@melinoe
|
Bu bölüme dair siz sevgili okuyucuya bırakacağım şarkılar: Danit - Cuatro Vientos Salvatore // Lana Del Rey Soap&Skin - Me and The Devil
BÖLÜM 6: PEYAMİ SAFA Leyla haklıydı. Bilmediği çok şey vardı. Birçoğunu bilmemesi gerekiyordu en çok da bizi, beni, hepimizi belki de kendini. Neden şimdi arkadaşı tam karşısında ona bakıyor. Elinde sıcak bir çay kupası belki biraz demli şekersiz sabahki gibi. Birbirlerine kızmak belki biraz daha sarılmak istiyorlar. Onları ben görebiliyorum içlerinde yatanı görebiliyorum ama size söyleyemem. Size söyleyeceğim şey ise “hatırla” olacak. Zamanı geldiğinde, o zaman da ben geldiğim tüm bu olanları unutmamalısınız. Çünkü bu sabahın gecesi olmadan çok şey değişecek. Leyla değişecek. Kim bilir belki tanışırız. +++++++++
“Kendimi rahat hissetmiyorum” dedim. “Öylece sana içimi dökmemi bekleme lütfen. Evindeyiz, kim bilir kaç kere gelmişimdir buraya değil mi.” “Tamam balım sana hak veriyorum. Ama beni de anla lütfen. Meraklanıyorum senin için.” derken Süreyya, gözlerinde o şefkati görebiliyordum. “Meraklanacağın bir şey yok. Korkma, başımı belaya sokmam.” derken yalnızca Süreyya’yı değil kendimi de buna inandırmaya çalışıyordum. Ona söz hakkı vermeden, devam ettim: “Demek o adam, o adamdı ha?” “Leyla.” dediğinde, ismimin bu kadar uzun söylenebileceğini bilmiyordum. Onun bu hali beni güldürürken “ne var canım” dedim. “Aslan ve ben. Garip geliyor mu kulağa?” Sesi durgun çıkmıştı. “Süreyya, sakına.” dedim, “sakına kendini bir şeylerle kıyaslamaya başlama.” “Terzi kendi söküğünü dikemezmiş.” dedi ve çayından bir yudum aldı. “Bana söz oyunları yapma. Beni böyle kandıramazsın Süreyya. Sen akıllı bir kadınsın. Aynı şeylerin tekrar olmayacağını önce kendine kanıtlamalısın. Hem sen benim azizemsin.” dediğimde onu yüreklendirmeye çalışıyordum. “Biliyorum ama... Şuna baksana, sözde ben sana seans yapacaktım bir anda benim aşk hayatıma geldi.” dedi. Çekingen davrandığını görebiliyordum. Geçmişinde ki adam, güzel olamayacak kadar gaddardı. “Burada, biri demli biri açık iki çay varken seans yapmamızı bekleyemezdin herhalde?” “Tabi ki hayatım, daha çok “dedikodu” yapacağımızı bende biliyordum da konu bana ne ara geldi?” derken, dedikodu kısmında fısıldamıştı. “Konu sana “bir ara” gelmedi, sen kaçıyorsun ben kovalıyorum.” bende tıpkı onun dedikodu derken fısıldaması gibi fısıldamıştım. “Tamam tamam.” dedikten sonra çayını sehpaya bıraktı. Uzun sarı saçlarını, bileğindeki tokanın yardımıyla gelişi güzel bağlandığında karşımda her şeyi anlatmaya hazır görünüyordu. Yahut onun tabiriyle dedikodu yapmaya. “Hatırlıyorsun dimi dört beş ay önce arabamı sanayiye götürmüştüm. Aynı gün o da arabasını oraya getirmişti.” Başımı sallayıp, onu onayladığımda anlatmaya devam etti. “Orda birkaç kere konuşma şansımız oldu. Bir gün o yokken ben tekrar gittim. Ustayla konuşmak için. Arabamın genel bakımı yapılmış tabi zannediyorum ki hiçbir sorun yok. Usta ne dese şaşırırsın, “abla yanlış anlama ama senin tekerleklerin değiştirilmesi lazım”. E tabi zannediyorum ki vardır bir sorun o yüzden böyle söylüyor adam. Diyorum bende a ah neden acaba falan. Adam dedi, abla senin tekerlekler bilerek zımparalanmış gibi, fren bassan tutmaz bu tekerlekler seni. Tabi ben panikledim. Bizim iki günlük iş bu sayede bir gün daha uzadı. Aslan’ı daha görmedim. Benden sonra gelmiş almış arabasını. Son gün bende almaya gittiğimde Aslan hakkında bir şeyler öğrenmek için ustanın ağzını aradım. Oradan öğrendim Aslan’ın meşhur haberci olduğunu. Eh, adam hakkında soru sorarken anlaşılmamak için arabasının durumunu da sordum. İnanır mısın lokumum, birileri adamın arabasına “ 1,9, 9, 2” sayılarını kazımış. Çok garip şeyler dönüyor.” “1992 diye mi arabayı çizmişler?” diye şaşkınlıkla sorduğumda. Süreyya başını sallayarak onayladı beni, ardından çayından bir yudum daha alıp geri bıraktığında devam etti. “Bende anlamadım ki şekerim.” dedi. “Peki sonra ne oldu?” dediğimde çayım bitmiş dibinde kalan tortuları sayıyordum. “Aslan'ı bir daha göreceğimi