Yeni Üyelik
1.
Bölüm

B.1 - Geçmişin İzi

@melyduction

"Çekirdekten Yetme En Yakın Arkadaşıma,

 

Bade'm ya da badem... Bu satırları belki de ileride beni unutacak olmana rağmen yazıyorum. Arkamda bir mektup klişesi bırakarak seni birkaç satır arasına hapsetmek, seni bir üzüyorsa beni bin kahrediyor ama yazmak zorundayım.

 

Her zaman kendini benim ağzımdan duymak isterdin. Sana kendini sesli olarak anlatamayacak olsam da ilk gördüğüm günden itibaren yazmak istiyorum. Hayatıma girdiğin gün, ben küçük sen benden de küçük. İşte bu yüzden düşüyor aklıma beni unutacak olman. Sen çoğu anımızı hatırlamasan bile ben hepsini hatırlıyorum. Hiç güneş doğmamış bu dünyama senin sayende güneş açtı, kulaklarımda dalga sesleri çınladı, ellerimde unutma beni çiçekleri yeşerdi. Öyle güzel ve özeldin ki. Utanmasa sessizlikten sağır olacak kulaklarıma bir anlam yükledin. Senin sesin annemden hiç dinlemediğim bir ninni, babamdan hiç duymadığım bir masal gibiydi. Hoş zaten babamdan hiçbir zaman masal duymamıştım, annemden duyduğum ninniyi de hatırladığım söylenemezdi.

 

Anlamsız bir doğum günü telaşında girdin bahçe kapısından. Annemden başka kimsenin umursamadığı ama gösteriş olarak yakınlara sunulan o ilgili aile tavırlarının yaşandığı tek zaman. Sürekli ağlıyor ve susmak nedir bilmiyordun. Annen bir yandan baban bir yandan seni ne kadar güldürmeye çalışsalar da nafileydi. O sıra oturduğum bankta seni izliyordum. Annem doğum günü pastasını masaya yerleştirmeden hemen önce sana yaklaştım. Bebek arabanın önüne eğildiğimde beni fark etmiştin. Gözlerin kısıldı ve büyük ihtimal bu yabancının kim olduğunu sorguladın. Dudaklarında peyda olan tebessümüne değdi gözlerim. Kimse uzun süredir bana böyle gülümsemeyi bahşetmeye gerek bile duymamıştı. İşte o an yalnızlığımın bir ortağı olabileceğini hissetmiştim.

 

Ailen taşınma telaşına kapılmadan evvel mola verdiklerinde o pastayı beraber üflemiştik. Sen pek becerememiş olsan da. Tattığın ilk pasta o gün ilk defa üflemeye çalıştığın benim pastammış. İlk doğum gününde senin için pasta üfleseler de sana yedirmeyi tercih etmemişler. İşte o zaman anladım ki tüm doğum günlerimiz beraber olacaktı ve ben yalnızlığımı silkeleyebilecektim. Seninle beraber.

 

Daha ilk günlerde bana alıştığını hissedebiliyordum. Beni gördüğün zaman gülümsüyor ve daha çok hareketleniyordun. Okuldan döndüğüm her saat önce sana koşmak istiyordum. Seni sevmek, sevmeyi ve sevilmeyi hissetmek istiyordum. Son zamanlarda annemde bu duyguyu daha az hissetmeye başlamıştım. Canını sıkan bir şeyler vardı ve gözü beni görmüyordu. Her sevginin bir süresi var sanırım diye düşünmüştüm ama ikimizin arasındaki sürenin bir hayli uzun olmasını da dilemiştim.

 

Günler geçtikçe sen benim yalnızlığımın ilacı, ben senin en büyük oyun arkadaşın olmuştum. Seninle, okuduğumuz kitapların kahramanı, izlediğimiz filmlerin başrolleri olmak; gittiğimiz resim sergilerinin içindeki çerçevelerde bulunmak gerçek hayattan bin kat iyiydi. Özellikle yaşına rağmen sesinin güzelliğinde, söylediğin şarkıların içinde kaybolmak insana farklı bir huzur katıyordu. Hayatımda iyi ki vardın ve hep ol istedim.

 

Seninle ilgili beni en çok etkileyen durum büyüdükçe karşındaki insanların duygularını analiz etmeye başlamandı. Büyük ve tecrübeli insanların bile anlayamadığı ya da anlamak istemediği duyguları anlıyor ve görüyordun. Hatta benim aynaya baktığımda kendimde görmek istemediğim ne varsa yüzüme vuruyordun. Henüz 5 yaşındayken gözlerimin bazen kızıl olduğunu ve tuhaf gözüktüğünü söylemiştin. Daha sonrasında acaba alev alır mı diye beklemiş, eğer alırsa senin gözlerindeki suların benim gözlerimdeki ateşi söndürebileceği konusunda beni rahatlatmaya çalışmıştın. Yıllar geçti ama senin sözlerin hiç değişmedi.

 

"Senin alevlerinin benim sularıma ihtiyacı var."

 

Her zaman söylediğin bu kelimeyi biraz evvel aynaya bakarken fark ettim. Sanırım gerçekten gözlerimin içinde hiç küle dönmeyecek bir ateş yanıyor, git gide beni de yakan. Senin sularının bu alevi söndürmek için yetersiz olduğundan yazmıyorum. Senin sularının tek bir damlası bu alevler için feda edilemeyecek kadar kıymetli. Çünkü sen bu dünyadaki en günahsız insansın.

 

Bir süre sana verdiğim sözleri tutamayacağım. Artık bu şehirden belki de bu ülkeden gitmek zorundayım. İçimde tutamadığım ama tutmak zorunda olduğum, henüz sen kadar var ya da yokken omzuma yüklenen bu yalanlardan ve bu sürekli midemi bulandıran yaşamdan kurtulmak zorundayım.

 

Sana anlatamadığım o kadar şey var ki Bade... İnan hiçbirini duymak istemezsin. Senden gizlediğim her şey için özür dilerim. Fakat neyi gizliyorsam senin yararına da olduğunu bilmelisin. Hatta bu gidişin bile bir şekilde ikimiz için de faydası var.

 

Belki bir gün yaralarıma denk gelirsen, bir yaram da sen ol istemiyorum. Benim yaralarımı sarmaya çalışırken, kendinden eksil istemiyorum.

 

Sen benim bahçemin en minik çiçeğisin. Boyuna göre bir sarmaşık gibi sardın etrafımı. Rengini gözlerinden alan unutma beni çiçekleriyle donattın renksiz tüm hayatımı. Hatta öyle ki sen geldiğinden beri göremediğim tüm renklere inat maviye boyadın gözlerimin önünü. Gökyüzünü ve denizleri birbirine karıştırdın, bana yeni bir oksijen alanı sundun.

 

Sarı saçların yüzüme düştükçe fısıldadı kulağıma en aydınlık zamanları. Tüm telleri ayrı ayrı söyledi bende batmasını hiç istemediğim güneşi doğuracağını. Hiçbir zaman yanıltmadı ne ellerin ne de sözlerin. Gözümü açtığım her sabahı; bana sunduğun gökyüzünde, güneşinle de aydınlattın.

 

Şimdi daha derin bir nefes alabilmek için batıyorum karanlığın en dibine. Bugün ikimizden de eksilttiğim bu nefesi, yarın ikimize de fazlasıyla verebilmek için. Belki bana bahşettiğin renkler solacak, belki tüm anılara inat kendine yeni renkler bulacaksın ama sana söz veriyorum, geri döndüğümde senden eksilenleri daha fazlasıyla yerine koymak üzere.

 

Seni aklımın en aydınlık kısmına ve kalbimin unutma beni çiçekleri yeşeren odasına yerleştirdim. Karanlıktan korktuğunu ve hiç yaşlanmak istemediğini biliyorum. O yüzden sana söz veriyorum, ışığını hiç kapatmayacağım ve her gün canlı kalman için seni hep anılarla yaşatacağım.

 

Aklından bir gün dönmeyeceğimi düşünme sakın. Geri döneceğim ve herkesin hak ettiğini alması için elimden geleni yapacağım. Umarım o gün seni, beni hiç unutmamış bir şekilde ve hâlâ aynı yerde bulabilirim.

 

Toprak Aras Saygın

 

04.05.2024

 

Bu mektubu 9 yıl 7 ay 18 günde ne kadar okunabilecekse o kadar okumuştum. Belki o beni unutma dediği için belki de ona aşık olduğum için. Beni terk etmesinin defalarca okuduğum satırlarda haklı nedenlerini arıyordum. Onun omuzlarına ne yüklendiğini bilmemekle beraber neden en günahsızın ikimiz değil de sadece ben olduğumu da sorguluyordum.

 

Ne yaşamıştı benden habersiz midesini bulandıracak şekilde? Bu kadar midesi bulanırken neden gözlerine çekmişti o huzurlu ifadesini? Oysa ben ona sadece gözlerindeki ateşi söndürmeyi değil, midesini bulandıran her şeyi aklından silmeyi de teklif ederdim. Ben onun tüm karanlığını renklere boğmaya hazırdım. Fakat o beni geride bir sürü cevapsız soruyla bırakmayı göze alacak kadar insafsızdı.

 

Mektubuna bir cevap dahi vermeme izin vermeden gitmesinin kırgınlığını üzerimde taşırken üstüne telefon numarasını değiştirmesinin ve ona başka yerlerden ulaşmamı engellemesinin de kızgınlığını eklemişti. Zaman geçtikçe ne kadar bu duygularım yerini meraka bıraksa da içimden bir ses "Belki de sana beni unutma demesine rağmen o seni unuttu ve hatırlamıyor." diyerek beni kızdırıyordu.

 

Elimdeki mektubu tekrar fotoğraflarımızın arasına koyarken dudaklarımın arasına yerleştirdiğim sigaramdan gelen duman kirpiklerimin arasına sızmıştı. Toprak'ın unutma beni çiçeklerinin sularla dolmasına sebep olmuştu. Evet bunların hepsi dumandandı ve benim fark etmediğim sürede gözlerim zaten dolu değildi. Bu mektubu gözlerim bulanık görüyorken ezbere okumam delilik olurdu. Belki de gerçekten delirmiştim. Henüz ben 12 yaşındayken gitmiş bir adamın üzüntüsünü her gün içimde besliyordum. Kimi zaman fotoğraflarımızla, kimi zaman bu mektupla. Onu hiç unutmamak için, hiç yaşanmamış kalmasın diye.

