Tamı tamına on beş dakika geçmişti yeni komşunun o olduğunu öğreneli. Aradan geçen onca dakikada gözlerim sadece ikisinin arasında mekik dokuyup durdu. Ağzımı açıp tek kelime etmememin yanı sıra onunla da göz temasından kaçınmaya çalıştım. Rüya hararetle bir şeyler anlatıyor, eski günleri ne kadar özlediğinden bahsedip duruyordu. Onların üniversitede tanıştıklarını düşündüm. Aralarındaki bağın, daha doğrusu Rüya'nın derinlerinde özenle sakladığı o bağın eskiye dayandığı belliydi. Sohbetleri gittikçe beni bayıyordu ve bir an önce eve gidip yastığıma sarılmak ve uyumak istiyordum. Hatta sadece uyumak değil uzunca bir süre uyanmamak...
"Rüya, canım ben eve gidiyorum."
"A-a neden ki?" Gözlerini kocaman açmış kırpıştırırken benden bir yanıt bekliyordu.
"Yorgun hissediyorum biraz. Dinlenmeye ihtiyacım var."
"Anladım, sen geç o zaman. Bende gelirim birkaç dakikaya." Gülümsedim. İster istemez onunla da göz teması kurmak zorunda kaldım. Hatta sadece göz teması kurmak değil, birkaç cümle de kurmak zorunda kaldım.
"Size de iyi akşamlar. Tanıştığıma memnum oldum tekrardan." dedim gözlerinin tam içine bakarken. Usulca başını salladı. Eli çenesine gitti. Orayı usulca kaşıdığını gördüm, gerginken hep yaptığı gibi...
"Bende hanımefendi, iyi akşamlar dilerim." Stabil sesini son kez duymuş olmayı dileyip arkamı dönerek kapıya doğru yürümeye başladım. Bahçeden ayrılana kadar kalbimdeki acı dinmedi. Ritmi canımı yakıyordu. Kalbim yaşamamı sürdürmem için işlevini sürdüyordu fakat ben yalnızca acı hissediyordum. Hemde çok acı...
Eve girip hızla odama çıktım. Kapıyı ardımdan kapatıp banyoya kendimi kilitledim. Kıyafetlerimden kurtulup kendimi duş başlığının altına attığımda gözyaşlarımı saklayan su damlalarına bir kez daha minnettar oldum. Onun için ağladığımı unutmak, gözyaşlarımın onun için akmadığına ikna olmak istiyordum. Ve su gözyaşlarımı kamufle ediyordu. Zemine çöküp kırdığım dizlerimin üzerine başımı koydum. Koca banyodan küçücük kalan bedenim emindim ki bir bebek kadar savunmasız görünüyordu.
Sınanmaktan yorulan yorgun bedenimi yatağa atmadan önce paramparçayken giydiğim kırık kalp desenli pijama takımımı giydim. Islak saçlarımı kurulama gereği duymadan yorganımın altına girip kıvrıldım. Gözlerimi camdan tarafa çevirip dolunayın ışığının yüzüme vurmasına izin verdim. Huzuru hissedemiyordum. Oysa bütün kargaşa bittiğinde ve gece olduğunda, yatağıma girdiğim o zaman diliminde huzuru her daim hissetmiştim. Yorganın sıcaklığıyla sarmalanıp uyumanın bütün yorgunluğumu dindirdiğini düşünürdüm. Ama bu gece... Bu gece huzurun tek bir harfini bile hissedemiyordum. Gözümü her kapattığımda bir çift kahverengi toprağa gömülüyordum. Bir mezar gibi içine çeken gözlerini aklımdan çıkaramıyordum.
