Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Halkaya eklenen zincir parçaları

@meri.zu

2. bölüme hepiniz hoşgeldinizzzz!
İlk izlenimleriniz neler?
Ben çok heyecanlıyım açıkçası. İlk deneyimim olduğu için de tedirgin hissediyorum. Umarım beğenirsiniz hikayemi.

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayalım olur mu? Destekleriniz benim için önemli.

 

Eklemek istediğim bir nokta var. Bu kitabı aynı zamanda Wattpad üzerinden de yayımlayacağım. Orasının durumu malum. Erişim engeli var üzerinde. Orada okuyamayan biri burdan okuyabilir diye bunu yapma kararı aldım. Ama ilk buraya attığım için size saçma gelebilir bu fikir. Şöyle ki kitappade ısınamamış kişiler var, wattpadden vazgeçmek istemeyen var. Bu yüzden her iki platformu da kullanmak istedim.

 

Keyifli okumalarrr🧡

Öpüldünüzzz💋

 

 

 

 

 

Kayıpların gırla olduğu dünyada kaybedecek bir şeyim kalmadı dediğimde çıkageldin.
Altüst ettin beni. Kim şimdi bunun sorumlusu?

Sen mi? Ben mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsanlarla iletişim halinde olduğunuz bir meslekte çalışıyorsanız eğer, konuşma beceriniz kadar gözlem yeteneğiniz de iyi olmalı bence. Hatta ilk önce gözlem yeteneği iyi olmalı insanın. Çünkü nereden ve nasıl konuşacağınıza karşınızdaki insanın hal ve hareketleri, durumu anlama kapasitesi, yargıya ne noktaya kadar varabileceği gibi iyi gözlem yapabileceğiniz konulardan çıkardığınız sonuçlara göre başlarsınız.

 

İlk gözlem sonuçlarınıza göre iyi huylu, karşısındakini anlamaya odaklı, yapıcı bir insan sizin anlattıklarınız kendince temellendirecek ve iletişiminize destek olacaktır. Yine iyi huylu ama anlamaya odaklı olmayacak insanlar da vardır ki bunlar ne yapıcı ne yıkıcıdır. Size kendi doğrularını empoze ettirmeye çalışacak ve sizin söylediklerinizin eksik olduğunu size kabul ettirmeye çalışacaktır. Tatlı bir dil ama iğneleyici. Yapıcı değil demiştim. Yıkıcı? Ona daha yakınlar sanırım.

 

Gözlem yapıp çok başka bir seçenek olan kötü huylu, yıkıcı insanlarla karşılaştıysanız ve anlatmak istediğiniz bir şeyler varsa karşınında anlamasını bekliyorsanız tebrikler sazan sarmalına düşmüşsünüz demektir. Bu noktada kelime seçimi çok önemlidir. Zira kendinizi çıkmazda bulmanız an meselesi olabilir.

 

“Şimdiii… evet sonuçlarınız çıkmış. Bakalım nasıllar.?” Neşe katmaya çalıştığım bir sesle karşımdaki beş kişiden gözlerimi aldım ve önümdeki monitöre döndüm. Elimdeki dosyadan ismini okuduğum hastanın birkaç bilgisini girdim sisteme. Azad Dağhanlı…. 1965…. Sistemden tahliller ve sonuçlar gelirken tekrar beş kişiye doğru döndüm. Gerçekten beş kişi odada olmalarına gerek var mıydı? Sanırım söylesem kimse çıkmak için yeltenmezdi.

 

Önümdeki beşliden sadece birisi kadındı. Birisi doğrudan muhattap olacağım Azad beydi. Karşımdaki iki sandalyeden birinde oturuyordu. İçinde beyaz gömlek olan siyah bir takım elbise giyiyordu. Yakası iki düğme açıktı ve atletinin beyazı belli oluyordu. Kravat ya da mendil kullanmamıştı. Ceketinin sol cebinde asma bir saat vardı. Saati ben odaya girerken cebine atmıştı oradan fark etmiştim. Bir de zaten zinciri dışarıda olduğundan tabi. Elinde kehribar bir tespih, döndürüyordu. Beyaza yakın renkte kaşlı, kara gözlü, pala bıyıklı, doğu dizisinden fırlamış ağa gibi duruyordu. Elli dokuz yaşında demezdi gören. Ama iki dakika da bir beş belki altı defa şiddetli öksürüyordu. Bunu gözleme dayanarak söylüyorum çünkü o beni benim onu muhattap aldığım kadar muhattap almıyordu.

 

Diğer üç kişi birbirinden pek farklı değildi. Yine takımlı, iskarpinliydiler. Biri beyaz gömlek giymiş kravat takmıştı. Bana en uzakta, odanın kapısının yanında ellerini yanlara sarkıtmış ‘ben bir putum’ edasıyla dikiliyordu. Diğeri onun birkaç adım önünde elinde tespihle odayı inceliyordu. Simsiyah giyimliydi baştan aşağıya. Zannımca ayaklarıyla da ritim tutuyor ‘bitsede gitsek’ dercesine takılıyordu. Ve sonuncusu kadının oturduğu sandalyenin başında ayakta dikiliyordu. Sıkılmış duruyordu. Odadaki herkes gibi. Söylememe gerek yok o da takımlıydı. Saçları üç numara, kaşında bir çizik ama zannımca dikiş iziydi bu. Esmer, kara kaşlı, kara gözlü Azad beyi korumaya aynı diziden fırlamış gibiydi. Hiçbirinin yüzünde insanın içini açan ifade yoktu. Sert bakışları vardı. Öldürücü.