 

Sigaramı küllüğe bastırdıktan sonra saate baktım. Annem henüz evde yoktu ve o gelmeden önce evi toparlamam gerekiyordu. Bağdaş kurarak oturduğum salıncaktan ayaklarımı sarkıttığımda uyuştuklarının farkına keskin bir acıyla varmıştım. Terasın içinde bacaklarımı açmak için yürürken bir yandan da telefonumda sosyal medyaya bakıyordum. Arama kutusuna tekrar adını yazdım. Toprak Aras Saygın, Toprak Saygın ya da Aras Saygın hiçbirinden bir sonuç alamıyordum. Tuş kilidini kapadıktan sonra gökyüzüne baktım. Nasıl olsa söz vermişti ve elbet bir gün dönecekti. Bu yüzden hâlâ eski sitemizin yakınlarına gidip onun dönüp dönmediğini kontrol ediyordum. Çünkü ben "Evet benim." demeden onun beni tanıması mümkün mü emin olamıyordum.

 

O hayatımdan gittikten sonra çok geçmeden babam da gitmişti. Hayatımda sevdiğim iki adamın varlıkları devam ediyor olsa da manevi beraberliklerinden eser kalmamıştı. Bir süre sonra ise evimizi değiştirerek bir apartman dairesine taşınmıştık. Anılardan ve kalıntılarından uzak bir yerde.

 

Çevremdeki her şey tek tek değişirken haliyle ben de değişmiştim. Saçlarımı çok seven ama hayatımdan çıkıp giden insanları hatırlatmasın diye saçlarımı önce kesmiş sonra da siyaha boyamıştım. Bazı insanlar için klişe gibi gözüken bu durum aslında gerçekten beni rahatlatmıştı. Sanki omuzlarımdan aşağı sallanan o yükten ve üzerinde kalıntısı kalmış el izlerinden kurtulmuş yeni bir hayata başlamak için adım atmıştım. Bunların hepsini ise üniversiteye başlamadan bir gece önce aniden alınan bir kararla tüm nefretimi kusarak yapmıştım. Durum öyleydi ki annem bile buna engel olamamıştı.

 

Eski Bade'den eser kalmaması için her şeyi yapıyordum. İnsanlara verdiğim değeri onların üzerinden çekip ilgi alanlarıma veriyordum. Tıpkı Aras'ın mektupta beni uyardığı gibi benim sularım sadece onun için değil kimse için feda edilemeyecek kadar kıymetliydi. Kimse beni sevmese de olurdu; ben kendimi iki kat daha fazla severdim. Kimse beni anlamasa da olurdu; ben iki kat daha yazar ve kağıtlarla dertleşirdim. Özellikle kafamı dağıtmak için kimseye ihtiyacım yoktu zaten toparlayamayacağım kadar dağılmıştı.

 

Ne zamandan beridir müziğinin açık olduğunu hatırlamadığım telefonumdan kulaklarıma değen, yarası derin, acısı keskin şarkı ulaştığında ayağımı salıncağın önündeki masaya vurmuştum. Gözlerimi sıkıca yumup tekrar açtığımda edeceğim küfür dudaklarımın arasına mıhlanmıştı. Sağ elim kalbime, sol elim fotoğrafa eğilmişti.

 

21.03.2014

 

"Bir çapkına yangınım, her yanı bilsen ne hoş.

 

Neşesine baygınım, sarhoşum sarhoş."

 

Şarkıya başladığımda bir elimle saçlarımı savurarak, cilveli bir tavır takınmaya çalışmıştım. Gözlerimi yavaş yavaş yukarı kaldırırken bakışlarımı kahkahası esir almıştı. İki yana kıvrılan dudaklarının biçimi değil de yanağının sağ tarafındaki çukur, bolca ayva yemişim gibi boğazımı kurutmuş ve bir yumru bırakmıştı. Babam, annemin gamzelerine bakarak eğer bir gün ölürse iki gamzeden birine gömülmek istediğini söylerdi. Aynı babam gibi, eğer bir gün öleceksem ben de onun gamzesine gömülmek isterdim. Babamdan şanslı olarak benim gamzeler arasında seçim yapmama gerek de yoktu.

 

"Gözünde bir ışık var, peşinde bin aşık var.

 

Dudağında mey mi var, sarhoşum sarhoş."

 

Bakışlarımı dudaklarını yalamasıyla beraber biraz da orada takılı kalmanın utancıyla gözlerine çıkardım. Ateşle harmanlanmış kahverengi gözleri, tüm renklere daha çok meydan okuması için güneş ışığına bulaşmıştı. Farklı bir mevzusu vardı gözlerinin. Bu gözlerde ne babamın anneme olan aşkını ne de benim unutma beni çiçeklerine olan sevgimi bulabiliyordum.

 

Gözleri en derin günahların cezasını barındırıyordu. Onlara değen herkesi içinde yakmak için her geçen gün daha da harlıyordu ateşini. Fakat bu gözler sadece bana kaybediyordu alevlerini. Bana bakarken sanki biri oksijenini kesiyor ve onların yakıcılığını dindiriyordu. İstediği kadar dindirebilirdi bana karşı ateşini. Ben zaten her koşulda ona yanıyordum.

 

Müzik çalmaya devam ederken, ben de ritme ayak uydurarak sallanmaya devam ettim. Olduğum sahneden salınarak aşağıya indim ve onun oturduğu masaya doğru yürümeye başladım. Gözleri gözlerime kenetlendiğinde, kalbim onun kalbine kavuşmanın arzusuyla kendini öne atıyordu. Bu öyle bir arzuydu ki, sanki birazdan kalbim göğsümü delerek onun kalbinin yanına sığınıverecekti.

 

Yanına iyice yaklaştığımda sağ elimi yavaşça sağ omzuna koydum. Parmak uçlarımı yavaşça sağ tarafından, sol tarafına sürüklerken onu huylandırdığımı biliyordum. Gözlerini her ne kadar elime değdirmek istemediğini fark etsem de başının hafif hareketinden, kıstığı gözlerinin sağdan sola doğru geldiğini anlayabiliyordum. Masasının yan tarafında durarak ona elimi uzattım. Elini elimle kavuşturduğunda ayağa kalktı ve daha açık bir alana yürüyerek ellerini belime koydu. Sol elimi nazikçe sağ omzuna koydum. Bunun için parmak uçlarıma çıkmam gerekmişti. Bu çabam onu güldürdüğünde yanaklarımda hafif bir sıcaklık hissetmiştim. Sağ elimdeki mikrofonu tekrar dudaklarıma yaklaştırdım.

 

"Busesini almadan, göğsüne yaslanmadan, gözlerine bakmadan, sarhoşum sarhoş.

 

Gözlerine bakmadan, sarhoşum sarhoş."

 

Hafif esen rüzgarla beraber önüme gelen saçlarım beni gıdıklamıştı. Gıdıklandığım için mi yoksa şarkının bölünmemesi için mi bilmiyorum ama saçlarımı önümden çekerek kulaklarımın arkasına yerleştirmişti. Elleri tekrardan belimde yerini alırken, gözlerimi gözlerine çıkardım.

 

"Gözünde bir ışık var, peşinde bin aşık var.

 

Dudağında mey mi var, sarhoşum sarhoş."

 

Şarkı tamamen bittiğinde masaya tekrar yürürken ona eşlik etmem için sağ elini beline yerleştirerek koluna girmem için bedeniyle kolu arasında boşluk bıraktı. Bana ayırdığı boşluğu zevkle doldurdum. Kendi sandalyesine yerleşmeden önce benim sandalyemi geriye çekerek oturmam için işaret verdi. Bakışlarına uyarak çektiği sandalyeye oturdum ve yanaklarımı iki elime yaslayarak henüz yere tamamen ulaşamayan ayaklarımı sallamaya başladım. Dudaklarıma tebessüm yerleştirdiğimde heyecanımı bastıramıyordum. Karşıma oturduğunda söze ilk giren her zaman olduğu gibi yine ben olmuştum.

 

"Nasıldım?"

 

"Gittikçe şaşırtıyorsun beni. Yaşıtlarına göre sesinin kulak tırmalaması lazımken, sen benim kulaklarıma değen tüm sesleri silip, kendi sesini derinlere kazıyorsun."

 

"Yani sesimi çok beğendin öyle mi?" diye sordum gülerek. İşaret ve orta parmağının arasına burnumu sıkıştırarak, "Öyle." dedi. En az benim kadar o da gülüyordu.

 

"Bugün benim doğum günüm." dedim.

 

"Evet biliyorum, küçüğüm. Doğum gününün ilanını zaten 1 ay öncesinden vermeye başlıyorsun."

 

Annem kapıdan elinde meyve sularıyla gelirken benim gözlerim etrafı tarıyordu. Bana hediye almış olmasını umuyordum.

 

"Teşekkür ederim, Sevgi Teyze." dedi.

 

"Ne demek oğlum, afiyetle için."

 

Annem yanımızdan ayrılırken tekrar ona dönmüştüm. Gözlerimin ona nasıl baktığını bilmiyordum ama hediyeye dair etrafta bir şey göremediğim için biraz kırgın olduklarını tahmin edebiliyordum.

 

"Biraz sabret, hediyeni pasta kesildikten sonra vereceğim."

 

Beni ondan ayıran en önemli özellik buydu. Ben onu okuyamıyordum ama o beni okuyabiliyordu. Yaşının benden büyük olması ve beni büyürken birebir görmüş olması buna etken miydi bilmiyorum ama beni benden iyi tanıyordu bazen.

 

Bahçenin girişinden ses geldiğinde ikimizde kapıya dönmüştük. Babam elinde pasta poşetiyle içeriye girerken bizim dışarıda oturduğumuzu hesaba katmamıştı. Poşeti arkasına saklayarak bize doğru gelmeye adımlarını hızlandırmaya başladı. Onun adımları beni daha da heyecanlandırırken ayaklarımı sallandırmayı hızlandırdım.

 

"Neli aldın baba? Neli aldın?"

 

Babamın kahkahası, Toprak'ın kahkahası ile karışmıştı. Babam eğilerek başımdan öptü.

 

"En sevdiğinden aldım, çilekli ve beyaz çikolatalı. Merak etme güzel kızım."

 

Babam tamamen doğrulmadan onu kolundan çekerek yeni tıraş ettiği kokusundan belli olan yanağına dudaklarımı uzattım. Önce losyonunun kokusunu içime çektim sonra büyük ve sesli bir öpücük bıraktım.

 

"Mis gibi olmuşsun." dedim.

 

Bana gülümsedikten sonra pastanın şekli bozulmadan dolaba koyması gerektiğini söyledi. Toprak'la da selamlaştıktan sonra içeriye girdi.

 

Meyve sularımız git gide azalmıştı. Benim sessiz durduğum sürece o da telefonunu kontrol ediyordu. Kiminle konuşuyordu bilmiyordum ama yüzünde bulunan tebessüm onu mutlu edebilen biri olduğunu belli ediyordu. Benden başkasına sağ yanağındaki gamzeyi bahşetmesi kalbimdeki sulak ormanı birden kurak bırakıyordu.

 

"Kiminle konuşuyorsun?" diye sordum dayanamayarak.

 

"Sınıftan bir kız arkadaşım. Bugün buraya gelecek. Bakarsın iyi anlaşırsınız ha, küçüğüm?"