Sızlayan kalbimin üstüne elimi koydum. Kendimi sakinleştirip odağımı başka bir şeye vermeye çalıştım. Koyunları saydım. Hatta koyunlarla beraber inekleri bile saydım. Uykunun göz kapaklarımın üstüne çöktüğünü hissettiğim o zaman diliminde kapının açılma sesini duydum. O sesi ayak sesleri takip etti. Bir dakikadan az bir süre sonra kapımın açıldığını duydum. Birkaç tıkırtının ardından geri kapandığında gözlerimi aralayıp başımı yastıktan ayırdım.
"Uyumadığını biliyordum." Koca bir çığlıkla beraber yatağımdan fırlayıp etrafıma göz gezdirdim. Rüya'nın kızıl saçları göz hizama girdiğinde elimi kalbime koyup derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım.
"Ödüm koptu. Hatta kopmadı, yerinden çıkıp pencereden aşağı atladı. Ne yapıyorsun sen ya?" Sakince omuz silkti.
"Sende uyuyor taklidi yapıyordun, ne yapayım? Bunlar hep beni dinlememek için değil mi?" Kollarını göğsünde kavuşturup ayaklarını sürüyerek yatağıma oturdu. Dudaklarını büktüğünü gördüm karanlıkta. Yanına gidip yatağımda bağdaş kurdum. Sırtımı başlığa yasladığım an konuşmaya başladı.
"Ekin, o kimdi biliyor musun?" Gözlerimi sımısıkı yummuşken başımı iki yana salladım. "Onunla aynı üniversitede okudum ama sadece bir yıl sürdü. Birgün kampüsün en sakin taraflarında tek başıma dolaşırken arkamdan birinin geldiğini işittim. Korkmuştum çok ama arkama döndüğümde onunla göz göze geldim ve bütün korkum uçtu gitti. Birkaç kez göz göze gelmiştik fakat beni umursamadığını sanmıştım. Ama o an bana 'sen sürekli karşıma çıkan kız değil misin?' diye sorunca onda ufakta olsa iz bırakabildiğimi anladım. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam çünkü ondan çok, çok hoşlanıyordum." Her kelimesinde nefes almam zorlaşıyordu. Nefes almak bir işkenceye dönüşmüştü. Gözlerim hala sımsıkı kapalıyken ses çıkarmadan dinlemeye devam ettim.
"O günün sonunda bana kahve ısmarladı. Kampüsün bahçesi o kadar güzel bir yerdi ki sana anlatamam. Bir köşede bana bakarak kahvesini içti. Sanki rüyada gibiydim ve biri beni uyandıracak diye çok korkuyordum. O günden sonra hep daha yakın davrandı. Attığım her adımda dibimde bitiyordu. Başımı çevirdiğim her yerde o çıkıyordu karşıma. Ders aralarında yanıma geliyordu, gördüğü küçük çiçekleri yerden koparıp saçıma takıyordu. Sevdiğini sandım başta, aşık olduğunu... Onu etkileyebildiğimi düşündüm fakat sonradan fark ettim. Bana bakarken gözlerinde pırıltı yoktu, aşk yoktu, bağlılık yoktu... Bana baktığında gözlerinde sadece şefkat görüyordum. Sokaktaki bir kediye ya da bakıp büyüttüğün bir çiçeğe karşı duyulan şefkat gibi... Bunu hissettikten birkaç hafta sonra tamamen kayboldu. Sanki her şey benim gördüğüm bir halisünasyondan ibaretti. Yaşadıklarımın hepsi benim kafamda uydurduğum şeylerdi. O gitti... Bir veda bile etmeden bir anda gitti..." Yutkundukça boğazımın battığını ve boğazım battıkça gözlerimin dolduğunu hissediyordum. Buna rağmen gözlerimi karanlığa bir kez olsun açmadım. Sessizce konuşmasını bitirmesini bekledim.
"Onunla yeniden, burada, evimizin tam yanında, tekrardan karşılaşacağımızı asla tahmin etmezdim. Onu görene kadar hislerimi kirli bir sandığa kaldırdığımı sanıyordum..." Alaylı bir gülüş döküldü dudaklarından. "Her şeyi sanıyordum. Ben çok şeyi sandım aslında... Sanmak nasıl bir şey biliyor musun?" Biliyorum...
