Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm- Kıskançlık

@melinogut

Aziz’in kâğıda yapıştırdığı notu bir kere okumak yetmemişti. Bir kere daha okumuştum. Sonra bir kere daha. Benim davamı nereden öğrenmişti? İstediği davanın sonucuna istediği gibi ulaşabiliyor muydu? Avukatım gerçekten bok gibi miydi? Bu kadar yoğun çalışırken bir de benim davamı araştırıp, nasıl kazanabileceğimize dair araştırmalar mı yapmıştı?

“Neymiş.” diye soran Şahin’le ancak gözümü kâğıttan çekebilmiştim. “Sıkıntılı bir durum yoktur umarım. Bir sorun varsa eğer avukat tanıdıklarım var iletişime geçebiliriz.” Yardımcı olma isteği beni gülümsetmişti.

“Yok, hayır bir sorun yok.” dedim tebessüm ederek. “Arkadaşım eski bir davamla ilgili bazı belgeler göndermiş. Sıkıntılı bir durum değil.”

“Arkadaşın Within’de mi avukatlık yapıyor? Başarılı bir arkadaşmış. Onu da davet eder misin doğum günü partisine. Bazı iş insanı arkadaşlarımın uluslararası avukatlara ihtiyacı oluyor. Tanışmış olurlar. Senin de arkadaşın müvekkil kazanır belki bu sayede.”

Ne kadar iyi niyetli bir yaklaşımdı. Ben şimdi bu adama nasıl arkadaşım Within’de çalışmıyor Within’i yönetiyor diyebilirdim? Müvekkillerini de başına sarma benim davamla ilgilenecek diyemezdim.

“Tabi davet ederim.” dedim kısaca. Başını sallayarak beni oyalarken yaptığım çizime takıldı bakışları.

“Bu üzerinde çalıştığımız proje için mi?” dedi bakışlarını çizimden çekmezken. “Evet, yaratıcılığımızı görmek istemiştiniz. Gösterebilmiş miyim?”

“Gösterebilmek ne demek? Bu, bu çok güzel olmuş. Ne zaman maket çalışmasına geçebiliriz?” Gözleri parlamıştı resmen. Burada çalıştığım 6 ay içerisinde bu kadar mutlu olduğunu görmemiştim daha önce.

“3 günlük bir işi vardı ama eğer daha acil gereki…”

“Hayır hayır. Sakın aceleye getirme. Çok iyi ilerliyorsun. Ne kadar zamana ihtiyacın varsa kullan lütfen. Yardımcı olabileceğim bir şey olursa saat kaç olursa olsun ara tamam mı?” Birden elini elimin üstünde hissettim. “İnanılmazsın gerçekten. Maketlerini bitirdikten sonra sunumu senin yapmanı istiyorum. Ben senden daha iyi anlatamam. Ama tek kelimeyle çok güzel.”

“Birce?”

Kafamı çevirdiğinde sesin sahibiyle göz göze geldim. Aziz, odanın girişinde elinde bir buket çiçekle bekliyordu. Yüzüme bakan gülen bakışları elimin üstündeki eli görünce birden dondu. Bir kaşı yukarı kalktı ve olduğumuz masaya doğru ilerlemeye başladı. Saçma bir durumun içinde kalmak istemiyordum o yüzden elimi Şahin’in elinin altından çektim ve ayağa kalktım.

“Aziz? Hoş geldin. Hangi rüzgâr attı seni buraya?” Yeşilçam’dan fırlama repliğime yan bir bakış attı. “Gönderdiğim dosyayı kargo ulaştırmış ama senden bir haber gelmeyince gelip yüz yüze konuşmak istedim.” dedi. Benimle konuşuyordu ama gözü sürekli Şahin’in üzerindeydi.

“Bir karışıklık olmuş. Benim kargolarıma karışmış dosya. Ben de şimdi verdim Birce’ye.” diyerek konuya giriş yaptı Şahin. Ayağa kalktı ve elini Aziz’e uzattı. “Ben Şahin, Birce’nin patronuyum. Doğum gününde görmüştüm seni ama tanışmamıştık. Memnun oldum.”

Aziz sağ elindeki çiçeği sol eline verdi. Sağ eliyle ona uzatılan eli sıktı ama bırakmadı. Bir süre Şahin’in yüzünü süzdü. “Aziz ben de.”

“Ben de ‘Within’ logosunu görünce biraz korktum Birce’nin başı dertte mi diye ama arkadaşı avukatmış.” dedi gülerek. Samimi davranmaya çalışıyordu. Normalde insanlara karşı soğuk ve duvarlı bir adamdı Şahin ama ne zaman birileriyle bir iş bağlayacak olsa samimi davranırdı. Şimdi de aynı şeyi yapıyordu. Tek fark buradaki ‘iş’ bendim galiba. Haberi yoktu ki benim arkadaşım diye samimiyet kurmaya çalıştığı adam benimle evlenmek istiyordu.

“Within’den niye korkuyorsunuz?” dedi Aziz. Kaşları hafifçe çatılmıştı. “Yanlış yapmadığınız sürece kimseden korkmanıza gerek yok.”

“Tabi tabi orası öyle ama Within avukatlarının namını duymayan yoktur. Suçluyu ipten alıp suçsuzu ipe götüren bir başarıları var.” Kendini açıklamaya çalışıyordu ama övmek isterken daha da batıyor gibiydi.

