@melissariaa
|
♫ Boy Epic-Up Down ♫
|| Bölümü oylarsanız sevinirim, iyi okumalar.||
Bazen birilerinin kaybetmesi, pes etmesi, ayaklar altına alınması gerekir. Garip ama bu bir yazılı olmayan kuraldır. En adil, en muhteşem gezegen de bile yaşasanız her zaman ayaklar altına alınan birileri vardır orada. Belki siz göremezsiniz çünkü her şey sizin açınızdan kusursuzdur veyahut gözleriniz öyle bir boyanmıştır ki dört tarafı çitlerle çevrili bir evde kendi pembe evreninizi yaratırsınız. Ne istiyorum, diye sormazsınız kendinize eğer sorarsanız birileri sizi muhakkak susturur çünkü. Bir kişinin istediği gibi yaşar, onun istediği gibi ölürsünüz. Hayallerinizin olmasının bir önemi yoktur. Işıklar üzerinize kapatılır ve kendi karanlığınızda boğulmaya mahkum edilirsiniz. Size bir ev, yiyecek ve huzur verir ama daha fazlasını isteyemezsiniz. Hiçbir şeyi siz seçemezsiniz çünkü her zaman o en iyisini bilir hatta bu öyle bir şeydir ki sizin hayatınız için bile her zaman en doğrusunu, en iyisini o bilir. Kendi yerinizi kendiniz belirlemek mi? O zaten imkansız. Eğer potansiyeliniz varsa seçilirsiniz ama bulunacağınız konumu asla siz seçemezsiniz. Yıllarca farkedilmek için çabaladım. Birilerinin görmesini, duymasını istedim. Bu saçma düzeni tek başıma değiştirebilirim sandım ama bir insan yalnız başına sadece kendi hayatını değiştirebilirmiş. Her gezegen de bu sistem aynı mı işliyor, cidden merak ediyorum. Asla pes eden birisi olmadım ve olmak gibi bir niyetim de yok. Karşımda ki kişi yarı tanrı gücünde bir Lord'dan ziyade Tanrı'nın kendisi bile olsa bundan sonra sadece kendi istediğim düzen için çabalayacağım. Bu gezegeni, sistemi, Lord'u, halkı değiştirebilir miyim bilmem ama bu gezegen de gözümü açtığım her gün, fani bedenimle savaşacağıma ant içtim. Sonu ölüm bile olsa. Zaten çekik olmasından kaynaklı yeterince kısık olan gözlerimi daha fazla kısarak avcıya odaklandım. Hala varlığımı hissedememiş olması keyfime keyif katıyordu. Oysaki beni farketmesi için onca şey yapmıştım. Bulunduğum ağacın arkasından fırlayıp bir diğerinin arkasına geçtim. Sonunda çatırdayan dal ve yaprak sesleri hislerini dürtmüş olacak ki kafası hızla benden tarafa döndü. Dilimi dudaklarımda gezdirip sol tarafının hafifçe yukarı kıvrılmasına izin verdim. Gözleri yavaşça benden tarafı tararken, vücudundan yayılan tedirginliği iliklerime kadar hissedebiliyordum. Adımları bu sefer de benden tarafa çevrildiğinde sonunda diye çığlık atabilirdim. Hançerimi sağ elimde bir tur çevirerek doğruldum ve ağacın arkasından çıktım. Avcının gözleri bir insan görmenin şaşkınlığıyla açıldı. Burası ikinci kıtaydı ve burada kimse yaşamazdı. Benim dışımda. "Senin burada ne işin var? Sen kimsin?" diye bağırırken bir yandan da hançerini biraz daha havaya kaldırarak kendini güvenceye aldı. Tabii ne kadar alabilirse. Kalçamın altına kadar uzanan örgümü geriye savurarak kafamı iki yana salladım ve perçemlerimi düzelttim. Yüzümdeki gülümsemeyi söndürmeden, rahat ve dik bir şekilde ondan tarafa yürümeye başladım. "Belki biraz aptal erkek avlarım diye düşünmüştüm." diye fısıldarcasına konuştum. Beni çok rahat duyabildiğini biliyordum. O benim gibi değildi. Sonunda aramızdaki mesafe fazlasıyla azaldığında kaşları iyice çatıldı ve dudaklarının arasından alaycı bir kıkırdama döküldü. "Bir kadın?" Gülmeye devam etti. Gülümsemem yüzüme yayılırken hançerimi havaya kaldırdım. "Sonun olacak bir kadın." diyerek dediğini düzelttim ve hançerimi kafasına fırlattım. Çok rahat ve çevik bir hareketle hançeri havada yakaladığında alaycı gülümsemesi yüzünden bir an olsun silinmemişti. "Gerçekten mi?" Bana doğru yaklaştığında bir adım geriledim. "Beni böyle alt edebileceğini mi sandın?" Kehribar rengi gözleri büyünün etkisiyle daha fazla parlarken tek kaşımı havaya kaldırdım. "Evet." diyerek sakince yanıtladım. Elinde tuttuğu hançerimi bir tur elinde çevirerek -kabzası yerine hala keskin yerinden tutuyordu- çenesini hafifçe yukarı kaldırdı. Bu kendince beni aşağılamaya çalıştığını gösteriyordu. "Bari sonun olacak bir kadın falan deyip kendi karizması çizmeseydin." Gözleri beni baştan aşağı süzdü. "Yazık olacak, güzelmişsin de." derken bana doğru bir adım daha atacaktı ki bir anda donup kaldı. İşte başlıyoruz. "Öyleyimdir." dedim son derece cilveli bir ses tonuyla. Yavaşça etrafından dolanıp arkasına geçtim ve dizinin arkasına tekme atarak yere düşmesini sağladım. Yere düşmenin etkisiyle ellerini boğazına yerleştirerek şiddetli bir şekilde öksürmeye başladı. Tekrardan