"Hayır," diye mırıldandım.
"Bİr şeyi öyle sandığında ve sandığını anladığında kökü topraktan acımasızca sökülmüş yaşlı bir ağaç gibi hissediyorsun. Ya da ağlamamak için direndiğin o zor anlarda boğazına oturan o his gibi... Ağlamak isteyip yutkundukça canında oluşan o acı gibi..."
"Rüya," dedim titreyen sesimle.
"Hım?"
"Yapma," dedim kısık bir sesle.
"Neyi?"
"Bunu kendine yapma. Anımsama, unut. Yok say..."
"Artık burnumun dibinde, nasıl yok sayayım? Yanındayken o güven hissini yeniden hissettiğim için karşısında ağlamak istedim. Ama ben ne yaptım? Salak gibi adama sarıldım. Kim bilir ne düşündü? Yüzsüz olduğumu düşünmüş müdür? Ya da tam bir salak olduğumu-"
"Sus," dedim sert bir sesle. Doğrulup karanlıkta gözlerini seçmeye çalıştım. "Düşündü veya düşünmedi ne önemi var? Kendini sakın bu duruma sokma! Sakın herhangi bir insanın saçma düşüncelerinin hayatını yönetmesine izin verme!"
"Kendimi kötü hissediyorum. Uyumam lazım."
"Uyu o halde. İyi gelecekse eğer, uyu." Başını salladığını zar zor seçebildim. Yavaş adımlarla odamdan çıktığında hemen arkamdaki yastığı yüzüme bastırarak ağlamaya başladım. Sesimi kendim bile duymak istemediğimden boğularak ağlamayı bile göze aldım. Hiç bu kadar yıkılacağımı düşünmemiştim. Hiç bu kadar parçalara ayrılacağımızı düşünmemiştim. O yeniden bana geldiğinde her şey düzelecekti, her şey eskisinden daha güzel olacaktı. Hislerimi içime atmayı bırakıp gözlerinde yaşayacaktım aşkımı. Ama olmadı. Düşlediğim ve düşlerken bir kez olsun gülümsemeyi bırakmadığım hayallerim, bir çocuğun bileğine sıkı sıkıya doladığını, asla uçup gitmeyeceğini sandığı ve bir rüzgarın şiddetiyle gökyüzüne savrulan balonu gibi uçup gitti. Geriye kalansa o çocuğun içine çöreklenen derin bir hüzün oldu.
Başımı yastıktan ayırdığımda hıçkırıklarım hala devam ediyordu. İçim hala ağlama hissiyle doluydu. Derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeyi denedim. Kendimce nefes egzersizleri yapıp ağlama hissimin giderek yok olmasını sağladım. Ruhumda oluşan hengamenin son bulduğunu hissettiğimde gözlerim yavaş yavaş kapanıyordu. Artık uyumak istiyordum ve anlıyordum ki bedenim de benimle aynı fikirdeydi.
***
Gittikçe yoğunlaşan bir karanlığın içindeydim. Kafamı çevirdiğim her taraf karanlıktı ve önümü görebilmem için ışığa ihtiyacım vardı. Yine odamda olduğumu fark ettim. Üzerine oturduğum örtü parmaklarıma değdiğimde o tanıdık çıkıntılar parmaklarıma dokundu. Kesinlikle yatağımın üzerinde oturuyordum. Edindiğim bilgiye dayanarak oturduğum yerden kalkıp yatağımın iki adım ötesindeki lambadere ulaştım. Elimi düğmesine götürüp yaktığımda, odanın gözümün önünde netleşmesini izledim. Önce köşede duran ve nereye koyarsam koyayım sığmayan ayıcığım çarptı gözüme. Sonra kaç yaşıma gelirsem geleyim rengini değiştirmediğim pembe duvarlarımı gördüm. İki adım uzağımdaki çalışma masamı ve odanın tam ortasında duran yatağımın tam karşısındaki kitaplığımı... Eski odamdaydım. Babamla yaşarken benim için kurduğu odada. Pekte güzel olmayan çocukluk anılarımın olduğu o odada. Okulda, çıkışta bahçede bekleyen anneleri gördüğüm ve eve geldiğimde üstümü bile değiştirmeden dibine sindiğim duvarın çevrelediği o odada. Ve beni her seferinde o duvar dibinden kaldırıp, güldürmek için elinden geleni yapan, benimle oynayan, ne koşulda olursa olsun beni asla kafatasımın içindeki küflü odada bırakmayan Uras'la anılar biriktiğim o odada...