 

Karanlık insanlara benziyorlardı. Hayır ben sadece görünüşten bunları çıkarıyor olamazdım. Sadece aklımda görmediğim kültürleri bana empoze eden televizyon dizileri vardı. Dizi. Gerçek değil. Bu devirde böyle şeyler mi kalmış canım!

 

“Azad bey….” Karşımdaki topluluğun bakışları bana döndü. Ellerimi kaldırıp teslim olmak istedim. Onlar nasıl bakışlar öyle ya? “… daha önce herhangi bir doktora başvurup ilaç kullandınız mı?”

 

“Kullandığı bir ilaç vardı. Ama uzun zamandır kullanmıyor.” Topluluğun tek kadını cevap verdi soruma. İyi giyimli esmer bir kadındı.Sarah Shahi’yi andırıyordu. Doğal bir güzelliği vardı. Gözlerine koyu far sürmüş. Kalın ama nizami bir eyeliner çekmişti. Yüz hatlarını da kullandığı bronzerla keskinleştirmişti. Öldürücü bakışlarla beni izliyordu. O bakışlar hariç hiç mimik yoktu yüzünde. “Zaten işe de yaramamış baksanıza.” Uzun zamandır kullanmadığını kendisi söylüyordu. Kullanmazsa yaramazdı tabi.

 

“Anladım. Peki ne zaman ve neden bıraktınız Azad bey?” Yine kadın cevapladı beni. “İşe yaramıyor dedim ya hemşire hanım.” Kesik bir nefes verdim. Hemşire hanım mı? İşte sarmaldan kastım buydu. Ne dersem diyeyim ciddiye alınmayacaktım. Bu başından belliydi. Yine de görevimi yaptım. Önce şu yanlış anlaşılmayı düzeltelim ama. “Hemşire değilim. Doktorum. Olsam zaten burda karşınızda oturmuyor olurdum. Nazenin hanım.” Odaya girdiğinde beni muhattap alıp ismini söyleyen tek kişi o olmuştu. Oldukça soğuk bi şekilde. Baktı, süzdü süzdü. Gözlerini devirdi sonra.

 

Hayır kadınlara neden sadece hemşire deniliyor ben anlayamıyorum bunu. Sorun sadece doktor olduğum için bana hemşire denmesi olmamıştı hiçbir zaman. İnsanoğluyduk, hata yapardık. Düzeltirdik. Ama sağlık sektöründe çalışan kimse sadece hemşire değildi. Çoook geniş meslekleri bir arada barındırıyordu bir kere. Kadından bu ülkede her şey oluyordu. Ama akıllara doktor, laborant, ebe … olacağı gelmiyordu. Oysa erkek bir hemşire görseler hemencecik doktor beyi yapıştırırlardı. Sorun alnımızda ne olduğumuzun yazmaması değildi hiç bir zaman. Sorun karşısındaki kişiye olduğu mesleği yakıştıramamaktı.

 

“Böyle düşünmenizi anlıyorum ama bu soruların cevapları bundan sonra uygulanması gereken bir tedavi için önemli.”

 

“Babam….” Bastırarak söylediği tek kelimeden sonra ‘babasına’ döndü kadının yanında ayakta bekleyen adam. “…iki yıl önce de bu hastaneye gelmişti. O zamanlar burası iyi dediydiler çünkü. İstese özele giderdi doktor hanım.” Doktor kısmını bastırarak…. “Gitmedi, ama iyileştiremediniz onu.”

 

İki demişti ama sistemden görebiliyordum, bu adam en az dört yıldır hasta yüzü görmemişti. Hafızasında sanırım kayıp yıllar vardı. Daha sonra nöroloji polikliniğini mi önersem?.. İyileştiremeyen ben mi seçiliyordum yoksa doktorlar olarak biz mi bunu başaramamıştık anlamadım. Bunu söylemesem de olurdu şimdilik.

 

“İsminiz neydi acaba?” Baktı yüzüme boşça. Yanlış anlamasın diye devam ettim. “Hitap ederken kullanmak için soruyorum, lütfen.”

 

“Mesut.” Dedi bıkkın ve memnun olamayan bir sesle.

 

“Mesut bey. Daha önce geldiğinizde kardiyoloji polikliniğine gitmişsiniz sanırım. Ben göremiyorum tabi burdan bakınca. Oradaki sorumlu doktor cerrahi servisine gerek olmayacağını düşü-..”

 

“Lafı evirip çevirmeyi pek iyi biliyorsun. Sonuca gel bacım sen.” Bacım? Güzel. Bundan sonrası Allah’u Teala’ya emanetmiş gibi hissettim. Kulak asmadan devam ettim. Onlar da ters bakışlar yolladı bana. “Daha önce geldiğinizde herhangi bir cerrahi müdahale gerekli görülmemiş, ilaç tedavisinin başarılı olabileceği düşünülerek.”

 

Sonunda konuşmanın başından beri konuşması gereken tek kişi ağzını açtı. Şivesi vardı ağırca. Ne söylerse yanılmayacağımı düşünmüştüm. Yanıldığımı ispatladı. “Sabahki doktor nerdedir? Bu kadın bizi oyalayacak mı daha?” Bakışları da bende değildi. Muhatabı da ben değildim. Sabahki doktor Cem hocaydı. Şu an da ameliyathanedeydi.

 

“Kendisi şimdi ameliyathanede Azad bey. Ben onun yerine buradayım.”

 

“Onu görüyoruz. Zaten o yüzden soruyoruz.” Dedi Mesut denilen adam. Azad bey itinayla beni görmüyordu. Görmek istemiyordu.