 

"Ben küçük değilim!" diye bağırarak kaşlarımı çattım önce. O ise bir anda bu yükselmeme şaşırmıştı. Çünkü ne zaman küçük lafını ondan duysam, onun küçüğü olmak hoşuma gidiyordu ve hiçbir zaman böyle tepki vermiyordum.

 

"Küçüğüm demene kızmadım, yanlış anlama lütfen. Umarım iyi anlaşırız arkadaşınla, yoksa bir bakarsın kanatları çıkmış ve bahçeden dışarı uçuvermiş."

 

Gülmemek için alt dudağını dişleyerek ağzının içine aldı. Kafasını iki yana yavaşça sallayarak dudağını serbest bıraktı.

 

"Ben içeriye gidip hazırlanayım. Akşam davetli olduğum bir parti var. Benim için çok özel birisi." dedi gülümseyerek. Onun gülümsemesiyle ben de kıkırdamıştım. Arkasını döneceği sırada "Toprak." dedim.

 

Yüzüne sağından vuran güneşle beraber kirpikleri ahenkle kaşlarına değecek kadar kıvrıklığını öne çıkarırken, anlık nefesimi keserek bana dönmüştü.

 

"Efendim?"

 

Ona sormaktan asla vazgeçmeyeceğim, onunda aynı cevabı vermekten öteye gitmeyeceği o soruyu sordum.

 

"Neden sadece bir yanağında gamze var?"

 

"Daha ciddi durabileyim diye."

 

...

 

Beklediğim vakit gelmişti ve doğum günü pastamı kesecektik. Girdiğim yaşın güzel geçmesi amacıyla bir totem haline gelen geleneğimi yapmak için Toprak'ı bekliyordum. Annem ve babam buradaydı. Onun annesi ve babası da buradaydı ama kendisi yoktu. Çocukların annesi ve babası neredeyse orada olması gerekmez miydi? Bana bahsettiği kız gelmişti aklıma. Gelecekti bugün aslında ama o da yoktu ortalıkta.

 

Annem bahçeye kurulan masaya son dokunuş olarak pastamı da koymuştu. Pastanın üzerine mumları da diktikten sonra babamın eli cebine gitti. Cebinden çıkardığı çakmakla mumlarıma yaklaşarak onları yakacaktı. O gelmeden mumları üflersem bu senem kötü geçerdi. En azından ben buna inanıyordum. Babamın elini tutarak mumları yakmasını engelledim.

 

"Mumları yakmadan önce ben bir Toprak'a baksam olur mu?"

 

Babam bakışlarıyla onayladıktan sonra ayağa kalktım. Onların evine doğru yöneldiğimde içeriden kahkaha sesleri geliyordu. Kapıyı tıklatarak içeriye girdiğimde ikisinin de bakışları bana çevrilmişti.

 

Ona gamzesini bahşetmesine değer bir şey bulmak için kızı incelemeye başlamıştım. Benim sarı saç rengimin aksine onun kumral saçları vardı. İkimizin teni de aynı beyazlıktaydı. Benim tenimin beyazlığına mavi gözlerim ışık katarken onun ela gözleri vardı. Ne kahverengi ne yeşildi. Gözlerinden belliydi işte ne olacağı belirsiz bir insan olduğu.

 

"İyi misin?"

 

Onun sesi ulaştı kulaklarıma. Boyunun uzunluğu kafamı yukarıya kaldırmama sebep olmuştu. Gözlerine denk geldiğimde tek istediğim o kızın gözlerinin yeşil tarafının onun kahverengisinde değil de yine kendi gözlerinin kahverengisinde filizlenmesiydi.

 

"İyiyim. Pastayı kesecektik, seni bekliyorduk. Çağırmak için geldim."

 

Bir anda gözlerine mahcup bir ifade yerleşmişti. Yerleşmeliydi de! Bizim geleneğimizi unutup burada bu kızla kahkahalar atıyordu.

 

"Özür dilerim, biz sohbete dalmışız bir an." dedi.

 

Hiçbir cevap vermeden arkamı dönerek benim için kurulmuş masaya ilerledim. Sandalyeme tekrar oturarak babama mumları yakmasını söyledim. Babam mumları yakarken Toprak da karşıdan o kızla geliyordu. Kızı sandalyelere yönelttikten sonra kendisi benim arka tarafıma geçmişti.

 

Onunla aynı boya gelebilmek için sandalyede dizlerimin üstüne çıksam da boyu benden uzun kalıyordu. Sağ eli sağ elimi, sol eli sol elimi kendine kenetlemişti. Arkamda vücudu dimdik duruyordu.

 

Buraya taşındığımızda ben 1 yaşındaymışım. O ise o sene 7 yaşındaymış. İlk üflediğimiz mumlar onun pastasında olanlarmış ama ilk mum üflerken çekildiğimiz fotoğraf benim 2. yaş günümdeymiş. Tarih 21.03.2004. O gün çekildiğimiz fotoğrafı her doğum günümüzde tekrar ediyorduk. Ben yine sandalye üzerinde ellerini tutuyordum, o ise arkamda duruyordu.

 

O zamanlar bu duruşumuzun amacı sadece beni ayakta tutmak için sıradan bir duruş olsa da onun dediğine göre artık bu duruşun anlamı hiçbir zaman ellerimi bırakmayacağını ve her zaman arkamda duracağını anlatıyordu.

 

Şimdi ise tarih 21.03.2014'ü gösteriyordu. 12 yaşına giriyordum ve o doğum gününe hâlâ 5 ay olması sebebiyle henüz 18 olmamıştı. 17 buçuk yaşındaydı. Nice böyle yıllarımız olacaktı ve biz hariç sadece tarihteki sayılar değişecekti.

 

Kafasını sağ tarafıma getirdiğinde beraber pastaya eğildik. Gözlerinin benden tarafa döndüğünü hissettiğimde dudaklarını kulağıma yaklaştırdı.

 

"Dilek tutmayı unutma, Badem."

 

Bu sözüne gülümsemiştim. Gözlerimi kapattığımda tutacağım dilek her zaman belliydi. En sevdiğim çiçeğin rengine benzettiği gözlerim, sadece onun toprağında can bulmalıydı. Onun toprağına sadece ben adım atmalıydım ki, her yere ekeceğim tohumlar sayesinde kimseye yer kalmamalıydı. Onun toprağında sadece ben filizlenmek istiyordum. Beni hiçbir zaman unutmaması en büyük dileğimdi. Çünkü ben onu zaten unutamazdım.

 

Gözlerimi açtıktan sonra 3'ten geriye saydım. Beraber mumları söndürmüştük. Bakışlarımı büyük bir heyecanla gözlerine çevirdim. Ne için heyecanlandığımı adı gibi biliyordu. İşaret ve orta parmağının arasına burnumu alarak hafifçe sıktı.

 

"Bekle burada." dedi ve evlerine gitti.

 

O içeriye girdikten sonra aynı hevesle masadakilere bakmaya başladım. Hepsi gülerek beni izliyordu. Herkese samimi bir şekilde gülerken bakışlarım o kızla denk gelmişti. Ona hiç de içten olmayan gülüşümü yolladıktan sonra annemin uyarıcı sesine maruz kalmıştım.

 

"Yine hangi hediyeyi sona bırakacağını biliyoruz. O zaman önce hediyelerimizi biz verelim." dedi Kemal amca. Arzu teyzeyle ortak hediyeleriydi.

 

İçindeki hediyeye ulaşma amacıyla kutuyu hızlı açmıştım. Beyaz bir elbiseydi bu.

 

"Bu beyaz elbisenin en çok senin gibi saf ve güzel bir kızda hoş duracağını düşündük." dedi Kemal amca.

 

"Teşekkür ederim." diyerek ikisinin de boynuna aynı anda sarıldım. Umarım bir gün bu kızı size gelin olurken de beyazların içinde saf ve güzel bulursunuz.

 

Herkes bir anda gülmeye başlarken ne olduğunu anlamamıştım. Babamla göz göze geldiğimizde çok da hoş gülmediğini fark ettim. Sanırım gelin olma isteğimi içimden değil dışımdan dile getirmiştim.

 

Annem ve babam hediyelerini vermek için önce rüşvetlerini istediklerini söylemişlerdi. Rüşvetleri ise ikisinin de yanağına konduracağım öpücükten ibaretti. Onlara istediklerini verdikten sonra hediyemi elime aldım. Hızlıca kutuyu açtıktan sonra içinden bir kutu daha çıkmıştı. Yine başlıyorduk. Bu oyun babamın başının altından çıkıyordu ve hep beni bezdirecek şekilde kutu açtırıyordu. Sonunda son kutuyu da açtığımda içinden telefon çıkmıştı. Hayatımdaki ilk telefonuma da kavuşmuştum işte. Annemle babama dönerek tekrar kocaman sarıldım onlara.

 

Bu telefona ilk önce Toprak'ın numarasını kaydedecektim. Bugün burada olan kızla mesajlaşmaması için onunla beraber olduğum anlar haricinde ona mesaj atacaktım. Varlığımı asla unutturmayacak, o gamzeyi bir kere daha o kızın görmesine izin vermeyecektim!

 

Planlarım kafamda bir bir sıraya girerken, evin kapısından bize doğru gelen Toprak'ı gördüm. Elinde küçük bir kutu vardı. Tamamen yanıma geldiğinde elindeki kutuyu bana uzattı. Kutuyu sakince açtım ve içinden çıkan kolyeyi elime aldım. Bunun el yapımı olduğu belliydi. Ona verdiğim unutma beni çiçeklerinden bir tanesiyle yapmıştı. Büyük ihtimal de annesinden yardım almıştı. Çünkü annesi takı konusunda harikalar yaratabiliyordu.

 

Kolyeyi ona uzatarak takmasını istedim. Saçlarımı elimle toplayarak sağ tarafıma aldım. Kolları boynumun etrafına geldiğinde içimi heyecan basmıştı. Yanaklarımdaki sıcaklığı hissedebiliyordum. Kolyeyi taktıktan sonra beni kendine çevirdi. Kollarımı boynuna dolayarak ona teşekkür ettim.

 

Doğum günüme, evi hemen evimin yanında olmasına rağmen, saatinde yetişememesi için ona kızgındım. Ben yanına gitmesem onsuz pasta üfleyeceğimi unutmasına kızgındım. O kızla kahkahalar atarken beni ayağına kadar sürüklediği için ona kırgındım. Kızgın ve kırgındım ama bu duyguların onunla yan yana gelince son bulacağı kadar da çocuktum.

 

İstersek kavga edebilirdik, istersek birbirimizi üzebilirdik ama yeter ki sonumuz ayrılığa düşmesindi. Her gün doğum günümde tuttuğum dilek hiçbir zaman terse dönmesindi. Çünkü ne o bensiz Toprak olabilirdi ne de ben onsuz Bade. Birbirimizden ayrı düştüğümüzde ikimizin de dönüşeceği isimler belliydi; Aras ve Mısra olmak üzere...

