@melvabooks
|
"Dağhan... O kadar karışık ki içimdeki duygular. Sanki bir yabancı gibi, ama bir o kadar da tanıdık. Ne zaman yanımda olsa, her şey düzene girer gibi hissederdim. Ama o kadar kolay mıydı? Gerçekten beni anlamış mıydı? Yoksa ben hep bir yanılsama mıydım? Kendi içimde boğuluyorum. Ne hissettiğimi çözemedim, ne de ne yapmam gerektiğini. Bazen o kadar yakın, o kadar özel hissediyorum, bazen de sadece uzak ve soğuk. Onunla geçirdiğim zamanlarda, hep bir eksiklik vardı ama bir türlü ne olduğunu göremedim. Şimdi her şey silinmiş gibi, her şey kaybolmuş. Sanki beni terk etmiş gibi, bir anda her şey bitti. Ama neden? Neden böyle oldu? Bu kadar kolay mıydı, her şeyin sonu?"
Günler günleri, haftalar haftaları kovalamıştı. Dağhan bu süre içinde işi dolayısı ile belirli görevlere katılmış ve sonunda evine geri dönmüştü. Zaman bazen öylesine hızlı geçiyor, bazen de durmuş gibi hissediliyordu. Dükkanımda geçen her gün, bir öncekini andırıyordu. Hayatımda büyük bir değişim yoktu, tıpkı her sabah olduğu gibi. Ama son günlerde, bir eksiklik vardı. Dağhan’ın olmaması, o eksiklikti..
Her zamanki gibi evdeki işlerimi bitirip dükkanımın yolunu tutmuştum, herkes uyurken ben sokaklardaydım. Erken saatlerde dükkanımı açmayı ve kahvemi yapıp etrafı izlemeyi seviyordum. O anlar, sadece bana ait oluyordu; Şehrin henüz uyanmamış kalbinde, sokaklar sessizken, hayatın ne kadar hızlı aktığını unutur gibi oluyordum. O kahvenin kokusu, sabahın soğuk havası ve dükkanımın içindeki huzur… İşte o an, kendimi gerçekten hissedebiliyordum. Ne gürültü vardı, ne de aceleci bir telaş. Her şey yavaşça şekil alıyor, ben de etrafımdaki dünyayı izleyerek, bir günün başlangıcını içimde hissediyordum.
Bazen saatlerce dükkanımda oturur, insanların geçişlerini izlerdim. Her birinin bir hikayesi vardı; yüzlerinden, yürüyüşlerinden, bakışlarından okuduğum o minik sırlar. Kimisi mutlu, kimisi karamsar, kimisi ise belki de benim gibi bir şekilde kaybolmuştu. Ama hepsi bir şekilde bir yerlerden geliyordu, bir şeyler taşıyorlardı. O anlarda, yalnız olmak da bir anlam kazanıyordu. Her şeyin tam ortasında, kendi huzurumu bulduğum o anlar.
İçimdeki bu sessizlik, dışarıdaki dünyayla bir bağlantı gibiydi. O anlarda hiç kimseye ihtiyaç duymuyordum. Ama ne zaman kapının sesiyle irkilip, biri gelse, işler değişiyordu. O sabah Dağhan'ın girmesi gibi...
Kapının sesi, sabahın huzurunu aniden bozmuştu. Gözlerim, alışık olduğum o sessizliğe daldıktan sonra, tekrar gerçekliğe dönmek zor olmuştu. Dağhan’ın silueti, sabah ışığının içine karışarak dükkanımın kapısından girdi. O an, içimde bir şeyler hareket etti. Ne olduğunu anlamadım ama bir şey farklıydı. Gözlerindeki ifade, sıradan bir ziyaretçi gibi değildi.
Gülümsedim, ama o gülümseme içimi tamamen yansıtmıyordu. "Günaydın," dedim, sesimde alıştığım sıcaklık yoktu, sadece bir kırıklık vardı. "Hoş geldin, Dağhan," diye ekledim, ama kelimeler bir şekilde o eski rahatlığı taşımıyordu. Kahvemden bir yudum aldım ve gözlerimi ondan kaçırdım. İçimde bir şeyler kımıldıyordu. Bunu fark edememek imkansızdı.
"Erken kalkmışsın yine," dedi Dağhan, gülümsemeye çalışarak, ama gülümsemesi normalde olduğundan daha zor görünüyordu. O kadar doğal olan o insan, şu an bir adım daha geri adım atmış gibi hissediliyordu.
"Sadece sabahları böyle kalkıyorum, biliyorsun," dedim, ama kelimeler bir şekilde ağzımda tıkanıyordu. Onu görmek, içimde bir fırtına koparmıştı. Birden, son zamanlarda pek sık karşılaşmadığım o hisleri tekrar duymaya başladım.
