Yeni Üyelik
6.
Bölüm

ORHAN VELİ KANIK

@melinoe

Umutsuz bir çağda dilek hakkı kovalayanlar bir gün sizinde peşinize düşecekler. Siz onlardan olmayın; umutsuz kalmayın. Leyla mı? Ya da Leylalar? Onlar hiç umutsuz kalmadı çünkü onların kitapları vardı. Sizlere de iyi okumalar dilerim.

Bölüm için bırakacağım şarkılar;

Ne Jupiter - Renksiz Bir Kadın

Cem Adrian - Yalnızlık

 

 

 

BÖLÜM:5 ORHAN VELİ KANIK

 

Saat: 06.17.

Ben Leyla Gitmez.

Beni, kendimi tanıyorum. Tanımam gerekiyor. Varlığımın hareket ettirici unsuru ruhum, ayaklarımın dibinde cenin pozisyonu almış, hareketi düzenleyen bedenimse onu ezivermiş, bir hamam böceğiymişçesine.

Delirmiyorum. Gördüklerimi, kendime kabul ettiriyorum. İşte burada Kafka, burada ruhum ve ezilmiş bir ceset.

Ne demiştim, saat 06.17.

Hayır.

Yalan söyledim.

Saat 06.18.

 

Şafak sökmeye başlıyordu. Bir elimde sıkı sıkıya tuttuğum telefonum varken bir elimle de kabanımın yakasını kavramıştım.

Agah'ın evinden ne zaman çıktığımı hatırlamıyordum. Yarım saat önce miydi? Hayır, çünkü tam yarım saat önce Süreyya’yı aramıştım. Peki bir saat önce? Bir saat öncesine kadar tezgahta oturuyordum.

Aptal bir kadın değildim. Zamanın benim için nasıl işlediğini biliyordum. Oradaydım. O tezgahta, o yatakta, o yangın yerinde.

Agah'ı hatırlıyordum. Yalnızca onu anlayamıyordum. Sanki onu görmüştüm, onu duymuş, onu yaşamamıştım ama onu hiç tanımamışım gibiydim. Diyorum ya aptal değildim ama ne zaman sohbeti bitirdiğimizi, benim ne zaman eşyalarımı alıp Agah’ın evini terk ettiğimi hatırlamıyorum.

Bu kabul edilebilir gibi geliyor. Artık onunla aynı ortamda bulunmak istemedim ve çıktım. Peki ama hangi kısımda kabul edebilirdim ki. Bilhassa ben, kendi hatırlayamadıklarımdan daha fazlasını ondan öğreneceğim düşüncesiyle bir başıma çıkmadım mı o evden? Yahut, ah Leyla, ah benim kendinden hallice düşüncelerim: Sırf Agah’ı tanıdığım bir kitap karakterine yerleştirebilmek için kaçıp, onun gelmesini beklemedim mi?

Bunların her birini ben düşünmüştüm. Şimdi gelip de arsızlığımı ahlaklı bir yere koymaya çalışmayacaktım. Şimdi, dakikalar öncesine kadar ne isem oydum.

Sabahın bu şer saatlerinde sokak, ince bir sis tabakasının altında nefes alıyor gibiydi. Agah’ın evi, arkamda kalan dik yokuşun başında kafasını uzatmış duruyordu. Sokak ışıkları o yokuşa hiç uğrayamamış, burada ayaklarımın altında zayıf sarı ışıklarıyla gölgemi dans ettiriyordu. Ancak ayak seslerinin yankı bulamayacağı kadar boş ve sessizdi her şey.

Sokak boyunca uzanan taş duvarlar, zamana karşı direnen ihtiyarlar gibi sessizce dimdik duruyordu. Rüzgar, hafif bir hışırtı ile arada sırada fısıldar gibi geçip gidiyor, ama hiçbiri bu derin sessizliği bozmaya cesaret edemiyordu.

Uzaktan bir kedi gölgesi belirdi, sokağın derinliğinde kaybolan bir hayalet gibi... Pus, yalnızca gölgeyi değil, zamanı da yutmuştu sanki.