önüne geçerek yere baktığımda ağzından toprağa damlayan siyah kanları gördüm. Sağ elimin parmaklarıyla çenesini kavrayarak kafasını yukarı kaldırdım. Gözlerinin içi saniyeler içinde siyah sıvıyla dolmaya başlamıştı. Dudağımın sağ kenarı tatmin olmuşcasına yukarı kıvrıldı. "Bir kadından sana ufak bir tavsiye," Çenesindeki parmaklarım sıkılaştı. "Bir daha ki sefere avlanırken duyularını daha dikkatli kullan." Aklıma bir şey gelmişcesine gözlerim kısıldı ve kıkırdadım. "Ah, tabii bir daha avlanacak bir yaşamın olursa." Doğruldum ve bir adım geri çekildim. "Du-" Sözünü tamamlayamadan tekmemi çenesinin altına geçirdim. Boynunun kırılma sesi etrafta yankılandı. Hançerin üzerindeki zehir sayesinde vücut direnci bir tekmeye karşı bile savunma alamayacak kadar düşmüştü. Her ihtimale karşı tetikte durarak tamamen ölmesini bekledim ve hiç zaman kaybetmeden bütün kıyafetlerini çıkardım. Bir süre sonra alaycı kahkaham etrafta yankılanmaya başladığında, gözlerim adamın siyah ve üzerinde renkli çiçek nakışları olan iç çamaşırında takılı kaldı. "Neyse, naçizane donun seninle kalabilir." diye fısıldadığımda sol bacağımda takılı olan kemerden minik bir şişe alıp içindeki sıvıyı adamın dudaklarından içeri döktüm. Bu sıvı cesedin yok olmasını sağlıyordu. İşaret ve orta parmağımı açık kalmış kanlı gözlerinin üzerine götürerek gözlerini kapattım ve ayağı kalkıp eşyaları toparladım. Bugünü de kârlı bir şekilde atlatmıştım. Adamın üzerinden, belinden bulduğum iki tabanca ve Lord'a ait olduğu belli olan iki adet hançer çıkmıştı. Yakında bu hançerlerden bir koleksiyon hazırlayacaktım. İkinci kıtaya çok fazla avcı veya diğer birliklerden kişiler gelmezdi çünkü gelmesi fazlasıyla zahmetliydi. Önce bir okyanusun aşılması gerekiyordu ve bu okyanus sanıldığından çok daha ürkütücüydü. İçerisinde milyonlarca yaratığın yaşadığı söylenirdi -bunu söyleyen her kimse kesinlikle kendisine hak veriyordum. Ben Lord'un gemilerinden birisine sızıp, bu kıtaya geçerken gemiye bir sürü yaratık saldırmıştı. Hayatımda en çok kan ve ceset gördüğüm an sanırım o andı. O anki kanların kokusu burnuma tekrardan dolunca yüzümü buruşturdum. Tam bir vahşetti ve o okyanustan tekrar geçmeye asla cesaretim yoktu. İnsan yüzü görmediğinden, sarmaşıklarla ve yosunlarla kaplanmış kayalıkların üzerinden dikkatlice geçerken şelale tüm ihtişamıyla beni karşıladı. Dikkatlice sarmaşıkları eldivenli elimle önümden çekerken olabildiğince nazik davranmaya özen gösterdim. Bu gezegende her şey büyülüydü bu yüzden sıradan bir sarmaşığın bile her an size ne yapacağı belli olamazdı. Yavaş adımlarla şelalenin hemen yanında duran kulübeme yürümeye başladım. Şelaleyi çok seviyordum. Büyülü suyun yanında büyülü her türlü bitkiyi bulmak mümkündü -en çok sevdiğim tarafı da buydu. Ayrıca hayvanlar buraya su ihtiyaçlarını gidermeye geldiklerinden, asla aç da kalmıyordum. Adımlarıma dikkat ederek eve yöneldiğimde duyularım, vücudumun kaskatı kesilmesine sebep oldu; yakınlarda kesinlikle tehlikeli olan bir şey vardı. Fani olabilirdim ama altıncı hissim en az bir büyücü kadar kuvvetliydi. Hızlı ve dikkatlice gözlerimle etrafı taradıktan sonra dikkatim sarmaşıkların arkasındaki hareketlenmeye takıldı. Az önce öldürdüğüm avcının tek olmama ihtimali vardı ve takip edilmiş olabilirdim -gerçi böyle bir şey olsa kesin hissederdim ama yine de bir ihtimaldi. Eşyaları yere bırakıp avcının üzerinden çıkan silahı hızlıca belimden çıkardım. İçinde mermileri olup olmadığına bakıp hareketlenmenin olduğu yere doğru doğrulttum. Silah kullanmak çıkardığı sesten kaynaklı daima en tehlikeli ihtimaldi. Bu yüzden diğer elimi de her ihtimale karşı hançerimin üzerine koydum. Hareketlenmenin çoğalmasıyla sarmaşıkların arasından bir kurdun fırlaması ve sarmaşıkların onun bedenine dolanması bir oldu. Az önce bahsettiğim işte tam olarak buydu; büyünün ne yapacağı belli olmuyordu. Kurt fazlaca uzağımdaydı ve kafamı bulandıran fazlaca şey vardı. Mesala kurdun şu an çırpınmasına rağmen hala nasıl ulumadığı veya kükremediği gibi. Adımlarım evimden tarafa gerilemeye başladığında kurt pençeleriyle sarmaşıkları parçalamış ve tekrar atağa geçişti. Adımlarım geri geri gitmeye devam ederken gözlerim yaklaşan kurda odaklandı ve gördüğüm şey karşısında vücudumun titrediğini hissettim. Bu sıradan bir kurt değil, enfekte bir kurttu ve başı yoktu. Her enfekte de olduğu gibi derisinin belli bölgeleri erimiş ve kaburgasının parçaları görünüyordu. Kaçmak gibi bir şansım yoktu o yüzden hızlıca bana yaklaşmakta