Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BÖLÜM BİR:DERTLERİMİN AĞIRLIĞI

@melissa_guven

BÖLÜM BİR: DERTLERİMİN AĞIRLIĞI

Arsen Veznedar…

Karanlık her yerimi sarmıştı.

Benim pusulam karanlığımın içindeki sarmaşıklardı.

Sarmaşıklar beni evime götürecekti.

Kaybolan ruhum bir gün canlanmayı bekliyordu fakat bilmiyordu ki ben bu gün bedensel olarak bu Dünyayı terk edecektim.

Benim hayatımı mahvedenlerden hesap almadan bu Dünyadan göçüp gidecektim.

Çünkü daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı.

Bu Dünya beni haddinden fazla yormuştu. Bu Dünyadan göçerken bütün dertlerimin ağırlığını bu Dünyada bırakıp gidecektim.

Dertlerimin ağırlığı beni burada yeteri kadar yormuştu orda da yorulmaya niyetim yoktu.

Bana yapılanları sineye çekmiş olacaktım ama bu acıdan da kurtulmuş olacaktım.

Bir seçim yapmam gerekiyordu ve bende yapmıştım.

Acıdan kurtulmak.

Bunun ise tek bir yolu vardı.

Son bir buçuk senedir yaptığım şeylerin aynısını tekrar ettim.

Akşamları bahçeye çıkmamıza izin vardı.

Bende benim buradaki en yakın arkadaşım olan Göknar ağacının altına oturdum.

Buradaki beni tek anlayan şey bu ağaçtı.

Her akşam onun altında oturur ve neler yaşadığımı düşünürdüm.

Bu yirmi beş yıllık hayatıma sınırsız acılar sığdırmıştım.

Tek mutlu anım vardı.

O da Karaca’nın doğmasıydı.

O benim kardeşim, arkadaşım, kıymetlim ve hayat kaynağımdı.

Zeytin ağacı gibiydi ne olursa olsun kendi kendini yenilerdi.

O bensiz yapamazdı, bende onsuz.

Ben suydum o ise suya muhtaç bir çiçekti.

Kök salması, yeşermesi, nefes alması, yaşayabilmesi için bana ihtiyacı vardı.

Bana en muhtaç olduğu dönemde beni ondan kopardılar.

Benim ona ev olmam gerekirken yara olmuştum.

Zaten benim gibi acıdan başka bir duygu bilmeyen kişiden de sevgi beklenemezdi.

Sevgisiz büyüyen bir çocuk başkalarına da sevgi gösteremezdi.

Çünkü sevginin ne olduğunu bilmiyordu.

Sevgi onun için beş harften oluşan bir kelimeydi.

Bana sevgi ne diye sorsanız alacağınız yanıt normal bir kelimeydi.

Sevgiyi gören bir çocuğa sorsanız sevgi onun için ailesinin ona gösterdiği bir duygu olurdu.

Benim için ise ailemin bana göstermediği bir duyguydu.

Ama ailem bana sevgi dışında bir çok şey öğretmişti.

Acı, dehşet, endişe, suçluluk, nefret, öfke, keder, tiksinti…

Bir çocuğun görmemesi gereken her şeyi görmüştüm.

Babamın deyimine göre bu duygular sayesinde çok daha güçlü olacaktım.

Ama gerçek bundan çok farklıydı.

Yaşadıklarımı kaldıramıyordum.

Ben günden güne erirken onlar güçleniyordu.

Ben günden güne ölürken onlar yaşıyordu.

Benim acım onların mutluluğuydu.

Günden güne deliriyordum,

günden güne kayboluyordum,

günden güne eksiliyorum,

günden güne kendini kaybediyordum,

ben günden güne yok oluyordum.

İnsan sadece nefes almadan gömüldüğünde mi ölürdü?

İnsan nefes alırken gömülemez miydi?

İnsanın ölmesi için illa nefes almaması mı gerekirdi?

Öyleyse neden ben her gün ölüyormuş gibi hissediyordum.

Nefes alıyordum, gömülmemiştim ama günden güne öldüğümü hissediyordum.

Galiba bu günlük bahçe iznimiz bitiyordu.

Bende ağacıma döndüm.

Çünkü artık ona gelemeyecektim.

Yarın sabahtan sonra Arsen Veznedar yok olacaktı.

Ki zaten çoktan yok olmuştu.

Sadece Dünyanın üstünden gidecekti o kadar.

Gök yüzüne son bir kez baktım.

Bir yıldız kaydı.

Bir dilek diledim.

Kardeşim mutlu olsun.

Yıldızlar, yeteri kadar enerji üretemezse patlayıp yok olurlardı.

Ve bende bu hayatta kalabilecek kadar enerji üretemiyordum.

Bir yıldız gibi bir anda patlayıp gidecektim.