Avucumun içinde titreyen telefonum, sessizliğin içinden beni çekip aldığında tüm tüylerim diken diken olmuştu. Arayan Süreyya’ydı.

Telefonu açtığımda tüm bu sessizliği bozmaktan korkarcasına sessizce “efendim” diyebilmiştim.

“Balım, attığın konuma gelmek üzereyiz. Sen iyisin değil mi?” diye telaşla konuşuyordu benim biricik arkadaşım.

“İyiyim, telaş yapma lütfen.”

“Tamam balım. Arabanın plakası SAİ 739” dediğinde Süreyya, telefonu kapatmıştık.

Plakayı aklımda tutabilmek için kendi kendime mırıldandığımda bu plakanın Süreyya’ya ait olmadığını anlamıştım. Ki kendisi de birisiyle geldiğini söylemişti. Bu bilinmez misafirin kim olduğunu belki merak edebilir, Süreyya’yı sıkıştırabilirdim. Ancak böyle bir eylem sanki bu sokağa ait olamayacak kadar şen görünüyordu. Bunu iki yakın arkadaş olduğumuz bir zamana armağan ederek, sessizliğimi sürdürmeye devam ettim.

Saat 06.23.

Zaman, yaşlı bir saat ustasının kalbi gibi işlemeye devam ediyordu. Oysa ben kimim ki bunları söyleyebiliyordum.

Seneler öncesinde tüm kitapları yakılmamışken bir Orhan Veli kitabım olsaydı eğer, şimdi zamana dair bir söz söylemeye hakkım olmazdı.

“Zaman, hiçbir şeyden korkmayan bir akarsu gibi geçiyor. Bir gün gelir, o da geçer.”

Böyle diyordu değil mi? Peki o halde zaman, ayaklarıma dolanan kendi gölgemden nasıl bir elzemle geçecekti. Zaman denilen mefhumun vicdanı olmalıydı, ki ne benim ne de Kanık’ın üstünden geçememişti. O da şimdi burada, benimle, arabayı bekliyordu.

Birazdan Süreyya, yanında bir misafiriyle gelecek. Tüm bu sessizliği parçalayacak motor sesi. Insanların sesi yankılanacak, gölgeler kaçışacaktı ışıkların altından.

Ancak, zamanında hem de çok geçmiş bir zamanda Orhan Veli otururken bir kafede, yazarken şiirlerini ve bilirken kendini diyebilmişti tüm şiirlerinin insanların dillerinde olacağını. Arkadaşları gülmüştür değil mi? Gülmüştür. Çünkü kimse kendinden daha iyi tanımaz kendini.

Peki şimdi araba gelse. Ah neydi plakası... tabi ya SAİ 379. İşte gelse bu araba ve ben binsem. Bana sormayacak mı arkadaşım, neden buradasın, neden bu saattesin Leyla diye. Ne cevap verecektim. Ben bile kendimi bilmezken neye nasıl cevap verebilecektim ki.

Belki de sırf bu yüzden o adam bu zamanda da yaşıyorken ben, daha şimdiden bedenimi toprağın altına usul usul iteliyordum.

Ben tüm bu düşüncelerim arasında bir ileri iki geri ilerlerken, güçlü bir ses duyuldu. Olmayan kedilerin gölgeleri bile çöplüklere kaçarken, sese eşlik eden beyaz ışık yoldan uzanarak üzerime düştü.

Tüm bedenimi sarmalayan ışık, görüş alanımı kör ederken elimle gözüme siper yapmaya çalıştım. Oysa çok geçmeden ışık benim üstümde tekrar sokağa düştü, arabanın güçlü sesi daha da yakınıma yanaştı.

Babam görse burun kıvıracak kadar yeni ve estetikten uzak olan siyah araç tam önümde durduğunda, kendi gibi siyah camı aralandı.

Süreyya, camın ardından başını uzattı, her zamanki gibi o sert bakışlarıyla. Beyaz teni, aracın içindeki loş ışıkta bile neredeyse parlıyordu. Sarı saçları, aceleyle toplanmış, belki birkaç tutamla oynanmanın dağınıklığıyla yanaklarına dökülmüştü. Gözleri, aceleyle bedenimde gezinirken dudaklarından “minik kuşum” sözcükleri dökülmüştü.

