Yeni Üyelik
1.
Bölüm

SABAHATTİN ALİ

@melinoe

Yalnızca yazmak istemiştim. Ancak sonra bir heyecan kapladı içimi; anlatmak istedim. Sizlere anlatabilir miyim?

                                                                                                           ♤

 

 

Ünlü yazar, bu sefer kitabını kendisi yaşamak istemiş; kadın ise tüm kitapların onun olmasını. Bedenleri birbiriyle çarpıştığında hangi kitap açılacaktı, onların kaderi kitabın hangi sayfasın da yazılıydı.

 

Kendince bir kitapçı açmak isteyen kadın, kendini mahlasında gizleyen yazardan neler öğrenecekti? Acı ve korku ikiz kardeşi gibi kadını sarmalarken; yazar, mürekkebi daima yaş tutmaya çalışıyordu. Kitabın baş rolü kimdi, kim yazıyordu bu kitabı ya da doğru ya asıl soruyu unutmuştuk bu kitapta kim ölecekti?

 

Ünlü yazarın en büyük eseriydi oyuncak müzesi; her biri birbirine yaşıt kadın öldürüldüğünde uzuvlarından oyuncak bebekler yaratıldı. Katil, kendini zanaatından ele verdiğinde okuyucu hala tanımıyordu yazarını.

                  ♤

 

 

BÖLÜM 1: SABAHATTİN ALİ

 

Uykusunda bacağından asılan koyun daha hiç sayamadan ölüvermiş. Küçükken masalları sevemedim, annemin gelip baş ucumda onları bana anlatmamasından değil de kendim okumaya çalışırken ne kadar yorulduğumu hatırlamamdan ötürü. Bir prensesin öpücüğü için ben kendimi yorarken mutlu sonu onlar gibi hissedememiştim. Şimdi ise her soluğumdan emin olduğum gibi emin olduğum bir şey vardı ki o da her bir cücenin her bir prensesin bir başka hissi tetikleyen his olduğudur; utancımı tetikleyen korkum gibi.

Lise çağlarıma geldiğimde babam beni Sabahattin Ali'yle tanıştırmıştı. Biliriz hepimiz Kuyucaklı Yusuf'u, Kürk Mantolu Madonna'yı, İçimizdeki Şeytan'ı. Hatırlarım da o çağımdaki edebiyat öğretmenimiz tarafından Kürk Mantolu Madonna'yı anlatırken peltekliğim yüzünden bazı, özellikle de mühim kelimeleri telaffuz edemediğim için azarlanmıştım. O heyecanımla tetiklenen utancım ve ardından yakama yapışan korku bir daha iki yakamı bir araya getirtmemiş ve okuduklarımı anlatmamıştım. Lakin bir kitabı vardı güzel Ali'nin. Babamın her seferinde sakinlikle dinlediği, anlatmaya doyamadığım Sırça Köşk'te derlenmiş hikayeler vardı. O hikayelerin birinde, benimde en sevdiğimdir, bir yaşanmışlık vardı. Oradaki karakterin adını şimdi anımsamakta güçlük çeksem de adının Emre olduğunu varsayarak hatırladığımda, Emre o dönemin Türkiye'sinde çakıcı olarak bilenen, serseri bir çocuktu. Evet çocuktu, oysa yazar bize onu genç delikanlı olarak gösteriyordu lakin benim için bu hiçbir zaman öyle olamadı. Emre, ailesine bakmaya çalışırken o dönemim ağır abileri arasında var olmaya çalışan bir çocuktu. Bir gün karıştığı kavga yüzünden adı çıkmış herkes onu "Katil emre" olarak anlatmaya başlamıştı. Ona bir katile davrandıkları gibi davranır, öyle konuşurlardı onunla. Bir çocuğa hayır, düzelteyim bir insana kırk kere aynı şeyi söylersek ne olurdu? Artık tam anlamıyla o kelimenin, o sıfatın hakkını verirdi değil mi. Emre de öyle yapmıştı. Katil olmamasına rağmen artık bu ithamlara alışmış, kendini bir katil gibi hissederek bu sefer karıştığı kavgada yaşıtı birini öldürmüştü. Sabahattin Ali'nin anlattığı gibi, Emre'ye neden çocuğu öldürdüğü sorulduğunda, "zaten bütün halk beni katil olarak biliyordu ben de bunun hakkını verdim" demişti.