Dağhan, bir adım daha atıp karşımdaki sandalyeye oturdu. O an, sessizlik her şeyi sarhoş etmişti. Gözleri, odanın her köşesinde gezindi ama en sonunda beni buldu. O kadar sakin, o kadar derin bir bakışla bakıyordu ki, bir şeylerin olduğunu hemen anlamıştım.
Bir süre sessiz kaldı, sonra derin bir nefes aldı. Gözlerinde belli belirsiz bir kaygı vardı. Bana bir şey söylemek istiyordu ve bu her hareketinden belli oluyordu. "Serap, sana bir şey söylemem lazım ama…" dedi. Söylediklerinden önce, gözlerinden geçen düşünceleri okumaya çalıştım, ama o an, içimde bir şeyler kopmaya başlamıştı.
Bir süre daha sessiz kaldı, sanki kelimeleri ağzından çıkarmak için cesaret toplamaya çalışıyordu. “Ne oldu?” dedim, ama sesim normaldeki kadar sakin çıkmadı. İçimde bir yerlerde, kalbimde bir şeylerin olacağını hissediyordum.
“Serap…” diye başladı, ama sözlerini toparlayamadı. Tam söyleyeceği esnada kasa bölümündeki telefonumun zil sesi yankılandı. Hızla kafamı çevirdim, telefonum çalıyordu. O an, içinde bulunduğum o sessizlikten biraz olsun sıyrılmak için telefonumu almak istedim. Kahvemi sehpa üzerine bırakıp, kasaya doğru yöneldim. Bir an, sadece onun sesini duymayı, o belirsiz bekleyişin sonlanmasını istemiştim. Ama aramayı yanıtlamak zorundaydım.
Telefonu açarken, içimde başka bir kaygı belirdi. Arayan kişi Zehra’ydı. Yavaşça "Sonra seni arayacağım," diyerek telefonu kapattım. Arkamı döndüğümde ise, o bir an önce cevaplamak istediğim soruyu bana söyleyecek olan Dağhan’ı göremedim..
Bir an, o kadar boş bir duyguyla kaldım ki. Ayaklarım yerden ağır bir şekilde kalktı. Dağhan’ın nerede olduğunu anlamaya çalışırken, içimde bir şeyler kırılıyordu. Ne zaman gitmişti? Hızla gözlerimi odaya çevirdim, ama her şey olduğu gibi duruyordu. Gözlerim, her köşede onu ararken, içimde bir eksiklik vardı.
Ne olmuştu? O kadar bekledim, o kadar merak ettim… Ama o an bir şey vardı, bir şeyler eksikti. Bir şey söylemek istiyordu, ama kelimeler bir türlü ağzından dökülemiyordu. Şimdi… Şimdi her şey birden uçup gitmiş gibiydi..
Kapı çaldığında, dalgın haldeyken aniden toparlanıp kafamı kaldırdım. İçimde bir yandan merak, bir yandan da garip bir boşluk vardı; ama profesyonelce davranıp müşterimi karşılamaya odaklandım. Kadın içeri adım attığında, yüzünde alışılmadık bir heyecan parıltısı vardı.
"Hoş geldiniz," dedim, samimi bir gülümsemeyle.
"Merhaba, hoş buldum," dedi kadın, biraz heyecanla. "Birkaç hafta önce mahalleye taşınmıştım ve size masaj için gelmiştim, hatırlıyor musunuz?"
"Evet, tabii ki hatırlıyorum. Size nasıl yardımcı olabilirim?" dedim, hafif bir merakla.
Kadın derin bir nefes aldı, etrafına göz gezdirirken, "Dediğim gibi, bir arkadaşımı çağırdım; ama sanırım henüz gelmemiş," dedi.
O sırada, dükkanın önünde gösterişli bir araba durdu. Oldukça pahalı ve dikkat çekici bir modeldi; bu tür arabalar burada pek görülmezdi.
Arabanın kapısı açıldı ve içinden zarif bir kadın indi. Göz alıcı mücevherleri, özenle seçilmiş kıyafetleri ve kendinden emin duruşuyla ilk bakışta çevresine hâkim olan biri olduğu belliydi. Kırklarının başında gibi görünüyordu; yüzünde hafif bir tebessüm, gözlerinde ise yılların tecrübesini taşıyan bir derinlik vardı. Adımlarını yavaş ve kararlı bir şekilde dükkânın kapısına doğru attı. Kapının açılmasıyla beraber içeriye pahalı bir parfüm kokusu yayıldı, sanki onun varlığını ilan ediyordu.