Ah, o hep böyleydi. Bazen fazla tatlı kelimeler bazense kendi türettiği kelimelerle bana hitap ederdi. Ancak bu yalnızca iki yakın arkadaş olduğumuzda gerçekleşirdi.

Bedenimde onu bu saatte buraya getirecek bir sebep bulamamış olacak ki yüzü gülümsemeye başlamıştı. Bakışları bir anlık sürücü koltuğundaki kişiye dönmüş, ardından yine bana dönerek “hadi atla” demişti.

O tarafa baksam da yalnızca bedeninin büyüklüğünden bir erkek olduğunu düşündüğüm kişiyi bir türlü görememiştim.

Belki de o dur diye düşündüm. Süreyya’nın bile nerede olduğunu anlayamadığı ilişkisi. Birkaç aydır, bazen gözyaşlarıyla bazense büyük bir neşeyle ilişkisinin tam ortasında neler olduğunu anlatan arkadaşım; bir tek nerede olduğunu göremezdi bu ilişki de. Çünkü adam ona bu izni vermedi.

Bunu tam bu nokta da bile görebiliyordum. Arabanın içinde yanıp sönen ışık, 6.37’ ye vuruyordu. Şoför koltuğundaki adam, üstünde kırışıklık bulunmayan bir takım giyiyordu. Hatta, ilk iki düğmesinin açık olduğunu görmeseydim bir kravat taktığını düşüneceğim bir ciddiyetteydi. Yine de abartmaktan geri durmadan -- bunu yaparken arkadaşımın zamani gözyaşlarından güç aldım - henüz bana bir “merhaba” deme nezaketinde bulunmamıştı.

Hemen yanında oturan kadın ise, doğaldı. Evinden belki de yataktan çıktığı belli oluyordu.

Düşüncelerim, Süreyya’nın omuzlarına oturmuş onu seyrederken;

“Balım, bu saatte neden bu bölgedeydin?” diye soruverdi.

“Aslında,” dediğimde durdum. Ne söyleyecektim. Ne söylemeliydim. O şu an psikoloğum değildi. İki yakın arkadaş olacak kadar da samimi bir ortamda hissedemiyordum.

Ellerim, kucağıma düşmüştü. Uzun tırnaklarımı, parmak uçlarımın etine batırıyor, bakışlarımı Süreyya’da tutmaya çalışıyordum.

“... bir arkadaşımı ziyarete gelmiştim.”

Yalan söylemekten nefret ediyordum. Ben yalancı değildim. Bu da bir yalan değildi. Sadece, ufak bir anlam değişikliğiydi.

Kendim gerçekleri bilmiyorken bir başkasına nasıl dürüst olacaktım ki.

Araba yolun üstünden akıp giderken ben karşı şeritteydim. Yol gitti, araba gitti ama ben aynı yerde kaldım.

Sonra sohbet benden çıktı. Tanımadığım bu adam sözü devraldığında gözlerim sonuna kadar açılmak istedi de zor tutabildim. Vay be konuşabiliyormuş.

“Senin eve gidiyoruz.”

Bu bir soru değildi. Bunu, kim duysa böyle düşünürdü. Yüzü Süreyya’ya dönük değildi ancak bakışlarının onda olduğuna yemin edebilirdim.

Sesi, tanıdıktı. Sanki her kelime, bir dağın eteklerinden yuvarlanan ağır bir taş gibi, sağlam ve belirgindi. Süreyya ise dağın tam tepesindeydi.

Koltukta sanki ona daha yakın olabilirmiş gibi, bedeninin tüm yönü adama dönüktü. Kendi aralarındaki bir dille adamı onaylıyordu.

“Kanala uğrayacak mısın?” dediğinde Süreyya, o hep alışık olduğum tatlı hitaplar barındırmayan cümle aksine fazla yumuşak bir tınıdaydı.

Adam bu sefer yüzünü Süreyya’ya döndüğünde “evet güzelim.” dedi. Sonra durdu ve devam etti. “Erkenden bakmam gereken mailler var.”