düşünmüyordum. Adamın çalıştığı yere gidip ben sizi çok beğendim de diyemezdim.” dedi. “Ne yaptın peki?” diye karşılık verdiğimde Süreyya’ya karşı çok şüpheliydim. Belki dediğini yapmamış olabilirdi ama çok şey de yapmış olabilirdi. “Adamın programını izlemeye başladım.” kendi söylediğinde kahkaha atmaya başlayan Süreyya’ya şaşkınlıkla bakakaldım. “Ay tabi ki şaka yapıyorum aşkım. Hiçbir şey yapmama gerek kalmadı. Olaylar kendi kendine filizlendi zaten.” “Nasıl yani?” “Bak şimdi. O günden bir ay sonra bir danışan geldi. Bana ilk gelişiydi. Ancak durumlar vahimdi. Kadın, birinin onun peşinde olduğunu ve öldürüleceğini söylüyordu. Durumu bir süre konuştum. Psikolojik bir durum mu yoksa cidden var olan bir durum diye karar vermem gerekiyordu. Kadını bu yüzden görüşmede tutabildiğim kadar tuttum. Ancak iki durum arasında inanılmaz kararsız kaldım. Kadının anlattığına göre uzun boylu, siyah takım elbise giyen bir adam onu öldürmek istiyormuş. Adam, kadının yanına geldiğinde hep şeffaf bir gözlük takıyormuş ama diğer zamanlarda takmıyormuş. Soruyorum kadına geçmişte var mıydı böyle bir adam diye, kadın diyor ki evet. Benim de tabi kafam çok karıştı aşkım. Senin suratına bakınca, senin kafanın da karıştığını anlayabiliyorum.” diyerek cümlelerini bana yönelttiğinde bir anlığına afalladım. “Bakma sen bana anlat hadi, merak ettim.” Sesimden bile anlaşılabilen merakıma arkadaşım kayıtsız kalmadı. “Konu şu; kadın 32 yaşında. 26 yaşındayken Zanaatçı’nın elinden kaçmayı başarmış ama kimselere kendini inandıramamış. 6 sene boyunca Zanaatçı onu ziyaret etmiş. Üstünde bir takım elbise ve gözüne taktığı gözlüğüyle. Kadın tüm sosyal mecralarda ve haber kanallarında kendine inanan birilerini aramış. Kimse ona inanmamış çünkü bahsettiği adamın Zanaatçı olduğunu ve Zanaatçı’nın da Aslan Dağdelen olduğunu söylüyordu. Bana gelmesinin sebebi ise ona deli olmadığına dair rapor yazmamı istemesiymiş.” dediğinde ağzım açık kalmıştı. “Şaka yapıyor olmalısın?” diyebildiğimde, “Keşke” diye karşılık verdi. “Sonra ne oldu peki?” “Kadına, raporu benim yazamayacağımı söyledim. Dilerse bir psikiyatra gidebileceğini söyledim. Ayrıca elinde kanıt olmadan da böyle bir suçlamayı kimsenin kabul etmeyeceğini de belirttim.” dedi. “E peki, seni Aslan’la tanıştıran durum ne oldu?” diye sordum. “O kısım daha karmaşık. Kadın hiçbir şey olmamış gibi teşekkür edip gitti. Günler sonra kadının ölüm haberi geldi. Haberi getirenler ise teşkilat oldu.” “Teşkilat mı?” Şaşkınlığımı gizleyemedim. “Evet. İki kadın ve bir adam, siyahlar içinde odama daldılar. Önce kendilerini tanıttılar. Arı teşkilatından olduklarını, Yılanların ve Karıncaların aksine polislerin ihmalkarlıklarına göz yummadıklarından bahsettiler. Sonra kadının bana gelip ne anlattığını sorduklarında olanı biteni onlara da anlattım. Kadın nasıl ölmüş biliyor musun? Kendi bileklerini kesip, kendi kanıyla duvara 1992 yazmış. Duvarın dibinde ise kan kaybından ölmüş. Onlar bana bunu anlattığında başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüş gibiydi. Danışan olduğunu sadığım kadının, beğendiğim bir adamı Zanaatçı olarak suçlaması. Adamı ilk gördüğüm yerde görme sebebimin birinin arabasına 1992 yazısını yazması ve kadının intihar ederken bunu yazması bana fazla roman gibi hissettirdi. Ayrıca hayatımda ilk defa teşkilattan birilerini gördüm. Onlar hiç ortaya çıkmadı, neden şimdi sözde polislerin işini alma gereği duydular ki.” Süreyya tüm bu anlattıklarından sonra kendisine bir çay koymak için kalktı. “Bilmiyorum. Yıllardır teşkilatlar hakkında tek bir şey duymadık. Polislerle aralarında hep bir husumet var bunu biliyoruz ama görünmezler ki.” dedim. “Çay ister misin?” dediğinde hayır diye karşılık verdim. O da söze devam etti. “Teşkilatlar da bizden. Onlar asker, biz halkız. Diğerleri de bu halkın polisi. Devlet içinde alıp veremedikleri ne var bilmiyorum. Ama sence de durum garip değil mi?” “Onlar ya da diğerleri hiçbiri bizden değil Süreyya.” Sesimin sert çıkmasına engel olamamıştım. “Biz damgalı olanlarız. Şuna