olan kurdun gövdesine nişan alıp üç defa tetiğe bastım. Silahın patlama sesi bütün ormana yayılırken gözlerimi kurttan ayırmadım. Koşmayı bırakmış, tökezler adımlarla bana birkaç adım daha atıp önüme yığılmıştı. İğrenç bir görüntüsü ve kokusu vardı. Yüzümü buruştururken kopuk boynuna bakmadan edemedim, ilk defa kafası olmayan bir enfekte görüyordum. Boynunun tüyleri dökülmüş ve erimeye yüz tutmuş derisinin üzerinde ufak mantarlar oluşmaya başlamıştı. Gözlerimi kısarak mantarlara baktığımda küflenmiş gibi bir yapısı vardı. İğrenç. Birazdan bir sürü enfekte buraya doluşacağı için eşyaları kucağıma doldurup hızlıca eve doğru koşmaya başladım. Uliana'nın asla alışamadığım en kötü tarafı buydu. Etraf cennetten farksız bir eşsizliğe ve güzelliğe sahipti fakat enfekteler resmen bu gezegeni kirletircesine akın ediyorlardı. Cennetin içine sızmış cehennem iblisleri. Var gücümle eve doğru koştuğumda çoktan birkaç enfekte kurdun etrafına üşüşmüştü bile. Bunun için arkamı dönmeme gerek dâhi yoktu. Bir tanesinin arkamdan koştuğunu duyduğumda hızımı arttırdım ve eve girerek sertçe kapıyı kapattım. Kapının arkasından, kapıyı eşelemeye çalışıyordu. Derin bir nefes alıp sakinleşebilmek için kendime zaman tanıdım. Çok fazlalardı, hissedebiliyordum. İşte bu yüzden çok fazla silah kullanılmazdı; kullanıldığında çıkan o patlama sesine enfekteler bu şekilde anında üşüşürdü. Tabii bu diğer bir bakımdan 'gelin ve beni yiyin' demenin başka bir yoluydu. Üzerimdeki fazlalık ve ağırlıklardan kurtulup cama yöneldim. Yaklaşık 20-25 tane enfekte insan, kurdun tek bir kemiği bile kalmaya kadar yiyorlardı. "Fazla iğrenç." Kendi kendime mırıldandığımda cama biraz daha yaklaşarak kapımı eşelemeye çalışan enfekteyi görmeye çalıştım. Görüntüsüne ulaşamasamda kusarcasına boğazdan çıkardığı sesler rahatlıkla kulağıma geliyordu. Masama yönelip raftan ufak bir cam şişe aldım. Enfekteleri yok etmek için yaptığım özel bir karışımdı. Enfekteler ve büyülüler her türlü silahla kolaylıkla öldürülebiliyordu fakat asıl sorun cesetleriydi. İşte bu karışımlarım da tam o kısımda devreye giriyordu. Karışımı rastgele elime aldığım bir hançere döktüğümde tekrardan cama yanaştım. "Bakalım diğerlerinin dikkatini çekmeden seni nasıl çağırabilirim." Sesli düşündüğümde istemsizce kaşlarımı çattım. Temkinli bir şekilde camı açtığımda iğrenç sesi daha rahat duyulmaya başladı. Hançerin ucunu yavaşça cama sürttüğümde gözlerimi diğer enfektelerden ayırmamaya çalışıyordum; eğer onların dikkatini çekersem ölmem an meselesi olabilirdi. Kapımın önündeki enfekte çevik bir hareketle cama atıldığında hançeri hiç zaman kaybetmeden kafasına sapladım fakat hançeri saplamamla onunda suratıma pençemsi tırnaklarını geçirmesi bir olmuştu. Acıyla dudaklarımı birbirine bastırdığımda sessiz olmam gerektiğini defalarca kez kendime hatırlattım. Sonunda karışımım etkisini gösterdiğinde enfekte yavaşça küle dönüşmeye başladı. Sapsarı, göz bebeği olmayan gözleri acıyla bana baktığında hızlıca geri çekilip eve girdim ve camı kapattım. Acıyla dizlerimin üzerine çökerken son bir gayretle perdemi de kapattım. "Ah, sikeyim!" Acıyla inlediğimde ellerimi suratıma bastırdım. Yüzümdeki kanlar parmaklarımın arasından yere damlarken gözlerimi açık tutmaya çalıştım fakat sanki yüzüm birkaç saniye içinde felç olmuş gibiydi. Doğru düzgün etrafımı bile göremezken zor bela yerde sürünerek masamın sandelyesine oturdum. Elime geçen herhangi bir bez parçasını suratıma bastırarak masamın üzerindeki aynadan kendime baktım. Gözlerimin beyaz kısımları komple kanla dolarken, yüzümün sol üstünden başlayarak dört pençe izi çapraz bir şekilde sağ alta kadar uzanıyordu. Fazla korkunçtu, çok canım yanıyordu. Sağlık eşyalarımın olduğu taraftan yarayı temizlemek için birkaç sıvı ve enfekte zehrinin kanıma karışma ihtimaline karşın kendi yaptığım bir merhemi aldım. Yarayı düzgünce temizledikten sonra merhemi sürmeye başladım. Ağzımdan acıyla iniltiler çıkıyor, gözlerimden kanla birlikte yaşlar akıyordu. Daha kötü yaralar almıştım elbette ama bir türlü bu acıyla başa çıkamıyordum. Belki alakasızdı ama bunun için bile içimden Lord'u suçladım. Her şey için onu suçlayabilirdim; yüzümdeki yara için, canım yandığı için, enfekteler etrafta olduğu için, bu kıtada bir başıma yaşadığım için... Yarayla işimi hallettikten sonra yüzümü sardım, sol gözüm dışında neredeyse yüzümün her yeri kapanmıştı. Çok bir önemi yoktu, nasıl olsa yarın uyanınca çıkaracaktım. Perdenin kenarını hafifçe kaldırıp enfektelerin