 

İlerleyen saatlerde yeni sahip olduğum telefonumla bir sürü fotoğraf çekildik. Aslında o kızı fotoğraflara dahil etmeyi düşünmüyordum ama annemle babamın bakışları yüzünden bir şey de diyemiyordum. Fotoğraflarda her ne kadar onun yanında dursa ve bu beni çileden çıkartsa da tek başımıza da fotoğraf çekilmiştik.

 

Bugüne dair en güzel fotoğraf Arzu teyzenin telefonundaydı. Onunla olan ilk doğum günümden beri sadece yaşlarımızın değiştiği bir fotoğraf karesiydi. Umarım son doğum günümde de öyle olurdu.

 

04.05.2024

 

Anılar tek tek zihnimde tazeliğini korurken, ellerimle yanaklarımdaki ıslaklığı sildim. Benimle beraber olduğu son doğum günüm. Her ne kadar her gün ayna karşısında kendime söz versem bile bir şekilde gözlerim kendiliğinden ağlamaya programlanıyordu. Ya gözlerim kuruyana kadar akmalarına izin verecektim ya da artık gözlerimi çıkarıp atacaktım.

 

Gözlerimle ilgili hiçbir şey yapamadım. Önce titreyen ellerimle fotoğraf albümünü, sonra telefonda çalan şarkıyı kapattım. Bugün böyle şeylere hiç ihtiyacım yoktu ama kendime söz geçiremediğimden yine kendimi bu konumda bulmuştum. İçime derin bir nefes çektikten sonra küllüğü boşaltarak içeriye girdim ve hızlıca ortalığı toplamaya başladım. Zaten fazlasıyla vakit kaybetmiştim ve annemin geliş saati yaklaşmıştı.

 

Kendime atıştırabileceğim bir tabak hazırladığım sırada kapı çalmıştı. Mutfakla yan yana olan kapı için acele etmem gerekmemişti.

 

"Hoş geldin. Ellerini en az dört kere yıkıyorsun unutma."

 

"Emredersin canım. Birde istersen duşa gireyim."

 

"Yok üstünü değiştirsen yeter." dedikten sonra ikimiz de aynı anda gülmüştük.

 

İkimizden biri ne zaman eski evimizin olduğu yere gitsek birbirimizle böyle rutine binmiş konuşma yapıyorduk. Annemin orada bıraktığı anıları sevdiği söylenemezdi. Bu yüzden onlardan arınması için alay ediyordum.

 

O lavaboya yöneldiğinde peşinden bir kedi yavrusu misali gitmiştim ağzından laf alabilmek için.

 

"Nasılmış Arzu teyzemler?"

 

"İyilermiş. Seni sordular yine neden kahvaltıya gelmedi diye."

 

"Sen ne dedin?"

 

"Babasının ve oğlunuzun bıraktığı anıları tekrar tekrar yaşadığı için buralara gelmeyi çok istemiyor. Nasıl bir travmaysa yıllardır atlatamadı gitti dedim."

 

Annemin ağzını tekrar ettiğimde arkamı dönerek mutfağa yönelmiştim.

 

"Geç sen dalga geç. İnanma bana ve travmalarıma. Bir gün aklımı iyice oynatırım o zaman çok dizlerini döversin. "Ah kızım, vah kızım." dersin de kim duyar sesini."

 

Çok geçmeden annem de mutfağa gelebilmişti. Eline kettle alarak, kahve yapmak için, içine su koymuştu.

 

"Dalga geçmiyorum ama artık aşman gerektiğinin sen de farkında olmalısın."

 

Sanki ben farkında değildim. Zihnim bana istemsizce oyunlar oynuyordu. Kulaklarıma sesli bir şekilde mektubu bağırıyor, gözlerimin önüne fotoğraflarımızı getiriyordu. Eninde sonunda bu oyuna kanıp kendimi yine onların başında buluyordum. Her günü aynı şekilde idare ediyordum.

 

Sıkıntıyla oflayarak tekrar anneme çevirdim bakışlarımı.

 

"İkinci kez soruyorum anne. Sen ne dedin peki?"

 

"Derslerinin çok yoğun olduğunu, sürekli ders çalışmaktan kafanı kaldıramadığını, bu yüzden fırsat bulup arkadaşlarınla bile dışarı çıkamadığını söyledim."

 

Fırsatım olmadığından mı yoksa artık arkadaşlarımla takılmanın eski zevki verip vermemesinden mi işte buna ben de karar verememiştim. Çünkü ne zaman dışarı çıksak sadece yarım saatten sonra neden orada olduğumu sorguluyor ve eve dönmek için can atıyordum.

 

Önümdeki tabaktan son krakerimi de yediğimde hazırlanmak için tekrar yukarıya çıkmıştım. Önüme gelen ilk siyah tişörtü ve pantolonu giyerek saçlarımı at kuyruğu yapmıştım. İçine gerekli kitapları yerleştirdiğim çantamı omzuma alıp, deri ceketimi de elime almıştım. Hızlıca indiğim merdivenlerden, mutfağa da hızlı bir giriş yapmıştım.

 

"Yavaş yavaş ne yapıyorsun?"

 

Çantayı kapının yanına bırakarak üzerime ceketimi geçirirken anneme havalı bir bakış atmayı ihmal etmedim.

 

"Hızlı yaşa erken öl demişler. Alışkanlık olmuş hızımı alamadım."

 

Annem yapmacık gülüşünü sergiledikten sonra elindeki bana hazırladığı kahve bardağını havaya kaldırmıştı. Dolaptan termosumu alıp kahveyi içine boşaltmıştım. Yanına yaklaşarak yanaklarına uzun ve ıslak bir öpücük bırakmıştım.

 

"Deli kız." diyerek yanağını sildiğinde ona dilimi çıkardım.

 

"Kaçtım ben. Dersten sonra çok geç kalmam."

 

Kapıyı açarak zaten kapının önünde hazır şekilde beni bekleyen ayakkabılarımı giymek üzere harekete geçtim.

 

"Geç kalma zaten yoksa gece seni kimse göremez. Allah korusun araba çarpar."

 

Kaşlarımı "Ne alaka?" anlamında çatarak bakışlarımı eğildiğim yerden iki büklüm şekilde anneme çevirdiğimde bana güldüğünü görmüştüm.

 

"Giymişsin ya yine simsiyah. Tek rengin saçlarındı onu da mahvettin."

 

Annemin konuşmasını dinlerken bir yandan da ayakkabılarımı giymeye devam ettim.

 

"Ben de seni çok seviyorum annecim. Görüşürüz." diyerek kapıyı kapattım.

 

Saçlarımı en çok sevenlerden biri de annemdi. Bu değişimin beni rahatlattığı kadar annemi de üzdüğünü biliyordum. Hatta eğer o gün beni o halde görmese büyük ihtimal beni bağlar yine de bunu yapmama izin vermezdi. Artık iş işten geçmişti ve bunları durmadan ısıtıp önümüze koymanın bir anlamı yoktu.

 

Zaten hayatımda olan renklerin de bir anlamı kalmamıştı. Hepsi benim için artık silinmeye layıktı. Kendimden çok sevdiğim insanların hayatına artık güneşi doğurmak istemiyordum; sarıyı silmiştim. Ateşi ve toprağın rengini ondan başka kimsenin gözünde görmek istemiyordum; kırmızıyı ve kahverengiyi silmiştim. Beraber yediğimiz bir sürü meyve vardı belki ama onun kokusuna eşlik eden portakalın rengini; turuncuyu silmiştim. Hatta imkanlarım dahilinde olsa ona oksijen sağlayan maviyi de silerdim ama buna ne gücüm yetiyordu ne de nefessiz kalabilmesine kalbim el veriyordu.

 

Kulaklıklarımı çıkarıp müziği açtığımda, sigaramı da yakmıştım. İstanbul trafiği şartlarında yolum bir hayli uzundu. Trene bindiğimde birazcık kestirebilirdim bile. Hesapladığım süreden on dakika önceye alarmımı kurmuş ve gözlerimi kapatmıştım.

 

Alarmın sesi kulaklarıma ulaştığında gözlerimi ovalayarak yukarıda bulunan yol haritasına baktım. İneceğim yere yalnızca iki durak kalmıştı. Yanımdaki insandan müsaade isteyerek ayağa kalktım ve kapıya yanaştım. Durak adını duyduğumda sabırsızlıkla bacağımı sallamaya başlamıştım.

 

Telefonumdaki saate baktığımda derse henüz 1.30 saat olduğunu görmüştüm. Bunun rahatlığıyla ayaklarım bir anda her zaman indiğimiz, yeşilliği ve denizi birleştiren, her iki kıtayı da gözler önüne seren, yakınlarında da eski evimizi bulunduran alana doğru gitmeye başlamıştı. Belki denk gelirdik düşüncesi, belki eskilere dönerdik düşüncesi. Hangisi olduğunu bilmiyordum ama oraya gitmek istediğimi biliyordum.

 

Yeşillerin içindeki bir ağaca sırtımı dayadığımda bir sigara daha çıkardım. Deniz kışa rağmen sakin, etraf sessizdi. Gözlerimi kapattığımda kendimi kulaklığımda çalan rastgele bir şarkının akışına bırakmıştım. Anılar zihnime tek tek doluyor burada oynadığımız oyunları hatırlıyordum. Bazen ailecek, bazen ikimiz.

 

Burnuma sigara hariç bir koku dolduğunda bu kokunun bir yerlerden tanıdık olduğunu da hissetmiştim. Gözlerimi açarak etrafa bakındım. Burada olmasına olanak yoktu ama burada olmasını da fazlasıyla içten istiyordum. Kimseyi görmeyen gözlerim, ne zaman ayağa kalktığımı bile hatırlamadığım eski yerime oturmama sebep olmuştu.

 

Aklım bana küçük bir oyun oynuyordu ve ben ise her zaman bu oyuna kanıyordum. Hâlâ çocuk muydum acaba? Belki de bir arkadaşımın söylediği "İnsan terk edildiği yaşta kalırmış." sözüne bağlanıyordu tüm olay. Umarım bu sözün bir bilimsel açıklaması yoktu ve ben gerçekten kalakalmamıştım öyle.

 

İkinci sigaram da bittikten sonra dikkatlice söndürdüm ve daha sonra dökmek için kullandığım, içine külleri de attığım, yanımdaki boş kutuya koydum. Çevreye zarar vermek istemezdim. Özellikle büyük bir umutla filizlenen unutma beni çiçeklerine.

 

Saatimi tekrar kontrol ettiğimde okula doğru yol almak için hazırdım. Uzun süredir hayatım böyleydi. Unutmam gereken her şeyi hatırlar, yapmamam gereken her şeyi yapardım. Kendime kızar ama yine de oralı olmazdım. Her gün yeni bir hayata uyanıyordum ama geçmişin ensemde bıraktığı nefesi de kesemiyordum.

