@melinoe
|
Sizlere yazarlar bırakıyorum. Sizlere şairler. En çok da hayatlar bırakıyorum, ölümün onlara uğramaya cüret edemeyeceği hayatlar. Ancak her biri bir yolculukken size "onların" hikayelerini bırakıyorum. Sevgi ve saygıyla; iyi okumalar. Bu bölüm için bırakacağım şarkılar; Can't Help Falling in Love [DARK VERSION] feat. brooke - Tommee Profitt Ayliva, Aber sie
BÖLÜM 3: HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR Günler kan damlası gibiydi. Boğazı kesilen bir ceset gibi geçti ilk gün, her şey şiddetli ve olağanca hızlıydı. İkinci gün, kan sıcaklığını kaybetmeye başladı, daha sakin, usul usul akmaya devam etti. Ancak üçüncü güne gelebildiğimizde soğudu o kan. Zaman yavaş ve tok oldu. Kanın zemine her damlayışı arasında iki nefes alınabiliyordu; yine de yere düşmeyi bekleyen o tok ses, nefes almaya izin vermiyordu. Zamanın koynunda ölü bir ceset vardı. “O anda seni rahatsız eden neydi?” Sarı saçları ensesinde bağlanmış, yaptığı makyaj yüz hatlarını daha da belirgin kılarken, elinden hiç düşürmediği kalemiyle bir defterine bir de bana bakan kadın Süreyya'ydı. Benim biricik psikoloğum. “O an. O an bunların olmasını doğru bulmadım. O kargaşa, o sesler ve yangın hiçbiri oraya ait değilmiş gibiydi.” “Oraya ait olan neydi peki?” Süreyya’nın sesi daima tok çıkardı. Her bir kelimesinden emin ve daima karşısındakiyle sınırını çizer nitelikteydi. Ellerimi örten deri eldivene düştü bakışlarım. Bir elimle, diğer elimin uçlarında bolluk kalan eldivenin potluğunu sıkıyor, bir anlığına çekiştiriyordum. “Gürpınar’ı tanır mısınız?” diye sorduğumda artık diğer elimin parmak uçlarıyla oynamaya başlamıştım. “Tanımıyorum.” Ah, karşımdaki kadın merak içerisinde olsa bile sesindeki o sert tını asla yumuşamıyordu. “Hüseyin Rahmi Gürpınar. 1864 doğumlu güzel, çok güzel bir edebiyatçımızdır. Ancak anlatmak istediğim onun edebi yönü değil. Derler ki Gürpınar’ın yüz tane eldiveni varmış. Sokakta onu kimse eldivensiz görmemiş. Bunun sebebi görünüşüne önem vermesinden dolayı değil, mikrop korkusundanmış. Dışarıda eldivensiz bir şeylere dokunan insanların manasız bir cesarete sahip olduğunu düşünürmüş. Demek istediğimde buydu Süreyya. Evet orada bir yangın çıktı, arkadaşım yangında cayır cayır yandı. Bedeninin tamamını bile göremedim. Görseydim de kaldırabilir miydim bilmiyorum. Böylesine güzel bir kadının, yaşaması gereken şey bu olmamalıydı. Güzellik eski çağlarda böylesine tanrısalken şimdi bir tanrının biçtiği kader, bir insanın hatası, olduğum döneminin kindar ve doyumsuz insanlarının kasten yaptığı bir şey olarak görmek istemiyorum. O gece ben ve orada olan herkes, Selen kürsüye çıktığında yerlerimize oturacak, ardından alabileceğimiz kitapların hırsına kapılıp geceyi bitirecektik. Anlıyor musun, olması gereken buydu ve bu olmadı. Böylesine basit bir hayat akışı bile bizim kontrolümüzde değilken insanlığımı nasıl kabul edeceğim.” Ah, sikeyim. Gerçekten sikeyim. Sakinliğimi koruyamıyordum. Zihnimin her bir köşesine tokmakla vuruluyorken kalbim nasıl itimatsız kalsın bu duruma. “Her şey bahsettiğin gibi gitseydi nasıl hissederdin?” Süreyya’nın sözlerine karşılık başımı kaldırdım. Dudaklarıma yayılan gülümsememle başımı sol omzuma doğru düşürdüm. “Gürpınar'ında dediği gibi, “Herkese hoş gelen bu hayat genç yaşımda beni çekilmez acılara düşürdü.” Her şey istediğim gibi gitmediğinden buradayım ya.” “Durumu toparlamama izin ver lütfen. O gecenin senin istediğin gibi geçmemesinin sebebi, birazda dürüst olmak