hala orda olup olmadıklarını kontrol ettim. Gitmişlerdi ve beraberlerinde -midelerinde- kurdu da götürmüşlerdi. Ölen enfekte bir kurt değil de bir insan olsaydı, yine bu şekilde yamyam gibi yiyeceklerdi. Her şeyi yiyorlardı. Bazen birbirlerinin hatta kendi uzuvlarını yedikleri için bazı parçaları olmayabiliyordu, kol, ayak, el, parmak, bacak gibi. Fakat bugün gördüğüm çok farklı bir boyuttu. Eğer bir kurt, kafası olmadan hala ayakta kalabiliyorsa, aynı bu şekilde bir enfekte insan görmekte mümkündü. "Sanırım kafasız bir insanla karşılaşmaya hazır değilim." Perdeyi eski konumuna getirip bütün kilitleri kontrol ettim. Mum çekmecemden siyah bir mum alıp kibritle ucunu yaktım. Bir süre yanmasını bekledikten sonra dış kapıya yönelip mumun ucundaki eriyen sıvı kısmı kapının eşiğine bir çizgi şeklinde döktüm. Bunu birkaç defa tekrarlayıp yerdeki siyah mum kalıntısını kalınlaştırdım. Bu mumları büyülü gölün etrafından topladığım balmumlarından yapmıştım ve bu elimdeki siyah mum eşik arasına döküldüğünde, o eşikte hafif bir koruma kalkanı oluşturuyordu. Ve evet, bu evdeki her şeyi kendi ellerimle yapıyorum. Genel güvenlik kontrollerimi bitirdikten sonra üzerimi değiştirip, başucumdaki kurulabilen saati sabah yediye kurdum ve yatağa girdim. Sırt üstü uzanarak yüzüme dikkat etmeye çalıştım, hala fazlasıyla yanıyor ve acıyordu. Gözlerimi kapatarak güzel şeyler düşünmeye ve zihnimi uykuya itmeye çalıştım. ✵ Yoğun bir acıyla titreyerek uyandım. Dudaklarımdan istemsizce bir inilti dökülürken elimi yüzüme götürdüm fakat dokunmadım. Daha doğrusu dokunamadım. Yataktan çıkarak aynanın karşısına geçtim ve yüzüme baktım. Gördüğüm görüntü karşısında adeta kanımın çekilmişti. Yüzüme sardığım bez, kanın kırmızılığı ve iltihabın sarılığıyla mahvolmuştu. Daha önce hiçbir yaram iltihaplanmamıştı. Bezi dikkatlice çıkarmaya çalıştığımda açılmadı, biraz daha çekiştirdiğimde vücuduma öyle acı yayıldı ki bir anlığına gözümün karardığına yemin edebilirdim. Bezin yaraya yapıştığını anlayınca duvarlardan ve etraftaki eşyalardan destek alarak banyoya gittim. Sıcak su veren musluğu açıp , elimle yaranın olduğu kısımlara sürerek bezi yumuşatmaya çalıştım. Acılar içinde, zor da olsa sonunda bezi çıkacak kıvama getirdim ve tekrardan içeri dönerek bezi daha dikkatli bir şekilde çıkarmaya başladım. Bezden tamamen kurtulduğumda sesli bir şekilde yutkunmak zorunda kaldım. Yüzüm mahvolmuştu. Darbe alan sağ gözümün beyaz kısımları tamamen kırmızıya bulanmış ve pençenin yırttığı kısımlarsa iltihaplanmıştı. Aslında bu vücudun gösterdiği normal bir tepkimeydi fakat kullandığım merhemin yarayı birkaç saat içinde iyileştirmesi gerekiyordu. Bu hep böyle olurdu; yaralanırdım, merhemi sürerdim ve uyanınca iyileşmiş olurdum. "Bu sefer farklı olan ne?" Ayna da bir şeyleri anlamak istercesine kendime bir soru yönelttiğimde yüzümü incelemeye devam ettim. Sol gözümü kapatarak, sağ gözümün görüşünü kontrol ettiğimde biraz karanlık ve puslu gördüğümü fark ettim. Masama yönelerek sandalyeye oturdum ve artık başımı ağrıtmaya başlayan at kuyruğu ve örgümü hızlıca açtım. Neredeyse yere değecek olan simsiyah saçlarımın ön tutamlarını kulağımın arkasına sıkıştırarak geri kalanını da sandalyeden aşağı sarkıttım. Saçlarımı ne kadar sevsemde bazen başa çıkmak zor olabiliyordu bu yüzden çoğunlukla örülü kullanıyordum. Kavanozları karıştırıp içlerinden işime yarar birkaç bitki aldım. Kuru bitkileri havan yardımıyla ezerek ufaladım ve çiçeklerin özlerinden yaptığım iyileştirici özelliği olan bir yağ ile birleştirdim. En son bu karışımın üzerine şelaleden aldığım büyülü suyu ekleyerek tekrar karıştırdım ve minik bir damla kutusuna doldurdum. Derin bir nefes alarak bedenimi rahatlatmaya çalıştım ve kafamı geriye yatırarak hazırladığım damlayı sağ gözüme damlattım. Masaya tutunduğumda tırnaklarım resmen masayı delip geçecekti. Derin ve keskin nefeslerimi ne kadar kontrol altında tutmaya çalışsamda bu çok zordu, dayanılamaz bir acıydı bu. Çok sık kullandığım bir şey olmadığından, vücudumun fazlasıyla büyü içeren bu damlayı hazmetmesi epey sancılı oldu. Sol gözümü zar zor açarak çekmeceden yuvarlak, göz için kestiğim sargı bezlerinden aldım ve sağ gözümü sargı beziyle kapattım. Yüzümdeki kesiklere de hızlıca bir pansuman yaptım ve tekrardan merhem sürerek açık bıraktım. İyileşmesi için hava almasına ihtiyacı vardı, benimde bu acıya alışmama... Başucumdaki saat titreyerek ses çıkarmaya başladığında gözlerimi pencereye çevirdim; hava aydınlanmıştı. Gidip