Sesi hep aynı tondaydı. Kurduğu cümlelerse yanındaki kadını tatmin eder nitelikteydi. Süreyya'nın cilvesi, konuşmuyorken bile aralarında akıp giderken, ikisi arasındaki dilin bu şekilde olduğu su götürmezdi.

“Bugün seansların kaçta başlıyor?” diye kadına olan ilgisini sürdürdü adam. Süreyya ise bir anlığına bana dönüp, “öğlene kadar arkada oturan hanımefendiyle seansım var.” dediğinde gülümsüyordu.

Konu ne zaman bana gelmişti? Ne konuşacaktım? Yahut konuşmaya değer ne gördü bende Süreyya?

“Ne? Nasıl yani?” diye yüksek tonda bir tepki verdiğimde Süreyya’nın gülüşü kahkahaya dönüştü. Yemin ederim ki yanında ki adamın bile güldüğünü duydum.

“Duydun işte bebeğim. Kurtulamazsın benden.” dedi arkadaşım. Bu durumdan fazla eğleniyordu.

“Bunu bana sormayı düşündün mü? Ah hadi ama Süreyya, bu şimdi mi söylenir?” deyiverdim. Evet, durumdan kaçmaya çalışıyordum. Henüz o iki adamla konuşmadan Süreyya ile konuşmaya hazır hissetmiyordum.

Ancak Süreyya’nın son söylediğine tepkisiz kalamadım. O, “Şekerim paran yoksa sonra hallederiz.” dediğinde artık ben de gülüyordum.

“Tüm param sana gidiyor zaten.” diyebildim kahkahamın ardından. Sonra derin bir nefes alıp kendimi sakinleştirdim ve konuşmaya devam ettim.

“Sence de seans için saat erken değil mi?”

Süreyya’yı vazgeçirmek kolay değildir. O, bir şeyi aklına koyduğu an bu gerçekleşmek zorundadır. Benim paytaklığımın yanında onun disiplinini takdir ediyorum ancak kendimi düşünmeden edemiyorum.

Anılarım, zihnimden çalınmış gibi hissediyorken Süreyya’ya ne anlatacağımı bilmiyordum ve bu beni panikletiyordu.

Şimdi bile düzensiz hareket eden göğsümün altında kalbim sıkışıyor ellerim titriyordu. Kulaklarımda ki uğultu belki de arkadaşımın sesini bastırıyordu, bilmiyordum.

Tek bildiğim, şu an hareket eden bu arabanın tekerleğine sıkışan bir taş olduğumdu.

“Saat hiçbir zaman erken değildir.”

Ön taraftan gelen boğuk ses, ya benim paniğimden dolayı ya da adamın ses tonundan dolayı fazla ürkütücü gelmişti.

Saat hiçbir zaman erken değildir, demişti. Ancak bu ne demekti?

Kaşlarım çatılmış, gözlerim ise altında kısılmıştı. Adamın bunu ne için söylediğini anlamak için bakışlarım ona doğru döndüğünde dikiz aynasında göz göze geldik.

Ya da ben öyle sandım.

Arabanın içi karanlıktı. İçeriyi biraz olsun aydınlık yapan ön tarafta açık olan farlar ve arabanın içine sızmaya çalışan sokak lambalarının ışıkları.

“Lütfen biraz daha açar mısın?” diye sormaya cesaret ettim.

Arabanın sağa doğru kaydığını hissettim. Aynı hızdaydık ama aynı şeritte değildik. O taş ise hala tekere sıkışık duruyordu.

“Saatin tek görevi zamanı göstermek. Zamanda ise erken ve geç yoktur. Birler vardır, on ikiye kadar giden. Tabi sen istersen diğer taraftan bak ama sayılar hep aynı olacak. Demek istediğim şu Leyla...

Sana Leyla diyebilir değil mi?”

Ben sözlerini bir süzgece geçirmiş elerken bir anda bana hitaben bir soru gelmesini beklemiyordum. Şaşkınlıkla, “ah evet, Leyla diyebilirsin” dediğimde o konuşmaya devam etti.