 

“İlk ona göründüğünüz için onu istemenizi anlıyorum. Ama dediğim gibi şuanda ameliyathanede kendisi. Sonuçlarınıza ben bakacağım. Şimdi lütfen cevaplayın. İlaçlarınızı en son ne zaman kullandığınızı.”

 

Beşi birden göz devirdi bana. Beşi birden. “Pekala, ben devam edeyim o zaman.” Kısa kesmemi mi istiyorlardı keserdim ben de o zaman. “Sonuçlarınız pek parlak gelmemiş Azad bey. Kısacası sizi en kısa zamanda bir planlamayla ameliyat etmeliyiz.”

 

“Ameliyatı sen yapacaksın?” Soru sorar gibi söylediği cümleyi düşündüm. Ben mi yapacaktım? Aslında ilginç bir hastalık öyküsü vardı. Zor bir ameliyat olacağı belliydi. Benim tek başıma yapmama izin verilmezdi. Ama mutlaka ameliyatında olmam gerektiğini biliyordum.

 

“Olmaz. Kadın doktor istemem ben. Sabahkini çağırın.” Oldukça sert söylemişti. Ne yazık ki bu düşünceyle çok karşılaşıyorduk biz kadın doktorlar. Ben zaten sorumlumu istediğinde böyle bir şey isteyebileceği bilincine çabuk erişmiştim. “Bu belli değil ama merak etmeyin zaten sizin istekleriniz gözardı edilmeyecektir.”

 

“İyi, sen yapmayasan.” İyi ben yapmayayam. Tövbe tövbe.

 

“Şehir dışından geliyorsunuz sanırım.” Sorarcasına söyledim. Nazenin hanım cevapladı.

 

“Hakkari’den.”

 

“Anladım. Yatış işlemleri için bekletmeyelim sizi o halde.” Kafalar sallandı serice. Yalnız Azad bey umursamazsa bakıyordu. Monitördeki dosyayı kapattım. Önümdeki kağıtları aldım. Az önce konuşurken tahlillerin ve gerekli başka bir kaç belgenin çıktısını almıştım. Hepsini toplayıp tekrar döndüm topluluğa. “Refakatçisi olarak biri benimle gelebilir. Diğerleri burada bekleyebilirler.” Kendi aralarında kısaca bakıştılar. Sorun vardı sanırım. Mesut denilen adam “O şuna burada değil. İşi var.” dedi.

 

Ne desem şimdi suçlanmaya müsait olacaktı. “Anladım. Onun yerine biriniz gelebilir. Sadece bir kaç imza alacağız.”

 

Tekrar bir bakıştılar. Kelimelerle değil gözleriyle anlaşıyorlardı. “Prosedür sadece. Ehemmiyeti yok yanında kimin kaldığının. Sadece bir kişi olacak o kadar.” Nazenin hanım ayaklandı sanırım o gelecekti ama durduruldu.

 

“Yenge, sen dur ben hallederim.” Dedi Mesut. Bana fark etmiyordu kim geliyor gelmiyor.

 

“Buyurun gidelim.” Kapıyı gösterdim. Önden yol verdi onca kabalığa rağmen. Sağol ya.

 

Katta ilerleyip işlemleri halledeceğimiz yere geldik. Bir yandan anlatılması gereken önemli yerler hakkında bilgi veriyordum ama kulaklarından geçtiğini düşünmüyordum tabi ki. En sonunda “Bacım, anlamayacağım şeyleri söylemeyesin artık. Bana doktorun adını odasını ver yeter.” dedi. Onun da şivesi vardı ama çok çıkmıyordu ağzından.

 

Pardon da adı, odayı niye veriyoruz ben anlamadım. Kaşlarım çatıldı.

 

“Ameliyatı profesörümüz yapacak. Sizin odanız da bu kısımda bin yüz on üç. Geçebilirsiniz.”

 

“Profesörün adı yok mu?”

 

“Anlamadım?”

 

“Sabahtan beri papağan gibi tekrarladın her şeyi. Söylemediğin şeyleri soruyorum neyi anlamadın?”

 

“Beyefendi. Bakın be-…”

 

“Bacım sen bana şu adı veriyor musun vermiyor musun?”

 

“Benim bunu söylemem neyi değiştirecek siz bana onu söyleyin ben de istediğiniz cevapları vereyim size papağan olmadan?”

 

“Fesuphanallah…. Senden duyduğumuz yetmedi ondan da duyacağız. Oldu mu?”

 

“Zaten sizi odanızda ziyaret edecektir mesai bitmeden. Lütfen gidip odada bekleyin. İyi günler.”

 

Daha fazla polemiğe girmeden ayrıldım yanından. Başıma gelebilecekleri az çok tahmin ediyordum. Önce sakince yaklaşacaktım. Ama sonra suistimal edilecekti iyi halim. En sonunda o kışkırttı diye suçlayacaklardı. Çoğu kişi benim gözümden bike bakmayacaktı olaya. Meslektaşımın haklarını korumak istediğim görünmeyecekti. Olağan işleyişi sürdürmeye çalıştığımı, sadece görevimi yaptığımı, işittiğim her söze rağmen yardımcı olmaktan başka amaç gütmediğimi görmeyeceklerdi. Egolu, kibirli, artist diyeceklerdi. ‘Umursamıyor bizi biz canımızın derdindeyiz’ diyecek karalayacaklardı.

 

Bunlar yeni değil her zaman var olan şeylerdi. Biz sosyal medyada görüyorduk. Orada hekimleri destekleyen başka hekimler kendi yaşadığı sıkıntıları anlatıyor, ‘yalnız değilsiniz’ diyordu. Mesleğimizi yapmamızı engelleyen ya da mesleğimize laf uzatan , haklarımızı suistimal edenleri kınıyordu.