Sabahattin Ali'nin kitapları, şiirleri ve özellikle hayatı hakkında çok şey anlatabilirdim de, kelimelerim hakkını veremezdi. Öyle ki mutfakta hazır olduğuna dair öten kahve makinesi de sanırım bunları anlatmamı beklemezdi. Oturduğum, sanırım artık üstünden yedi yıl geçen aile evinden getirdiğim koltuktan ağır ağır kalkarken masanın üstünde dağılmış, bir şekilde toparlayabileceğime inandığım kağıtlara göz gezdirdim. Doğru ya ben bu konuya geleceğimi planlarken gelmiştim. Ama geleceğimden önce sanırım mutfakla salon arasında kalan şişmiş parkeyi düzeltmem gerekiyordu. Parkenin altı yavaş yavaş çürümeye devam ederken ben adımımı üstünden geçirip mutfakla salonu ayıran kolonu da ardımda bırakarak kahve makinesine ulaşmıştım. O kadar zamandır evden çıkmamıştım ki artık şekli bozulan, oturulmaktan yastığı çöken koltuğumdan, mutfak tezgahı arasında on bir adım olduğunu biliyordum. Kahvemi alıp, yine aynı adımların üstünden geçerek, geldiğim yere geri dönecektim. Öyle de oldu fakat bu sefer zihnimin içinde güzelliğiyle duran bir Sabahattin Ali yerine masanın üstünde duran kağıtlar vardı.

Üniversiteden sonra, inkar edecek değilim, okuduğum bölümün üzerine fazlasıyla düşmemiştim. Çünkü belki öylesine yerde kalan, kuruyamamış, göğüne kavuşamamış bir su birikintisinde kendime rastlamayı bekledim; belki böylece bir yol uzar giderken dudaklarımın üstünde, ben yalnızca onun izlerini takip ederdim. Öyle ya belki de kırık bir kadehin yansımasında yarım kalan yüzüme ve ardındaki kızıllığa eşlik ederdim, illa bir şarap olmama gerek yoktu, susuz kalan çömleğin dibinde de bulabilirdim kendimi. İlla olduğum yaşla, okuduğum bölümle ve adımla ben olamayacaktım çünkü belkilerin arasında misket dizerek kendimi bulurdum da bir ben olamazdım, biliyordum. Ama biliyordum ki en başa dönmekle ya da kocaman bir sıfıra ulaşmakla ben, ben olmaktan vazgeçmeyecekti. Her ne kadar hep aynı başa döndüğümü zannetsem de bu durum aslında hiçbir zaman paradoks olmamıştı. Değişiyorum, bir yazarın yazdığı her bir kitapta baş karakterin değiştiği gibi ben de değişiyordum. Bu değişimle benimle birlikte gelen yalnızca adım vardı, yaşım bile hep bir sonra için bekliyordu. Öyle ya bir kitapçı açma girişimlerim için derlediğim önümdeki kağıtların arasında bile mutlaka bir kez adım geçiyordu. Adım, Leyla'ydı ve ben, "Sayın Leyla Gitmez...", diye başlayan cümlelerin arasındaydım.

Bütün bu evraklar arasında benim aslında kendime karşı değil de devlete karşı yapmam gerekenler vardı. Öyle ya bir dükkan açıyorsam sadece kendi payım söz konusu olamazdı. Ama bir husus vardı ki babamın özellikle bu durumda böylesine haklı olması canımı sıkıyordu. Eğer bir kitapçı açmak istiyorsam ve hatta içerisinde antika ve eski kitap çevirilerine yer vermek istiyorsam bir çevremin olması şarttı. Oysa ben ne lise de ne de üniversite yıllarımda öyle aman aman bir elimin beş parmağından uzanıp da çoğalan arkadaşlıklar elde edememiştim. Yirmi altı yaşıma gelmişken kendimi bir düzine arkadaşım yok diye suçlayacak değildim ya. Omzumu silkip bu işe başlarken ki mentalitemi takındım, eh hep ne derdim babama, " yahu bana değil kitaplara gelsinler".

Bunları düşünmek yerine kahveme uzandığımda hala yeterince soğumadığını fark ettim. Acaba bir sigara mı sarsaydım diye düşünmemiş değildim. Tek tük içsem de kahvem soğuyana kadar bir tütün sarıp içmek düşüncelerimden biraz olsa beni uzaklaştırıp, kendi zevklerimin getirdiği tatminliği yaşattırıyordu. Dudaklarıma yayılan ufak bir tebessümle bedenimi kaldırıp, karşımdaki duvarı boydan boya kaplayan kütüphaneye yöneldim. Kitapların üstüne bıraktığım siyah poşeti alıp geri yerime dönecekken, kitapların yanına gelişi güzel bırakılmış bir kalemi de alıp öyle yerime geri yerleştim. Ayaklarımı yerden kaldırıp bağdaş kurarak oturduğumda poşeti de kucağıma bırakıp, tütün kutusuyla birlikte makaronu birleştirerek sadece bir dakikamı alan sarma işlemine koyuldum. Hazır tütün diğer tekel tütünlerine göre daha güzel geliyordu, sanırım bunun sebebi kendimce daha az işlem gördüğünü düşünmemdi.