“Saat 7.10. bu sadece zamanı gösterir. Bu sadece sabahın erken saatlerinde olduğumuzu değil, saatin kaç olduğu anlamına gelir. Neden mi? Çünkü saat 5.30 da bir cinayet işlenmiş. Birkaç dakika sonra bir ev yandı. Ardından birkaç grubun çatışması yüzünden 3 ağır yaralı ve 1 ölü var.

Şimdi sen söyle saat erken mi?”

Düşünmedim. Şimdi dudaklarımdan dökülen hiçbir sözcük için kefaret ödememiştim. Düşünecek olsaydım eğer, kendi içimde alacaklım olacak, kefaretin peşine düşecekti.

“Bayım, söylediklerinize katıldığım birçok yer var. Yine de birkaç cümlede ben eklemek isterim.”

Ayaklarım yere daha sert basmış, duruşum dikleşmişti. O bakıyor mu bilmiyorum ama tüm dikkatimle bakışlarım dikiz aynasındaydı.

Konuşmaya devam ettim.

“Saatlerin erkeni olmaz belki, yine de biz o saatlere göre yaşarız. Nerede olduğumuzu, nasıl olduğumuzu bize o saatler söyler. Doğduğumuz an saatimiz belli olur. Ölüm haberimizden önce ölüm saatimiz duyulur. Evet, saatler bize zamanı gösterir. Ama -bu benim düşüncemdir ki – zamanda bize tabii olan bir mefhumdur. Eğer onu algılayan bir zihin yoksa zamanın ne anlamı olacak ki?”

Araç sert bir frenle sarsılıp durduğunda bedenim öne doğru yalpalı. Saçlarım tüm bu şiddeti taşımış gibi yüzüme döküldüğünde bakışlarım neler olduğunu anlama telaşındaydı.

Üstümüzde parlayan kırmızı ışık bize durumu izah ediyordu. Oysa ben daha saçımı geriye bile atmaya fırsat bulamadan araç tekrardan sallandı ve biz öne doğru atılarak ilerlemeye başladık. Yavaş yavaş arkamızda kalan yeşil ışık tüm bu olanlardan habersizdi.

Sohbetimiz ise hiç durmamışız gibi adam sözü devraldı:

“Zamanı var eden zihinler... Bu tehlikeli bir cümle Leyla. Bu sana katılmadığım anlamına gelmez. Bu, insanların artık hastalıklı zihinlere sahip olduğunu bu yüzden de zamanın bize karşı iyi gelmeyeceği demek.”

“Hayır sevgilim.” dedi Süreyya.

Onun sözü, ustalıkla devralması dudaklarımda tutmaya çalıştığım bir gülümseme oluşturdu.

Belki o bana bir seans vermek istiyordu ancak bende onunla bir kız gece geçirmek istediğimi fark ettim. Düşüncelerim, daha eğlenceli bir konu bulmanın heyecanıyla canlanırken Süreyya, bedenini adama doğru döndürmüştü.

“Zihinler hasta değil. Ben bir psikoloğum, bunu ikinizde unutmayın. Zihinlerin sizin tabirinizle hasta olması bana daha çok para getirirdi bu yalan değil. Hatta insanlar bile böyle düşündüğüne eminim. Yani hasta olduklarına.

Ama kimsenin zihni hastalıklı değil. İnsanlar sadece amaçsızlar. Kimse aşkı bilmiyor. Ne kitaplarda okudular ne de filmlerde gördüler. Aşkın bir sanat olduğunu; dahası aşkın iki insanın birbirini sevme sanatı olduğunu hiç bilmediler. Hep korktular. Çünkü karşılarına hep bu geldi. Televizyonlar hep idamları, ölümleri, sözde devrimleri anlattı. Kitaplarda kadınlar adamlardan hep kaçtı.

İnsanlar hasta değil. Korkuyorlar. Hepimiz durmaksızın bir şeylerden korkuyor ve kaçıyoruz. Yaşayamıyor, öğrenemiyor, hissedemiyoruz. Bu yüzden de kendi var etmemiz gereken zamanda yok oluyoruz.

Sen sevgilim, her gün insanlara korkmaması gerektiğini söylüyorsun. Sense Leyla, insanlara yeni dünyalar açabilmek için kitaplar topluyorsun. Peki korkmuyor musunuz?”