    

Doktorların sağlık dağıttığını ancak bol keseden veremediğimizi, bu işlemin bazen sancılı olabileceğini, hastalık yoktur hasta vardır sözünde olduğu gibi yanılma payımızın olabileceğini, en başında herkes gibi insan olduğumuzu kabul etmeyen bazı insanlar vardı ki ne yaparsak yapalım sürekli kusur tarafları görmeye odaklı olan, kaba sözlerde bulunan ,ki ilerisi çoğu zaman küfür kıyamet, şiddet elimi yüksek olan ne yapacağımızı şaşırıyorduk.

 

Polemiğe girmekten çekinmeyen biriyseniz ve kavgaya yatkın bir kişiliğiniz varsa bu durumlarda sakin kalmak sizin için hayli zor olabilir. Tıpkı ben gibi. Bu yüzden Cem abi bana suikast mi düzenliyor diye düşünmeden edemiyordum. Ama sanırım işi çok olsa gerek aklından çıkmış olmalıydı. Benim de böyle hastalarla iletişim kurup nasıl alt etmem gerektiğini öğrenmem gerekiyordu tabi. Hem negatif hen pozitif nasıl bakabilirsin Firu?

 

Hastayı yatış yaptığımı ona söylemem gerekiyordu. Sabah o bakmıştı, öğleden sonra ben. Profesörümüz ikimizden birini ameliyat için yardımcı seçecekti, ikimizin de birbirinden haberi olmalıydı. Ben az çok anlamıştım onun sabah neler yaptığını. Ama o benim yatış istediğimi bilemezdi. Ama şimdi ameliyathaneye girsem çıkamazdım da. Yakalanmadan çıkıp gitse miydim şu hastaneden? Saat de beşe geliyordu nasılsa.

    

Ben böyle hayaller kura durayım. Evren içimden geçirdiğimi hissetsin hemen karşı smaç çaksın bana. Telefonum çalıyordu cebimde. Açma Firu. Açarsan, açarsan ölürsün. Açmazsan iki kere ölürsün. Aç Firu. Çıkardım cebimden. Canım sorumlum ne çok severim. Cem abi arıyor. Tabiki açtım.

 

“Alo?”

 

“Nerdesin Firuze?”

 

“Bizim katta. Yatış yaptım bir. Seni arayacaktım ben de.” Koridorda bankoya doğru yürüyordum. Elimdeki dosyayı koymak için.

 

“Kimin yatışı?” Ya ben hatırlar mıyım öyle soruyorsun.

 

“Neydi? Dur unuttum ismini. A-..Azad…” Dosyayı açmaya çalışıyordum ama tek elle beceremedim.

 

“Azad Dağhanlı mı?” Off o söyledi işte. Beceriksizsin Firu.

 

“Heh evet o. Yatış yaptım. Ama hocayla konuşmak istediler. Bende beşten sonra gelir dedim.”

 

“Kızım bekleseydin ya beni. Söyleyecektim sana unuttum. Kafama tü-…. Neyse. Bana bak tersleşmedin değil mi?” Terslenmek mi o ne demek Cem abi? Ben hiç öyle şey yapar mıyım Cem abi? Ayıp vallaha.

 

“Ya aşk olsun Cem abi gerçekten ben öyle bir insan mıyım?”

 

“Evet.” Hayır.

 

“Kavgacı, ters miyim yani ben?.”.

 

“Evet.” Hayır.

 

“Hiç alttan alıp nasıl istiyorsunuz öyle olsun demiyor muyum yani?”

 

“Ona da evet.” Ona da hayır. Offff. Kaşlarım çatıldı. Sinirle soludum. Kendim evet derdim ama başkası derse asla kabul etmezdim. Ben öyle insan değildim. Ayıptı bir kere.

 

“Cerrah zaten nasıl istiyorsan öyle olsun demez. Bir öğrenemedin ya!” Bankodan ayrılıp yan koridora girdim. Amacım asansöre ilerleyip ameliyathaneye yanına inmekti. Ama onunla konuştuğum için binemezdim, kesilirdi telefon. Böyle olunca teknik olarak koridorun sonuna ilerledim.

 

“Kim ben mi?”

 

“Cem abi ben duvarla mı konuşuyorum? Senle konuşuyorum. Tabi ki se-…”

 

“Sakııın. Bugünkü nöbete iş yükünü hafifletmeye imza atacaksın az kaldı. Ayrıca diğerlerine itiraz etmedin de bu mu rahatsız etti?”

 

“Aaaayh sen değilsin diyecektim zaten. İzin vermedin bak. Çok önyargılısın he. İnsan kendini bilmeli bak ben biliyorum kabul ettim. Sen bilm-“

 

“Firuzeeee…”

 

“Ya sen de kendini biliyorsun ki itiraz ettin diyecektim. Şimdi niye gerginlik yaratıyorsun? Yapma bak yazma nöbet yarın geleceğim zaten otuz ikiye.” Neredeydi bu böyle uzunca konuşuyordu benimle? “Hem sen nerdesin pek değerli kıdemlim böyle uzunca konuşuyorsun?”

 

“Arkanda.” Hı ne?

 

“Ne?!” Cırtlak bir sesle yükseldim. Sonra döndüm. Cerrahileriyle karşımda dikiliyordu.

 

“Duvarla konuşuyormuşsun işte.” Ona dönünce duvar arkamda kalmıştı.

 

“A-ameliyathane de değilsin?”

 

“Bitti çünkü işim şu telefonu kapasak mı bana yazıyor da?” Benim cevabımı beklemeden kapatıp bana doğru adımladı.

