, kuru yaprakları yerde hışırdatarak bir yerden bir yere savuruyor, kimisi ayaklarımın altında kalıyordu. Caddenin iki yanında sıralanmış evlerin önündeki yüksek beton duvarlar, sağlam ve dingin bir görüntü sergilese de bu duvarların ne için yapıldığı unutulmuyordu. Bu duvarlar, evleri soğuk rüzgârlardan koruyan birer kalkan değil, insanlar içeri giremesin diye duruyordu. Yine de duvarların üstü, dökülmüş birkaç kuru yaprak ve ince bir toz tabakasıyla kaplanmış, zamanın izlerini daima taşıyordu.
Varmıştım. Elimde sıkı sıkıya tuttuğum telefondan güç almaya çalışıyordum. Üç insan genişliğindeki dut ağacına sırtımı dayamıştım. Eski mevsimlerin yerini alan soluk gökyüzü on iki ay hiç değişmezken, yağmur doğaya olan açlığımızı dindirmek için her gün yağıyordu. Oysa biz mayıs ayındaydık. Gökyüzünün güneşli, cemrelerin düşmüş olması gerekirdi. En çok da çiçekler açmalı bahar gelmeliydi. Ama sanki o gün Hades, Persefone’a âşık olmamışta onu öldürmüş gibi, dünyaya hiç bahar gelmiyordu. Gelmeyen yalnızca o da değildi ki. Baş komiserden de haber yoktu. Kuru dut yapraklarını sayarken, en çok da bunları düşünürken amacım paniğimi yatıştırmaktı. Çünkü varalı dakikalar olmuş, kendini Ali olarak tanıtan adamın bahsettiği yerde ise bir karakol yoktu. Timuçin burada olmalıydı. Burada olduğunu söylemişti, herhangi bir problem olmadığını bizzat söylemişti. Yalan olup olmaması umurumda değildi. Birinin bu devirde gelip de yalan söylemesi artık kimsenin kalbini kırmıyordu. Ancak bana anlattığı bizzat komplo teorileri vardı ve beni bu ürkütüyordu. Biliyordum ki hiçbiri bana ait düşünceler olamayacak kadar keskin köşeliydi. Şimdi o keskin köşelerin arasında kalmak kaçınılmaz bir yara almaktır. Telefonumun zil sesi boş sokakta yankılandığında yerimden sıçradım. Arayanın Timuçin olduğunu görüp, aramayı açtığımda bir süre karşıdan ses gelmedi. “Alo.” “Timuçin orda mısın?” “İyi misin, lütfen bir cevap ver başkomiser.” Cümlelerim her seferinde bir diğerinin üstüne binerek dudaklarımdan çıktığında karşımdaki adamdan ses gelmiyordu. Herhangi bir şey için olabildiğince kendimi sessiz ve sakin tutmaya çalıştığımda, ilkin kalbimin ne kadar şiddetli olduğunu fark ettim. Sonra ise, bedenimi buz tutan sesler geldi. Nefesi yoğun ama kesik kesikti. Gırtlağından çıkan iniltiler yaralı olduğunu düşündürtüyordu. Canının acıdığını anlamak zor değildi ancak beni aramaktansa ekibini araması gerektiğini ona bir öfkeyle söylemek istiyordum. “L-leyla.” diyebildi. Eminim ki Mecnun bile böylesine Leyla dememiştir. “İlerde terk edilmiş benzin istasyonu var. Git ve saklan.” her bir kelime zorla dudaklarından dökülürken dediği yere koşmaya başladım. Ona ancak fısıldarcasına tamam derken telefonu kapatmamasını isteyebildim. Telsiz seslerini duyabiliyordum. Birileri durmaksızın bilgiler veriyor, Timuçin onlara yalnızca tamam diyordu. Daha hızlı koşmaya başladığımda etrafa bakmadan duramıyordum. Her an bir yerden biri çıkıp, canımı yakacakmış gibi hissediyordum. Yol boyunca ilerlerken karşımda terkedilmiş bir benzin istasyonu belirdi. Zaman burada durmuş gibiydi. Tabelalar paslanmış, boyalar dökülmüştü. Benzin pompaları artık çalışmıyordu. Üzerlerindeki yazılar silinmiş, hortumlar ise yerde toz içinde kıvrılmıştı. Hiç beklemeden kapısı olmayan dükkana girdiğimde Timuçin’e nerede olduğumu söyledim. “Aferin, içerde saklan. Biri seni almaya gelecek.” daha ona kim olduğunu bile soramadan telefonu kapattığında nasıl bu durumun içerine düştüğünü anlamaya çalışıyordum. Ana bina olarak duran dükkanın camları kırılmış, sıvaları dökülmüştü. İçerideki raflar boştu ve kasa makinesi eski bir antika gibiydi. Zemin toz ve yapraklarla kaplanmıştı. Bir zamanlar sıcak içeceklerin, atıştırmalıkların ve yol haritalarının satıldığı bu yer, şimdi hayalet