Belki benim yaptığım kardeşime bencillikti.

Pazar günü beni göremeye geldiğinde abisinin ona öldüğünü söylediklerinde yıkılacaktı.

Ama abisi için ayakta duracaktı.

Buna mecburdu.

Benim hayatımı bitirenlerden intikamını alacaktı.

Çünkü bende öyle yapardım.

Kendim için savaşmayan ben kardeşim için savaşmakla kalmaz herkesi yok ederdim.

Bazen kardeşim için yaptığım şeyleri kendim içinde yapmalıyım diyorum.

Ama sonuç değişmiyor.

Yapmıyorum.

Artık burada yaşadıklarıma, beni deli gibi göstermelerine dayanamıyorum.

Karacama mektup bırakacaktım.

Ona neden bunu yaptığı açıklamam gerekiyordu.

Geldiği gün abisi ona bir mektupla üzülmemesi gerektiğini anlatacaktı.

Ama sadece bir mektupla.

Karşısına çıkıp ona anlatamayacaktım.

Ama biliyorum beni anlayacaktı.

Yok olurken üzüldüğüm tek bir şey vardı.

O da kendi dertlerim için Karacaya çok büyük dertler ekleyeceğimdi.

İnsan oğlu her zaman bencildir.

Kendini düşünmekten başkasını düşünmezdi.

Bende bencildim.

Arkamda bırakacağım yarayı düşünmeden gidecektim bu hayattan.

“Arsen hadi odana geçme vaktin geldi.”

Bana bunu söyleyen psikologdan başkası değildi.

Tek bir kelime etmeden yürümeye başladım.

Yürüdükçe ayağımın altında yaprak eziliyor ve hışırtılı sesler çıkarıyordu.

Hava serindi.

Kasım ayında olmamıza rağmen hava pek soğuk değildi.

Ya da içimdeki küçük çocuk artık üşümüyordu.

Kapıdan geçtiğimde her zamanki gibi karanlık bir koridor beni karşıladı.

Kalbim bu koridor gibiydi karanlık, ıssız, tehlikeli,…

Burayı, bu koridoru son kez görecektim.

Siyahların kapladığı o koridora girişimi yaptım.

Sadece bu koridor karanlık değildi.

Kalbimde karanlıktı.

Kalbim ve koridorun siyahlığı birbirine karışıyordu bunu hissediyordum.

Karanlık tüm bedenimi ele geçiriyordu.

Ve bende sorgusuz sualsiz karanlığa teslim oluyordum.

Karanlık her zaman içimizde midir?

Bir insan kötü olarak mı doğar?

Babama göre insanlar kötü olarak doğmazdı.

Ona göre sadece ben kötü olarak doğmuştum.

Ona göre bir gecelik yaptığı bir hataydım.

Ben bir hataydım.

Nefes almam bir hataydı.

Yürümem bir hataydı.

Baştan sona hataydım.

Ben bir insanın başına gelebilecek en kötü varlıktım.

Varlığım bile bu Dünyaya ağır geliyordu.

Ben bu Dünyada yaşamayı hak etmiyordum.

Ki bence hiç birimiz hak etmiyoruz…

Bu Dünya benim varlığımı kaldıramamıştı ki sadece Dünya değil ailem bile kaldıramamıştı.

Ben dayanılamayacak bir adamdım.

Kimsenin sevemeyeceği pisliğin tekiydim.

Bir pislik olarak söylüyorum bu Dünyada kimse kötü doğmazdı.

Kötü olmak için bir şeyler yaşaması gerekirdi bende yaşamıştım.

Bu sebeple bu kadar kötüydüm, bencildim, sevgisizdim,…

Ayağımdaki çamurlarla beraber koridorda yürüdüm.

Her yere basışımda ayakkabılarımın tabanı zemine geçiyordu.

Aynı kötülüğün dokunduğu her şeyin kötü olması gibi…

Ben bir insanın hayatına dokunsam bir gül gibi zamanla solardı.

Ben insana yaşamaması gerektiğini söyleyen o kötü adamdım.

Herkesin yolunu kötüye döndüren biriydim.

Çünkü bu hayatta bildiğim tek bir şey vardı.

O da kötülük.

Bana iyiliği öğretmek yeni doğan bir bebeğe konuşmayı öğretmek kadar imkânsızdı.

Bunu fark ettiğimden beri iyi biri olmaya çabalamıyordum.

Zaten çabalamam pek bir işe yaramıyordu.

Buradan önceki hayatımı özlediğimi düşünüyor olabilirsiniz.

Ama yanılıyorsunuz.

Ben hiçbir hayatımı özlemedim.

Ben hiç benim olan bir hayatı yaşamadım ki.