 

...

 

Kartımı turnikeye okuttuktan sonra kapıdaki güvenliğe selam verdim. Aynı şekilde bana döndüğünde "Bugün sigarayla girmedin okula, yoksa bıraktın mı?" diyerek sohbeti başlatma görevini yine o üstlenmişti.

 

"Sana da iyi öğleler Hakan abi."

 

İkimiz de karşılıklı güldüğümüzde o benim bağlı olduğum bu şeyi bırakmayacağımı, ben ise her gün bu soruyu soracağını adımız gibi biliyorduk. Bu kısa sohbetten sonra kulaklıklarım tekrar kulağımda yerini almıştı. Adımlarım hızlanırken, gözlerimi tamamen karşıya dikmiştim. Kimseyle karşılaşmadan sınıfıma gidersem dersime yetişmiş olur ve boş muhabbetlerden de kaçınmış olurdum. Arkamda hissettiğim varlık kolumu dürttüğünde müziğin sesini kısarak Ayberk'e baktım.

 

"Islık çalıyorum beş saattir duymuyor musun?"

 

"Hayvan mıyım ben Ayberk, ıslığına döneyim?"

 

Müziğimin sesini tekrar açtığımda arkamdan geldiğini biliyordum. Kulağımdaki kulaklığı izinsiz çıkartırken eline vurdum.

 

"Ne yaptığını sanıyorsun?"

 

"Seninle sohbet etmeye çalışıyorum."

 

Kulaklığımın uçlarını elinden alarak çantamın içine koydum. Adımlarımı daha da hızlandırarak fakülteden içeriye giriş yapmıştım. Asansörün önü fazlasıyla dolu olduğu için merdivenlere yöneldim. Basamakları ikişer ikişer çıkarken gireceğimiz sınıfın önünde bir kalabalık olduğunu fark ettim. Adımlarım durduğunda Ayberk'e döndüm.

 

"Neden herkes kapıda?"

 

Bilmiyorum dercesine omuzlarını yukarı kaldırdığında bu sefer bu soruyu kalabalıkta beklemekten sıkıldığını fark ettiğim arkadaşıma sorma kararı almıştım.

 

"Aren, ne oluyor?"

 

"Cezacı gelmemiş diyorlar. Biz de garanti olsun, birkaç dakika geçsin diye bekleyelim dedik."

 

Ceza hukuku dersimize giren hocamızın hiçbir zaman derse geç kaldığı görülmemişti ve bu bir ilkti.

 

"O zaman deniz kenarında bir kafeye gitmez miyiz?" dedi Ayberk.

 

Aren hiç geç kalmadan başıyla onaylarken ikisi de bana dönmüştü.

 

"Tamam ama Ayberk ısmarlıyorsa gelirim."

 

Param yok değildi ama Ayberk ile ettiğimiz, aslında benim tek taraflı ettiğim, kavgadan sonra en azından bunu yapsındı.

 

"Sen yeter ki benimle barış da dünyaları ısmarlarım sana."

 

Eli yanağımdan makas almak için hareketlenirken kafamı tam tersi yöne yatırmıştım. Yüzüm buruşurken "Cıvıma." diye de uyarma gereği görmüştüm.

 

Önlerine geçip yürümeye başladım. Yanımdan geçen insanlara aldırmadan yürürken, arkadaşlarımın arkada ne konuştuklarını ve neye güldüklerini de umursamamaya çalışıyordum. Aklım bugün burnumdan içeriye süzülen o kokudaydı. Hiç rahatsızlık vermeden içime bir anlam yüklemeye çalışan o koku. Tanıdık bir nota vardı içinde ama farklı birkaç ses sinmiş gibiydi. Tıpkı şu an benim kulağıma sinen farklı sesler gibi.

 

"Akşam planlanan baloyu duydun mu?"

 

"Evet duydum. Çok büyük bir balo olacak diyorlar."

 

Biri idare diğeri medeni hukuk hocası olan iki kişinin konuşmasına takılmıştı aklım. Adımlarım bir anda dururken arkamı dönerek bu sefer onların peşine takılmıştım. Bu balodan bizlerin haberi olmadığına göre öğrencilerin olmadığı büyük ihtimalle de tanınmış hukukçuların olacağı bir balo olacaktı. Çünkü okul arasında yapılanlardan genellikle bizim de haberimiz olurdu. Ayberk ile Aren'in de adımlarının durduğunu ve bana döndüklerini anlamıştım. Sırtımda hissettiğim bakışları büyük ihtimal öğretmenlerden birine soru soracağımı bekliyordu. Ben ise gizlice onları dinleyerek detay almaya çalışıyordum.

 

İdarecinin adımları yavaşladığında derse gireceği sınıfın önüne geldiğini anlamıştım ama benim için çok geç gibiydi. İkisi de birlikte bana döndükleri zaman ben de mecburen durmuş yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirmiştim. Konuşmayı önce idareci başlatmıştı.

 

"Bir şey mi oldu kızım arkamızdasın ördek yavrusu gibi?"

 

"Yok hocam ne arkası. Ben sadece bir soru sormak istiyordum size ama muhabbetiniz biraz koyu olunca araya girip bölmek istemedim. Farklı bir amacım yoktu."

 

Soru sormam için kafasını salladığında buradaki varlığımdan rahatsız olduğunu anlamıştım.

 

"Bizim ceza hukuku hocamız gelmedi ama normalde hiç aksattığı olmamıştı dersini. Ben ve arkadaşlarım merak ettik." Bir elimle arkada bir yerlerde durduğunu umduğum arkadaşlarımı göstermiştim. "Önceki günlerde de sizinle sohbet ederken görmüştük. Sizleri de bu katta görünce sormak istedim sağlığıyla ilgili bir durum var mı yok mu diye."

 

Medeni hukukçu sözü devralmıştı. "Sağlığıyla ilgili bir durum yok tatlım. Babası vefat etmiş. Bugün cenazesi vardı o yüzden gelemedi."

 

"Anladım hocam çok teşekkür ederim. Sizi de rahatsız ettim. İyi dersler, iyi günler."

 

İkisi de gülümseyerek kafalarını salladıklarında geldiğim yöne doğru yönelmiştim. İki arkadaşım da gözlerini kısmış beni izliyorlardı. Normalde sabırsız olduğumu ve o konuşmayı bölerek sormak istediğim soruyu direkt soracağımı biliyorlardı ama ikisinin de ilgilerini sessizce onları takip etmem çekmişti. Yanlarına yaklaştığımda "Hadi gidelim." dedim.

 

"Ne oldu, neden takip ettin öyle?"

 

"Anlatacağım ama önce bir şeyler içelim."

 

...

 

Sahil kenarında bulduğumuz bir kafeye girmiştik. Hava soğuk olsa da denizin direkt yanında olan masalardan birine oturmayı tercih ettik. Oturduğumuz yer alttan dalga geldikçe sanki yüzüyormuş hissi yaratıyordu. Denizin tuzlu kokusu ise hiçbir şeye değişmeyeceğim güzellikteydi. Doğanın kendi çabasıyla yarattığı her kokuyu seviyordum. Denizin dalgalandıkça kıyıya vurduğu tuzlu kokuyu, kar yağmadan önce havada oluşan kar kokusunu, yağmurdan sonra ortaya çıkan toprak kokusunu...

 

Toprak kokusu...

 

Denizin tuzlu kokusu burnumdan silinirken yerine sabah anılarımın kapısını çalan ama benim bir türlü kapımı açamadığım o koku gelmişti. Soğuk bir kış günü, yağmurun hemen sonrası, toprak kokusunun yükseldiği o büyülü anda açık camdan dışarıyı izlerken portakal yiyormuşum gibi bir his.

 

Gözlerimin artık denizi görmediğini fark ettiğimde arka bahçemizde bulunan limon ağacının altındaydım. Başım Toprak'ın omuzuna yaslıyken, elimde okuduğum Küçük Prens kitabım vardı. Omuzundan yavaşça doğrulurken büyük ihtimalle uzun boyundan rahatsız olduğumu düşünerek daha rahat yaslanmam için kendini aşağıya çekmişti. Ben ise kitaba mola vermesini bekleyerek yüzünü inceliyordum.

 

Güneşin ışığını esirgediği gözleri siyah gözüküyordu. Gözleri hiçbir zaman aynı değildi. Bazen kızıl bir ateş gibi yanardı, bazen küle döner kararırdı. Saçları duştan sonra kurutmadığı için dalgalıydı. Tüm telleri sanki bir resim çizmeye çalışır gibi şekiller oluşturmuştu. Benim de en sevdiğim tablo buydu. Tekrar yaslanmayacağımı anladığında okuduğu kitapta kaldığı sayfaya ayracını yerleştirmiş ve bana dönmüştü.

 

"Bir şey mi oldu?"

 

Bir şey olmamıştı ama istemsizce yaz gününde canım portakal çekmişti. Bunu söylesem güler miydi acaba?

 

"Olmadı bir şey. Sadece sıkıldım kitap okumaktan."

 

"Başka bir şey yapalım istersen." dedi kolundaki saati kontrol ederken. "Sanırım bir saatimiz doldu zaten."

 

"Meyve yesek olur mu?"

 

Başını sallayarak ayağa kalktığında, bana da elini uzatmıştı. Elini tutup beni çekmesine izin vermiştim. Bunu her seferinde hiç zorlanmadan yapıyordu ve ben zahmetsiz ayağa kalkmayı çok seviyordum.

 

"Hangisinden istiyorsun seç bakalım."

 

Bahçemizde bir sürü meyve ağacı vardı. İki çeşit erik, iki çeşit dut, incir, armut, elma ve üzüm. Ayrıca limon ağacımız, ceviz ağacımız ve gül ağaçlarımız da meyvelere eşlik ediyordu. Doğayla iç içe bir aileden geliyorduk ikimizde ve eski kuşaklarımızdan beri herkes bahçe işlerini seviyordu. Hatta şu an bile annelerimiz sebze yetiştiriyordu. Sebze, meyve haricinde en sevdiğimiz şey ise yine bahçemizde bulunan çam ağaçlarından yere düşen çamfıstıklarının dolu olduğu kozalakları boşalttıktan sonra onları babamlara mangal yakmaları için götürmekti. Kozalakları onlara verdikten sonra ise çam fıstıklarını aramızda bölüştürüp yiyorduk.

 

Ben ne istediğimi düşünürken Toprak bu kararsızlığımı azaltmak amacıyla "Dut ister misin?" sorusunu yöneltti. Kafamı sallayarak onu onaylarken canım hâlâ portakal istiyordu. Elime verdiği beyaz dutlara baktım. Bir tanesini alıp ağzıma götürürken normalden daha iştahsız yediğimin farkındaydı.

 

"İstersen karadut da verebilirim."

 

"Yok istemiyorum."