İlk gelen müşterim, arkadaşını görünce yüzünde bir rahatlama ifadesi belirdi ve heyecanla yerinden kalktı.
"İşte buradasın!" dedi, sesi sıcak ve samimi ses tonuyla.
Yeni gelen kadın nazikçe ona sarıldı, ardından bana dönerek ince bir tebessümle selam verdi. "Merhaba," dedi kibarca. "Sanırım bugünkü buluşmamız için her şey hazır."
Gözlerindeki güven ve dinginlik, burada olmaktan duyduğu memnuniyeti gösteriyordu. Dükkânın atmosferi, o an daha da özel bir hal aldı; sanki sıradan bir gün değil, önemli bir buluşmanın parçasıydım.
"Arkadaşım çok iyi şeyler söyledi burası hakkında," diye ekledi kadın, etrafına bakınırken. "Biraz dinlenmeye ve kendime gelmeye ihtiyacım var."
İlk gelen müşteriyle göz göze geldik, o da memnuniyetini gizlemiyordu. Ben ise bu iki kadının böylesine özel bir ortamda rahatlamalarını sağlamak için elimden geleni yapmaya hazırdım.
Müşterilerimin isteklerini yerine getirdim ve tatlı konuşmaların ardından onların dükkandan ayrılışını izledim. Müşteriler ile ilgilenmek bir nebze de olsa moralimi yerine getirmişti ama aklım hâlâ Dağhandaydı..
Güneşin ufukta kaybolduğu o akşam, dükkânın ışıklarını kapattıktan sonra ağır adımlarla eve doğru yürüdüm. Gün boyunca içimde bir ağırlık vardı; düşüncelerim karmaşık, kalbimse kırgındı. Sokak lambalarının loş ışığı eşliğinde eve vardığımda, yalnızlığın güvenli sığınağına adım attığımı hissettim. Kapıyı kapatıp mutfağa geçtim ve akşam yemeğimi hazırlamaya başladım. Yemeğimin yanına tatlı olarak cheesecake yapmayı planlamıştım. Belki biraz mutfakta vakit geçirmek, kafamdaki düşüncelerden uzaklaştırırdı beni.
Yemek masasının başına geçip, tek başıma yemeğimi yerken içimde hafif bir burukluk vardı. Geçmişi düşünmek istemiyordum ama zihnimde yankılanan anılar buna izin vermiyordu. Son lokmamı bitirip bulaşıkları yıkamaya başladım, ama zihnim hâlâ dalgındı. O sırada kapının zili çaldı. İçimden bir his, kimin geldiğini zaten biliyordu. Kalbimde bir şeyler kırıldı o an; gelen Dağhan'dı.
Kapıya yönelirken derin bir nefes aldım, kendimi toparlamaya çalıştım. Kapıyı açtığımda, karşımda duruyordu. Gözlerinde, bana açıklamak istediği bir şeylerin ifadesi vardı. "Merhaba," dedi, sesi her zamanki gibi sakin ama biraz da tedirgindi. Onu görünce hafifçe gülümsedim ama o eski samimiyetle değil; içimde o sakin, sessiz kırgınlık vardı. Belki de bir süredir kendime itiraf edemediğim bu duyguyu şimdi ona göstermemek için çaba sarf ediyordum.
İçeri davet ettim ve birlikte oturma odasına geçtik. Ona da bir dilim cheesecake koydum. Sessizce tatlıdan bir lokma alırken, Dağhan göz ucuyla bana bakıyordu. Sanki bu ziyaretin nedenini anlatmak için uygun anı kolluyordu. Derin bir nefes aldı ve o bakışlarıyla gözlerimi yakaladı.
“Serap,” dedi, biraz tereddütle. “Biliyorsun, askerlik hayatım benim için her şey… Hayatım boyunca hep bunun için çalıştım.”
Onun bu konudaki hırsını ve azmini bildiğimden, sadece başımı sallayarak devam etmesini bekledim. Ama içimde tuhaf bir his vardı; sanki az sonra duyacaklarım beni üzecekmiş gibi.
“Bugün Genelkurmay Başkanlığı´ndan önemli bir emir aldım,” dedi sonunda. “Doğu´ya görev çıktı Serap..”
Bir an duraksadım. Yutkunarak ona baktım. İçi içine sığmıyordu; gözlerinde o parıltıyı görebiliyordum. Uzun zamandır hayalini kurduğu bir fırsattı bu, onu engellemek istemezdim, ama içimde bir boşluk belirmişti. Belki bu, aramızdaki mesafeyi daha da açacak ve ona olan duygularım sonsuza dek yarım kalacaktı.
“Uzun sürecek mi Dağhan..” dedim, sesimde bir burukluk saklı olsa da, ona içten bir şekilde destek olmaya çalışarak.