Dudaklarımın titrediğini, burnumun sızladığını hissediyordum. Gözlerimin her saniyede dolduğunu ve doldukça taşmak için çabaladığını... Birkaç adım geri gittim birinden kaçar gibi. Pencerenin önünde olduğumu hissettiğimde penceremin karşısında her daim onun olduğunu anımsadım. Kendimden beklemediğim bir hızla pencereye dönüp aşağı baktığımda bana eskisi gibi gülümseyen o çocuğun, ışıldayan gözleriyle bakıştım. Bana penceremi açmam için işaret veriyordu. Dediğini yapıp penceremi açtım.
"Ağaca tırmanmaya ne dersin?" dedi. Fısıldamaya çalışırken oldukça sesli çıkan çıkan cümlesine gülümsedim. Ağaca tırmanmak, onunla her gece yatmadan önce yaptığımız bir şeydi. Sayısız gecenin birkaç dakikasını beraber geçirmeden girmemiştik yataklarımıza hiç. Bu gece de her zamanki gecelerden biriydi işte. Başımı hevesle sallayıp ona işaret parmağımla bir dakika işareti yaptım. Odamdan koşarak çıkmadan önce bana bedenimi yansıtan aynanın karşısına geçip, on sekizimde ne kadar masum göründüğüme baktım. Sonraysa yapacağım şeye odaklanıp odamdan fırladım. Sessiz olmaya özen göstererek aşağı kata indim. Verandaya çıktığımda soğuk havanın tenimi delip geçtiğini hissettiğimde pembe kapüşonlu ceketimin fermuarını boğazıma kadar çekip yan bahçeye doğru koşmaya başladım. Beni görünce kollarını açtığında düşünmeden boynuna atıldım.
"Boynumu kırdın," dedi sahte bir kızgınlıkla. Omuz silkip gülümsedim. Son zamanlarda kocaman olduklarını fark ettiğim ellerini yanaklarıma bastırıp başparmaklarıyla yavaşça okşadı.
"Ama sen çok üşüyorsun. Acaba kışın yapmasak mı bu ağaca çıkma aktivitesini ?"
"Olmaz," dedim hemen. "Artık oturup evcilik oynayamıyoruz ya da bahçede dört tekerli bisikletlerimizle yarış yapamıyoruz. Artık seni göremiyorum. Lütfen şu anları da elimden almayı düşünme."
"Hım," dedi memnun bir sesle. "Bir kere ben hiçbir zaman dört tekerli bisiklet sürmedim canım, onu süren sendin. Ve beni görmek için bu kadar can attığını bilmiyordum." Sırıttığında omzuna vurup arkamı döndüm. Bir adım bile atmama müsaade etmeden kolumdan çekip bedenimi yeniden ondan tarafa çevirdi. Beni her seferinde utandırmasından nefret ediyordum.