Korkuyordum.

Bunu Süreyya’ya söyleme gereği duymadım. İki sevgili konuşmayı sürdürürken ben çoktan sırtımı koltuğa yaslamıştım.

Topladığım kitapların insanlara yeni hayatlar açmasını istedim. Sanatı bilmelerini, tarihi görmelerini ama en çok yaşamalarını istedim. Onlarla beraber bende yaşamayı. Ama dedim ya korkuyordum.

Zihnimin içinde benden çalınan hayatlar var gibiydi. Kendi anılarımdan mahrum bırakılmış, tek başıma kalmışım gibi hissettim. Bu his her saat vardı. Yelkovan bire vurduğunda da böyle hissettim, beşe vurduğunda da.

Yalnız değildim. Evet, biliyorum ki yalnız değilim. Böyle hisseden bir ben olsaydım eğer, gökyüzünden çekilmezdi güneş.

Şimdi ise güneş ülkemizde doğmayalı yıllar oldu. Yağmur hiç dinmedi. Toprak ise hiç yeşermedi. Ölmüş bir arazide yaşar gibiydik; bir tek çocuklar bilmedi, top sektirdi.

Bu gece çocuklar uykularındayken insanlar yine öldü. Hep öldük. Şoför koltuğunda oturan adam her biri çok normal, çok alışılmış bir şey gibi anlattığında hayret etmeden duramamıştım. Yalnızca olaylara değil, onun bunu böylesine basit bir şekilde söylemesine de hayret edilesiydi.

Ön tarafta iki sevgili arasında dönen sohbet bitmiş görünüyordu. Adam, kadının eline uzanıp ufak bir buse bıraktığında sessizlik başladı.

Uzun sürmedi. Sessizlik kendinden yorulmuş gibiydi. Araba yavaşladı. Dar bir sokağa girildi. Birkaç kaldırım ilerledi ki hemen sağa saptı. Yukarıya uzanan sokakta evler başlarını kaldırmış, her biri uyandığını duyurmuş. Sokak lambaları kapanmış ama üşümemiş henüz.

Kabanımın kuşağını sıktım. Araba Süreyya’nın evinin önünde durdu. Ön tarafta bir ışık yandı. İki sevgili birbirine dönmüş duruyorken “teşekkür ederim” deyiverdim.

Kendimi arabadan attığımda rahatlamış hissetim. Soğuk hava bedenimi istila ediyor, açıkta kalan bir yer arıyordu. Binanın koca kapısının önünde, kabanımın içine sokulabildiğim kadar sokulduğumda ufacık göründüğüme emindim.

Ben kendi derdime düşmüşken, kapılar açıldı. Önce arkadaşım göründü. Ardındansa koca cüssesiyle o adam çıkıverdi.

Süreyya bana doğru hızlı adımlarla gelirken arkasını dönüp “teşekkür ederim” dedi, tüm harfleri uzatarak.

Üstü fazlasıyla inceydi. Üşüdüğü, diken diken olan kollarından belli oluyordu. Bana dönüp “hadi balım geçelim, dondum.” dediğindeyse başımı iki yana sallayıp gülümsedim. Kim dedi yahu sana bu kadar ince kıyafetlerle dışarı çık diye.

Süreyya, giriş kapısının şifresini tuşlarken karşımda duran adama bakmadan edemedim. Uzun boyuna tam oturan bir takım giyiyordu. Yeni tıraş olduğu buradan bile belli oluyordu. Saçları çok açık bir kahveydi, gözleri ise bunun tam zıttı koyuluktaydı.

İçimde bir ses onu tanıdığımı fısıldıyordu. Öyle ki bunu çok heyecanlı bir şekilde dile getiriyordu.

Arkamı döndüğüm kapı, açılma sesini tüm binaya duyurduğunda Süreyya “hadi hadi” diye içeri daldı.

“Bir saniye.” dedim aceleyle. Süreyya durup bana baktığında elimle sözcüklerimi tekrarladım. Dönüp, adama doğru ilerleyerek “bir saniye bekler misiniz?” dedim.