“Suçluyu ipten almak da suçsuzu ipe götürmek de başarı değildir. Şahin. Adalet, hak, hukuk neyi uygun görüyorsa o olmalı. Biz sadece elçiyiz.” Hukuk savaşçısı haliyle ilk kez karşılaşıyordum. Lisedeyken de böyle bilmiş bilmiş konuşurdu ama şimdi gerçekten de mesleğiyle bütünleşmişti sanki.

“Tabi haklısın ben sadece ne kadar yetenekli avukatları olduğunu bildiğim için öyle bir örnek vermek istemiştim. Yanlış oldu. Within’e girebildiysen sen de çok iyi bir avukatsındır. Ne zaman başladın Within’de? Zor oldu mu girmesi? Mülakatlar falan nasıl? Benim de var avukat arkadaşlarım girmek isteyen.” Şahin’in neden iş dışında az konuştuğunu anlamıştım. Gerçekten de az konuşmalıydı.

“Buradaki mülakat sistemine henüz hâkim değilim. Hatırlattığın iyi oldu bu hafta insan kaynaklarıyla bir görüşme yapayım.” Aziz’in suratına anlamaz bir ifadeyle baktı Şahin. “İngiltere’deki ofiste çalışıyordum uzun yıllardır. Ben Türkiye’ye gelmek isteyince sağ olsun ortaklar da karşı çıkmadı. Buradaki şubede yöneticiyim şu an. Mülakat sistemini öğreneyim, arkadaşlarına da yardımcı oluruz belki. Torpil yok ama yanlış anlaşılma olmasın.”

Şahin’in tam anlamıyla ağzı açık kalmıştı. ‘Avukat arkadaşım’ dediğimde böyle bir şeyle karşılaşacağını düşünmemişti belli ki. Haklıydı. “Ortak-ortaklar derken? Ortak mısın bir de?”

“Küçük ortak diyelim. Büyük bir yüzdem yok. Henüz gencim zaten. Belki 30’dan sonra o da olur.” Son cümleyi bana bakarak söylemişti. ‘Ne bakıyon ben mi vericem sana yüzde?’ diyemedim tabi.

“Bu yaşta bu başarı gerçekten takdire şayan. Çalışmak dışında başka hiçbir şey yapmadın herhalde.” Şahin’in herhangi bir kötü niyet içermeyen sorusu Aziz’in yüzünü yine düşürmüştü. Fark ettirmemeye çalışarak kendini toparladı ama ben fark ettim.

“Başka yapabileceğim bir şey yoktu diyelim.” dedi tebessüm eden bir ifadeyle. “Sohbetine doyum olmuyor ama benim Birce’yi kaçırmam gerekiyor. Patronusun ama şu an mesai saatlerinde değiliz o yüzden senden izin almamıza gerek yok değil mi?”

“Tabi, tabi ki yok. Tanıştığıma memnun oldum tekrardan. Birceciğim sen de bugün kendini yorma bence daha fazla. Yarın sakin kafayla devam edersin. Zaten inanılmaz bir iş çıkarmışsın.”

“Teşekkürler Şahin Bey.” Bey dememle ‘az önce ne konuştuk biz?’ der gibi baktı yüzüme. Kendimi düzelttim ben de. “Şahin.” Tebessüm ettim. O da tebessümle karşılık verdi. Ortamdaki tek tebessüm etmeyen kişi Aziz’di. Şahin yanımızdan gidince Aziz’e döndüm. “Şahin’den izin almana gerek yok ama benden almana var sanki ha ne dersin? Ben senin ofisini dan diye basıp seni işinden alıkoysam hoş mu?”

Sırıttı pis sırıtık. “Bence gayet hoş. Yakın zamanda yaparsan çok sevinirim. İşler çok yoğun sayende nefes almış olurum.”

“Aldıracağım ben sana o nefesi.” dedim dişlerimin arasından.

“Aldırsana, lütfen.” diye fısıldadı. Terbiyesiz, hemen işine geldiği gibi anlıyordu.

“İş yerimdeyiz.” dedim panikle etrafıma bakarken. “Hm iş yerinde olmaz diyorsun. Tamam sorun değil. Nerede olur?” Koluna bir tane geçirdim. Benim dayağımı yemeyeli iyice arsızlaşmıştı.

“Sus daha fazla konuşma. Çık hadi dışarı. Geliyorum.” dedim ve masamdaki çantamı almaya gittim. Geri yanına geldiğimde bıraktığım yerde duruyordu. Elindeki çiçeği bana uzattı.

“Çiçeğini almadın.” dedi. Elindeki çiçeğe sanki yabancı bir cisimmiş gibi baktım. “Bana mıydı?” diye sordum. Sanki ilk defa çiçek görmüşüm gibi davranarak çiçeği aldım ve kapıya doğru yürümeye başladım. Aziz de arkamdan geldi.

“Başka kime olacaktı? Şahin Bey’e getirmedim herhalde. Pardon Şahin’e!” dedi ismine vurgu yaparak. Güldüm ama belli etmemek için dudaklarımı ısırıyordum. Sonunda binadan çıktık. Kapı önünde dururken biraz önce sorduğu sorusuna cevap verdim.