Dışarıda ne parka gittim, ne ailemle konuşabildim, ne resim çizebildim, ne de oyun oynayabildim.

Ben benim olmayan bir hayatı yıllarca yaşadım.

Burada da aynı şekilde.

Her gün aynı şeyi tekrarlıyordum.

Yine birileri benim yerime karar veriyordu.

Bir kez bile kendi hayatım için bir karar vermedim.

Veremedim.

Bir kez o dümenin başına geçemedim.

Hayatım her zaman birinin benim yerime karar vermesiyle devam ediyordu.

Ve biliyordum dur dersem durmayacaklarını.

Bu hiç değişmeyen bir akıştı.

Ve hayatımda ilk kez kendi kararımı verecektim.

Hayatımı sonlandıracaktım.

Kimsenin benim yerime karar vermediği bir evrene gidecektim.

Orada dert olmayacaktı.

Sıkıntı olmayacaktı.

Ama en sevdiğim kişi kardeşim de olmayacaktı…

Her çocuk karanlıktan korkar mıydı?

Ben bu soruyu cevaplayamıyordum.

Çünkü ben hep karanlıktaydım, çünkü ben hiç çocuk olmamıştım…

İyi insanlar gerçekten var mıydı?

Galiba yoktu.

Kötüler sevilir miydi?

Sevilmezdi.

Ailesi, arkadaşları, kedi, köpek, kuş,…

Bir böcek bile sevmezdi.

Karanlık bir geçmişim vardı.

O geçmişi tozlu raflara göndermiştim.

Kendimde o tozlu rafların içindeydim.

Çünkü ben tamamen karanlıktım.

Karanlık bir yerde olmazdı karanlık bir insanın içinde olurdu.

Ve bu karanlığı kimse fark etmezdi.

Bu karanlık senin günden güne içine işlerdi.

Sonunda ise bir bakmışsın karanlığın ta kendisi sen olmuşsun.

Ben bunu aynaya baktığımda bile anlıyorum.

Aynanın karşısına geçtiğimde sadece karanlık bir gölge görüyorum.

Koca bir karanlık.

Sonu olmayan bir karanlık…

Yerde son kez izlerimi bırakmıştım.

İçeriye geçtiğimde beni her zamanki gibi beyaz duvar karşıladı.

Beyaz renginin neden iyiliğe benzetildiğini anlamıştım.

Beyazdı çünkü beyaz hangi renkle karıştırırsan karıştır aynı rengi elde ederdi.

Sadece birazcık açığı olurdu o kadar.

İyilikte böyleydi bir kez kötü bir şey yaptığında devamı gelirdi.

Siyahlık en sonunda bütün her şeyi sarardı.

Bu doğanın kanunuydu.

Diğer bir kanun ise herkes en sonunda ölürdü.

Herkes bir gün yok olmaya mahkumdu.

Gözlerimi duvardan çektim.

Gözlerim yerlere baktı.

Yerler çamurla bulanmıştı.

Ama içinde hala beyazlık vardı.

Ben bir İncir ağacı gibiydim.

Değdiğim her şeyi zehirliyordum.

Günden güne yakınımdakileri zehirleyip yok ediyordum.

Ve bir gerçek vardı.

Ben babamın aynısıydım.

Her ne kadar istemesem de ben onun kopyasına dönüşmüştüm.

Beni onlar öldürmüştü.

Onlar bir canavar yaratmıştı.

Ve bu canavar etraftakilere zarar veriyordu.

Bunun sonucunda canavar kendini yok etmeye karar vermişti.

İlahi Bakış Açısı…

Arsen kendini her zaman ki gibi suçluyordu. Aslında asıl suçlu o değildi. Bunu fark etmişti ama kendini suçlamak ona daha kolay gelmişti. O diğer insanlar gibi değildi.

O dışarıdan kocaman bir adam olarak görülebilirdi. Ama değildi.

O küçük bir çocuktu.

O dışarıdan kırılmaz birisi gibi görülebilirdi. Ama değildi.

Onu herkes kırmıştı ve en sonunda kırılacak bir yeri kalmamıştı.

Gerçekler acıdır.

Hele ki onun için çok daha acıydı.

Çünkü o, kardeşi Karacayı düşünürken kardeşi aslında yıllar önce ölmüştü.

Demiştim, gerçekler acıdır.

O deli veya şizofren değildi.

O sadece kandırılmıştı.

Karacanın yaşamadığını bilmiyordu.

Sadece kandırılıyordu.

Asıl can acıtan ise Karacanın ölüm sebebi babasıydı.

Bazı çocuklar çok şanslıdır.

Babasının yanında gülüp, dans edebilen, oyun oynayabilen,…

Ve bunlardan önce babasının sevgisini hisseden çocuklar çok şanslıdır.