O ise farkında olmadan bana daha da yaklaştı. “Maalesef komşu kızı..” dedi, bu kez sesinde bir tereddüt vardı.
İçim sızladı ama bunu belli etmemeye çalışarak başımı eğdim. Onun adına mutlu olmalıydım. “Kendine dikkat et Dağhan,” dedim hafif bir gülümsemeyle, ama kalbim bu karara karşı çıkıyordu. “Bu senin için büyük bir fırsat.”
O an sessizlik çöktü. İkimiz de bu kararın neler getirebileceğini biliyorduk, ama ben onun önünde durmak istemiyordum. O cheesecake’in tadı artık o kadar tatlı gelmiyordu. Bir şeyler yarım kalıyordu, ama onun yanında bunu gösteremezdim.
Dağhan gittikten sonra, onun bıraktığı sessizlik evin içinde ağır bir yankı gibi dolandı. Masadaki tatlı tabaklarını toplayıp mutfak tezgahına bıraktım; cheesecake'in tatlılığı yerini derin bir acıya bırakmıştı. Her şeyin bir parçası eksik gibiydi, ama eksik olan şey Dağhan’ın yanında olması değildi yalnızca; içimde, beraber kurduğumuz hayallerin kırık parçalarını hissediyordum.
Yavaşça odama geçtim. Her adımımda, kalbimde bir ağırlık biraz daha derinleşti. Yatağımın ucuna oturup derin bir nefes aldım, ama kendimi tutmak giderek zorlaşıyordu. Onunla geçirdiğimiz anılar, o gülümsemesi, birlikte kurduğumuz geleceğe dair umutlar gözümde canlandıkça içim sızlıyordu. Ellerimi yüzüme kapadım, ama gözlerimden süzülen yaşları durduramıyordum artık.
Bunu ona göstermemek için ne kadar direndiğimi düşündüm; yanında güçlü durmaya çalışmıştım, ama şimdi yalnız başıma kalınca duygularım daha fazla saklanacak yer bulamamıştı. Sanki her şey bir anda üstüme yıkılmıştı, o güçlü durmaya çalıştığım maskemin arkasında bir boşluk vardı.
Odada sessizlik hâkimdi. Bir yanım Dağhan’ın bu görevini desteklemek istiyordu, ama diğer yanım bu veda gibi gelen ayrılığın derinliğine kapılmıştı. Ne hissettiğimi bile tam olarak bilemiyordum. Kırgındım, evet; ama aynı zamanda onun mutluluğu için bir şeyleri geride bırakmaya hazır olmaktan da kendimi alamıyordum.
Sabaha kadar uykusuz, düşünceli bir şekilde yatağımda döndüm durdum. Bir veda gibi hissettiriyordu bu gece, eksik bir hikâyenin buruk sonunu yaşamış gibi…
Asker yarî olmak... Bilir misiniz ne demektir, yüreğinizi bir kefene sarmak ve her gidişinde, her vedasında "dönecek" diye beklemek? Bir sevdayı askere uğurlamak, umutlarını bir üniformanın gölgesine, hayallerini asker yolu gözleyen yastıklara bırakmaktır.
Seversiniz, bilirsiniz ama o sevdayı dillendirmez, koynunuza bile saklayamazsınız. Her vedada gözleriniz ona takılı kalır, dudaklarınızın ucunda bir dua, kalbinizin en derininde bir korku. Gözünüz yolda, kulağınız kapıda; işte asker yarî olmak budur. Sadece kendi ömrünüzü değil, onun hayalini de taşımaktır omuzlarınızda, gözlerinizi her kapattığınızda döneceği anı kurgulamaktır zihninizde. O savaşırken siz de başka bir cephede, özlemle, sevdayla, sabırla savaş verirsiniz.
Yüreğimdeki kırık parçaları her seferinde tek tek topluyorum. Ama Dağhan’ın gidişleriyle değil aslında, eksilişiyle doluyor içim... Her vedada, yüreğimin bir parçası onunla gidiyor sanki; ne zaman geri dönse, bıraktığı o eski Serap’tan bir iz bile bulamıyor. Sanki dönen Dağhan aynı Dağhan değil; gidişleri, yokluğunda değişen bir boşluk gibi, her şey bizden habersiz yavaş yavaş eksiliyor.
"Asker yarî olmak zordur," diye fısıldıyorum kendi kendime. "Gidenin ardından kalan yarımdır, eksik kalmış bir hikayedir..." Sevgiyle büyütülen her ayrılıkta biraz daha eksilmeyi, biraz daha içten içe küçülmeyi öğreniyor insan..
|
0% |