“Yani, doğum günümde getirdin anladım da. Hiçbir sebep yokken neden bana çiçek aldın onu anlamadım.” Ben de az zilli değildim. İki güzel laf söylesin diye iyice saf ayağına yatıyordum. Anlamıştı ama amacımı.

“Sana çiçek almak için öyle özel bir sebebe ihtiyacım yok. Yanına gelebiliyor olmak yeterli bir sebep.” Gülüşümün yerini gözlerimdeki soru işareti aldı. Çok sormak istiyordum ama cevap vermeyeceğini biliyordum. O yüzden kendimi toparladım.

“O zaman, çiçeğimi de aldığıma göre ben gideyim.” Hemen gitmemden korkar gibi kolumdan tuttu. “Nereye?” diye sordu. “Eve?” diye cevap verdim. “Ben, sen eve git diye mi geldim yanına?” dedi. Alınmış mıydı o? “Bir de çiçeğimi vermek için işte. Aldım çiçeğimi gidiyorum.” Tekrar gitmeye çalıştığımda kolumu daha sıkı tuttu. “Olmaz. Gidemezsin. İşimiz var seninle. Önce şu dava işini konuşacağız. Sonra gitmemiz gereken bir yer var.”

“Hiç müsait misin demek yok. Konuşmak istiyor musun demek yok. Gelmek ister misin demek yok. Beni götüreceksin farkında mısın? Ama haberim yok?” Burnundan bir nefes verdi. Dudaklarını birbirine bastırdı ama güldüğü belli oluyordu.

“Evet, seni götüreceğim farkındayım. Müsait misin Birce? Konuşmak istiyor musun Birce? Gelmek ister misin Birce? Götüreyim mi seni biriciğim?” Son cümlesinin farkındalığıyla az önce neden güldüğünü anladım. Bu sefer de diğer omzuna bir tane geçirdim. Sonra da utandığım için konuyu değiştirdim.

“Tamam, hadi ne yapıyorsak, nereye gidiyorsak gidelim. Ben daha eve gidip uyuyacağım. Yarın erken kalkmam lazım.” Güldü, başını sallayarak onayladı beni. Sonra cebinden araba anahtarı çıkardı ve birkaç adım uzaktaki arabasını açtı. Doğum günüme geldiği araba daha spor bir arabaydı. Buysa daha suv dedikleri arabalara benziyordu. Arabalarla ilgili bilgim bu kadardı. Benimle birlikte arabanın sağ tarafına geldi ve benden önce kapıyı açtı. Ben arabaya binince arkamdan kapıyı hafifçe kapattı ve şoför koltuğuna geçip arabayı çalıştırdı.

“Doğum gününe geldiğin araba bu değildi?” dedim. Bu arabanın nereden çıktığını sorar gibi.

“O şirketin verdiği arabaydı. Bunu ben aldım.” Gözü yolda, çok normal bir şey söylemiş gibi hayatına devam ediyordu.

“Şirket araba vermişken tekrar neden araba alıyorsun ki? Sokağa atacak çok paran var galiba. Bana versene birazını bir şey deneyeceğim.” Sesli bir şekilde güldü. Başını bana çevirip kısa bir süre baktı sonra tekrar yola döndü.

“İlk olarak evet, şirket araba verdi ama onların verdiği araba aile için uygun değildi. Bu daha geniş. Bagajı da arka koltuğu da. İkinci olarak yine evet, sokağa atacak çok param var. Ama bu arabayı alarak paramı sokağa atmıyorum. Yatırım yapıyorum. Geleceğimize… Senin de istediğin bir şey varsa söylemen yeterli. Alırız. Üçüncü olaraksa, hayır. Sana paramın birazını vermem. O parayla ne yapacağını biliyorum çünkü.”

Tüh yememişti. Oysaki ondan aldığım parayı ona geri verip anlaşmayı feshetmek çok mantıklı bir fikirdi. “Ne istersem alır mısın yani?” diye sordum masumca. Şaşırdı bu soruyu sormama. Ondan gerçekten bir şey isteyeceğimi düşünmüştü. Gözleri yol ile benim aramda gidip geldi. “Tabi ki.” dedi “Ne istersen.”

“Bana tanesi 30 gramdan 40 tane altın bilezik alır mısın?” Aniden kafasını bana çevirdi. Bir süre bana baktı. Sonra saniyelik olarak yola çevirdi ve tekrar bana döndü. Bunu birkaç kere yaptıktan sonra “Bilezik? Bilezik. Alırım tabi.”

“Gerçekten mi?” dedim neşeyle. “Gerçekt… Bir dakika!” Fark etti kaçın. “Sen bilezikleri bozmak için mi istiyorsun?” Masumu oynamaya devam ettim. “Yok canım ne alakası var yatırım için. Senin gibi.”

‘Yemedim’ bakışı atıyordu suratıma. “Ha o zaman tamam. Alırım tabi ki alırım.” Yoksa gerçekten yemiş miydi? “Harbi mi?” dedim. Bunu yediyse eğer gerçekten bu çocuğun çok çalışmaktan beyin nöronları ölmüştü. “Harbi tabi. Alırım, düğünde de takarım birtanem. Ne dersin?”