bak, hepimizin kollarında damgalar var. Yeni doğan bebekler damgalanıyor Süreyya. Anlamalısın, sırf isyancı olmadığımız, onların hükmünü kabul ettiğimizi henüz anne bile diyemiyorken bize aşıladılar” Sağ elimi kaldırıp ona, elimizin üstünde kırmızılığı hiç geçmeyen üçgeni anımsatan damgayı gösterdim. Benim bu hareketime karşı kendi eline baktığında, diğer eliyle elini ovuşturdu. “Ama Leyla...” dediğinde, konuşmasına müsaade etmedim. “Amasını kabul etmiyorum. Ben dinledim Süreyya. Babamdan, annemden o geceyi, sonrasında olanları dinledim. Ve en boktanı neydi biliyor musun? O gece, sapkınların elinden babam, annemi kurtarmışken annem hep bizi teşkilat kurtardı derdi.” Susmadım. Dahası susamadım... “Bir kadın, bir adamı katilim diye suçluyorsa ben o kadına inanırım. Neden mi? Hayır Süreyya bakma bana öyle.” gözlerinin içi buğulanmış yine de kaşları çatılı bir şekilde bana bakıyordu. Gözünün içine bakarak dudaklarımdaki her bir kelimenin üstüne bastırarak konuştum “O kadın, katilim Aslan mı dedi, o zaman katili Aslan’dır benim için. Çünkü o sözde bizden olan teşkilat, sözde bizden olan polisler canım arkadaşım bir kadının katilini bile daha yakaladıklarını görmedim.” Sözlerim ona kızmak için değildi. Her bir kelimem onun için endişeleniyordu. “Şu an sevgilimi suçladığının farkında mısın?” dediğinde hayretler içerisindeydi. “Hayır sevgilini suçlamıyorum. Çünkü sen dahi ölsen onun katil olduğunu kanıtlayamazsın. Aranızdaki tanıdıklık bir boyuta ilerlemiş ve sevgili olmuşsunuz. Evet, hikayenin devamını merak ediyorum bu yalan değil, ama o kadına olanlardan dolayı teşkilatın devreye girmesine şaşırmıyorum. Çünkü büyük ihtimalle kendi aralarında bir ilişki vardı.” Sözlerimin yalnızca onu incittiğini fark ettiğimde daha sakin yaklaşmaya çalıştım. Arkadaşım aptal bir kadın değildi. “Ya da kabağı benim başımda patlatmaya çalıştılar.” Dediğinde konuyu çoktan başka yere çektiğini görebiliyordum. Dedim ya aptal bir kadın değildi. Bunca sene, yeri geldi arkadaşım yeri geldi psikoloğum oldu ama her ikisinde de onun hikayelerinde hiç duramamıştık. “Nasıl yani?” diyebildim. “Hikayenin devamını merak ediyorum demedin mi?” “Evet ama,” dediğimde sözümü bu sefer o kesip aldı. “Aması yok Leyla, şu an aramızda bir gerilim olması saçmalık. Hikayenin devamını bilmeni istiyorum.” dedi psikolog Süreyya gibi sert bir tonla. “Dinliyorum.” “Daha önce böyle bir durumla karşılaşıp karşılaşmadığım sorulduğunda ben henüz cevap vermeden gelen adam, kadının sorusunu cevapladı. O an nasıl korktuğumu görmeliydin. Odam da olan her şey, orada kalıyorken o adam hastalarımı ve geçmişlerini biliyordu.” Sesi bir an bile titremedi. “İstedikleri gibi her yerdeler. Belki televizyonda değiller ama cebimizde duran telefonda olduklarına eminim.” diyebildim. Ancak durumun bundan daha fazlası olduğuna inanıyordum. “Haklısın balım. Sonrasında diğer kadın, sanki kendi aralarında konuşuyormuş gibi bir sakinlikle, Aslan'a dair suçlamanın bir karalama olduğunu, onun Zanaatçı olmadığını söylüyordu. Yalan olmasın sonrasında ne oldu hatırlamıyorum ama konu artık benimle ilgili değildi. Geldiler ve gittiler. O günü kendime tatil ilan ettim.” “Bunu yapmakta haklısın da.” Kalktım. Kendime bir çay almaya gittiğimde başım dönüyordu. Yanımda iki güçlü hayalet bedenimi çekiştiriyor, dengemi kurmakta zorluk çekiyordum. Elimi tezgaha dayayıp, toparlanmayı beklediğimde zihnimde kendi sesimi duydum. O ses, bedenimin her uzvunu yalayıp geçti. Bir anlık, kendimi kaybettiğime emindim. Göz bebeklerim büyüdü ve küçüldü. Avuçlarım ısındı, nefesim hızlandı. Kalbim, kanı daha hızlı pompalamaya başladı. Belki biri ayna tutsa, yanaklarımın al al olduğunu görecektim. Ses “izin ver” diyordu. Ses bendim. Benden beni istiyordu. Yıllarca tek başıma uçurmak için yalvardığım uçurtmam şimdi ellerimdeydi ve ben onu kendim için bir anlık göğe uçmasına izin verecektim. Sadece bir anlık. Sonra tekrar kırmızı uçurtmamın o uzun ipi ellerimin arasında olacaktı. Ben ellerimi açmış, ipin parmaklarımın arasından