 

“Erken bitirmişsin. Ben arayınca beni çağıracaksın sanmıştım. Hatta yanına geliyordum da asansöre binince kesilir diye.” Asansörü gösterdim sağ elimle.

 

“Bugün bu kadar Firuzeciğim. Benim otuz iki sizlere ömür. Yarın beni bulamayacaksın buralarda o yüzden seninle şimdi gidip intörncüklerimizin kurasını çekeceğiz. Sonra sen sağ ben selamet.”

 

“Cem abi hayır ya. Bana kitleyeceksin hepsini. Sıra bende değil ki sende.”

 

“Yarın yokum Firuze. Yapamam ya? Sen yapacaksın mecbur.”

 

“Yatış yaptığım hasta ya? Onun ameliyatı yarın olur. Hoca görmedi ama görürse kesin yarın alır. Korkuyorum sabah erken saatte alır hem de.”

 

“Tamam ne güzel benimle yarışmak zorunda kalmayacaksın. Senin hastan olabilir. Gönlünce tedavi et.”

 

“Böyle diyorsun da onlar seni istiyor. Azad bey ‘beni sen ameliyat etmeyesen’ dedi bana. Yaaaa.”

 

“Zaten sen ameliyat etmeyeceksin, takibini yapacaksın sıkıntı yok. Ama aman Firuze bak….” Parmağını kaldırdı yüzüme doğru sağa sola salladı. “…sakın münakaşa etme. Sorunlu insanlar belli. Bak sadece sana değil bana ters konuştular. Alttan almama laf ediyorsun. Ben de memnun değilim eyvallah ama yapma. Değmez güzelim. Tamam mı?”

 

Çok maalesef ki haklıydı. Değmiyordu. Yedirmemiyordum kendime ama değmediği kocaman bir gerçekti. Bu yüzden söz veremedim. “Dikkat edeceğim tamam. Ayrıca bir kaç gün de hava atacağım ortalıkta hasta benim oldu diye haberin olsun. Kaçıramam bu fırsatı.”

 

Eğlenircesine güldü. “Hadi yürü bakalım kura çekmeye.”

 

Kura çekmek. Evet bir yerde eğlenceliydi. Ama bir yerde…. Size tam tamına altı minik iş arkadaşı veriyorlardı. Altı. Minik. Minik çünkü resmiyette hala öğrenciydiler. Ama bir doktor gibi hasta bakıp teşhis koyuyorlardı. Sonra gelip size söylüyor, onay alıyor ya da tabi yanlış olduğunu öğreniyor, bilgileniyorlardı. Biraz da ayak işleri yaptırıyorduk aramızda kalsın ama . Ve fazla çekingen oluyorlardı. Bu tatlıydı. Ben pek kızamazdım. Benim kıdemlilerim affetmezdi ama. Affedilemeyecek hatalarda sesim çıkar, üstlerine giderdim. Ciddiyet ve hata yapmamak önemliydi. Bir de belki hayatlarında bir daha cerrahi polikliniğine adım atmayacaklarından hafife almamalarını öğütlerdim. Biraz sertçe.

 

Zaten ilgisi olan kendini belli ederdi. Daha ilgili yaklaşırdım ona ama kayırmazdım. Zorluklardan da kolaylıklardan da eşit bahsederdim. Ama altısından bir anda sorumlu olmak korkunçtu. Poliklinikteki odaya hepsi dahil ben de oturuyor ve hastaları selamlıyorduk beraberce.

 

Hastanın yaşadığı şok gruptan ayrıldı.

 

Ayrı ayrı hasta aldıklarında bir o yana bir bu yana koşardım. Diyorum ya cidden korkunçtu. Ama nöbetlerle iş yükünü hafifletiyorlardı. En sevdiğim.

 

“Çıkanlardan en uzakta nöbet tutanı yaz yanına yarın için. Hoca sorun etmezse ameliyathaneye de girebilir isterse.”

 

“Cem abi. Yazık ya yoksun ama yine de iş kitliyorsun çocuklara. Bak senin yüzünden cerrahi servisimizin namı kötüye gidiyor haberin olsun.”

 

“Neden kötüye gidiyormuş?”

 

“Diyorlar ki psikopat bir kıdemli varmış tutmuş kendine zavallı masum bir kız. İki alt devresi. Sürekli iş kitliyor, nöbet yazıyor. Kız yılmış da gık dememiş.”

 

“Ha bu gık dememiş halin yani. Yerime başkası olsa sen söylendikçe daha da ezer seni ama sen yine şanslısın benden yana.

 

“Ha bu senin beni az ezmiş halin yani öyle mi?”

 

“Firuzzzz…”

 

Hayali bir fermuar çektim ağzıma. “Ay sustum sustum.” Bu sırada kuranın çekileceği odaya gelmiştik. Kapıyı hiç tıklamadan açtı Cem abi. Ben gözlerimi kapadım sabır dilercesine. İçerdeki yavrularıma şok yaşatacaktı aklınca. Aferin. AFERİN.

 

“Evetttt, dediğim gibi kutuya yazdınız mı bakalım? Hemen çekelim de gidelim.”

 

“Buyrun hocam kutu burada.” Kıyamam çok hevesliler. Gözüm doldu benim gururdan ama.

 

Cem abi bana döndü. “Yarınki ve daha sonraki günlerinizde sorumlunuz Firuze Feris Tunalı. Kendi intörnlerini o seçsin bakalım.” Ayyy ben mi? Hemen seçiyorum.