İnanmış olabileceğini düşündüğüm için beyin nöronları ölmüş olan bendim. “Düğüne kadar bekletecek misin beni?” deyip oyunumu oynamaya devam ettim. Belki halime acırdı.

“Hadi şu bakışlarınla beni kandırmaya utanmıyorsun. Benim paramla benden kurtulmaya çalışırken de mi utanmıyorsun?” Bakışları üstümdeydi ama ben ona hiç bakmıyordum. Dışarıda çok ilginç bir şey varmış gibi camdan dışarı bakıyordum. “Hem düğüne kadar beklemek zor geldiyse düğünü öne çekeriz olur biter. 30 olmadan evlenemeyiz diye bir kural yok. Hem ben şubatta 30 oluyorum. Ne dersin yapalım mı bir kış düğünü?”

Kafamı anında camdan çevirdim. Güldüğü için kısılan gözlerine baktım pisin. “Sus be. Git sen yap kış düğününü.”

“Yapacağım zaten.” deyip göz kırptı ve önüne döndü. Deli manyak. Yolculuğun devamında konuşmayıp radyoda çalan şarkılara eşlik ettik. Arabayı park ettiğinde nereye geldiğimizi anlamıştım ama neden buraya geldiğimizi anlamamıştım.

“Gud Döner? Gerçekten mi?” diye sordum. Yüzümde yargılayıcı bir ifade vardı.

“Ne? Özledim buranın dönerini. Sen istediğin zaman yiyebildin tabi. Ben yiyemedim.”

“Çok uzun zaman oldu buraya gelmeyeli.” dedim değişmiş dükkanı incelerken. Bizim zamanımızda 5 masalı küçük bir yerdi. Şimdiyse yandaki dükkanı da alıp işi büyütüp, tarzlarını değiştirmişlerdi.”

“Çok değişmiş her şey.” diye mırıldandı Aziz. “Gelmeden önce hala burada mı diye kontrol ettim ama bu kadar değişmiş olacağını ben de tahmin etmemiştim.”

“Her şey değişiyor Aziz. Bu kadar uzun zamanda değişmemesini beklemek aptallık olurdu.” Hala daha kapı önünde duruyorduk. İçeriye girdiğimizde geçmişte bıraktığımız o anıların hepsi zarar görecekti sanki.

“Görünüş değişebilir ama ruhunu değiştiremezsin. Baktığında eski ruhundan hiçbir şey kalmadığını zannedersin ama bir şey görürsün ve aslında o tanıdığın bildiğin ruh karşındadır.” Bana döndü ve içeride, bizim genelde oturduğumuz masanın arkasındaki duvarı gösterdi. Biz lisedeyken de o duvarda içlerinde fotoğraflar olan çerçeveler vardı. Ünlülerin falan değil ama müdavimlerin fotoğrafları olurdu. Lise hayatımız boyunca ne zaman yemekhanede sevmediğimiz bir yemek olsa soluğu bu dönercide alırdık. Aramızda yemek seçen arkadaşlarımız olduğu için en az haftada 2 kere burada yemek yerdik.

Son senemizde çok iyi hatırlıyorum artık biz de müdavimiz neden bizim orada fotoğrafımız yok diye dükkanın sahibi abiyle bile kavga etmiştik. ‘Şimdi değil’ demişti bize. Sizin daha zamanınız var. O zamanın ne zaman geleceğinden emin değildik ama dönerler çok güzeldi. O yüzden biz de gitmeye devam ettik. Hatta mezuniyetten sonra da burada almıştık soluğu. Yani Aziz’le malum anlaşmamızı yaptığımız gün. Hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam edip dürüm yemeye gelmiştik. Şimdi tekrar buradaydık ve Aziz bana yıllar geçse de bir şeylerin aynı kalabileceğini kanıtlamak istiyor gibiydi.

“Fotoğraflar duruyormuş.” diye mırıldandım. “Mezuniyet günü bizim de fotoğraflarımızı çekmişti hatırlıyor musun? ‘Hak ettiniz’ demişti. Aşmış mıdır sence fotoğrafımızı?”

Omuzları hareket etti. Elleri ceplerinde, oyun oynayan bir çocuk gibiydi. “Bilmem. Girip bakmak ister misin?” Güldüm bu tavrına. Gerçekten bazen karşımda 29 yaşındaki bedenin içinde liseli Aziz’i görüyordum. Sanırım o gerçekten de değişmemişti.

Aziz’e cevap vermeden dükkanın kapısını açıp içeri girdim. Girişteki gençler bize hoş geldiniz dediler. Onları tanımıyorduk. Ayaklarımız doğrudan her zamanki masamıza gitmişti. Biz oturur oturmaz gençlerden biri yanımıza gelip siparişimizi almıştı. En son öğle yemeğinde yemek yediğim için çok açtım. Çift lavaş söylemeye hiç utanmadım. Garson çocuk gittikten sonra oturduğum yerden kalkıp arkamda kalan fotoğraflara bakmaya başladım. Gerçekten çok fazlalardı. Fotoğrafımızın burada olup olmadığından bile emin değilken aramak çok daha zorluydu. O sırada arkamda Aziz’in bedenini hissettim. “Bulamadın mı?” diye mırıldandı. “Burada olup olmadığını bile bilmiyorum ki. Boş yere arıyorumdur belki.” diye cevap verdim ona. Gözlerim hala fotoğraflar arasında gidip geliyordu.