gerekirse Leyla’cım, kendi almak isteyip de alamadığın kitaplardan da kaynaklı. Bu kendini bir duruma göre şartlandırmaktır. Senin, orada hangi kitaba nasıl yaklaşacağın bile aslına kendini şartlaman ve tüm zihinsel durumlarını buna göre hazırlamandı. Ancak diğer bir yandan olan olayları kaderciliğe yahut kişinin kendi kötü şansına bağlamasına gerek yoktur. Bu durumda olay senin için parçalanacaktır ve bu sende yeni travmalara sebebiyet olacaktır. Bazı şeyleri ne felsefeciler ne psikologlar ne de fizikçiler hatta dini inançta bir kişi bile açıklayamaz. Çünkü hayatın akışıdır bu. Bu süreçte zihnini aslında bir şeylere şartlamadan daha “carpe diem” daha olağan durumlara bırakmaya çalışmak istiyorum. Peki bana...” Süreyya’nın bakışları defterine düştü. Aradığını bulmuş bir zaferle bakışlarını bana çevirdiği. Ancak sorduğu soruyla bu sefer ben bakışlarımı kaçırdım. “Bana Timuçin ile olan durumu tekrar anlatmanı ve hissettiklerini söylemeni istiyorum.” “Başkomiser olduğunu biliyorum. Ne sebepten o gece orada olduklarını ise bilmiyorum. Herkeste olan bilgi bir başkasının dedikodusu. Basit sorular soruyordu. Bu durumlara alışık olmadığım için Selen’le aramızda olan sırrı bir şekilde öğrenecekti. Sonra yangın çıktı.” Derin bir nefes ısmarladım kendime. Başımı olabildiğince yukarı kaldırmaya çalıştım. Bedenim baston yutmuşçasına dik ve sertti. O anları anımsamak şu anımı zehir ediyordu. “Ve.” diye sorarak devam etmemi istiyordu ünlü psikolog. “Timuçin’in kim olduğundan ya da yakışıklı suratından değildi. Anlattım ya, bana nazik davrandığı içinde değildi. Yalnızca, yalnızca o an oradaydı ve ben o kaosta kendimi sorumluluğumu almaya cesaret edemedim. Korktum. Çok korktum.” Göz yaşlarım ne zaman akmaya başladı bilmiyordum. Yalnızca yüreğim yanıyordu. Orada, denildiği gibi yaşam kendi akışında giderken ben dayanamamış, o beklemeler ateşin içine düşmek gibi hissettirmişti. Ancak ateşin içine ben düşmemiştim. “Leyla, çocukken hiç bir yangına şahit oldun mu?” Süreyya’nın sorusuna yalnızca kaşlarımı çatabilmiştim. O ise bunu daha farklı anlamış olmalıydı ki kendini açıklamaya çalıştı. “Yani bir yangının ortasında kaldın mı? Yahut bir yangının çıkmasına kazara sebebiyet oldun mu? Belki de ...” Sözlerine devam etmesine gerek yoktu. Bu konuşmanın bu yönlere gitmesine de gerek yoktu ancak biz son 55 dakikadır ne konuşuyorduk ki. “Annem yangında öldü.” hayatımın akışı, düğümlenmişti. Süreyya sustu. Bende sustum. Zamanın şahitliğinde bir ceset yere düştü. Kanı oluk oluk akarken, yere tek dökülen lavlardı. “Müsaadenle.” dedim. Cesedini almaya giden Azrail gibi fırladım yerimden. Burada daha fazla durmamı bir gereği yoktu ki. Süreyya bunun bir travmadan ötürü olduğunu söyleyecek ancak zamanımız bittiği için başka bir seansta konuşacaktı. Bir sigaraya belki biraz üşümeye ihtiyacım vardı. Belki de bir mezara. Sokaklarda acele etmeden yürüyordum. Kimisinde onlarca insan vardı, kimisi dükkanının kepengini hiç açamamış, kimisi yalnızca hayvanların egemenliği altındaydı. Her bir sokak bir öncekini aratacak durumdayken düşünmüyordum. Sağımda kalan sokakta bir cinayet mi işlenmişti, işlensin. İki sokak gerimde beni seyreden bir katil mi var, olsun. teşkilatların bir kavgasının arasında mı kalacaktım, kalayım. Çünkü, hayatımın akışı iki mil önce düğümlendi; o sokaktaki ceset de benimdi, arkamda dikilen katil de teşkilatlar, leyladan önce ve leyladan sonra diye kavga ediyorlardı. Her biri Leyla, biri ben; ben, benden de öte.