 

“Memnun oldum arkadaşlar. Yarın zaten detaylı tanışırız. Cem hoca baya sabırsız onu yollayalım bir an önce.” Uzatılan kutudan bir kart çektim. “Esma Yalova.” Bir tane daha. “Fatih Çakırlı.”

 

Cem abi dayanmadı. “Kızım tek tek çekmesene.”

 

“Ya zaten dört tane kaldı. Sussana.”

 

“Adlarını ezberleyemeceğini zaten biliyoruz. Şov yapma bana hadi seç tekte dört de gidelim.” ‘Odlorono ozborloyomoyocoğono zoton boloyoroz.’ Göz devirdim.

 

Hakkı vardı ama önümüzdeki çocukların hevesini kırmak istemiyordum da. Yine de yaptım istediğini.

 

“Offf of. Al bakalım. Barış, Alper, Gamze veee Aytaç.”

 

“Heh şöyle ya. Bizim polikliniğe siz geliyorsunuz gençler. Kalanlarınız diğerine gidiyor. Defteri de doldurun hemen şimdi.” İnanılmaz aceleyle doldurttu defteri intörnlere. Gerçekten senden hızlısı mezarda Cem abi.

 

Ben de o sıra ekmeğimin peşindeydim. “En uzakta hanginiz nöbet tuttu? Yarın benimle beraber nöbete kalacak.” Adını ikinci sırada çektiğim Fatih adlı genç “Benim hocam, siz gelmeden konuşmuştuk aramızda.” dedi. Kafamı salladım. Hazırcevapsın Fatih sevdim seni. “Tamam yarın beraberiz. Sen çıkarken koridordaki listeye de adını yaz.”

.

.

.

.

 

Kura çekmedir defter doldurmadır derken saat beşi geçmiş mesai bitmişti. Yaşasın ev yolu. Ama önce yanımdaki adamdan kurtulmalıyım. Pardon adamlardan. “Ya eve dedim eve. Benim evim size ters. Gidin bakın başınızın çaresine.”

 

“Bak sen bize ha? Kıdemline ?” Hayır hastane sınırları içinde değildik. Ben bu koşullarda kıdemli-asistan tanımazdım.

 

“Güzel abilerim saat beşi geçti mi? Geçti. İkinizden birisiyle nöbette miyim? Değilim. O halde ne siz kıdemlisiniz ne ben çaylak tamam? Hadi yolunuza.” Yüzleri düştü ikisinin de. Eee siz Firu’yu çok hafife alıyorsunuz. Hastanede laf etmiyor, edemiyor diye ama.

 

“Sen sabah market diyordun, duydum. Bizim yolun üstünde Firuzcuğum orası.” Ben onu dışımdan mı söylemişim. Ben.. ben böyle bir şey nasıl yaparım?. Neyse normal normal.

 

“İptal market. Gitmiyorum. Benim ev arkadaşım olacak cadı yarı yolda bıraktı beni. Ben de onu aç bırakacağım. Bu da oldu mu?”

 

“Olmadı Firuze. Atlatıp bizi gideceksin. Bak bize bir sen yer miyiz biz.?” Belki öyleydi belki değildi. Bunu şimdilik bende bilmiyordum. Kavşaktaki ayrıma kadar düşünecek, modum olduğuna karar verir ve üşenmezsem gidecektim.

 

“Bakayım.” Ciddimi dönüp baktım ikisine de. Süzdüm. Yorgunlardı. Cem abi zaten otuz ikiden çıkmıştı. Öbürü dee şu ,sabah beni ameliyathaneye mühürleyen hani, o çok yorgun sayılmazdı. “ Firuze, hayır ya! Şakaydı kızım sabah.” Öyle mi dercesine havalandı kaşlarım. “Şaka değildi tam da, sen daha çok öğren diye ya.” İnanmıyorum işte.

 

“İnanmıyorum. Ben de çok güzel yöntemler biliyorum öğrenmek için. Hiç biri seninkilere benzemiyor ama.”

 

“Firuzeeee.”

 

“Neeeee?!”

 

“Hadi ya. Hem sen demedin mi az önce?” Neyi? “Burası hastane değil siz de kıdemlim değilsiniz diye.” Maalesef dedim. “O yüzden bunu karıştıramazsın.” Offf kendiyle çelişmek deyince de ben ama. İkizler burcu sorunsalı.

 

“Ya dedim de. Uff. Tamam gidelim hadi. Kemerlerinizi takın.” Daha fazla üstelemek anlamlı gelmedi o an. Yorgun olduklarını biliyordum. Kendimden. Kıyamadım. Kızamazdım da. Seviyordum bu ikisini. Ama hastane dışında. İçinde tamamen psikopat cerrah oluyordu ikisi de. Beni kendi aralarında paslaşıyorlar adeta futbol oynarcasına, canımı çıkartıyorlardı. Ben de her söylediklerini yapar ama dilimle de döverdim onları. Ben dilimle dövdükçe onlar daha çok iş kitlerdi. Sonra birinin verdiği işe öbürü yardım ederdi çaktırmadan.

 

Biraz şakalaşma biraz kim hangi şarkıyı açacak furyası ve sonrasında Cem abinin uykusuzluğundan dolayı radyoyu kapattırmasıyla onları evine bırakıp markete doğru sürdüm arabamı. Çok bir şey almayacaktım. Ama canım tatlı yapmak istiyordu. Ve yemek. Akşam ilk buluşmasından dönen bir arkadaşım olacaktı evde. Güzel bir kız aktivitesi yapılabilirdi. Ortam buna müsaitti. Ben güzel trileçe yapardım Ayperi’de tiramisu. Parmak yemelik yapardı hem de. Bir tabak yer bir tane daha isterdiniz. Sonra bir tane daha. Şeker komasına kadar yolu vardı bunun.