Biraz daha yaklaştığını hissettim. Kafamı sağa çevirdiğimde yanağı gözlerimin önündeydi. Sol kolunu kaldırdı ve duvardaki bir çerçevenin üzerinde durdu. Bunu fark ettiğimde gözümü yanağından çektim ve duvarda asılı olan çerçeveye baktım. “Burada.” dedi fısıltıyla. Bizdik. Gerçekten bizdik. Mezuniyet günümüzdü. Ben ve kızlar çok şık siyah elbiselerimizin içindeydik. Oğlanlarsa siyah takımlarını çekip janti olmuşlardı. O zaman çok büyükmüşüz gibi hissediyorduk ama şimdi baktığımda yüzlerimizdeki çocukluğu görebiliyordum. Şu an birbirimizin yüzüne baktığımızda göremeyeceğimiz çünkü yıllar içinde kaybolmuş bir çocukluktu bu.

Bir süre fotoğrafı inceleyip bu düşüncelerle boğuştum. Sonra Aziz sol elini olduğu yerden indirmeden sağ kolunu da kaldırdı ve duvarın sağ üst köşesinde bir fotoğrafta durdu eli. “Belki de her zaman buradaydı.” Gösterdiği fotoğraf yukarıdaydı ve Aziz hemen arkamdaydı. O yüzden kendimi geri çekerek bakamadım. Ben de kafamı iyice geriye doğru attım ama Aziz’in omzuna çarpınca durdum. Bu şekilde gösterdiği yeri görebiliyordum. Bir an gördüğüm fotoğrafı algılayamadım çünkü ne zaman çekildiğini bilmiyordum. Diğer fotoğrafa oranla daha küçük görünüyorduk ve kameraya bakmıyorduk. Birbirimizle konuşuyorduk.

Masanın sol tarafında üç sandalye vardı. Duvar dibindeki sandalyede Erdem oturuyordu. Leyla ayranı yine hunharca içmiş olacak ki Erdem peçeteyle Leylanın ağzını siliyordu. Leyla’nın yüzü de hafif bir şekilde Erdem’e dönüktü. Yanlarındaki Meryem önündeki dürümünden kocaman bir ısırık alırken çekilmişti fotoğraf. Güldüm bu haline. İştahı olan ama çok yiyemeyen bir kızdı. Dürümü görünce saldırır. Üç ısırıktan fazla alamazdı. O yemeyince de ziyan mı olsun diyerek Sarp yerdi yemeğini. Tam bunu düşünürken Sarp’a kaydı bakışlarım. Tam karşısında oturuyordu Meryem’in. Onun da ağzında bir lokma vardı ama bir elinde dürümüyle diğer eliyle ağzını kapatarak gülüyordu. Meryem’in koca ısırığınaydı bu gülüş muhtemelen. Ya da dürümün ona kalacağını bildiğindendi. Emin olamadım. Sonra kendimi gördüm. Leyla tam fotoğrafın çekildiği an bana bakmıyor olsa da ben harıl harıl ona bir şeyler anlatıyordum ve kaşlarım da çatılmıştı. Bir şey çok kızmıştım belli ki ve o anda da muhtemelen sinirlendiğim şeyi anlatıyorum. Kendi sinirime gülerken yanımda oturan Aziz’i gördüm. Arkasındaki duvara yaşlanmıştı. Bir kolu masada, yumruğunu da elmacık kemiğine yaslamış bir şekilde bana bakıyordu. Her zamanki yan gülüşü de suratındaki yerini almıştı.

“Bu fotoğraf ne zaman çekilmiş?” dedim. Hiç bilmediğim bir fotoğrafla yıllar sonra karşılaşmak garip hissettirmişti.

“Lise 1.” dedi. Kendinden eminliğine şaşırdım. Kafamı omuzundan kaldırmadan yüzüne doğru çevirdim. O da bunu hissedince bana doğru döndü. Gözleri, gözlerimde, yanaklarımda, burnumda, dudağımda dolaştı birkaç saniyeliğine. Sonra yüzünü tekrar fotoğrafa çevirdi. Elini Erdem’e getirdi. “Erdem’in kolu kırık. 9. Sınıftık kolunu kırdığında. Hatırlıyorum çünkü doğum günümde olmuştu.” Sonra kendi üstüne geldi parmağı. “Bu kazak da senin bana doğum günü hediyen.”

Kazağı hatırladım. Çok beğenerek almıştım. Aziz elinden gelse her gün giyecekti. Kazağı yıkayıp yıkayıp giydiğini gören Erdem ‘Eskiteceksin.’ demişti de giyme sıklığını biraz azaltmıştı.

“Böyle bir fotoğrafın çekildiğinden haberim yoktu.” dedim. Belki onun bir bilgisi vardır diye düşünüyordum. “Benim de yoktu.” dedi. “Peki sence hep burada mıydı? diye sordum. Tekrar kafasını bana çevirdi. Böyle olunca yüzlerimiz çok yakın oluyordu ama pek de uzaklaşabileceğim bir alan yoktu. Hem kafam da çok rahattı.