kayışını izlemeyi beklerken, sesim zihnimde daha gür bağırmaya başlamıştı. “Leyla!” bana ait olmayan ses, ismimi bağırdığında benim güzel kırmızı uçurtmamın ipi özgür olacakken serçe parmağıma dolandı. Döndü döndü, kördüğüm oldu. Zihnimdeki ses çığlıklar atarken, omuzlarımı kavrayan iki küçük el, büyük bir şefkatle ismimi sayıklıyordu. “Gel, oturtalım seni.” derken Süreyya bedenimi yürütmeye çalışıyordu. Yaslandığım tezgâhtan doğrulup, başımı kaldırmayı başarabildiğimde “iyiyim” diyebildim. Gözlerimin yansımasını arkadaşımın gözlerinde gördüğümde ne yaptığımı fark etmiştim. Tek başıma uçurmak için yıllarımı verdiğim uçurtmamı özgür bırakacaktım neredeyse. Süreyya'yla beraber koltuğa geri oturduğumuzda iyi olup olmadığımı defalarca sormasının sonucunda iyi olduğuma emin olup konuyu tekrar geri açtık. “Velhasıl, başka bir gün bir arkadaşımın yeni ofisine uğramam gerekti. Ofisi, Akış haberin kanalının olduğu yerde. Ofise gitmeden önce kahve almak istediğimde Aslan’la karşılaştım.” Sözleri heyecanlı ama bakışlar benim üzerimde tedirginlikle duruyordu. Bu durumumu kontrol etmek için mi yoksa vereceğim tepkiyi kolladığından mı bilememiştim. “Tüm şehirlerin sınırları birleşti ama siz yine de karşılaştınız.” dedim. Sesim daha çok fısıldar gibiydi. “Değil mi ama” her bir kelimeyi uzattı sonra bir espri yapmış gibi “dünya küçük şekerim” diyerek kahkaha attı. Dudağımdan çıkan mırıltılar onu, öylesine onaylıyordu. Çünkü buna inanmıyordum. Tanrı, çekiciyle dünyayı parçalıyordu. Süreyya devam etti: “İlk o beni tanıdığını söyledi. Merhabalaştık. Sonra ikimizde çıkıp, aynı binaya, aynı asansöre yönelince neden burada olduğumu söyleme gereği duydum.” “Kendi ofisinin dışındayken mesleğinden arınmana bayılıyorum” dedim. “Neden ki?” diye sorduğunda, sesimi neşeli bir tonda tutmaya çalıştım: “Psikolog kimliğinden arındığında daha masum görünüyorsun da ondan. Bu durumu biri gelip sana anlatsa, psikolojik bazı koşullanmalardan bahsederdin ama kendin dışarıda yaşadığında, biri sana en sevdiğin şekeri uzatmış gibi davranıyorsun.” Sözlerime karşılık: “Leyla...” diye çıkıştı. “Ne var yahu bence çok tatlı.” dediğimde onunla uğraştığımın farkındaydı. “Hiçbir koşullanmaya girmedim. Sadece onunla konuşmaya çalışıyordum.” elinin tersiyle omuzlarındaki saçını geriye doğru ittiğinde gülmeden edememiştim. “Doğrudur azizem. Anlat sen hadi.” derken elimi geç bunları dercesine sallamıştım. “Arkadaşımı tanıdığını, binadaki ofisi kendisi önerdiğini söyledi. Ben bir şey diyemedense asansörden inmem gerekti. İşte bundan sonrası çok güzel. “ Olduğu yerde kıpırdanıp, oturuşunu değiştirdi. Ayaklarını kalçasının altına toplayıp, sırtını dikleştirdiğinde yüzü gülümsüyordu. “Dönüşte, kafede gördüğüm tatlılar aklıma geldi. Eve giderken birkaç tane alıp, evde keyif yapmayı düşünüyordum. İşte tam orada, aynı kahvecide tekrardan karşılaştık. Bu tesadüf üzerine sohbeti ben başlattığımda gerisi geldi zaten.” “Sen çok talihli bir kadınsın azizem.” dediğimde ikimizde gülüyorduk. Ancak içimde birileri vardı. İçimde adını benim bilmediğim Leylalar vardı ve hepsi birbirinin avucuna çimdikler atıyordu. Dudaklarımdaki gülümseme yavaş yavaş solarken Süreyya’nın bunu görmesinden çekiniyordum. O anda elimde olan tek şey saatti. “Saat öğlene vurdu. Seansım bitti gibi görünüyor. Artık gitmeliyim.” dediğimde Süreyya üstelemedi. O da işe gitmek için hazırlanacağını söylediğinde ben ondan önce yerimden kalktım. “Seni eve bırakmamı ister misin?” diye sorduğunda, etrafa koyduğum eşyalarımı toplamıştım bile. “Ah, hayır. Biraz yürümeyi düşünüyorum.” demiştim. Bunu ona öylesine söylememiştim. Cidden yürümeli ve sohbetimizin bir yerlerinde zihnime mıh gibi saplanan düşüncelerime şahitler bulmalıydım. Dört köşesi bana zor gelen zihnimde, bir ucunda kazılı duran 1992 yazısı vardı ve yemin ederim ki bileklerimde kan lekesi yoktu. Yalnızca doğumuma ait kanlar vardı. ... Günler geçti. Kimse gelip gitmedi. Leyla, bin bir Leylalarla beraber kendi peşine düştü. İlk gün evine döndüğünde tüm günü