 

Ben yapacağım için trileçe yiyecektik. Market arabasına gerekli ürünleri aldım. Sebze reyonundan da taze yeşillikler ve biraz sebze koydum. Belki hafif salata yapabilirdim akşam için. Öğlen yediğim tost midemi ağrıtmıştı çok yiyememe rağmen. Hassas mideye sahip olmak zordu. Dışardan yemek yemek, seçici bir mideniz varsa eğer, midenin sağlığını korumaya çalışmak yoruyordu insanı. Zaten bir cilt bakımı bir de mide bakımı zor oluyordu benim için. Kasaya ilerleyip aldıklarımı ödedim. Çok almamışım gibi duruyordu ama arabaya taşırken aldıklarımın ağır olduğunu anlamak zor olmadı. Narin ellerim ağır poşetler taşırken yıpranıyordu. Üzülüyordum şuan bu duruma. Böyle diyorum diye yargılanabilirdim pek tabi. Ama cerrahsanız eğer ya da adayı iseniz tabi ellere zeval gelmemeliydi.

 

Yolun en zevkli ama en yorucu kısmı marketten eve dönmekti. Ama başardım. Müzik dinleyerek yapınca her şey daha çekilesi geliyordu. Bana bu alışkanlık lise zamanlarında gelmişti. Şu gün aşırı kavga ettiğim dönemlerde. Lise ikinci sınıftım. Kaldığım yurda yakın bir yerlerde çıkmaz bir sokak vardı. Okulda kavga ettiğim kızlar beni orda sıkıştırmıştı. Ayperi de yok yanımda tabi. Tek kişiye dördü birden. Tabiki ben geri durmayacak bir insanım ama ufak bir ‘sıçtım şimdi’ çekmiştim içimden. Dörde bir ne ya? Bu kızlar birbiriyle arkadaş bile değildi oysa. Yaptıkları biraz şovdu bence. O gün beni tabiri caizse eşşek sudan gelinceye kadar dövmelerine çok az kalmıştı. Bir adam kurtarmıştı beni. Ama hatırlıyorum ona da baya çemkirmiştim.

 

Sadece yardımcı olmak istemişti Firu.

 

Diyorum ya o zamanlar biraz hırçındım işte. Şimdi olsa mesela büyük bir teşekkürü borç bilirdim. Kızlara karşı korumasına değil de. Yardımına.

 

Sonrasında bana pansuman yapmıştı. O yapmamıştı aslında, malzemeleri almıştı zorla. Ben diretmiştim önemli bir şey olmadığını her zaman başıma geldiğini. Her zaman gelmiyordu başıma. Normalde tam tersi oluyordu. Sadece kimse benimle uğraşmasın istemiştim. İlgilenmesin. Değer vermesin. Yabancı da olsa, karşıma bir daha hiç çıkmayacak olsa da vermesin değer. Sonra yokluğunda en çok ben yıpratıyordum kendimi. Üzülüyordum. Yalnızsam eğer kimse kalabalık etmesindi yanımda. Bu adam ne diye önce kurtarıp sonra yaralarımı sarmaya niyetleniyordu? Tanımıyordum bile. Kimdir? Necidir?

 

O zaman unutmuyorum. Her yanım yara bereydi. Ellerim çiziklerle doluydu. Ellerimin benim için önemini bilmiyordum daha. Pansuman poşetini açıp kendisinin yapmasına izin vermediğim için “Ne inatsın kızım, keyfimden yapmacağım heralde.” demişti. Sonra elime tutuşturmuştu zorla. “Kendin yap o zaman”.

 

Oflamış mırın kırın etmiştim. Ya ne önemi vardı?.

 

Bilmezdim o zamanlar canın kıymetini. Algılayamazdım. Kimsesi olmayınca insan mutluluk görmediği gibi ölüm de görmüyordu. Ama baktık kurtulamıyoruz karşımızdaki adamdan, yaptık pansumanı. Sağ elimi kullanıyordum, sağ elim yaralıydı. Sol elimle bandajı saramadım. Zaten hiç bilmiyordum pansuman yapmayı da bir garip yapmıştım. Uzanıp sarmıştı elimi. Zaten yapamıyorum diye bu sefer çemkirmemiştim. Ellerimin ince olduğunu iyi doktor olabileceğimi söylemişti.

    

Ben mi?

 

Sadece ince elleri var diye kim doktor olurdu ki?

 

Doktor olmak için sadece ince eller mi gerekliydi?

 

Mesela yüksek bir başarı şart değil miydi?

 

Güldüm. Kocaman hem de. Sonra büyük bir alaycılık takındığımı hatırlıyorum. Ona “Sence ben başarılı ve meslek düşünen biri miyim?” diye sorduğumu. Şaşırtıcı cevapları bende o gün bir şeyleri değiştirmişti. Mesela aklıma hiç olmayacak bir şey sokmuştu: Doktor olmak. Denenir.

 

Yine hatırlıyorum cebinden sarkan bir mp3 vardı. Beyaz kulaklıklı, bordo renkli. Küçük bir ekranı vardı dijital. Bir de geçme tuşu vardı dijital ekranın sol tarafında. Sağ tarafta da kazınmış iki harf: K ve Ç. Hiç farkında değildi sarktığının, düşürdüğünün. Pansumanı bitirdiğinde telefonu çalınca hızlıca toparlanıp gitmişti. Ben arkasından MP3’ü yetiştirmeye çalışmış, yetiştirememiştim. O günden sonra bir daha da görmemiştim tabi onu. Bana kalmıştı. MP3.

    

Bekle.