Telefonumun uğursuz sesi sokakta yankılandığında, sırf sesten kurtulmak için giriştiğim çaba çantamı yere düşürmemle son buldu. Arayan kişi telefonu kapattığında bana da çantamı toplamak ve telefonumu bulmak için zaman tanımıştı. Arayan kayıtlı değildi. Telefonu gerisin geri çantama atacakken tekrardan o uğursuz ses kendini belli etti. Kendime not, telefonu ya sessizde kullan ya da zil sesin değiştir. Yine de kafamdan bunları defedip aramayı açtım. “Alo, merhabalar, Leyla Hanımla mı görüşüyorum.” Evet, bu sesi kesinlikle tanımıyordum. Genç ve kendince neşeli bir sesti bu. “Evet, siz kimdiniz?” “Leyla Hanım, ben komiser Ali. Valide Hanım Konağında çıkan yangınla ilgili sizinle konuşmak istiyordum.” Konuşmak istemediğimi söylemeyi düşündüm. Ancak bu vesileyle belki Selen’in hangi hastanede olduğunu öğrenebilirdim. Onu görme umudu, mideme yumruk atılmış hissiyatı uyandırıyordu. “Tabi konuşabiliriz. Nereye gelmem gerekiyor?” diye sorduğumda karşıdan garip cızırtı sesleri geliyordu. Birkaç saniye sonra cızırtılar kesildiğinde adamın sesi daha tok bir hal almıştı. “Yarın, Akyol üzerindeki karakola gelebilir misiniz?” Telefonun bir ucundaki komiseri onaylayıp, telefonları kapattığımızda geçtiğim sokakları fark etmemiştim.
Ah benim haddini bilmez ayaklarım. Pazarda annesini kaybetmenin telaşıyla bir o sokağa bir bu sokağa girerek Büyük Kardiçalı Hanının karşısına çıkarmıştı beni. Hanın ardında kalan koca bir çarşı, onu her an bekleyen sakin sular vardı. Hanı'nın avlusuna adım attığımda, ilk fark ettiğim şey, çeşmenin kurumuş olduğuydu. O eski şırıltının yerini derin bir sessizlik almıştı. Suyun olmaması, sanki içimde yıllardır süren bir boşluğun yansıması gibiydi. Zaman, burada da durdurmuştu kendini. Çeşmenin başına yaklaştım, ellerimi eski taşlarına koydum, ama suyun serinliği yoktu artık; sadece soğuk ve çatlak taşlar. Annemle ilk defa buraya geldiğimiz günü anımsadım, ama o anı bile bana uzak, bir sisin ardında kalmış gibiydi. On iki yaşındaydım. Annem beni buraya getirdiğinde, her şey çok daha canlıydı. Çeşme akıyordu o zaman, ama aramızda bir şeyler hep eksikti. Annemle hiçbir zaman o yakınlığı kuramamıştım. Yanımdaydı, ama her zaman bir mesafeyle, bir adım gerideydi. O gün de böyleydi. Çeşmenin başına oturup ellerimi suya daldırmıştım, ama annem uzaktan, belki biraz da ilgisizce izliyordu beni. “Su akar,” demişti, sesi ne yumuşaktı ne sert, sadece bir gerçeği dile getirir gibiydi. “Ama iz bırakmaz her zaman.” Bu sözleri ne o an anlamıştım ne de sonrasında. Annem hep bir sır gibi kalmıştı bana, çözmeye çalıştıkça daha da uzaklaşan bir gölge gibi. Onunla aramızdaki mesafe, fiziksel değil, içsel bir boşluktu. Aynı avluda oturmuş olmamıza rağmen, bir türlü o boşluğu dolduramıyorduk. Şimdi, yıllar sonra tekrar buradayım. Çeşme kuru, annem ise sadece bir anı. Ama aramızdaki o mesafe, hâlâ aynı yerde duruyor. Elimi taşlara koyduğumda, sanki o boşluğu daha da derinden hissediyorum. Annem hep biraz uzakta, hep biraz ulaşılmazdı. Ve