“Bence buradaydı hep. Bize ‘yok’ denmesine inandık ve gözümüzün önündekini görmedik. Ya da yokmuş gibi davrandık. Layık olamamaktan korktuk belki de. Kırmaktan, incitmekten. Onun korktuğu şeyler bizim de korkumuz haline geldi. Cesaret edemedik. Herkesin bildiğini o bilmesin diye uğraştık. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım buradaydı ama. Bu bakıştaydı. İnkar etmenin ya da korkup susmanın bir çözüm olmadığını fark edince bir karar verdik. Cesur ve dürüst olacaktık. Ama olmadı. Hayat öyle bir sürükledi ki. Bir daha yelken açıp sevdiğime kavuşamadım.”

“Hala fotoğraftan mı bahsediyorsun?” diye sordum öyle olmadığını bilmeme rağmen. Garip hissediyordum. Dürümcüde, geç kalmış bir aşk itirafı alacağımı düşünmemiştim.

“Hayır senden bahsediyorum. Ve sana olan aşkımdan.” Hiç acıması yoktu. Bana yoktu kalbime hiç yoktu.

“Abim buyurun çift lavaş dürüml…” diyerek köşeyi dönüp bizi gören çocuğa yakalanmamız kaçınılmaz olmuştu. Ben panik bir halde içinde bulunduğum Aziz kafesinden kurtulmaya çalışırken o yavaşça çekildi arkamdan. “Sağ ol kardeşim.” deyip elinde tabaklarla donmuş çocuğun elinden tabakları aldı ve masaya koyup karşıma oturdu. Çocuk da şokunu atlatıp doğruca uzaklaştı yanımızdan. Ben utancımı dürüm yiyerek yaşamaya karar verip ilk ısırığı çoktan ağzıma atmıştım bile.

“Ha bu arada Birce şu dava konusunu iyice düşünmeni istiyorum. Bak ben küçük bir araştırmayla bile neler buldum. İnan bana kazanırız bu davayı. Hiçbir şey olmazsa rahatsız etmiş oluruz. Böyle bir şey yapıp hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam edemez. Sevgilisi bile varmış piçin.” Küfrettiğini fark edip yüzünü buruşturdu. “Özür dilerim. Sevgilisi varmış ve eminim o kızın, sevgilisinin böyle bir olaya karıştığından haberi bile yoktur. İzin ver gerçekten anasından emdiği sütü burnundan getireyim. Önüne kapanıp özür dilesin senden. Lütfen biraz düşü…”

“Düşünmeye gerek yok. Olur.”

“Bak hemen karar verme. Gerçekten düşü… Olur mu? Olur mu dedin sen.” Şaşırmıştı cevabıma.

“Evet? Niye şaşırdın? Cezasını çekmeyen bir pislik cezasını çekecek niye engel olayım?”

“Ne bileyim? Uğraşmak istemezsin belki diye düşündüm. Geçmiş geçmişte kaldı kurcalama falan dersin sandım.”

O konuşurken ısırdığım dilimi bitirmeyi bekledim birkaç saniye. O da bir şey demeden benim ağzımdan çıkacak lafa odaklanmıştı. “Ben kinci bir insanım biliyor musun? Hiç öyle geçti gitti demem. Hele biri bana bir yanlış yaptıysa illaki bir şekilde fitil fitil getiririm burnundan.” Sözlerimin onu da kapsadığını anlayınca sesini çıkaramamıştı. “Ama para falan vermem sana. Malum son günlerde geçmişten bir borcum çıktı da. Her kuruşum değerli o yüzden.” Kafasını geriye atarak sesli bir kahkaha attı önce. Sonra tekrar yüzüme baktı. Gözleri kısık yan gülüşü de dudağındaydı.

“Hayırdır? O patronun düzgün maaş vermiyor mu sana? Çok ilginç. Halbuki ‘inanılmazsın, harikasın, çok güzel’ diye konuşmayı biliyordu.” Ağzını büze büze yaptığı taklitle şu an gerçekten 8 yaşındaydı. “Yavşak.” dedi bir de üstüne. Sesini kısık tutmuştu ama duymuştum.

“Gayet de düzgün bir maaş veriyor.” diye savunmaya geçtim hemen. “Hıı o yüzden mi 29 yaşındasın ama 100.000 doların yok.” Ağzım açık kalmıştı. Gerçekten oğlan çocuğu gibi davranıyordu. Hem ne sanıyordu be bu 29 yaşındaki normal insanları.

“Kusura bakma ya. Ben arkadaşlarımı geride bırakıp İngiltere’ye yerleşebilecek durumum yoktu.” Sesim biraz yüksek çıkmıştı. Madem benimle uğraşıyordu benim elimde daha büyük bir koz olduğunu hatırlamalıydı. Bana geri cevap vermeyince kafamı dürümümden kaldırdım. Gülmüyordu ya da kızmıyordu. Biraz, çok az üzgün görünüyordu sadece.

“İyi ki de yokmuş.” dedi. Anlamayan bakışlarla baktım ona. “İyi ki İngiltere’ye yerleşmene sebep olacak ‘durum’ sende değilmiş de bendeymiş.”