 

Kaşları çatılırken, yüzümdeki ifadeyi incelemeye devam etti. İçimde farklı bir istek olduğunu biliyordu ve büyük ihtimal söylemekten çekindiğimin de farkındaydı.

 

"İstemeden yiyor gibisin ama. Ne istiyorsun söyle bana?"

 

"Portakal."

 

"Yaz gününde?"

 

Başımı aşağı yukarı sallarken, "Keşke portakal ağacımız da olsaydı." demiştim.

 

"Bir şey fark etmezdi çünkü yine yazın bir portakalımız olmazdı."

 

Elimdeki dutları bitirdiğimde kalan saplarını atmak için çöpe yönelmiştim. Toprak ise arkamda beni takip ediyordu.

 

"Aslında bu isteğini biraz da olsa gerçekleştirebiliriz."

 

Gözlerim kocaman açılarak ona döndüğümde bana gülmüştü. Nasıl karşılayacaktı bilmiyorum ama bunu gerçekten başarabilecek gibi duruyordu.

 

"Annem kışın buzdolabına limon ve portakal koymuştu. Yazın meyve suyu yapar, içeriz diye. Bu seni tatmin eder mi?"

 

"Elbette eder. En azından içmiş olurum."

 

Eliyle beni evlerine doğru yönlendirmişti. İkimiz de kapının önüne geldiğimizde ben içeri girmek istememiştim çünkü utanmıştım.

 

"Şey sanki sen istemişsin gibi girip annenden rica etsen."

 

"Ne fark eder ki?"

 

"Olsun şimdi olmaz öyle zahmet olur."

 

"Ben ne kadar evladıysam seni de öyle görüyor biliyorsun."

 

İtiraz eder gibi omuzlarımı yukarı aşağı yaptığımda o da başını sallayarak beni onaylamıştı. İçeri girdiğinde sabırsızlıkla onu bekliyordum. Kaç dakika sürdü geri çıkması bilmiyordum ama elinde tuttuğu iki bardak beni gülümsetmeye yetmişti. Aralık bıraktığı kapıyı onun için tamamen açarken bir tane bardağı elinden almıştım. Bahçede bulunduğumuz banka yöneldiğimizde elimizdeki bardakları kadeh gibi tokuşturmuştuk.

 

"Teşekkür ederim, Toprak."

 

Bana içten bir şekilde gülümsediğinde, gülümsemesi de tıpkı deniz gibi yavaş yavaş gözlerimin önünden silinmişti.

 

Dalga sesleriyle birlikte Aren'in de sesi kulaklarıma dolmuştu. Gözlerimin kapalı olduğunu bile fark etmemiştim ve sanırım bu onları endişelendirmişti.

 

"Uyumadıysan geçici olarak öldün herhalde?"

 

Sesi kulağıma az çok ulaştığı için yüzüme, kaşlarım çatık şekilde, anlamadığımı belirten bir ifade yerleştirerek Aren'e dönmüştüm.

 

"Dünyadan Mısra'ya diyoruz kızım. Yine hangi şiir arasında kayboldun?"

 

Ayberk'in yaptığı espriye gözlerimi devirerek karşılık vermiştim. Ben adımla ilgili bu şakayı yapmasından sıkılmıştım ama o yapmaktan asla sıkılmamıştı. Bana Bade demeyi daha çok seviyordu ve aklınca onun intikamını alıyordu. Fakat ben Bade'yi 12 yaşında, ondan başka kimsenin bulamayacağı bir yere saklamıştım.

 

"Senin uzaktan yakından alakan olmayacağı şiirler arasında Ayberk."

 

"Umarım yine akıbeti belli olmayan birini düşünmüyorsundur."

 

Ayberk'in sözlerini duymazdan gelmek ya da tepki vermek arasında kalmıştım. Zaten sürekli bu şekilde konuştuğu için tartışıyorduk ve o yüzden ona sinirli olmamın başlıca sebebi bu kapıya varıyordu. Kendisi bu sözlerin etkisini tartamayacak kadar duygusuz muydu bilmiyorum ama benim her an içimden dilini kopartmak geliyordu. Aklımdan bu düşünceleri yollamak için yanımıza gelen garsona dönmüştüm.

 

"Ben sıcak çikolata istiyorum. Yanına da frambuazlı cheesecake."

 

Çikolata ve meyvenin tatlı uyumunu seviyordum. Diğerleri de kahve ve tatlı siparişlerini verdikten sonra tekrar yalnız kalmıştık.

 

"Sen neden öğretmenlerin peşine takıldın?"

 

Beklediğim soru Aren'den gelmişti.

 

"Büyük bir balo varmış öğretmenler arasında. Bugün oraya gideceğiz."

 

İkisi de kaşlarını çatıp bana döndüğünde orada ne işimiz olduğunu sorguladıklarına emindim.

 

"Bakmayın öyle. Sonra alnınız kırışır erken yaşlanırsınız maazallah."

 

Aren suratını düzeltirken, Ayberk gülmekle yetinmişti.

 

"Oraya gideceğiz çünkü eminim ki büyük hukukçular da orada olacaktır. Klasik bir balo olsaydı bunu okulla beraber hepimiz için yaparlardı."

 

"Diyelim ki öyle. Bizim için olmayan bir baloya nasıl girmeyi planlıyorsun?"

 

"Şöyle Ayberk, bu balo maskeli olacakmış. Bu bizim en büyük şansımız. Ayrıca bir yatta olacakmış. Bu da ikinci en büyük şansımız çünkü içeri girebildikten sonra bizi fark etseler bile denize atmazlar herhalde."

 

"Denize atmazlar da bu baloya gidişin bir de okula dönüşü var?"

 

"Aren doğru söylüyor. Riske atmaya değmez bence."

 

"Arkadaşlar hukuk okuyoruz farkında mısınız? Okul dışında olan bir baloya gizlice girmenin cezası okuldan atılmak değil en kötü öğretmenler tarafından ayıplanmak olur. Bizi kolluk kuvvetlerine şikayet edecek halleri yok ya?"

 

Ağızlarından bir "Of." çıkmıştı. Aynı anda arkalarına yaslanıp, aynı anda birbirlerine bakmışlardı.

 

"Başka şansımız yok mu?" dedi Aren.

 

"Yani tek de gidebilirim tabii."

 

"Yok olmaz. Madem bir grubuz, beraber gideceğiz mecbur."

 

Onlara gülümsedikten sonra büyük bir iştahla hem sıcak çikolatamı hem de kekimi bitirmiştim.

 

...

 

Dolabın karşısında dururken acaba bu planı tekrar gözden geçirip evimde oturmalı mıyım diye düşünüyordum. Giyecek hiçbir şey bulamamış üstüne çok az da vaktim kalmıştı. Yatağımın üstüne oturup kendimi geriye doğru bıraktım. Gözlerim tavanda gezerken telefonumun mesaj sesi odamda yankılandı.

 

Ayberk (1 yeni mesaj)

 

Hazır mısın?

 

Hazır olmadığımı, biraz daha zaman ihtiyacım olduğunu belirten bir mesaj attıktan sonra tekrar ayağa kalktım. Son kez dolabımın karşısında geçtiğimde gözüme siyah elbisem takıldı. Omuzları açık, belime tamamen oturan, etek kısmı salaş ve dizlerimde biten bir elbiseydi. En azından bu gece işime yarardı.

 

Elbiseyi giydikten sonra banyodaki aynanın karşısına geçtim. Saçlarıma çok yapacağım bir şey yoktu. Zaten düzdü ve çok uğraşmak istemiyordum. O yüzden açık bırakmayı tercih etmiştim. Makyaj malzemelerine yönelme zamanıydı. Yüzüme krem sürdükten sonra fondöten sürdüm. Far, rimel ve ne kullanabiliyorsam sürmüştüm. Her gün makyaj yapmayan biri olarak bu sonucu elde edebildiğim için kendime bir öpücük yolladım. Gözlerim dudaklarıma takıldığında son rötuşumu yapmadığımı fark ettim. Kahverengi tonlarında yaptığım makyajıma koyu kırmızı bir rujla son noktayı koymuştum.

 

Tekrar odama geçerek elbisemi gümüş takılarımla tamamlamak için harekete geçtim. Halka küpeleri kulağıma geçirdikten sonra bileğime de kelepçe bir bileklik taktım. Elim zaten boynumdan hiç çıkarmadığım, ucunda unutma beni çiçeği olan kolyeye gittiğinde aklımdan geçen acaba sorusunu hemen silmiştim. Çıkarmayacaktım çünkü o kendimi yalnız hissetmeme sebebimdi. Bana farklı bir güç veriyordu ve bu güç bugünlerde nedense daha fazlaydı.

 

Yatağımın baza kısmını açarak içerideki ayakkabı kutularına baktım. Renk olarak en uygunu sanırım yine siyahtan gitmek olacaktı. İnce topuklu, süet stilettoyu ve onun eşi olan süet çantayı elime aldım. Çantanın içine gerekli olan her şeyi koyduğumda telefonum bu sefer Aren tarafından çaldırılmaya başladı.

 

"Efendim."

 

"Yaklaştık balım, in hadi."

 

Hemen ineceğimi söyledikten sonra telefonu kapatmıştık. Merdivenlerden aşağı inerken biryandan da anneme sesleniyordum. Oturma odasından gelen seslere yöneldiğimde annemin televizyonu umursamadan telefonda hararetli bir şeyler konuştuğunu gördüm.

 

"Nasıl yani? ... Bu kadar uzun süreden sonra mı? ... Hiç beklemiyordum böyle bir şey bu çok güzel bir haber. Çok sevindim adına."

 

Yine neye seviniyordu, uzun süreden sonra neler oluyordu anlamıyordum ama yanına giderek yanağına bir öpücük kondurdum. Bana eliyle bekle işareti yaptığında onu reddedip çıkmam gerektiğini söyledim. Her ne kadar tekrar beklememi söylese de telefonum tekrar çaldığında kapıya yönelmemle vazgeçmişti. Topuklularımı ayağıma geçirdikten sonra merdivene astığım çantayı almadığımı fark etmiştim. Kurtarıcım elinde siyah biker ceketle gelirken üstüme de bir şey almadığımı bana hatırlatmıştı. Ceketle birlikte, çantayı da uzattığında "Seni çok seviyorum." deyip zaten katta olan asansörün kapısını açtım.

 

"Sana bir şey söyleyecektim."

 

Annemin sesiyle içerisinde bulunduğum asansörün kapısından kafamı uzatıp ona dönmüştüm.

 

"Sonra söylesen olmaz mı?"

 

Beni onayladıktan sonra asansörün kapısını kapatarak sıfırı tuşladım. Aynada kendime son kez bakarken üstüme de ceketimi geçirmiştim. Ceketin önünü kapattıktan sonra sol koluma da çantayı taktım. Kapıdan çıkarken Ayberk'in arabasına bakındım. Apartman otoparkının sağ tarafında duruyordu. Adımlarımı hızlandırarak arka kapıyı açtım. İçeriye yerleştiğimde yüzlerinde heyecan kırıntısı arıyordum ama yoktu. Daha çok gerginlik hakimdi.