ben de, o uzaklığı anlamaya çalışarak bir ömür geçirdim. Ama şimdi burada, kuru çeşmenin başında, anlıyorum ki; bazı mesafeler ne suyla dolar, ne de zamanla kapanır. Ben, kendi zihnimde anılar ararken parmaklarım ustalıkla çeşmenin oyuklarında geziniyor, kıvrımlarında kırılıyordu. Her dokunuşta bir şey arıyordum sanki, belki de annemin geride bıraktığı bir iz, bir işaret. Fakat ne aradığımı tam olarak bilmiyordum. Annemin benden gidişiyle sonlanan düşüncelerim, tıpkı o zamanki gibi çeşmenin havuzuna dökülmüştü; karmaşık ve yarım kalmış. Orada, o havuzda sular dolu olacak, içine baktığımda kendi yansımamı görecektim, annemle aramızdaki uzaklığı bile belki daha net anlayacaktım. Ama öyle olmadı. Boş çeşmenin havuzu kuru, yer yer yosunluydu, zamanın izleriyle doluydu. İçine bakmak bile zordu; kuru taşlar ve çürümeye yüz tutmuş yosunlar arasında herhangi bir hayat belirtisi yoktu. Derin bir nefes alıp parmaklarımı yosunlu taşların üzerinde gezdirdim, o an bir şey hissettim. Havuzun en dip köşesine doğru, taşların arasına kazınmış bir şekil vardı. Ellerimle temizlemeye başladım, yosunları sıyırdıkça ortaya çıkan şey dikkatimi daha çok çekiyordu. Bir rakamdı bu. Sert bir şekilde kazınmış ve zamanın tüm aşındırmalarına rağmen hâlâ okunabilir bir rakam: 1992. Bu sayı neden buradaydı? Kim, neden bu taşlara kazımıştı? O an annemin her şeyin ötesinde bir sır gibi duran varlığını düşündüm. Sanki bir şekilde annem, doğum yılımı buraya yazmış, tüm yaşlarım boyunca beni yalnızca sırf bu yüzden buraya getirmişti. Kendimi kandırıyordum. Bir yerlerde kendi yalnızlığıma nedenler arıyordum. Şimdi yalnızlığımı da alıp Han’dan çıkarken adım seslerim bile duyulmuyordu. Onun sol çaprazında çarşıya biraz daha yakın olan yerde ise “Gece Kütüphanesi” vardı. Kapısının önüne konulacak olan iki sandalyesi vardı. İçeride, dışarı çıkmak ve gün ışığını kendisine hapsetmek için sabırsızlanan yuka ve marginata çiçekleri vardı. İçeride küçük bir sarmal merdiven ikinci katı taşıyordu. Duvarların her bir yüzü raflarla örtülmüş, muazzam bir tarihçeyle kitaplar yerleştirilmişti. Ancak yerler hala tozluydu, derin bir temizlik yapılmamış, ışıkları henüz bağlanmamıştı. Bunların her birini biliyordum. İçeride kaç toz zerresi olduğunu bile biliyordum. Çünkü benimdi. Gece'nin kütüphanesiydi. İçeriye girip girmemek arasında kendimle cebelleşiyordum. İçeride ne yapacaktım ki. Üç gün önce alınıp da yerlerine koyulmayı bekleyen kitaplarım yoktu sonuçta. Kapılarını herkese açtığımda misafir olacak Selen’de yoktu. Yine de telefonuma gelen mesajda Süreyya’nın bir psikolog olarak değil de arkadaşım olarak yanıma gelmek istemesi gönlümü okşamıştı. İçeriye girmeyeceğimi önümde ağır ağır geçen taksiye el atıp, adresi verdiğimde fark etmiştim. Hazır değildim. Hazır olmayışımın en güzel yanı ise kitaplarım tamamlanmamıştı. Onların da Gürpınar gibi, terk edilmişlik duygusuna kapılmalarını istemesem de ben kapılmıştım ve onlarda benim duygularımın tozlarını taşıyordu.