Ve ne yazık ki Karaca ve Arsen bu grupta değildi.

Arsen kendini büyük bir boşlukta hissediyordu.

Hiçbir şey onun için anlamlı değildi.

Bu Dünyada değer verdiği üç şey vardı.

Karaca, Aral ve Göknar ağacı.

Aral onun arkadaşıydı.

İçten içe Aral’a sinirliydi.

Çünkü bu cehennemden onu kurtarmamıştı.

Ama asıl gerçek şuydu.

Aral kaçırılmış ve türlü türlü işkenceler görüyordu.

Bunları yaşamasının sebebi Arsendi.

Arsen gerçek tende çevresindekileri zehirliyordu…

Arsen ayakta kalmaktan yorulmuştu.

Bitkindi.

Hayat onu yormuştu.

Kendisini yatağa atmıştı.

Hayat umurunda değildi.

Yatağına yattığında tek düşündüğü şey akşam kendini öldüreceğiydi.

İntihar edeceği için mutlu olmasını bekliyor olabilirsiniz.

Ama öyle değildi.

O geride bırakacağı kişileri düşünüyordu.

Kendini mutlu olmaya itiyordu ama olamıyordu.

Çünkü biliyordu intihar ettiği zaman yenilgiyi kabul edecekti.

Ki şu anda da yenildiğini düşünüyordu.

Ama bilmediği bir şey vardı.

O yenilmemişti.

Bu savaşın sonunda kazanan bile olabilirdi.

Tek yapması gereken şeyse yaşamaktı.

Ve o bunu başarabilecek miydi?

Bence başaracaktı.

Başarmak zorundaydı.

Kardeşinin intikamını almak için, arkadaşı için ve en önemlisi yaşayamadığı çocukluğu için.

Bunu çocukluğuna borçluydu.

Ve bunu fark etmesi için bir yol göstericiye, yanında her zaman olacak birine ihtiyacı vardı.

Saatler gelip geçiyordu.

Arsen ise yerinden bir milim bile kıpırdamamıştı.

Hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu.

Film şeridinde sadece ağlamaları vardı.

Bu düşüncelerden ayrılmasının sebebi hemşirenin odaya dalmasıydı.

“Arsen bey ilaç saatiniz geldi.”

Arsen yavaş bir şekilde yatakta doğruldu.

Hemşire ise o sırada Arsen’e yaklaştı.

Arsen avcunu açtı.

Hemşire ilacı avucuna bıraktı.

Arsen kendisine bakan hemşire ile ilacı ağzına attı.

Hemşire elindeki suyu Arsen’e uzattı ve Arsen de onu hemen aldı.

Arsen suyu aldı ve içti.

Hemşireye bardağı uzattı.

Hemşire ise elinden hemen aldı.

Hemşire odadan çıkacakken Arsen ayağa kalktı ve hemşireye doğru düşüyormuş gibi yaptı.

Hemşire normal olarak onu tutmak için hamle yapmıştı.

 

Arsen ise hemşireye çaktırmadan onun cebindeki iğneyi aldı ve ağzındaki ilacı avucuna tükürdü.

Her şey planlıydı.

Bu hemşire genelde sakinleştirici iğne yapan bir hemşireydi.

Aynı zamanda da ilaç verendi.

Arsen hastanede olduğu süre boyunca sadece ilaçlarını o hemşire getiriyordu.

Arsen ise iyi bir gözlemci olduğu için iğnenin olduğunu ilk geldiği günden beri görmüştü.

Arsen hemen kızın üstünden çekildi.

“Pardon”dedi.

“Sorun değil siz iyisiniz değil mi Arsen bey?”

“İyiyim.”

Kısa ve öz bir cevaptı.

Arsen hiçbir zaman konuşmayı seven bir adam olmamıştı.

Aslında sevip sevmediğini bile bilmiyordu.

Çünkü onun konuşmasına hiçbir zaman müsaade edilmemişti.

O da onların isteğini yerine getirdi.

Hemşire başını sallayıp kapıdan çıkıp gitti.

Arsen zeki bir adamdı, hemşirenin en fazla on dakika sonra iğnesinin olmadığını anlayacağını biliyordu.

Bu yüzden hızlı olmalıydı.

İğnenin ucunu kontrol etmişti.

İğnenin ucunun olduğunu görür görmez şah damarına iğneyi tutmuştu.

Tam saplayacaktı ki kapı açıldı.

Arsen kapıya baktığında daha önce hiç görmediği bir kadını görmüştü.

Kadın ise Arsen’e şok içinde bakıyordu.

Arsen ve kadının bilmediği bir şey vardı.

Kadın adamın hayatını kurtaracaktı.

Adam ise kadının hayatını bitirecekti.

Çünkü denge anca böyle sağlanırdı.

 

 

Loading...
0%