gibi görünüyordu Raflarla kasanın arasında kalan boş alana geçip tezgahın altına bedenimi sakladığımda tüm bunlar için Süreyya’dan fazlasıyla randevu almam gerektiğini düşünüyordum. Bir noktadan sonra her bir düşüncem sustu. Yalnızca dakikalar ve kaçtığı saniyeleri vardı. Sessize aldığım telefonumu sık sık kontrol etsem de ekranda değişen tek şey saatti. Timuçin'le konuşalı yirmi dakika olmuştu. Bir anda silah sesleri yankılandı. İlk atışla irkildim, kalbim sanki göğsümden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Bağırışlar, küfürler ve daha fazla silah sesi birbirine karıştı. Her merminin sesi, sanki tezgahın hemen arkasına düşüyormuş gibi geliyordu. Dışarıda kim olduklarını, neden çatıştıklarını bilmiyordum ama seslerinden ne kadar öfkeli oldukları belli oluyordu. O çatışmanın bir yerlerinde yaralı bir baş komiser vardı. Tezgahın altına daha da sıkışarak saklandım. Ellerim ter içinde, dizlerim titriyordu. Bir an için sesler durdu, sadece rüzgarın uğultusu duyuldu. Ama hemen ardından yeniden başladı, bu sefer daha da yakından. Kendi kendime sakin ol diye telkin etmeye çalışsam da korkudan dişlerim birbirine vuruyordu. Düşünmeliydim. Her ne oluyorsa benim tahminlerimin ötesinde oluyordu. O çatışmanın içinde olan ben değildim. Mermilerin biri bile bana değmedi. Yaralı olan, her bir şeyi düşündüğünü söyleyen kişiydi. Benim burada durup, onu düşünmem ne bana ne ona yarayacaktı. Belki dediklerinde haklıydı, monarşi yanlıları ve oligarşi yanlıları bu işe karışmıştı. Fakat anlam veremiyordum. Biliyorum rejimler kendilerini hayatta tutmaya çalışıyor, darbede rol oynayan teşkilatlar düşünce sistemlerini yıkmaya çalışıyordu; lakin ben bu düşüncelerin içerisinde değildim ki, yalnızca kitap almaya giden sıradan biriydim. Öyle olmalıydım. Bunlara şahit olacak biri varsa şayet o açık arttırmadaki herhangi biri olmalıydı. Ben değil. Bir elimi göğsüme çektiğim bacaklarıma sarmalamışken bir elim tozlu zeminde düşüncelerimi hareket ettiriyordu. Bazıları dairelerdi, o dairelerin içerisine üçgenler çiziyor, tozlar şekilleri bozmasın diye parmağımın ucunu üflüyordum. Bazıları ise bir imza gibi dağınıktı. Süreyya öğretmişti bunu bana. Düşüncelerim ne zaman ki dağılsa, elime tutuşturduğu kalemli rastgele hareket ettirmemi isterdi. O kâğıtta var olan her bir köşe ve kıvrım hiçbir şeyi unutmama izin vermezdi. Öyle ki gücüm olduğunda düşüncelerimi bir ip gibi hizaya dizebilir ve tek tek düğümlerini çözerdim. Bu anın düğümü ise üç kere bağlanmış olarak duracaktı zihnimde. Dışarıda adım sesleri duyulduğunda düğümü şiddetle bağladığımı hissettim. Adım sesleri giderek daha yüksek gelemeye başladığında, buraya birinin geldiğini anlamak zor değildi. İlk düğümün üstüne ikinci bağı attığımda, zaten aralık olduğunu bildiğim kapı itildi. Paslanmış kapının gıcırtısı, kemiklerimden gelmiş gibi içime işlediğinde üçüncü bağ atıldı. Korkumu kontrol edemiyordum. Gelenin kim olduğuna duyduğum bir korku değildi, ne için geldiğine duyduğum bir korkuydu. Her bir tanrıya dualar etmeye başladığımda, duama karşılık kendimi adak adamış gibi hissediyordum. Ayak sesleri durdu. Havadaki toz zerreleri bile hareket etmiyordu. Ta ki harabe dükkanı dolduran ıslık sesi etrafa yayılıp, zamanın akışını tekrardan başlatana dek. Dualarıma cevap veren tanrıların dili kuş misaliydi. Bu ıslığı biliyordum. Bir zamanlar özgürlüğü isteyenlerin şarkısıydı. Manuel Polin’nin santo y elegía’sıydı. Her bir özgürlükçü öldürüldüğünde bu şarkı en sonunda yasaklanmıştı. Onların mezar taşları yosun tuttuktan sonra gelen özgürlükte ise hiçbir sözcük orada tutunamadı. Kusursuz çıkan ıslıktan, hangi kelimede olduğunu anlayabiliyordum; kutsal, demeliydi. Ancak ses durdu. Bir İki Ve birkaç saniye daha. Sonra ise “Artık çıkma vakti guguk kuşu.” |
0% |