 

"Sakin olun ben varken size hiçbir şey olmaz."

 

Kendimi tutamayıp bu gerginliğe gülmüştüm. Aren'in bakışları bana döndüğünde ağzından istemsiz bir "Oha." çıktı.

 

"Çok ayıp ya."

 

"Hayır, çok güzel olmuşsun. Bayıldım sana."

 

"Ben de sana bayıldım tatlım."

 

İkimiz de aynı anda elimizi alnımıza koyup kendimizi geriye doğru yatırmıştık. Bu bayılma taklidine şaşkın gözlerle dikiz aynasından bakan Ayberk neden her seferinde ilk kez görüyormuş gibi bu tepkiyi veriyor anlamamıştım.

 

"İlk kez mi görüyorsun?"

 

"Yok..." dedikten sonra boğazını temizlemişti. "İlk kez görmüyorum sadece her seferinde kendimi tutamıyorum."

 

"Neden?" dedi Aren.

 

"Bu güze-" öksürdü. "Bunu her seferinde yapmanız ve hiç olgunlaşmamanız beni şaşırtıyor."

 

"Sen insanlar arasındaki dilden ne anlarsın Ayberk. Arabanı sürmeye devam et." diyerek dil çıkardığında Ayberk de ona dil çıkararak karşılık vermişti.

 

"Olguna bak sen ya."

 

Ayberk başta başka bir şey söyleyecek olsa bile bunu yarıda kesmesi Aren'i hiç etkilememişti ve konuşmaya devam etmişti. Ben ise umursamamayı seçiyordum çünkü devam ettirecek olsa ettirirdi.

 

"Seni övmedik diye kıskanıyor musun yoksa?" dedim gülerek.

 

"Evet bu gruba bu kadar yardımım dokunurken beni dışlamanız beni çok kırıyor."

 

Elimle yanaklarını sıkıştırarak kafasını sallamıştım.

 

"Sen de yakışıklı olmuşsun üzülme. Kimse kimseyi dışlamıyor."

 

"Çok teşekkür ederim beni de avuttuğunuz için."

 

Hepimiz bu muhabbete gülerken Aren "O zaman daha çok eğlenmeyelim mi?" diyerek arabanın sistemine telefonuyla bağlanmıştı.

 

"Ne açmamı istersiniz?"

 

"Kafana göre takılabilirsin." dedim.

 

Gözlerini kapattıktan sonra listeyi aşağı doğru kaydırmış ve bir tane şarkının üzerinde durmuştu.

 

"Kaç yıl geçti aradan."

 

Yüksek sesle çalmaya başlayan şarkı onları eşlik ettirirken beni ise uzaklara dalmaya zorluyordu. Gözlerimi kapatarak aklımdaki düşünceleri kovdum ve arkama yaslandım. Dışarıdaki sıralı ağaçları seyrederken manzarama denize vuran ayın ışığı da eklenmişti. Dudaklarım yukarı doğru kıvrılırken, böyle güzelliklerin varlığına şükretmiştim.

 

...

 

Arabadan indiğimizde maskeleri yüzümüze takmıştık. Limanda demirli olan yatın önüne baktığımızda iki tane güvenlik bekliyordu. Çevredeki arabalara baktığımda bunun normal olduğunu anlayabiliyordum. Hepsi lüks arabalardı ve yanlarında en az iki koruma vardı. Bu balo sonunda yakalanırsak kolluk kuvvetlerine değil de belki bunların eline verilebilirdik.

 

"Umarım Arslan Hukuk için girdiğimiz bu derde değer."

 

Aren'e döndüğümde onu rahatlatmak için elimi omzuna koymuş ve gülümsemiştim.

 

"Emin ol o stajı biz alacağız. Önemli olan tek şey bizi ortaya çıkarmaması."

 

"İnşallah." dedi Ayberk.

 

"Eğer yanlış görmüyorsam içeriye girerken kimlik istemiyorlar. İşte şansımıza şans eklendi. Baloya gelemeyecek iki öğretmenimizin adını rahatlıkla kullanabiliriz."

 

"Üçüncümüz ne olacak?" diye sordu Aren.

 

"Sen bizim misafirimizsin. Davetlilerin misafirlerini geri çevireceklerini düşünmüyorum." Aren'i Ayberk yanıtlamıştı. Kafamı sallayarak onu onayladığımda Aren'de "Belki." demişti.

 

"İçeriye girmeye çalışmadan bilemeyiz. Hadi çok fazla oyalanmadan gidelim yoksa dikkat çekeceğiz."

 

Beni onayladıklarında Ayberk'in koluna girmiştim. Bugün gelemeyen iki öğretmenimiz evliydi ve bu bizim işimize yarıyordu. Aren ise bizim için çok değerli bir başka hukukçuydu. Onun bu gece de aramızda olup bizimle bilgilerini paylaşması içerideki herkes için çok faydalı olacaktı. En azından biz böyle göstermeyi tercih ediyorduk. Adının duyulmasından hoşlanmayan, sadece işine odaklı ve başarılı bir avukat.

 

"Hoş geldiniz. Adınızı öğrenebilir miyim?"

 

Sorularını benden önce Ayberk yanıtlamıştı.

 

"Ali ve Zeynep Karahan."

 

Listeyi kontrol ettiklerinde kafalarını sallayarak içeriye geçebilmemiz için kenara geçmişlerdi. Aren hakkında tek kelime bile etmemişler ve onun da geçişine izin vermişlerdi. Kaşlarım çatılırken çaktırmadan Ayberk'e fısıldadım.

 

"Bu kadar güvenlikli bir yerde bizi nasıl sorgulamadılar?"

 

"Çünkü sen varken değil, ben varken bize hiçbir şey olmaz."

 

Yüzümü buruştururken bu sefer sesli bir şekilde konuşmuştum.

 

"Sesinle mi etkiledin adamları?"

 

"Belki." diyerek gülmüştü. Dirseğimle hafifçe koluna vurduğumda Aren'in yanına yaklaştım. "Çok güzel gidiyoruz."

 

"Ben de şaşkınım. O yüzden ağzımı açıp bu şansı bozmak istemiyorum."

 

Aren'e göre bir başarı çok dillendirilirse başarısızlığa yol açıyordu ve bu konuların üzerinde konuşmayı sevmiyordu. Yanağına rujumun izini çıkarmayacak bir öpücük kondurmuştum.

 

"İyi ki benimle geldiniz." dedim Ayberk'in de duyabileceği bir şekilde. İkisi de bana dikkat çekmeyecek kadar kısa bir sarılma verdikten sonra tekrar içeridekiler gibi ciddi bir hale bürünmüştük.

 

İçeridekilerin renkliliğinin yanı sıra beyaz ağırlıklı bir tema hakimdi. Arkada çalan hafif müzik, insanların yudumladıkları kokteyllerin hafif sallantısına eşlik ediyordu. Etrafımızı beyaz ışıklarla beraber mor ve mavi ışıklar aydınlatıyordu. Telefonumdan saate baktığımda kalkış vaktinin yaklaştığını gördüm. Dışarıdaki soğuğu engellemek için kapılar kapatılmış ve kalkış için tüm hazırlıklar yerine getirilmişti. Yatın motorunun çalışmasıyla beraber yavaşça hareket etmeye başlamıştık.

 

"Çok kasıntı mı duruyorlar yoksa bu ortamlar bize göre olmadığı için mi böyle hissediyorum?"

 

Aren'in sorusuyla ona döndüm.

 

"Ben az çok alışık olsam da bu ortamlar bize göre olmadığı için büyük ihtimal."

 

Eskiden babamın ve Kemal amcanın verdiği biri sürü davette bulunmuştuk. Hepsi böyle şatafatlı ve kasıntı insanlardan oluşuyordu. Ne zaman içlerine dahil olsak bir köşede Toprak'a asla bu insanlar gibi gözükmek istemediğimi fısıldıyordum.

 

"Şunlara bakar mısın Toprak? Ne kadar ciddi herkes."

 

Elindeki meyve suyunu önümüzdeki masaya koyarken bir yandan da çevresindeki insanlara bakıyordu.

 

"Yaşın verdiği olgunluktur herhalde. Bizim gibi çocuk değiller ki."

 

Yani sadece çocuklukta mı kalacaktı yüzümüzdeki tüm neşe?

 

"Ben böyle olmak istemiyorum. Hep gülmek istiyorum Toprak. Bunlar sanki hayatında hiç gülmemiş gibiler."

 

Vücudu bana doğru dönerken gözlerimin buğulandığını görmüştü. Bu aralar neye baksam ağlama krizim tutuyordu. Sebebini hâlâ bulamamıştım. İçimde bir şeyin fırtınası vardı ve kıyıma vurdukça su dalgası üzerime bocalanıyordu.

 

Elleri usulca ellerime sindi. Ben gözlerimi ondan kaçırmak için etrafıma bakarken o çeneme yerleştirdiği eliyle başımı kendine çevirmişti.

 

"İnsanlar büyüdükçe bir sürü şey görür ömründe. Yaşamam dediklerini yaşar, yapmam dediklerini yapar. Bu yüzden sana söz verirken kırk kere düşünüyorum ben. Hayatın karşımıza ne çıkaracağı belli olmaz Badem. Fakat sen gülüşlerin yüzünde zayıflık olmadan gül. Çünkü insanlar öyle ki; bazen en ufak tebessümünden seni vurur."

 

Dediklerini anlamıyordum. Neden bir insan gülüyor diye başka bir insanı vuruyordu ki? Gülmek güzel bir şeydi ve biriyle savaşmak oldukça kötüydü. Hepimiz aynı yerden gelmemiş miydik zaten hayata? Neden birbirimizin gülüşlerini solduruyorduk ki?

 

"Yani bu insanlar bu yüzden mi bu kadar ciddi? Bu yüzden mi hiç duygularını ifade etmeden böyle ifadesiz duruyorlar?"

 

"Buradaki kimse normal işlerde değil ki Bade, onlar da bir şekilde kendilerine önlem alıyorlar."

 

"Normal olmayan iş ne Toprak?"

 

Bana bir cevap vermediğinde sözlerinin boğazında düğümlendiğini görmüştüm. Çünkü söylemek istediği tüm sözler boğazındaki çıkıntıda kalmış, yukarıdan aşağıya dökülmemişti. Onun sessizliğine ya da çaresizliğine dayanamadığım için mi bilmiyorum ama benim daha da çaresiz bir sorum dökülmüştü dudaklarımdan.

 

"Toprak ya beni de tebessümümden vururlarsa?"

 

Gözlerime daha da kurulan yaşlarla beraber kendimi Toprak'ın kollarının arasında bulmuştum.