"Tamam tamam. Hadi çıkalım şu ağaca," dedi penceremin hemen yanından göğe doğru yükselen çınar ağacının yanına doğru ilerlerken. Elimden tutup beni de peşinden çekiştirmesinden dolayı ördek yavrusu gibi onu takip etmek zorunda kalıyordum. Elimi bırakıp duvarın dibinde yatan ve gözüme upuzun görünen merdiveni yerden kaldırıp ağaca dayadı. Önce merdiveni tutarak her zamanki çıktığımız dala çıkabilmem için bana yardım etti. Ardındansa yanıma gelip kolunu omzuma atarak bedenimi onunkine yasladı. Kendimi rahatlıkla ona yaslayıp gökyüzünü izlemeye başladım. Binbir çeşit yıldızın oluşturduğu görsel şölene hayranlıkla dalıp gittim. Çünkü biliyordum, sırtımı yasladığım şeyin bir duvar olmadığını ve yine biliyordum duvarların bir depremle yıkıldığını... Çünkü biliyordum ki, sırtımı yasladığım şey bir ağaçta değildi.. Ve yine biliyordum, ağaçların kökünden sökülebileceğini... Onu hep ruhumun diğer yarısı olarak tanımlamıştım. O benim ruhumun diğer yarısıydı ve yarım ruh diye bir şey yoktu. Ruh asla yarım kalmazdı. Ruhumu asla yarım bırakamayacağını bildiğimden bu kadar rahattım.
"Gözlerin parıldıyor," dedi ve ardından iç çekti. "Keşke gözlerimden görebilsen kendini şuan." Gülümsedim.
"Nasıl görünüyorum ki?"
"Çirkin ördek yavrusu gibi," deyip kıkırdadığında omzumun üzerinden ters bir bakış attım. Bedenimi onunkinden ayırıp ağacın kabuklu ve sert gövdesine yasladığımda buna izin vermeyip sanki bir oyuncak bebeğe yön verir gibi yeniden ona yaslanmama neden oldu.
"Sakın bana yaslanmaktan vezgeçme."
"Neden ki?"
"Çünkü seni bu dünyada bir tek ben bırakmam, bırakmayacağım."
"Sende bir daha çirkin ördek yavrusu deme o zaman," dedim sahte bir kızgınlıkla.
"Sen benim bu dünyada sahip olduğum en güzel şeysin, çirkin ördeğim."
***
Burnumun üstünden yuvarlanıp giden gözyaşı, aralık duran dudaklarımın arasından içeri sızdığında, aldığım tuzlu tat hiç yabancı gelmedi. Son zamanlarda sık sık aldığım bu tat önümüzdeki günlerde de beni rahat bırakacağa benzemiyordu. Başımı yastıktan ayırıp ayaklarımı soğuk zemine dokundurdum. Uyanmamın üzerinden on beş dakika geçmişti. Yataktan kalkıp kendime gelmek yerine hayal kurmayı seçmiş, sonundada yine gözyaşlarımın azizliğine uğramıştım.
Geçmişi geri getiremiyordum çünkü geçmiş her daim yanımda götürebileceğim bir anı kutusu değildi. Geçmiş geçmişti işte. Telafisi olmayan hataların, bir daha yaşanmayacak anıların, düştüğünde oluşan yaraların bıraktığı izlerin, öldü sandığın ama dipdiri yaşamaya devam eden hatıraların biriktiği bir kirli sepetiydi geçmiş. Kabullenmek gerekti geçtiğini bazı şeylerin. Kabullenmeliydin ki daha fazla özlemeyesin, kabullenmeliydin ki daha fazla acıtmasın...
Yataktan kalkıp banyoya girdim. Avcuma doldurduğum soğuk suyu yüzüme çarpıp ayılmayı bekledim. Yeterince kendime geldiğimi düşünüp pijamalarımdan kurtuldum. Üstüme geçirdiğim şort ve tişörtün nasıl durduğuna bakma gereği duymadan odamdan çıktım. Mutfağa inip kendime doldurduğum koca bir bardak suyla hergün yutma zorunluluğum olan hapları tekte yutup bardağı tezgaha bıraktım. Tam kapıya yönelmişken Rüya'nın şişmiş gözlerle bana baktığını gördüğümde içimin cız etmesine engel olamadım. Perişan görünüyordu, dağılmış...