yatağında geçirdi. İçinde bir cenin varmış gibi adı korkuydu. Bedeni örtünün altında gömülü saatler geçirdi. Sonra ikinci gün oldu. Sarhoş gibi hissediyordu. İçinde ki cenin yavaş yavaş büyürken kalbini aşeriyordu. Saatler yavaş yavaş geçti. Üçüncü gün olduğunda kalkması gerektiğini düşündü. Hayır, bunu ben söylemedim. Bunu bizzat Leyla’nın kendisi yaptı. Ancak dördüncü gün kalkabildiğinde evde daha fazla duramadı. Korku, kardeşini kadının kalbinden söküp yanına çektiğinde Leyla artık yalnız da hissediyordu. Süreyya ile o günden beri konuşmamışlardı. O iki adam ise sözlerini tutmamışlardı. Yine de bunları göz ardı etmeye çalıştığında beşinci gün başlamıştı. O gün, güneşin tam tepede olması gerektiği saatlerde yağmur yağıyordu. Leyla, Gece Kütüphanesindeydi. En sevdiği yüksek topuklu çizmelerini giymiş, bedenini ise yakası gibi kolları da uzun olan siyah elbisesi sarmalamıştı. O görmese de ben ve dahası biz tüm yansımalardan onu izliyorduk. Bizi görmesini, kontrolü bize devretmesini bekliyorduk. O sabahın birçok gecesi olmuştu. Biliyorduk ki bizde yalancıydık. Çünkü kontrol bendeydi. İlk gece yorganı üstüme çektiğimde tüm o karanlığın içinde ki toz zerreciklerini görebiliyordum. İkinci gün, gerçek bilinci ele geçirmek için o kadar mücadele etmiştim ki sarhoş gibi kalmıştım. Etim ağrıyor, kemiklerim sızlıyordu. Başımda dayanılmaz olan sesler öfke patlamasına yol açıyordu. İşte sırf bu yüzden üçüncü gün kalktım ve evdeki tüm kitapları kolilere doldurdum. Yalnızca bir kitap eksikti. O kitabı ise bizzat gidip alacaktım. Bunu yapmalıydım; o bana aitti. Dördüncü gün Süreyya’nın mesajlarını görmezden geldim. Beşinci gün olduğunda ise tüm kitapları, kütüphaneye getirdiğimde özgür hissetmiştim. Onlarca kitabın içinde bürünebilecek binlerce kişi vardı. Sayısız acı ve mutluluk, hiç bitmeyen yaşamlar vardı. Alt katta bıraktığım telefondan Leonard Cohen’in sesi geliyordu. Şarkıya, raflardan indirdiğim kitaplar bir hayran gibi eşlik ediyordu. Topuklu ayakkabılarımın sesi, bir alkış tutturmuş, ellerim ise rafların tozunu alıyordu. Temizlenen raflara geri yerleştirdiğim kitaplar konseri terk eden kişilerdi. Tüm kitaplar sırasıyla konseri terk ederken sahneye başkaları çıkmıştı. Şarkılar değişti, yeri geldi tüm alan sessizliğe gömüldüğünde ben kendi şarkımı söylemeye başladım. Yağmur damlalarının dövdüğü camlara bir yaş gibi tutunan Leylalara ise her nakaratta gülümsedim. Hiçbirini es geçmedim. Hiçbirini kendimin yaptığı gibi görmezden gelmedim. Her an onları selamladım, her adımımda onlar için ayakkabının topuğunu zemine daha sert vurdum. Onlardan farkım buydu. Daha keskindim. Daha gürültülüydüm. Ve kesinlikle daha öndeydim. Üst katta işim bittiğinde aşağıya indim. Zemin kattaki sessizlik buraya ilk geldiğimden beri tuhaf gelirdi. Raflardaki kitaplar, sanki bir şeyler söylemek istiyormuş ama söylemeye cesaret edemiyormuş gibi beklerdi. Ayağımın altındaki tahta zemin inceden gıcırdadı; ses, mekânın sessizliğinde yankılandı. Cam tezgâhın arkasındaki eski kahve makinesi, tozla kaplanmış duruyordu. Çünkü ilk gelen oydu. Gözüm bir anlık rafların arasındaki aynada belirdi. Ama bu ben değildim. Sıcak, bir gülümseme yüzüme yayıldı, ellerimi göğsümde kavuşturdum. “Lütfen beni bağışlı.” kelimeler dudaklarımdan çıktığında sözlerimin gerisinde sesim alaycı bir tondaydı. Beden dimdik bir şekilde aynanın karşısında dikilirken göz bebeklerim titriyordu. Leyla zihnimin içinde sesini duyurmaya çalışıyor, aynada gördüğü bedene anlam veremiyordu. Ona acıyordum. Yıllarca beni, bizi öyle güçlü bastırdı ki, kendine açtığı yaralardan içeri sızdık. İki tarafından çengel gibi tuttuğumuz yaralarının kapanmasına izin vermeyecek, her şeyi teker teker hatırlatacaktık Hızlanan nabzı, tüm olanlara şahit olurken kitapevinin kapısı gürültüyle açıldı ve içeriye yaşlı bir kadın girdi. Bedenini örten büyük kürkü gözümde bir görgüsüz gibi görünürken yüzü, yaşını saklayan bir dinçlikteydi. Kapı daha arkasından kapanmadan söze girmiş, “evladım açık mıydınız” derken sözünü