Otuz yedi. Tamı tamına otuz yedi dakika yirmi üç saniye sonra evimin önünde durmuştu taksi. Ücreti öderken bir gözüm kapının önünde bekleyen arabadaydı. “Mercedes SL 300 Coupe, tam bir lüks ve şıklık simgesiydi. Aracın motoru güçlüydü, ama benim dikkatimi çeken asıl şey, boyasının geceleri bile parlamasıydı. O parlaklık, sanki arabanın kendi ışığı vardı. Gövdesi akıcı hatlara ve zarif çizgilere sahipti. Ön tarafı yumuşakça yuvarlanırken, yine de güçlü ve iddialı bir duruş sergiliyordu. Bu uyum, arabaya hem zarif hem de etkileyici bir hava katıyordu.” derdi babam. Onun gençliğinden de eski olan bu aracın posterlerini topladığını hatırlıyorum. Yalnızca bu da değil daha birçok otomobilin hayranlığına ve bilgisine sahipti. Şimdi onun daima yorgun ve tiz çıkan sesi kulağımda yankılanırken bu aracın kime ait olabileceğini yahu ne için burada olduğunu bilmiyordum. Ta ki benim kapıyı kapatmamla eş değer sürede diğer aracın kapısı açıldığında dağılmış saçlarıyla karşımda Timuçin belirmişti. Kamuflaj pantolonun paçalarını botlarının içine sıkıştırmış, üzerine geçirdiği tişörtünü krem renginden yana kullansa da kahverengi deri ceketi renk uyumunu tamamlıyordu. Ancak her bir parça kendinden soluk gibiydi. Öyle ki hava da soluktu, adamın kirpiklerinin düştüğü gözaltları da soluktu. “Seni buraya getiren nedir başkomiser?” diye sordum. Sesim, adımlarımı takip etmiş, evimin kapısında olmanın rahatlığını taşıyordu. “O gece konuşmamız yarım kesilmişti.” Ceketini düzeltip, arabanın ön kaputuna kalçasını yaslarken ses tonu da tıpkı benimkine çekmiş, fazlasıyla rahattı. “Yarın gelip, konuşacağımı söylemiştim.” derken, karşımda ki adamın kaşları çatılmış, nasıl yani der gibi bana bakıyordu. “Yahu karakoldan aradınız, geleceğim dedim ya bende.” Çantamın içinde anahtarları ararken sırtımı Timuçin’e döndüm. Okyanusun oynaşan dalgaları gibi ilk dalgada anahtarı buldum. İkinci dalga geldiğinde anahtarı çıkardım. Üçüncü dalgayı da tıpkı diğerleri gibi beklerken o hoyratlaştı. Ben anahtarı, kapının yuvasına sokacakken dalga beni yuttu; sevişir gibi değil, savaşır gibi aldı ve attı beni kıyıya. Bunu tek sebebi dibini göremediğim o suların böylesine yabancı oluşu değildi, bunun tek sebebi Timuçin’in dudaklarından dökülen sözcüklerdi. “Yangınla ilgili soruşturmaya ben ve ekibim bakıyorken kim benden habersiz seni arayıp büroya çağırabilir ki Leyla.” Botu zemini dövüyor, ağırlığı yere fazla geliyordu. Yine de o ilerlemeye, yanıma gelmeye devam etti. “Seni her kim aradıysa bu pek de masumca değil. Konuşacağız, şimdi.” artık yanımdaydı. Adımları adımlarımın yanına durduğunda yere düşürdüğüm anahtarlığı aldı. Hiç beklemeden anahtarı yuvasına taktığında “Seni eve davet ettiğimi hatırlamıyorum” diyebildim. “Kahve teklifi bekleyen bir adam olduğumu sana düşündüren nedir?” yaptığı imayla sesi gülümser gibiydi. Elimin tersiyle anahtarı tutan elini ittirdiğimde, bedenimi onun bedeninin önüne geçirmeye çalıştım. Ben kapıyı açarken o arkamda hareketlerimi izliyor, ben adım attıkça adım atıyordu. Benimle beraber ayakkabılarını çıkarıp benimle beraber salona yürüdüğünde onun yaptığı imayı devam ettirircesine “ yine de bir kahve içebiliriz” dedim.
Günler önce oturmuş koltuğuma Kronos’un kalbini bir mücevherci gibi işlemiş insanlığa sunmuştum. Şimdi benim koltuğumda oturan bu adam bu kalbi hiç var olmamış gibi yok saymış; zamanın karşısında küstahça durarak meydan okuyordu. Buna şahit olmuştum. Dudaklarından dökülen her kelimeyle zamanın nasıl benim yüreğimde çatladığına şahit olmuştum. |
0% |