"Yuttun mu?" Başımı salladım. "Geçmeyecek ama geçsin diye dua ediyorum hep. Haplara bağlı yaşadığını görmek beni mahvediyor Ekin."
"Abartma Rüya," dedim yanına doğru ilerlerken. "Basit bir kalp ritim bozukluğu. Sıkma canını sen, abartılacak hiçbir şey yok."
"Öyle diyorsan," dedi kısık bir sesle. Elimi omzuna atıp rahatlaması için omzunu okşadım.
"Kahvaltı?"
"Sen hazırlamaya başla. Ben de hemen geliyorum." Cümlemin ardından mutfaktan çıkıp yeniden odama girdim. Rüya'dan gizlediğim hapların devamını dolabımdan çıkardım. Kutularından çıkardıklarımı avucuma alıp susuz bir şekilde yuttum. Haplar boğazımdan mideme indiğinden yüzümü buruşturdum. Susuz olarak yutmak zor gelmişti fakat bunu hergün yaptığım için umursamadan yeniden aşağı indim. Rüya'nın çayı çoktan koyduğunu ve tezgahta bir şeyler yaptığını gördüm. Hızlıca yanına gidip kahvaltıyı hazırlamasına yardımcı oldum. Beraber hazırladığımız kahvaltıyı ses çıkarmadan yedik. Masadaki tek ses çatalın tabakla bütünleştiğinde çıkardığı sesten ibaretti. Üstelik yaptığımız en hüzünlü kahvaltıydı. İkimizinde içten içe parçalandığını görebiliyordum. Bir rüzgar esti yıllar sonra, ben sanıyordum ki savrulan tek bir kalbin külü olur. Ama o rüzgar iki kalbin birden küllerini savurdu uçsuz bucaksız bir okyanusa, sonsuzluğa savurur gibi...
Balkon kapısı aniden tıklatıldığında irkildim. Başımı oraya çevirdiğimde yine özlemini çektiğim toprak kokusu doldu genzime. Gözleri gözlerimi delip geçiyordu camın ardından. Kaşlarımı olabildiğince çatıp ruhsuz bir bakış attım.
"Kim gelmiş?" dedi Rüya baktığım yere dönerek. Gözlerini benden çekip Rüya'ya bakarak gülümsedi. Rüya koşturarak cam kapıya ilerlerken bakışlarımı tabağımdan kaldırmadım. Cam kapı sürüklendi. Soğuk rüzgar enseme sert darbelerini indirirken onların konuşmasına şahit oldum.
"Günaydın Rüya."
"Günaydın."
"Sabah sabah aşçılığım tuttu. Kek yapmıştım getireyim dedim. Tarçınlı seversin," dedi.
"Ben tarçın sevmem, Atlas." Göz ucuyla onlara baktığımda onun elinde tuttuğu tabağı fark ettim. Üstünü bir peçeteyle örttüğü şey bahsettiği tarçınlı kek olmalıydı. Bakışlarımı gözlerine çıkardığımda Rüya'ya baktığını ve tek elinin ensesinde olduğunu gördüm.
"Çok pardon gerçekten. Kafam karıştı bir an."
"Önemli değil. Ben alayım onu, tutma daha fazla." Rüya tabağı onun elinden alıp bir adım geri çekildi. "Kaldın kapıda, geç istersen."
"Rahatsızlık vermeyeyim."
"Olur mu öyle, gel." Rüya'nın içeri buyur etmesiyle içeri girip tekli koltuklardan birine oturması beş saniye falan sürmüştü zannımca. Aynı ortamda, aynı havayı solumayalı altı sene olmuştu. Varlığının verdiği güvenin hala devam ediyor olması ve benim şuanda gerçekten ait olduğum yerdeymiş gibi hissetmem kendimden nefret etmeme neden oluyordu. Bu hisleri istemiyordum. Artık ona karşı hiçbir şey hissetmek istemiyordum.