saati durdurduktan sonra yatağa oturup düşünmeye başladım. Doğru düzgün uykumu alamadığım için bedenim deli gibi geri yatmak istese de dışarı çıkıp enfektelerdeki bu farklılaşmanın sebebini öğrenmek zorundaydım. Eskisi gibi olmayan bir şeyler vardı ve bilinmezlik benim en nefret ettiğim şeylerden birisiydi. Normalde bir enfekte beni korkutmazdı fakat son birkaç ayda önce sayıları yükselmeye başlamıştı, sonrada hiç görülmemiş durumlar görülmeye başlanmıştı. Dün kurdun başının olmamasına rağmen sanki önünü görüyormuşcasına atağa geçmesi gibi. Bu düşünceyle birlikte duruşumu dikleştirdim. Gözlerim istemsizce kapıya kaydığında hislerimi açmaya çalıştım. Son birkaç ayda olanları tek tek gözümün önüne getirdim. Avcılar normalde iki ayda bir ikinci kıtaya kontrole gelirlerdi fakat dün bir avcıya rastlamıştım. Aynen geçen ay bu günlerde rasladığım avcılar gibi. Bazı zamanlar Lord'un emri üzerine, kısa süre içinde devre değişimi yapıp ikinci kıtaya geldikleri oluyordu ama resme geniş açıdan baktığımda bu artık daha sık ve daha düzenli olmaya başlamıştı. İkinci kıtaya geliş süreleri azalmıştı. Belki de bir şey arıyorlardı. Bir diğer şey ise enfekteler öncesine göre biraz daha zor ölmeye başlamıştı. Mesela bir hançer darbesine ölen enfekte, bazı zamanlar iki veya üç hançer darbesine ölebiliyordu. Buna ek olarak vücutlarında farklı reaksiyonlar oluşuyordu. Mantarların bir virüs gibi enfektelerin sistemine girip deri yüzeyinde can bulması gibi. Bazı gördüğüm enfekteler, her zaman görmeye alışık olduğum enfektelerden farklı olarak çıldırmış gibi davranıyor, kendi mantıklarına aykırı davranışlarda bulunuyorlardı. Bunları tek tek düşündüğümde şüphe duymam zordu. Neticesinde bahsi geçen şey yaşam fonksiyonu olmayan, erimeye yüz tutmuş ve kemikleri dışarı fırlamış olan, zombiden hallice yaratıklardı. Fakat bunları diğer şeylerle birlikte birleştirdiğimde zihnim tek bir şeyi işaret ediyordu. "Bu gerçek olabilir mi?" diyerek mırıldandığımda, işte şimdi gerçek bir korku ruhumu kaplamıştı. Öğrenmem lazımdı. Bunu çözmem ve olacak bütün her ihtimale karşı önlem almam gerekti. Tekrar tekrar aynı şeyleri düşünerek zihnimi zorladım ve ufak bir ipucu bile olsa bir şey bulmak için çabaladım fakat nafile. Sonunda pes ederek haki renkte dar bir pantolon ve vücudumu sıkıca saran, yine aynı renkte boğazlı bir kazak alıp üstüme giydim. Dışarı çıkarken çoğu zaman yeşil ve dar giyinmek zorunda kalıyordum. Yeşil beni bitkilerin arasında gizliyor, dar giysilerse çoğunlukla hızlı hareket ettiğimden hareket engeli oluşturmuyordu. Sol bacağıma silah kemerimi, sağ bacağıma küçük şişelerdeki karışımlarımdan koymak için olan hazneli kemerimi taktım ve kemerlere eşyaları yerleştirdim. Son olarak ufak bir defteri de kemere sıkıştırdım. Her ihtimale karşı yanıma zehir, merhem ve iyileştirici gücü olan tek içimlik karışımlardan almıştım. Artık karşıma ne gibi şeylerin çıkacağından emin olamıyordum. Saçlarımı da örüp, tamamen hazırlanmış bir şekilde kapıya yöneldiğimde dışarıda yüzümün açık kalan kısımlarının daha çok mikrop kapma ihtimali aklıma ilişti. Sargı bezi kullanırsam hem rahatsız olurdum hem de görüşüm etkilenirdi. Hızlıca evin içini tarayıp yüzümü koruyacak bir şey bulmaya çalıştım. Sandalyemin kenarından sarkan siyah tül bir şal gözüme takıldığında, hızlıca onu alıp saçlarımın üzerine atarak yaralı gözümü kapatacak şekilde rastgele bağladım. Daha fazla zaman kaybedemezdim; hızlıca evden çıktığımda her gün olan rotamın dışında, sessiz olmaya dikkat ederek yürümeye başladım. Daima bir elim hançerimin üzerinde duruyordu. Şu anlık rotam okyanusa en yakın olan yarığa gitmekti. İkinci kıtada toplam sekiz tane yarık vardı. Bu yüzden burası ikinci kıtaydı çünkü insanlara göre burada yaşamak imkansızdı. Eh, haksızda değillerdi. İkinci kıta, birinci kıtanın çeyreği kadardı. Buna rağmen yarık sayısı birinci kıtada üçken, burada sekizdi. Avuç içi kadar yerde, bu kadar enfektenin içinde yaşamak akıl kârı değildi. Benim burada olma sebebimse tamamen kendi ölümümden kaçmamdı. En çok enfektenin çıktığı yarık, kıtanın en kuzey batısında yer alan okyanusun hemen yanındaki yarıktı. Fikrimce o yarık ilk açılan yarıktı -gözlemlediğim şeyler de bu fikrimi gayet sağlam bir şekilde destekliyordu. Eğer enfektelerde bir farklılaşma ve birbirilerine farklı bir gen aktarma gibi durumlar söz konusuysa bunun ilk gerçekleşeceği yer de kesinlikle orasıydı. Ensemde hissettiğim ürpermeyle hızlıca hançerimi çekip, sağlam gördüğüm bir ağacı