Durum derken maddiyattan bahsetmediğin anladım ama ne demek istediğini anlamadım. Tam soracaktım ki Aziz’in arkasından bizim olduğumuz tarafa doğru gelen bir erkek grubu gördüm. Birbirleriyle konuşan erkeklerin maalesef ki hepsi tanıdıktı. Kürşat ve çocukluk arkadaşları…

“Birce!” diye neşeyle şakıyan Kürşat’ın sesiyle Aziz aniden arkasına döndü. Sessizce “Hasbinallah!” diyerek önüne döndü. Bense kendimi buna hiç hazır hissetmiyordum. Hep birlikte masamıza doğru yürüdüler. “Ne işin var senin burada?” dedi şaşkınlıkla. Aziz’ e de bir bakış atmayı ihmal etmemişti.

“Açtım.” dedim tek kelimelik bir cevabın onu alt edemeyeceğini unutarak. “Çok ısrar etmiştim zamanında sana buraya gelelim diye. İstememiştin. Şaşırdım seni burada görünce. Nasıl ama beğendin değil mi?”

Benim bir cevap vermem fırsat vermeden Aziz girdi söze. “Yeni gelmedik.” dedi tok bir sesle. “Geri geldik.” Kürşat, Aziz’in tam olarak ne demek istediğini anlamamış olacak ki kaşları çatıldı. Bu ikisi birbirine girmeden ben araya girdim. “Biliyordum ben burayı. Lisedeyken geliyorduk hep. Sıkılmıştım artık o yüzden istemedim gelmeyi.” Kurduğum cümleyle aynı anda ikisine de bir tokat atmışım gibi hissettim.

“Öyle mi?” dedi Kürşat keyifsiz bir sesle. “Biz de bizim çocuklarla geliyoruz bazen mesai sonrası.” dedi yanındaki arkadaşlarını göstererek.

“Selamlar yenge.” diye giriş yapan tabi ki patavatsız Fatih’ti. Cümlesi Kürşat’ı bıyık altından güldürürken Aziz’in boynundaki damarları patlatacak cinstendi. Şu an konuşmuyorsa tek sebebi benim hayatımda bu konuşmayı yapacak bir yere sahip olmayışındandı.

Fatih’e baktığım soğuk bakışlar sonunda beynine ulaşmış olacak ki yaptığı şeyin farkına vardı. “Kusura bakma yenge. Ağız alışkanlığı valla.”

“Ağzın çok geride kalmış Fatih. Onu bir ara kontrol ettir.” Gözlerimi belerterek konuştum susması gerektiğini anlasın diye ama bir tane değillerdi ki.”

“Kız biricik, çok güzelleşmişsin maşallah sana.” Duyduğu hitapla Aziz’in kafası aniden konuşan Tarık’a döndü. Gözlerinde ateş çıkması nasıl bir şey tam olarak karşımda uygulamalı olarak görüyordum. “İnstadan görüyordum arada bizim bu salağa diyordum çok şey kaybettin diye. Valla kaybetti. Senin gibisi olmadı bir daha. Ne güzeldiniz siz birlikte.” Aziz aniden ayağa kalktı. Önce sandalyenin yeri çizme sesi ardından yere düşme sesiyle tüm dükkan sessizliğe bürünmüştü. Kürşat’ın arkadaşları da şaşırmış bir şekilde Aziz’e bakıyorlardı ama Aziz’in gözü bendeydi.

“Bitirdin mi dürümünü?” dedi sakin olmaya çalışan bir sesle. Tabaktaki yarısı duran dürüme baktım. Sonra tekrar Aziz’e döndüm. Ben bir şey söylemeyince kafasını sol tarafa yatırdı hafice, sağ kaşı havalandı, bir yandan da sinirden alt dudağını ısırıyordu. Onun daha fazla eziyet çekmesini istemedim. “Bitirdim.” dedim ve ben de oturduğum yerden kalktım. Tam çantama uzanıyordum ki Kürşat kolumdan yakaladı. Artık sabrı kalmamış olan Aziz kolumu tutan Kürşat’ın kolunu tutup ani bir hamleyle uzaklaştırdı. Neye uğradığını şaşıran Kürşat ellerini teslim oluyormuş gibi havaya kaldırdı. “Sakin ol şampiyon. İzin verirsen eski sevgilimle bir şey konuşacağım.”

“Vermiyorum!” dedi Aziz. İkimizin arasına girmişti ve sırtı bana dönüktü. Geriye bakma gereksinimi bile duymadan elini geriye doğru uzattı ve elimi tuttu. Omuz atarak önümüzden çekilmelerini sağladı ve kapıya doğru ilerledi.

“Arkadaşını fazla kıskanıyorsun Aziz. Arkadaşlık böyle olmaz. Yanlış anlaşılırsın sonra.” Arkadan bağıran Kürşat’ın sesiyle durdu. Beni tekrar arkasına aldı. Kürşat’ın bakışından saklamak ister gibiydi.

“Seni de sikerim! Arkadaşlarını da sikerim!” diye bağırdı. Kürşat hiçbir şey söylemeyince hızla çıktı dükkandan. Onu ilk defa bu kadar kontrolsüz görüyordum. Sinirlenirdi, kızardı ama her zaman kıvrak zekasıyla işin içinden çıkardı. Dümdüz karşısındakine küfredip gitmezdi.