Rüya mutfaktan çıkıp yeniden salona döndüğünde ilk baktığı kişi o olmuştu.
"Ne istersen? Çay, kahve..."
"Çay alayım, çay iyidir."
("Çay iyidir Ekin, içini ısıtır iç şunu...")
Beynimin içinde tekrarlayan sesi bastırmak için ellerimi kulaklarıma bastırmak istedim.
"Peki, getiriyorum hemen."
Önümdeki çatalı alıp tabağımda kalan son peynire batırdım. Ağzıma attığım küçücük parçayı çiğnedikçe çiğnedim. Odada o yokmuş gibi kahvaltımı bitirip tabağımı götürmek için ayağa kalkıp yine o asla var olmamış gibi tabağı alarak salondan çıktım. Mutfağa girdiğimde Rüya çayları dolduruyordu.
"Kek çok güzel kokuyor değil mi?" dedi iştahlı bir sesle.
"Senin tarçına alerjin var. Üstelik sen tarçın sevmezsin," deyip onun kek ile kurduğu hayallerin üstüne toprak atmış oldum.
"Biliyorum, sevmem," dedi mahzun bir sesle. "Ve bunu hatırlamadı."
"Rüya," dedim ikaz eder bir sesle. Derin bir nefes verip gülümsedi. Buruk bir tebessümdü dudaklarındaki. "Kekleri koyup geliyorum hemen. Sen git, yalnız kalmasın." Ayaklarımı sürüyerek yeniden salona döndüğümde bakışlarımız kesişti birden. Bakışlarımı kaçırıp hemen masada kalanları toplamaya başladım. Elimdeki tabaklarla mutfağa yöneldiğimde Rüya'da tam karşımdan gelerek beni içinde bulunduğum rahatsız atmosferden kurtardı. Ben mutfağa girerken Rüya salona girip muhtemelen ona çay servisi yaptı. Masada kalanları toplayıp mutfaktaki işimi hallettikten sonra salona döndüm. Rüya onun yanındaki tekli koltuğa oturmuştu. Bende ikisinin tam karşısındaki üçlü koltuğun ortasına oturdum.
"Çayını tazeleyeyim mi?" dedi Rüya.
"Ben soğuk severim, biliyorsun." Tepsideki çayı önüme getirdiği sehpanın üzerine bıraktı. Masanın üzerine bıraktığı tabağı da getirip sehpanın üzerine koyduktan sonra yeniden yerine oturdu. Keke göz ucuyla bakıp çaydan bir yudum aldım. Ortamdaki sessizlik rahatsız edici bir boyuta ulaştığında Rüya konuşmaya başladı.
"Ekin, yesene," dedi gülümseyerek. "Sen çok seversin tarçınlı keki." Zoraki bir gülümseme kondurdum yüzüme.
"Son zamanlarda tarçın bana dokunmaya başladı biliyor musun? Artık sevmiyorum."
"Ya... Hiç bahsetmemiştin."
"Unutmuşumdur," dedim Rüya'ya karşılık. "Ama yine de elinize sağlık," dedim bu defa ona karşılık. Başını salladı usulca.
"Afiyet olmasını dilerdim." Kısa bir sessizliğin ardından ayaklandığını fark ettim. "Ben kalkayım artık. Yakın bir zamanda sizi de beklerim şayet bir daha gelecek olursam da yanımda asla tarçın bulundurmayacağım."
"Peki," dedi Rüya. "Görüşürüz o halde."
"O kesin," dedi yarım bir gülüşle. Cam kapıdan uzun, kapkaranlık bir hayalet gibi geçip gittiğinde ruhumun diğer yarısını da alıp gitmişti yine. Ve ben her gece hissettiğim gibi yine hissetmiştim o hissi. Ruhum yarım kalmıştı...