arkama aldım. Tek gözle etrafı kontrol etmek zor olduğundan kendimi ne kadar güvenceye alırsam o kadar iyiydi. Karşımdaki ağacın arkasından sesler geldiğinde hançerimi biraz daha havaya kaldırdım. İnsan bir enfekte sendeleyerek açığa çıktığında direkt olarak gözlerime baktı. Gözümü kıstığımda öldürmek için atağa geçmeden hızlıca vücudunu ve yüzünü taradım. Enfekte atağa geçmiyor, kafasını hafifçe yana yatırarak sarı gözleriyle o da beni inceliyordu. İşte bu kesinlikle bir enfektenin yapacağı hareket değildi. Hafifçe eğilerek hançerimi yere bıraktım ve dizlerimin üzerine çökerek ellerimi başımın arkasına koydum. "Teslim oluyorum. Lütfen beni bağışla." dedim onun kim olduğunu anladığımı belli ederek. Karşımdaki şey bir enfekte değildi; Gabona'nın bir parçasıydı. Karanlığın tanrısı. Bu evrende öldürülmesi imkansız olan tek varlık. Enfekte gururu okşanmışcasına pis bir şekilde güldü ve bana doğru yaklaşmaya başladı. Sakin ol, Rina. Sakin. Derin nefes al. Bir gün bu anın geleceğini biliyordun. Sakin kal ve iradeni koru. Ailen için, kendin için, masumlar için işin aslını öğrenmen gerek. Başımı kaldırıp enfekteye baktım. Bazı parmaklarının olmadığı ve yarısı erimiş elini yanağıma yerleştirdi. Bir süre bu şekilde bana baktıktan sonra yüzümdeki şalı bir anda çekip attı. Keskin rüzgar yüzüme çarparken gözlerimi kapattım. Gülüşü tekrardan kulaklarıma iliştiğinde her şey ağır çekimde oluyor gibiydi. Şimdi. Gözlerimi açıp kolundan tuttum ve ayaklarına tekme atarak sırtüstü yere fırlattım. Çevik bir hareketle gövdesine oturup elimin içine sakladığım zehir şişesini, yüzüne vururak parçaladım. Zehir anında çürümüş tenine işlerken enfekte acıyla çığlık atmak için tam ağzını aralayacaktı ki haçerimi ağzının içine sapladım. Durmadım ve hançeri çıkarıp defalarca suratının her bir köşesine sapladım. Gabona'nın bir parçası bu enfektenin bedenindeyken, bir darbeyle ölmesi ihtimal dahilinde bile değildi. Yüzüm ve üzerim kanlar içinde kalırken ayağı kalkıp suratına baktım. Enfektenin cesedi titremeye başladığında Gabona'nın parçası bir ruh gibi enfektenin bedeninden çıkıp ormanın içine karıştı. O gidene kadar gözlerim onu takip etti. Gabona görülebilen bir varlık değildi fakat altıncı hissiniz yüksekse onu adeta görüyormuşcasına hissedebilirdiniz. Ben de bu sayede nerede olduğunu gözümle görür gibi hissedebiliyordum. Bu tarz güçlü varlıkların yaydığı enerjiler veya güçlü büyüler, havada enerji titreşimi oluşturuyordu. Kemerden suyumu çıkarıp elime dökerek yüzümü olabildiğince temizlemeye çalıştım. Yaramın daha fazla iltihaplanmasıyla uğraşamazdım. Gözlerim şalı arasada çoktan uçup gitmişti. Enfekteye son bir bakış atıp tekrardan yoluma devam etmeye başladım. Normalde böyle bir oyun oynamama gerek yoktu fakat Gabona'ya yakından bakmak istemiştim. Canlı bir şekilde. Herkes Gabona'yı öldürmenin bir yolu olmadığını söylüyordu; yüzyıllardır süregelen inanış buydu. Bana kalırsa hiçbir varlık ölümsüz değildi. Tanrı ve evren bile. Bu yüzden -ne kadar şu anlık gündemim bu olmasa da- ben de bu tanrı gibi görülen varlığın ölümünün bir yolunu bulmaya çalışıyordum. Yaklaşık bir saat süren bir yürüyüşün ardından yarığın yanına gelmiştim. Bir kayanın arkasına yerleşerek her şeyi net görebileceğim fakat kendimi koruyabileceğim bir mesafe koymuştum aramıza. Enfekteler anında varlığımı hissederdi bu yüzden ay suyundan ve enfekte kanından yaptığım spreyi çıkarıp her yerime sıktım. İğrenç kokuyordu fakat beni bir enfekte olarak algılamalarını sağlıyordu. Etrafımı ve bedenimi esir alan bu kokuya yüzüme buruşturup hafifçe doğruldum ve enfekteleri izlemeye başladım. Şu anlık bir gariplik yoktu. Bazılarının birbirlerinin üzerine çıkıp birbirlerini yemeleri dışında tabii. "Acaba bu şekilde çiftleştiklerini mi sanıyorlar?" diyerek kendi kendime konuştuğumda, sessizce bu fikre kıkırdadım. Bir süre bu şekilde kaldığımda yolda olana kıyasla beni daha az ürperten bir his içimi sarıp sarmaladı. Etrafta insan olduğunu anladığımda kaşlarımı çatarak olduğum yerde biraz daha doğrularak etrafa baktım. Anlaşılan burayı gözetlemeyi akıl eden sadece ben değildim. Üzerimde olan sprey avcılarda da biraz olsun işe yaradığı için -özellikle bu kadar enfektenin arasında etkisi artıyordu- sesimi çıkarmadan beklemeye başladım. İsteseler beni fark etme imkanları vardı fakat burada olduklarına göre odakları ben değildim. Hislerime göre beş tane avcı vardı fakat sadece iki tanesi görüş alanımdaydı. Biri sağdaki bir ağacın arkasında, diğeri soldaki bir