yarıda kesip iki adım ilerleyerek “Leyla” diye gülümsemişti. Kadının yüzüne yayılan gülümseme içeride bir yerlerde var olan Leyla’nın çığlık atmasına sebebiyet olmuş, gitmesi için yalvarıyordu. Leyla ilk defa bir uykuda değildi, beni görüyordu. Kadını hatırlıyordum. İlk gün Leylayla tanıştığında onu hiç sevmemiştim. “Biriyle karıştırıyorsunuz. İsmim Vega.” dediğimde ses tonum fazlasıyla yüksekti ama inanın çok keyif alıyordum. Leyla yüzünden tanıştığım kadın, mahcup bir ifadeyle: “Kusuruma bakma güzel kızım. Ben Sezen.” dedi. Elimi kadına doğru uzatıp “Tanıştığımıza memnun oldum Sezen.” Dedikten sonra durdum ve tıpkı onun gibi yalancı bir mahcubiyetle “size Sezen diyebilirim değil mi?” dedim. Oysa bu bir soru değildi. Bunu karşımdaki kadında fark etmişti. Yüzü, tüm yaşlarını bir anda almış gibi çökmüş, elimi sıkarken gülümsemesini dudaklarında yok etmemeye çalışıyordu. Başını aşağı yukarı onaylar gibi salladığında, “O halde sana nasıl yardımcı olabilirim Sezen.” dedim. “Bir kitap arıyordum. Tabelanızı görünce bir bakayım dedim.” “Bu yağmurda dışarıda olduğuna göre önemli bir kitap diye düşünüyorum. Doğru mu?” diye sorduğumda, elleri birbirine kenetli duruyor, düşünceli ifadesiyle başını sallıyordu. "Evet, evet öyle," derken bir an duraksadı, ardından sesini alçaltıp gözlerini uzaklara dikerek devam etti, "sevdiğim birine hediye etmeyi düşünüyordum." Cümlelerinin arkasına saklanmış, belirsiz bir hüzün vardı. "Bu ne hoş bir sürpriz. İsmi?" Sorumla birlikte, Sezen’e arkamı dönüp raflara doğru ilerlerken, onun gözlerindeki tereddüdü, ürkek bir dokunuş gibi üzerimde hissettim. Birkaç adım sonra aynada kendimle yüz yüze geldim; ama o yansımada, aslında Leyla’yı görüyordum. Gözlerinden akan yaşlar, ayaklarımın dibinde inci taneleri gibi birikmiş, o narin taneler bir bir ayakkabımın tabanında çatlıyordu. "Agah," dediğinde, istemsizce dönüp Leyla’nın gözlerinde sabitlendim. O an, bunca zamandır ikimizin bir türlü aynı kareye sığamayan bakışlarının nihayet kesiştiği bir yerdeydik. Adını her duyduğumda içime yayılan karmaşayı, o çalkantılı dinginliği, Leyla’nın da hissetmiş olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum. "Ah, kusura bakma," dedi Sezen, dudaklarının kenarına zoraki bir tebessüm kondurarak. "Bir an sen öyle sorunca kızım, şaşırdım," diye eklediğinde, sesindeki o tedirgin titreşimi fark etmemek imkansızdı. Omzumun üzerinden ona baktım. "Agah’ı tanır mısın?" diye sordum; sanki cevabını biliyormuş gibi ama aynı zamanda emin olamamaktan doğan bir huzursuzlukla. Sezen’in gözleri aydınlandı, titrek sesini toparlayarak, "Kendisi oğlum olur. Galiba siz de tanışıyorsunuz, güzel kızım," dedi, sesi şimdiden daha sakin, daha yumuşaktı. Onu tedirgin eden bendim. Leyla olduğuma o kadar emindi ki, Vega’yla karşılaştığında gözlerinde beliren o korkuyu gördüm. Belki beni Leyla’nın kötü ikizi sanıyordu, bir gölge ya da karanlık bir yansıma... Ama Agah’ı tanıdığımı sanması, onu garip bir biçimde rahatlatmıştı. Agah Türkekul. Onu çok iyi izlemiştim. Timuçin gibi değildi. Timuçin, Leyla’nın da dediği gibi nazik bir adamdı; ama o naziklik, aslında ince bir maskeydi. Ne de olsa Timuçin her an tetiklenebilecek biriydi. Ona tek bir kıvılcım verin ve içindeki hoyratlığın nasıl yüzeye çıktığını görün. O, basit bir barda sizin için bir içki ısmarlayacak biri değildi. Aksine, önce siz gidip ona bir bira ısmarlardınız; ancak ardından barın loş tuvaletinde Timuçin’i bacak aranızda bulacağınızdan emin olabilirsiniz. O sırada üzerinizdeki nazik maskenin ne kadar inceldiğini siz bile fark edemezdiniz. Agah ise... O benim tatlı bir fantezimdi. Leyla'ya asla kibar davranmadı. Her an öylesine ürkütücüydü ki, Leyla onunla karşılaşmaktan içten içe korkardı. Güvenli alanını kurmak için her şeyden, hatta kendi annesinden bile kaçan kadın, Agah’ın yanındayken bir sığınak arıyordu; ama Agah, başkasının alanına izinsiz girmekte tereddüt etmezdi. O, sizi barda bekleyen bir adam değil; soğuk bir yatakta, elleriniz ve gözleriniz bağlı bir halde