 

"Sana hiç düşünmeden söz veriyorum Bade, senin gülüşünü soldurmaya tenezzül edecek her insan düşmanımdır."

 

Garson bize doğru geldiğinde tepsisinin üzerinde şampanyalar ve kanepeler vardı. Hepimiz birer tane kanepeyi ve şampanyayı aldıktan sonra bize başıyla selam vererek yanımızdan ayrıldı.

 

"Acaba sadece bir şey mi alsaydık?"

 

Aren'in çekingen damarı her zaman tutuyordu ve ortamlara ayak uydurmaya çalışmak yerine aslında kendisi diğer insanlardan daha çok kasılıyordu.

 

"Salla gitsin eğlenmene bak." dedi Ayberk.

 

Aynen öyleydi. Eğlenmemize ve Arslan Hukuk'un sahibine bakmamız gerekiyordu. Etrafımda gözlerimi gezdirirken Egemen Arslan'ı nasıl tanıyacağımı düşünüyordum. Herkesin bir maskesi vardı ve bu kadar maskeli erkek içinde onu bulmak biraz zor olacaktı. Bu balo neden maskeliydi onu da çözememiştim ama işimize yaradığı için de kurcalamıyordum. Demek ki insanların zevki böyleydi ve bu beni hiç ilgilendirmezdi.

 

Ayberk içki almaya gideceğini söylediğinde bir tane de ben istemiştim. Aren'in bünyesi içkiye çok uygun değildi ve bir taneden fazlasını hiçbir zaman içmiyordu.

 

"Saat iki yönündeki adamın saçlarına bak. Sence Egemen Bey olabilir mi?"

 

Aren'in işaret ettiği yere döndüğümde yanındakilerle muhabbet eden adama baktım. Ön taraflarında ara yerlerde beyazlığın hakim olduğu, yüzüne hafif perçemi düşen bu gür saçlı adam ondan başkası olabilir miydi? Buna ihtimal vermiyordum.

 

"Gerçekten o galiba."

 

Birbirimize gülerek ellerimizi havada birleştirip sallamıştık.

 

"Evet geriye kaldı en zor yeri. Bir boşluğunu bulup yanına gitmek ve onunla şirketi hakkında konuşmak."

 

Kafamı sallayıp onaylarken bir yandan da Ayberk'e bakınmıştım. Elinde iki kadehle Egemen Arslan'ın yanından geçerek bize doğru geliyordu. İçimden kaş göz yapıp onun o olduğunu belli etmek geçse de bu ortamda bunu yapamazdım. Tamamen yanımıza geldiğinde önce kadehlerden birini bana uzatmış sonra bakışlarını o masaya çevirmişti.

 

"Masanın yanından geçerken duydum. Egemen, orada."

 

"Askerlik arkadaşını yıllar sonra burada bulmuş olman çok güzel Ayberk."

 

Ayberk'in demek istediğim şeyi anlamaması gözlerine yansımıştı.

 

"Adamın yanında sonuna bey eklersin diye düşünüyorum yoksa bizim iş yalan olur."

 

"Eklerim güzelim için rahat olsun."

 

Sahte tavırla rahatladığımı belirten bir hareket yaptım. Bu hareket onu güldürmüştü. Artık onu da bulduğumuza göre yapmamız gereken tek şey etrafı daha az kalabalık olana kadar olduğumuz yerde içkilerimizi yudumlamaktı.

 

"Daha ne kadar sürecek konuşmaları merak ediyorum."

 

Aren'in sitemine o kadar katılıyordum ki.

 

"Burada beklemek zorunda değiliz bence bakın hemen yanlarında boş bir masa var. Eğer biraz daha yaklaşırsak hem sohbetlerini duyma hem de daha hızlı temasa geçme şansımız olur."

 

Ayberk'in fikri üzerine hepimiz o masaya yönelmiştik. Elim kolyeme giderken kalbim istemsiz olarak hızlanmıştı. Sanırım bu iş beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Saçımı sol omzuma alırken ellerimle boğazıma doğru hava yapmıştım. İyi ki ceketlerimizi girişte almışlardı yoksa bu heyecanla onun ağırlığını taşıyabileceğime olanak vermiyordum.

 

Egemen Bey'in masasına doğru başımı çevirerek incelemeye başladım. Artık daha yakındaydık ve masada bulunan diğer kişilerle ortak yürüttüğü davayı duyabiliyorduk. Bana arkası dönük olan kişi uzun boyuyla onu görmemi engellese de en azından oradan ayrılmadığını anlayabiliyordum.

 

Garson tekrar içki dağıtımına başladığında kendimden bu heyecanı atabilmek için üçüncüyü almıştım. Bu bende baş dönmesi yapacaktı biliyordum ama bu çarpıntıdan kurtulmak için değerdi. Hayatım boyunca birçok kez tehlikeli işler yapmıştım ama hiçbirinde bu kadar atmayan kalbim neden şimdi böyle zıvanadan çıkmıştı anlayamıyordum.

 

Yan masamız yavaş yavaş boşalırken gözlerimi kapatarak elimi son kez kolyeme götürdüm. Kadehi kafama dikmiş, içimden ise her şeyin yolunda gideceğini geçirmiştim. Arkada çalan şarkıyla beraber insanlar dans etmeye başladığında masanın boşalmasının sebebinin de bu olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Yan tarafıma döndüğümde Ayberk ve Aren'in çoktan dans etmek için piste çıktığını fark etmiştim. Gerçekten haber vermeden bunu yapmışlar mıydı? Gözlerim tekrar Egemen Bey'in masasına çevrilirken görüş alanımı yine uzun boylu adamın tamamen siyahla kombinlenmiş takım elbisesi kesmişti.

 

"Mademoiselle Noir, bu dansı bana lütfeder misiniz?"

 

İşte o an çalan şarkı kulaklarıma ulaşmaya başlamıştı.

 

Tu Vas Me Détruire.

 

Karşımdaki adamı dikkatli incelememiştim ama madem arkadaşlarımın dans etmeye ayıracak kadar vakti vardı benim de olabilirdi. Üstelik bunu masa boşalmışken yapıyorlarsa ben en âlâsını yapardım. Asla ve asla heyecanıma yenik düşerek onlar olmadan saçmalayabileceğimi düşündüğüm için değildi. Üzerimde bulunan, kalp atışlarımı etkileyen bu his heyecan mıydı ondan da emin değildim. Adamın dans için uzattığı elini tutarak beni yönlendirmesine izin verdim.

 

"Bu tutku okyanusu,

 

Damarlarımı delip geçiyor,

 

Yıkılmama ve kötü şansıma,

 

Saçmalamama neden oluyor."

 

Dans konusunda pek başarılı olduğum söylenemezdi ama karşımdaki adam beni öyle yönetiyordu ki bedenlerimizin uyumla notalara eşlik etmesi usta sanatçının bile gücüne giderdi.

 

"Usulca içine dalacağım,

 

Beni kurtaracak bir el olmaksızın,

 

İçinde yavaşça boğulacağım,

 

Hiçbir pişmanlık duymadan."

 

Etrafımdaki tüm kokular atmosfere karışıp yok olurken, burnuma tek bir koku değiyordu. Yağmur damlalarıyla sulanmış ve toprağın kokusuyla harmanlanmış portakal ağacı.

 

"Beni mahvedeceksin ve ben sana lanet okuyacağım,

 

Bunu tahmin etmeliydim ilk günden beri,

 

İlk geceden beri."

 

Adımlarımız şarkının içinde kaybolurken, belim bir keman yayı kadar gergindi. Dünyada hiç varlığım olmamış sanki başka bir evrendeymişim gibi hissettiğim bu anda ve ayrıca burnuma bu koku ağlarını örerken, kimseye lanet okuyabileceğim söylenemezdi. Okuyabileceğim bir lanet varsa tam şu an Egemen Arslan'ın masasında olmak yerine bu adamın dansını kabul ettiğim için olabilirdi fakat bunu yapmak da hiç içimden gelmiyordu.

 

Elleri ellerime ulaştığında beni etrafımda döndüreceğini anlamış ve ona alan açmak için adımlarımı geriye atmıştım. Başım o beni döndürdüğü için mi dönüyordu yoksa içkiden mi bilmiyordum. Beni tekrar kendine çektiğinde gözlerim gözleriyle birleşmişti.

 

"Günahım, saplantım.

 

Bana eziyet eden vahşi arzum."

 

❤️‍🔥

 

Yaklaşık 4 ila 6 yıldır aklımda olan bu kurguyu benim için özel olacağını düşündüğüm 22.02.2022 tarihinde yayınlamıştım. Fakat hayatın getirdiği süreçlerle beraber paylaşmaya devam edememiş ve tekrar kütüphanemin tozlu raflarına kaldırmayı uygun görmüştüm. Çok kez yazdım, çok kez sildim ama bugün içime sinerek paylaşıyorum.

 

Hayat hepimiz için dik bir yokuştur. Bu yokuşta kendimize eşlik edecek insanlar buluruz. Kimi hayatımızdan sadece bir anı olarak geçer kimi ise bir acı olarak kalır. Bazen ise kendimizi insanlardan çok kurgusal karakterlere adarız. Onlarla güler, onlarla ağlar, onlarla yeni deneyimler yaşarız. Kitabın kapağını kapatana kadar onlarla başka bir evrende seyr-i sefa eyler, kapağı kapattığımız an ise içimizde büyük bir boşlukla gerçek dünyaya döneriz.

 

Aras ve Bade'de kurgusal karakter olmalarına rağmen benim hayatımdaki en büyük yol arkadaşlarım. Onları hissetmek bana iyi geldiği kadar umarım size de iyi gelir. Çünkü onlar çoğu zaman içimizden birileri, çoğu zaman yazarın birkaç esintisi ama çoğu zaman hepimiz.

 

Yaşadığım ve hikayenin evrildiği tüm süreçlerde bu kurguyu konuştuğum, desteklerini asla esirgemeyen arkadaşlarıma isimlerini ifşa etmeden teşekkür etmek istiyorum. Anlamsız gelebilir belki ama benimle en başından beri diyalog içinde bulunan, benimle arkadaş olmayı seçen Toprak ve Bade'ye de teşekkür ederim.

 

Özel teşekkür ise hayatıma dokunduğunu fark etmeden hayatıma dokunan Egemen Arslan'a yani Ozan Akbaba'ya ve beraberinde bize koşullar sağlayan sevgili eşi Buket Arıkan Akbaba'ya... 04.05.2024 tarihi sadece Toprak'ın Bade'ye dönüşü değil, benim de gerçekten hayatımda yeni kararlar alarak özüme dönmeye karar verdiğim bir tarih.

 

Son teşekkür okuyan herkese. Umarım buradaki karakterler benim hayatımda yer edindiği kadar sizin hayatlarınızda da yer edinir ve bir şekilde sizlere de dokunmayı başarabilirler.

 

Gözlerinize sağlık...🍀

Loading...
0%