Adam zaten buradaydı. Süreyya’nın içeri girmesini bekliyordu. O yüzden dikkatini bana vermekte hiç acele etmedi.

“Efendim Leyla.” derken, ben çoktan adamın karşısına dikilmiştim.

“Tüm bu olanlar. Cinayet, kavga, yangın... bunların saatlerini nasıl biliyorsunuz?” diye soruverdim.

Koyu gözlerinin benim sorumla parladığına yemin edebilirim. O parlama içinde gurur barındırıyordu. Böylesine bir sorudan keyif alır gibiydi.

Gözleri gözlerimden düşüp, tüm vücudumu süzdüğünde yanlış bir şey sormuş gibi hissettim. Ancak bu his çok kısa sürdü.

Adam tekrar gözlerime baktı.

Elini ikimizin arasına uzattığında- yemin ederim ki o an dudaklarında bir gülümse vardı- “tanışmamıştık” dedi.

Kaşlarım istemsizce çatıldığında, ben ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Ancak bu adam buna da müsaade etmedi.

Eli hala ikimizin arasında duruyorken;

“Aslan Dağdelen. Tanıştığımıza memnun oldum Leyla.” dedi.

Tedirginlikle elimi uzatırken televizyonun arkasından çıka gelen adama şaşkınlıkla bakıyordum. Herkes olmasını bekledim ancak her akşam evlerde misafir olan bir adamı beklemezdim.

Elim büyük elinin içinde kaybolurken “memnun oldum” dedim.

Sesimin neredeyse titreyerek çıkacak olması gururuma dokundu. Tüm bu geçen günler içinde kendime karşı güvenimi kaybediyor oluşum, karşımdaki herkese karşı boynumu büküyordu.

Diyorum ya, kendimi hatırlayamazken insanlara karşı nasıl ben olacaktım.

Ancak konu bu değildi. Başımı dikleştirip elimi, Aslan’ın elinden çektiğimde “soruma bir cevap aldığımı düşünmüyorum Aslan. Tüm gece boyunca olanları saati saatine nasıl bilebilirsin.” dedim.

Boşta kalan elini cebine yerleştirdi. Ne duruşu değişti ne de bakışları. Sözleri öylesine dudaklarından dökülmüş gibi göründü ancak bu sözcükler öylesine bir anlam taşıyamazdı: “Tüm evlerde ben varım. Bu yadsınamaz bir gerçek Leyla.”

“Tanrıcılık oynuyorsun yani. Pekala. Peki söyler misin bana, bildiklerine müdahale edemedikten sonra ne anlamı var bunun?” dedim.

Soğuk, bir anne gibi başımızı okşayıp geçtiğinde karşımdaki adam onu üvey evlat gibi selamladı. Onu biraz olsa tanısaydım eğer sinirlendi diyebilirdim ama onu tanımıyordum ve duyguları beni aldırış etmiyordu.

“Tanrıcılık oyunu böyledir.” Sert tonu cümlenin sonuna doğru alaycı bir tavır takınırken kahkaha atmaya başladı. Bu sohbetimizin eğlencesinden değildi. Ona anlam veremiyordum. Basit bir sohbetin içinde attığı kahkaha rahatsız edici gelmişti. O, benim durağanlığımdan faydalanarak sohbeti bitirdi. Arabanın önüne giderken “hoşça kal Leyla” demiş, ön kapıyı açarken eliyle bana selam vermiş ve hiç beklemeden binip gitmişti.

 

Gök tam tepemde uyanmış, bizi seyrediyordu. Gözleri biraz hüzünlüydü, güneşini özlüyordu. Bunu hiç söyleyememenin ağırlığını bulutları taşıyordu. Ağlayacaktı, biliyorduk.

İnsanlar evlerinden çıkıyorlar, sokaklar hararetli bir sohbetin içine gömülüyor. Birkaç genç sokak diplerinde pankartlar asıyorlar. Birbirlerini kolluyorlar. Kadınlarsa, hep birinin yolunu gözlüyor. Toprak nemli. Çiğ düşmüş; oysa çöken sisi hep beraber kaldırmıştık.

Ah, ne diyordum... evet. Sabah olmuş. Belki bir çay içerim.

Loading...
0%