bırakabilecek biriydi. Özgürlüğünüzü, yalnızca onun varlığında bulacağınız o esaretin içinde kaybolurdunuz. Leyla’nın korkuları, benim fantezilerimle aynı yatakta buluşurdu. “Eski bir arkadaşlığımız var.” derken, bedenimi ona dönüp, olabildiğince gülümsedim. Onun bu durumu kurcalamasına izin vermemek adına devam ettim: “O halde ona aradığınız kitabı bulalım mı?” “Ah, çok güzel olur. Kitap, Server Bedi’den Dokuzuncu Hariciye Koğuşu.” Gerçekten bu kitabımı arıyordu. Bu inanılmazdı. Bir an kontrolü kaybedip kahkaha atacağımı sanmıştım. Sezen’in karşısına iki adımda geldiğimde aramızdaki boy farkını kapatmak için eğilmem gerekmişti. Kulağına bir sırf verir gibi yaklaştım, büyük inci küpeleri biraz daha yakına gelsem dudağıma değecek gibiydi. Dudaklarım birbirine hiç değmeden, öyle sessiz fısıldamıştım ki, kadın geri çekilirken inci küpesi cidden dudağıma değecekti. “Bu kitap çok tehlikelidir.” Cümlelerim tüm tüylerini ürpertmiş, bakışları kapıya dönmüştü. Benim onlardan olduğumu düşünüyor. Durumu toparlamak ve gitmek için an kolluyordu. “B-ben” diye kekelemeye başladığında duruşumu dikleştirdim. “Hayır, teşkilattan. Sakin ol. Sana o kitabı vereceğim.” “Bunu nasıl düşünürüm.” dediğinde alnında biriken terleri görüyordum. Bu kadını bugün fazlasıyla hırpalamıştım. Yine de biraz dahası o kadar leziz geliyor ki duramıyordum. “Sana gerçekleri söyledim.” dedim omuz silkerken, “kitabın bende olmadığını söylemedim.” Onun geri gittiği kadar ileriye gittim. “Gerçekten Agah’a bu kitabımı verecektin.” “Evet.” dedi. Konu oğluyla ilgili olduğundan duruşu dikleşti. Karşımda tedirginlikle sarsılan kadın, bu noktadan sonra evladını korumaya çalışan bir anneydi. “Belgelerini görebilir miyim?” dediğimden hiç beklemeden çantasını karıştırmaya başladı. Bu belgeler siyasi rejimi yöneten teşkilatlar tarafından verilirdi. Üç büyük şehrin, üç büyük teşkilatı kendi yönetim sistemlerini ilan etmişti. Bu şehir ise ana merkezdi. Darbe bu şehirde gerçekleştiğinde her birine söz hakkı bölüşüldü. Yılanların şehrinde olup, bu tarz bir kitabı istemek ölüm sebebidir. Karıncaların yönetimde bu kitaptan yalnızca bir baskı olabilir ve herkes bir defa okuyabilirdi. Arılar, isimleri bile komiğime giden balpetekleri ise tüm kitaplara izin verirdi. Ancak yalnızca kendi şehirlerinde geçerli. Bu yüzden diğer şehirlerde artık kitaplar kara borsa sayesinde el değiştirebiliyordu. Buradaysa sözde devlet kapısına gidip, okuyabileceğine dair izin alman gerekirdi. Sezen'de elinde ki izin belgesini gösterdiğinde, bakma gereği duymamıştım. “4 sene önce, bir antikacıdan bulmuştum bu kitabı.” dedim. Sezen’in yanından geçip üst kata çıkmaya başladığımda kısa süre sonra beni takip etti. Kitabın hangi rafta olduğunu biliyordum. Saatler önce hepsini ben dizdiğimde yerlerini ezberlemiştim. Sezen, hayran olmuş bir ifadeyle kitaplara bakarken Leyla’dan kalan anılarla onun edebiyat öğretmeni olduğunu hatırlıyordum. Yine de bu ifadeyi kendime övgü olarak almıştım. “Burası bir kitapevi değil. Kitapları satmıyorum. Göreceğin üzere çok değerli kitaplar var burada.” dedim. “Görüyorum... Burası, çok güzel. Ama kitabı nasıl alabilirim.” dediğinde rafından çıkardığım kitapla kadının yanına gittim. “Kimlik kartınızla.” dediğimle gözleri gözlerime kitlenmiş, kaşları yukarı kalkmıştı. “Ama bu nasıl olur?” dediğinde omuz silkmiş, elimdeki kitabı kaldırıp sallamıştım. “Bu devirde kitaplar tehlikeli silahlardır. Kendimi ve kitapları korumak için buna ihtiyacım var.” dediğimde içimden öğürmek geliyordu. “Sana hak veriyorum kızım. Öyle olsun bakalım, buyur hüviyetim.” dediğinde çantasından kimliğini çıkarttı. Leylaya hak verdiğim tek kısım, kimlik kartı olabilirdi. Kendisini korumayı çok iyi biliyordu. Birkaç dakika süren işlemleri halletmek için alt kata inmiştik. Ardından Sezen teşekkür edip kapıdan çıkarken son kez ne tür kitapların olduğunu sorduğunda keşke şu lanet olası dilimi tutabilseydim diye düşündüm. Ama geç kalmıştım. Ona Leyla’yı hatırlatmıştım. “Bir edebiyatçının zevk alacağı türden.” demiş