Sarmayı dudaklarımın arasına teslim edip, çakmağın onu yakmasına izin verdim. Daha ilk nefeste o genzimi yakan hissiyatla tatmin olurken, kahvemden aldığım yudumla bu tatminlik tamamlanmıştı. Kahve fincanını geri yerine bırakma gereği duymadan bütün ağırlığımı ve başımı koltuğun sırt kısmına bıraktım. Ne sigara dumanının ne de kahvenin artık cılız kalan dumanını seyrediyordum, yalnızca birbirine dolanan kirpiklerim ve eşliğinde karanlığım vardı.

Evden çıkmadığım uzun zamanlarım oldu. Bazen sınav haftası için bazen ödev hazırlıkları içindi ama hatırlıyorum da her birinde bir şeye yetişmeye çalışıyordum. Güzel bir nota, teslim tarihine, sınav saatine... hep bir aceleyle bir yolda giderken aslında ne o yoldaki insanlara bakabilme fırsatım oldu ne de sağıma soluma bakmaya. Oysa şimdi üç aya aşkındır çıkmamış olacağım evden lakin öyle bir sakinlik ve dinginlik bana eşlik etti ki bu süreçte, her bir günümden ayrı keyif aldım. Ben böyle diyorum da Sabahattin Ali, geçmiyor günler, demişti. Sigaramın külü öylece birikti ucunda da bir kere dökmemişken, ben şimdi kaç nefesim kaldı bilmeden araladım dudaklarımı fakat ne gözümü açtım ne de olduğum pozisyonu değiştirdim. Aynı o günlerin geçtiği gibi dingin bir huzurla başladım okumaya;

 

 

"Burada çiçekler açmıyor

Kuşlar süzülüp uçmuyor,

Yıldızlar ışık saçmıyor

Geçmiyor günler geçmiyor."

Dudaklarım yukarı doğru kıvrılmış olsa da Sabahattin Ali'yi anmanın burukluğuyla devam ettim;

"Avluda volta vururum

Kah düşünür otururum

Türlü hayaller görürüm

Geçmiyor günler geçmiyor.

..."

Derin bir nefes ikram ettim ruhuma. Hissettiğim sakinliğe gül bahçesinde yürür gibi eşlik etti o nefes bana. Usulca gözlerimi açtım, her bir rengi ayrı ayrı seçtim etraftan, duruşumu dik bir hale getirip, biten tütünü kahve fincanının tabağında söndürdüm. Hemen yanında duran kaleme uzanıp, mürekkebi yayılmış mı diye parmaklarımla kalemin demir ucunu temizledim. Sonuçta buna dikkat etmeliydim çünkü resmi evraklarda mürekkep lekesi kabul gören bir şey değildi.

Leyla Gitmez, tarih 02.05.2018 yazan her yere imzamı attıktan sonra evrakların altında duran poşet dosyaya yerleştirdim her birini özenle. Akşam, Türk edebiyatının ilk basım kitaplarından oluşan bir açık arttırma vardı, o yüzden evden daha erken çıkmalı ve öncelikle belediye binasına gitmeliydim. Birkaç saattir sakin geçen anlarım şimdi bir telaşla yerimden kalkmama sebebiyet olmuştu. Kahve fincanını mutfağa götürüp salonu tekrardan geçip arkasında kalan hölden banyoya girip işlerimi halletmeye koyuldum.

Gecesinden hazırlayıp, yatağımın ayak ucuna bıraktığım kıyafetleri üstüme geçirmeye başladığımda artık evimde durabileceğim bir şey kalmamıştı.

Kronosun, kalbinde peyda olan zamanda insanlar nefes aldığını zannederdi; oysa bu, yalnızca akışın ruhlarda bıraktığı senfonisiydi. Kendime sunduğum zamanın bu senfonisini hep kısık sesle dinlerdim. Bir yazarı, bir şairi dahası bir kitabı anlatırken saatlerimi harcayabilirdim ama dönüp de üstümdeki kıyafetlere, kendime hele ki gözlerime ikinci defa bakmazdım.

Tatlı bir yalanın damağımda bıraktığı yanma hissiyatıyla diyebilirdim ki; acelem yoktu. Evrakları teslim ettikten sonra da öylece duracaktım. Belki adımlarımı daha yavaş tutacaktım, belki etrafı seyredecek daha sakin uyuyacaktı kalbim, göğsümde. Lakin dedim ya, zaman yalnızca tanrının kalbinden peyda olarak dinleyebildiğimiz bir senfoniydi.

Loading...
0%