ağacın arkasındaydı. Çenemi elime yaslayarak film izler gibi olacakları izlemeye başladım. Bir aptallık yapacakları aşikârdı. Görüş alanımın dışındaki bir avcı ıslık çalarak dikkatleri üzerine çektiğinde, bütün enfekteler sesin geldiği tarafa kitlendi. Islığın tiz sesi yarığıda tetiklemiş olacak ki birkaç tane enfekte delirmiş gibi yarıktan dışarı çıktı. Daha çok hiçliğin içinden çıkmış gibi gözüküyorlardı çünkü yarık denen geçit, aynı ateş yakıldığında etrafındaki havanın bulanık gözükmesi gibi havada dalgalanan şeffaf bir büyüydü. Bir ıslık sesi daha yankılandığında bütün enfekteler aynı tarafa doğru koşmaya başladı. İki avcı hala oldukları yerde duruyordu. Ortalık sessizleştiğinde ve diğer üç avcı hislerimin algılayamayacağı kadar uzaklaştılarında, iki avcı artık tamamen güvende olduklarına emin olup ağacın arkasından çıktı ve birbirleriyle kısa bir süre konuştular. İkiside epeyce yapılı ve uzundu. Lord'un şahsi avcılarından olabilecek heybete sahiplerdi. Yüzlerindeki siyah maskeden dolayı sadece gözleri gözüküyordu ve üzerlerindeki kalın giysiler resmen bir tank görevi görüyordu. Filmin eğlenceli kısmının yaklaştığını anlayınca ağırlığımı iyice kayaya vererek kafamı koluma yatırdım. Birisi hançerini diğeri de silahını çektiğinde, hançerli olan yarığa yaklaşarak hançerini kaldırdı. Diğeri geride kalarak onu koruyordu. Ve avcı tam tahmin ettiğim şeyi yaparak hançerini yarığa sapladı. Bu aptallığın karşısında hürmetle eğilebilirdim. Yarık havada dalgalandı ve büyüsü etrafa yayıldı. Etrafa yayılan bu büyü dalgası resmen ruhumu delip geçtiğinde bir an nefesimin kesildiğini hissettim. Tabii onlar zaten bu büyü dalgasını içlerinde taşıdıkları için benim kadar etkilenmemişlerdi. Yoğun büyü beynime sancılar girmesine sebep olurken odağımı kaybetmemeye çalıştım. Birkaç saniye sonra tam da istedikleri gibi Gabona etrafımızı sarmaya başladı. Anlaşılan bu hikayede yanan ben olacaktım. Avcılar etrafa bakınırken Gabona adeta bir rüzgar gibi esiyordu. Hislerimin fazlasıyla zorlanması üzerine vücudum hafifçe titrerken, "Dik dur. Şu an onun sinirlendiği kişi sen değilsin." diyerek kendime bir hatırlatma yaparak duruşumu düzelttim. Gabona'yı bir silahla öldüremeyeceklerini elbette çok iyi biliyorlardı. Açıkcası bu durumdan sonra ne yaparlarsa yapsınlar nafileydi. Yarıklar Gabona'nın kalbi gibiydi ve o hançeri Gabona'nın kalbine saplamışlardı. Kesinlikle şu an hiç olmadığı kadar sinirliydi. Hançeri saplayan avcı maskesini çıkarıp öne çıktığında diğeri uzaklaşarak gözden uzak bir yere konumlandı. O an işlerin pek de tahmin ettiğim gibi olmadığını anladım. Gözlerim öndeki avcıya kitlendiğinde neler döndüğünü anlamak istercesine yüzünü inceledim. Gerginlikten dolayı kasılan çenesi, ölmeyi çoktan kabullenmiş bakışları ve ölümle karşı karşıya olmasına rağmen dimdik duran omuzlarıyla fazlasıyla cesur gözüküyordu. Nasıl öleceğini bile bilmeden nasıl böyle cesur olabiliyordu ki? Saniyelerdir tuttuğum nefesi, göğsümde oluşan ağrıyla dışarı gönderdiğimde önümdeki taştan destek aldım. Nasıl öleceğini bile bilmeden... Asıl amacı da bunu öğrenmekti. Bu emri Lord mu vermişti? İnanamayarak kafamı iki yana salladım. Tabii ki o vermişti, bu gezegende o istemediği sürece kuş bile uçamazdı. Sadece bir merak uğruna kendi adamlarını da mı harcıyordu artık? Nasıl böyle bir şey yapabilirdi? Bu saçma deney için gönderilen avcının yerinde abim de olabilirdi. Belki de bir gün Lord'un bambaşka bir merakına cevap bulmak için o da kurban olacaktı. Bu ihtimal acıyla kalbime saplanırken elimi kalbime bastırdım. Yıllardır sayısız avcı öldüren ben, şu an buna üzülmeye hakkım yoktu belki ama ben her zaman kendi başımaydım ve kendi canımı düşünmek zorundaydım. Yaşamasına izin vereceğim tek bir avcı demek, kendi infazımı vermem demekti. Bunu yapamazdım. O ise bir Lord'du ve istese her şeyin bir yolunu bulurdu. İnsanların canını hiçe sayarak, böylesine saçma kararlar alamazdı, almamalıydı. Eşyalarımı toparlayıp her an koşmaya hazır bir şekilde beklemeye başladım. Ne kadar olacakları görmek istemesem de şu an duygularımla, sinirimle, canımın acısıyla hareket edemezdim. Buradan gitmem ve olacakları görmemem, kafamda tuttuğum çetelede Lord'u öne taşıyordu; bu ise en son istediğim şeydi. Geceleri uyuyamayacak bile olsam şu an bunu görmek ve mantığımla hareket etmek zorundaydım. O ne yapar ne eder kendini Gabona'nın gazabından korur, olaylardan yırtardı ama benim bunu tek başıma yapmam çok zordu. Kendi çıkış yolumu bulmam için her ihtimali değerlendirmeliydim. Avcı acıyla inlediğinde durduğu yerde sendeledi. Keskin bir rüzgar etrafında girdap gibi dönüyordu. Yerdeki topraklar etrafa uçuştuğundan ara ara görüş açım kesiliyordu. Bir süre avcı sadece ayakta durmaya çalıştı fakat bir anda görünmez bir iple yukarı çekilmiş gibi ayakları yerden kesildi. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken, gözlerim büyüdü. Kısık inlemeleri, yakarışlara dönüşürken birkaç adım geriledim. Gabona avcının içine nüfuz ettiğinde, avcının sesi kesildi fakat yerini kırılan kemik sesleri ve vücudundan kopan uzuvların sesleri aldı. Dehşet içinde nefes almayı unuttuğumu fark edip keskin bir nefes alarak ciğerlerimi nefesle doldurdum fakat geri vermeye fırsat kalmadan havadaki ceset büyük bir büyü nüfuzuyla patladı. Hiçbir işe yaramayacağını bilmeme rağmen refleks olarak kollarımı kaldırarak kendimi büyüden korumaya çalıştım fakat Gabona'nın yoğun büyüsü vücuduma adeta bir tekme gibi çarparak geriye savurdu. Vücudum taklalar atarak, ağaçlara ve kayalara çarparak metrelerce sürüklendiğinde tek yapabileceğim şey kafamı korumaya çalışmaktı. Sonunda bedenim bir ağaca çarpıp durduğunda dudaklarımdan acıyla bir çığlık döküldü. Birkaç dakika aynı pozisyonda durarak kendime zaman tanımaya çalıştım. Kolumdan destek alarak hafifçe doğrulduğumda yaşlar gözlerime büyük bir hınçla akın ediyordu. Korkuyordum. Gabona'dan mı, Lord'un böyle bir deney yapmasından mı, aileme bir şey olma ihtimalinde mi yoksa Gabona'nın isterse her şeyi bir çırpıda yok edebileceğini bizzat gözlerimle görmüş olmamdan mı... Neyden korktuğumu bilmiyordum; belki de her şeyden korkuyordum ama tekrar tekrar hatırlattım kendime. Duygularla hareket etmek yasak. Korkmak yasak, Rina. Bugüne kadar sadece bir masal gibi görülen, gerçek olduğu bilinen ama asla şahit olunmayan koca bir kara delikti Gabona. Tek bildiğim buydu. Onun karşısında savunmasız, üzerine kolaylıkla basıp geçebileceği bir çömezdim sadece. Gözlerimde biriken yaşları elime silerek ayağı kalktığımda hiç düşünmeden arkamı dönerek koşmaya başladım. Ben bu yolu seçtiğimde duygularımı birinci kıtada bırakmıştım. Benim duygularım büyümdü ama onu benden almıştı. Ailemi bile bırakıp gelebilecek kadar kaybetmiştim duygularımı. O yüzden şu an korkumun beni yönetmesine izin vererek kararlar alamazdım. Belki de uzun zaman sonra ilk defa ihtimallerin acısının gözlerimden akmasına izin vererek, evime doğru koşmaya devam ettim. ________________________________
İlk bölümle karşınızdayım. Kişisel olarak değil ama biraz kendimden bahsetmek istiyorum. Daha öncesinde çok fazla şey kurguladım kafamda. Bazılarını yazıya döktüm, bazılarını acemiliğim sebebiyle zihnimin içine gömdüm. Bazı yazılarımı geçmişte yayınlamıştım fakat bunlar tam olarak 'çocukluk' dönemimde yazdığım yazılardı. Bu nedenle yer yer mantık hataları, saçmalıklar içeriyordu. Hala daha yetişkin sayılmam belki ama şu an yazılarımı daha mantıklı yürütebiliyorum ve artık ertelemek istemiyorum. Erteledikçe sürekli hayallerime, hedeflerime ve isteklerime geç kalıyormuş gibi hissediyorum. Daha fazla bunu kendime yapmayacağım. Ben kendimi bildim bileli zihnim hep doğaüstünün içinde büyüdü ve genişledi. Gerçek dışı olan her şeyi izlemeyi, okumayı, araştırmayı, düşünmeyi ve hayal etmeyi her zaman çok sevdim ve bu bana çoğu zaman güç verdi. Buna inandıkça içimde hep bu gerçek dışı güçü barındırdığıma inandım ve bununla hayal dünyamı inşa ettim. Şimdi zihnimin kapılarını da size aralamak istiyorum. Bir kişi okur, yüz kişi okur... sayılara takılmayacağım. Benim için önemli olan yazılarımı okurken benim gibi hissedebilmeniz, umarım bunu sağlarım. Bu resmi olarak kafamda oturttuğum, en geniş ilk kurgum olacak. Yer yer anlaşmazlıklar olabilir, mantık hataları olabilir, aklınıza yatmayan ve sorguladığınız kısımlar olabilir. Benim bu yazıyı okuyanlardan istediğim, aklınızı kurcalayan kısımları bana açın. İlk ciddi kurgum olduğundan dolayı biliyorum ki çoğu zaman hata yapacağım bu yüzden dışarıdan gözlerin beni eleştirmesine ve uyarmasına ihtiyacım olacak. Son olarak bu yıl sınav senem olduğundan bir şeyler aksayabilir ama elimden geldiğince bir düzen oturtturacağım. Gönül isterdi önceliğim kitabım olsun ama maalesef bize sunulan bu şartlarda bu mümkün değil. Umarım hayal ettiğimin ötesinde bir iş başarırım ve yıllardır, her gece hayallerini kurduğum o anları birlikte yaşama şansımız olur. Şimdiden desteği dokunan ve dokunacak olan herkese minnettarım. Işıkla kalın. |
0% |