Sezen çatılan kaşlarıyla kapının önünde kalakalmıştı. “Bir edebiyatçı olduğumu nereden biliyorsun?” diye sordu. Sesi artık ne ürkekti ne de çekingen. Kendinden emin ve sert tonu beni belki bir anlığına sendelete bilirdi. Ancak bu yalnızca bir anlığına olabilirdi. “Gerçekten mi?” dediğimde dışardan gören biri fazlasıyla şaşırdığıma inanırdı. Kelimelerimin arasına sıkıştırdığım gülüşümle devam ettim “Peyami Safa’dan Server Bedi olarak bahsettin” derken cidden çok eğleniyor görüyordum. Sezen bana hak verip, bundan memnuniyet duyduğunu söylediğinde. Kapıyı açmış, yaşlı bedeni kapının arkasında kaybolurken rahatlamıştım. Eşyalarımı toplamak için hareket ettiğimde kalbimde yer edinmeye çalışan ağrı bedenimi bükmüştü. Bir mermerden daha soğuk olan ellerim titriyor, burnumun direğinde sızlamanın gerisinden kan geldiğini hissedebiliyordum. Ağır adımlarla aynanın karşısına ilerlemeye çalıştığımda inanılmaz bir öfkeye kapılmıştım. Çünkü şuan tüm bu olanların sebebi aynanın içinde yere çökmüş ağlan Leyla’ydı. Tüm bu gerçeklik, algılarını öylesine bozmuştu ki bedenine ulaşabilmek için kalbini zorlamıştı. Bu nafileydi. O beni sevene kadar ben burada olacaktım. O beni, bizi kabul edene kadar burada olacaktım. Burnumdan akan kan damlaları yere dökülüyordu, tıpkı Leyla’nın göz yaşları gibi. Aynanın çerçevesinde buluşmak için çabalayan kan ve yaş vardı. Diğer tüm benlikler çığlıklar atıyor, ölümün adını sayıklıyorlardı. Onlar aptaldı. Onlar kontrole ulaşamayan aptallardı. Bedenimi olabildiğince dik tutmaya çalışırken bu aslında onlara sunduğum bir güç gösterisiydi. Leyla bunu fark etmiş gibi, yaşlı gözlerini yerden kaldırıp bana baktığında geriye sendelemiştim. Saatler gibi gelen saniyeler aramızda sessiz bir savaşın vaktini tutuyordu. Leyla dudaklarını araladı, Onunla birlikte benimde dudaklarım aralandı. Bunu anlamış gibi gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırdığında benim de gözlerim onu taklit etti. Derin bir nefes aldığında, hayır, derin bir nefes aldığımda kalbimde ki ağrıya bir yenisi eklendi. Leyla’nın sesi aynayı buğulandırdığında, kendi sesimi duydum; aynanda. “Herkes yalandan nefret eder ve yalan söyler.” Kelimeler dudaklarımdan dökülürken, sanki son nefesimi tüketmiş gibiydim. Masadaki telefonu kaptığım gibi aynaya savurdum. Camın parçalanışı yankılanırken, yere dağılan kırıklar kanla lekeleniyordu. Leyla hâlâ oradaydı. Göz ucuyla hareketlenişini, titrek adımlarla bana uzanmak istediğini gördüğüme emindim. Az önce Sezen’in alıp götürdüğü kitaptan bir alıntıyla beni yaralamak istemişti. Ama hayır, yalan söylüyorum. Bizi, kurtarılması mümkün olmayan bir kangren gibi görüyor ve kesecekti. Denemeye bile cesareti yoktu; sevmeyi, kabullenmeyi reddediyordu. “Beni izle!” diye haykırdım. Yerden bir cam kırığı kaptım. Tekrar bağırdığımda sağ kolumda derin bir kesik açtım. Safa’nın iltihaplı yarası gibi açılan kesikten sızan kan sıcaklığıyla avucuma doluyor, taşanlar zemine akıyordu. Ama acı hissetmiyordum. Çünkü ben yalnızca bir düşünceydim; düşünceler acımazdı. Şimdi gırtlağımı kesseler bile burada olurdum. O ise, asla. Bedenim yere düştüğünde boğazım düğümlendi; ağlamak istedim. Leyla'nın ayağa kalktığını, şimdi bana yukarıdan baktığını biliyordum. Tıpkı az önce onun üzerinde yükseldiğim gibi. Burnumda kuruyan kan, dudak çizgilerime dolmuştu. Ağzımın çatlayan kenarları, ayna kırıklarındaki yansımada bir canavara ait gibiydi. Ama hayır. Ben bir canavar değildim. Ben Vega’ydım. Leyla’nın hiç annesiz kalmamış haliydim. Odağını kaybetmiş gözlerim her yeri tararken telefonun tiz sesi odayı doldurdu. Hâlâ çalışıyor olması tuhaftı. Kanlı avuçlarımda telefonu tutup ekrana baktığımda, arayanın o olmasını beklemiyordum. Dudaklarımdaki kurumuş kan, yayılan gülümsemeyle çatladı. Gülüşüm büyüdü, kahkahaya dönüştü. “Ben kazandım!” diye haykırdım, kahkahalar arasında kendimi kaybederken. “Ben kazandım, Leyla!” Titreyen ellerimle telefonu kulağıma götürdüğümde, hattın diğer ucundaki isim: Nazik başkomiser, Tumiçin Şaşmaz’dı. |
0% |