Beni arabanın sağ tarafına götürdü. Kapıyı açtı. Ben oturduktan sonra kapıyı kapatıp kendi tarafına geçti. Sinirli olduğu yürüyüşünden bile belli oluyordu. Kendi kapısını da kapatıp tam kontağı çalıştıracaktı ki dükkandan siparişimizi alan genç çocuk çıkıp arabanın camını tıklattı. Aziz, çocuğu karşısında görünce camı açtı.

“Abi, kusura bakma ama şey hesabı şey yapmadın abi.” Aziz sinirinden nasibini almak istemeyen çocuk çekine çekine konuşuyordu. Onun bu halini görünce Aziz de ifadesini hemen yumuşattı. Cüzdanını çıkardı. Fazlaca iki yüzlük bir aradaydı. Kalın bir meblağı çocuğa uzattı. Çocuk bir elindeki paraya bir Aziz’e baktı. “Abi bu fazla.” dedi çekinerek. “Verdiğimiz rahatsızlığın bedeli olsun aslanım. Diğer müşterilerden de hesap olmayın özür niyetine. O piç beşli erkek grubundan değil ama. Onlardan alabiliyorsan fazlasını al.” Sonra tekrar elini cüzdanına attı. Bu az önceki göre daha ince bir meblağdı. “Bu da senin bahşişin.” Çocuğun başını okşayıp ensesine hafifçe vurdu. “İyi çalışıyorsun aferin. Kimsede paranı bırakma böyle.” dedi. Çocuk başını sallayıp onu onayladığında Aziz de gülümsedi. Çocuk dükkana geçerken Aziz de arabayı çalıştırdı ve eski gergin haline geri döndü. Konuşmak istemiyordum çünkü ben de sinirliydim ve ikimizin de patlaması hoş olmazdı. Bu yüzden sessiz kaldım ama ben sessiz kaldıkça Aziz sakinleşmiyordu. Tam acaba konuşsam da tüm sinirini atsa mı diye düşünürken telefonuma bir mesaj geldi. Mesajın sesiyle anlık kucağımda duran telefona baktı sonra geri yola döndü. O döner dönmez bir mesaj daha geldi ve tekrar dönemeden bir tane daha.

“Sikecem ha! Kim o? Kürşat mı? Ne diyor it? ‘Aziz sevgilin değil, bu davranışları normal değil.’ falan mı diyor?” Yine ağzını büze büze yaptığı Kürşat taklidiyle çok başarılıydı.

“Bilmiyorum kim Aziz! Bakmıyorum farkındaysan!” Benim de sesim yüksek çıkmaya başlamıştı ama gelen mesajın sesi benden yüksekti.

Derin bir nefes aldı önce Aziz. “Birce bakar mısın şu mesaja lütfen” dedi sakinleşmeye çalışan haliyle. Telefonu elime aldım. Gördüğüm isim her şeyi daha da kötü hale getirebilecek bir isimdi. Sesimi çıkarmadan attığı mesajları görmek için ekranı açtım. Attığı mesajlar ise her şeyi daha da daha da kötü hale getirebilecek mesajlardı.

“Kimmiş?” dedi Aziz. Bir elimdeki telefona bir yola bakmaya çalışıyordu.

“Önemli biri değil.” diye mırıldandım.

“LA!” diye parlayıp kendini durdurdu. “Gecenin bu saatinde hangi önemli olmayan insan sana mesaj atıyor?” Ben onu umursamayınca arabayı sağa çekti ve bana döndü. “Birce, tama söz hiçbir şey söylemeyeceğim sadece kim olduğunu söyler misin? Yalvarıyorum. Yoksa bu gece geçmez benim için. Lütfen.” Yalvarman hoşuma gitti tekrar yap demek istedim ama daha yalvaracağı çok zaman olacağında bu seferlik acıdım. Hem duyacağı cevap içini de rahatlatmayacaktı zaten. “Lütfen.” dedi tekrar.

“Altan.” dedim umursamayarak.

“Altan.” dedi o da. Sanki duyduğunu teyit etmek ister gibi. “Jinekolog Altan. Doğum günündeki Altan. Annenin görücü usulü yaptırdığı Altan.” Her cümlesinde kendine sindirme aralığı vermişti.

“Hmm o.” dedim umursamazlığımı sürdürerek.

Önüne döndü elleriyle yüzünü kapattı ve ya sabır dercesine iki yanağında kaldı elleri. “Ya sabır ya selamat. Sikicem belalarını. Her yerden çıkıyorlar.” Eli ağzını da kapattığı için cümleleri boğuk çıkmıştı ama yine de anlaşılıyordu.

“Düzgün konuş.” dedim kızarak. Bugünkü küfür dozumu doldurmuştu.

“Konuşacağım konuşacağım hiç merak etme.” Dedi arabayı tekrar çalıştırırken.

“Aziz, tavırlarına ve sözlerine dikkat et. Hayatımdaki yerini unutma. Sevgilim değilsin.” Bunu o da biliyordu. Bu kadar bile sabretmesinin sebebi buydu. Ama ben şimdi tepkimi koymazsam bu tavırların arkası gelecekti. Bunu biliyordum.

“Değilim, değilim.” diye mırıldandı. Sonra yüzünü bana çevirdi. “Şimdilik.”

Loading...
0%