 

Umarım çaldığımı düşünmüyordur.

 

Yıllar geçti üstünden, unutmuştur bile.

 

MP3 garip türde müziklerle doluydu. Karadeniz müzikleri vardı, Orduya atfedilmiş müzikler vardı, biraz arabesk biraz türkü…. Baya güzeldi aslında. Karıştıra karıştıra çözmüştüm. Ney, nereden, nasıl… Her şarkıyı defalarca dinlemiştim. Sonra kendi şarkılarımı eklemiştim. Uzunca bir süre kullanmıştım onu. Ders çalışırken, yürürken, koşarken, yalnız kaldığım anlarda…. Bazen derste bile dinler, öğretmenlerimin zoruyla çıkartırdım, bazen çıkarmaz müdüre yollanırdım.

 

MP3 hala bende. Bir kaç sene önce bozuldu diye ağladığım bir dönem olmuştu. Ayperi o zamanlar hem dalga geçmiş benle eski, demode olduğu için hem de çok benzer bir tane bulmuştu ondan. Ama yerini tutmamıştı. Sonra Ankara çarşılarında tamirci aramıştık beraber. Bulduğumuz tamirciler parçalarının bulunmayacağını, yapamayacaklarını söylüyordu ama ben inat etmiştim. Olacaktı. Olmalıydı.

 

Neden?

    

Bilmem.

 

Oldu mu?

 

Olmama imkanı yoktu.

 

MP3 hala bende ve çalışıyor. Geceleri eğer çok uykum yoksa hastanede, evde fark etmeksizin dinliyorum. Kendi şarkılarımdan çok onunkileri. Aldığımda yani bende kaldığında ilk onlar vardı içinde sonuçta. Daha başkaydı onların tadı. Saygısızlık olmasın diye silmemiştim. Bir daha görsem mesela sahibini verirdim ona hiç düşünmeden . Çünkü ben benim gözüyle bakmamıştım hiç. Geçici sahibiydim. Ama gerçek sahibi karşıma çıksa tanır da verir miydim bilemiyorum. Uzunca yıllar geçti. 11 yıl kadar. O unutmuş olabilirdi. Olsundu. Ben unutmadım.

 

Öyle çok sevmiştim ki ve öyle çok benimsemiştim ki hiç ayırmazdım yanımdan. Ders çalışırken odağımı arttırır, Yürürken gökyüzünü seyrettirir, geceleri hayal kurdururdu. Ben hep hayal kurar dua ederdim geceleri. Hiçbiri gerçekleşmeyecek şeyler diler olursa diye teşekkür ederdim. Lütfen olsun derdim. Fazla masumca gelmezdi herhalde hiçbiri olmadı.

 

Baba dönmedi uzaktan.

 

Anne sevmeye yanaşmadı.

 

Yalnızlık kara bulutu dağılmadı.

 

Ama müzik dinlerken kurduğum hayaller başkaydı. Onlar söze dökülmeden, birinin duymasına kalmadan yavaşça gerçekleşti teker teker. Ya da ben olmayacak şeyler dilememeyi öğrendim.

 

Arada soruyorum kendime acaba bunu kaybetmeden önce o da geceleri dinler benim gibi yapar mıydı? Dileklerini müzik dinleyerek diler miydi? Yürürken, koşarken dinler miydi? Cevabını hiç bir zaman bilemeyeceğim sorular silsilesi…

 

Sonra bir gün oturup düşündüm. Bana ‘ellerin ince doktor ol’ derken kendisi ne olmak istiyordu acaba?

 

Çünkü ben o ellerin ince deyince doktor olmuştum. Şaka ama öyle. Seviyordum tabi mesleğimi de. İlk aklıma böyle düşmüştü işte.

 

Düşündüm, düşündüm sonra şarkılar geldi aklıma. Sadece belli türler. Karadeniz, ordu? Ordu. Asker olabilirdi. Yaşı çok büyük değildi. Nasıl asker olacaktı? Okul? Askeri bir okula giden öğrenci olabilirdi. Mantıklı. Karadeniz? Karadenizli galiba. O da ondan. Ben nereliyim peki? Ne saçma sorular…

 

Asansörün kapısı iki yana açıldı. Yere bıraktığım poşetlerimi aldım usulca. Dokuzuncu kattaki dairemizin kapısının önüne gelince önce zile bastım Ayperi evdeyse bir zahmet kıçını kaldırıp kapıyı açsın elimden poşetleri alsın. Ama evde değildi. Keskin ve hızlı bir nefes verip poşetleri yere bıraktım. Çantamdan anahtarlarımı bulmaya çalıştım. Çalıştım evet. Çünkü bu çantaya bir kendimi koymayı unutuyordum sadece. Biraz kalabalık ve ağırdı. Biraz? Azıcık uğraş azıcık sinirlenmeyle yakaladım gümüş renkli anahtarlığın ucunu çektim yukarı doğru.

    

İçeri girdiğimde ev ağırca parfüm kokuyordu. Benim parfümlerimden. BENİM. PARFÜMÜM.

 

“Tam yolmalıksın cadı. Boca etmişsin üstüne resmen.” Elini alnına vuran kadın emojisi. “Telefonda nasıl da masum ama belli etmiyor.”

 

“Hain”

 

Her şeyden önce ağır kokuyu dağıtmaya bir iki cam açtım. O gideceği için açmamıştı belli ki. Sonra kabanımı ve atkımı çıkarıp askılığa astım, ayakkabılarımı dolaba kaldırdım. Eşyaları mutfağa taşıdım. Ellerimi yıkadım bol sabun ve suyla. İlk işim üzerimden hastanenin ölü toprağını atmak oldu. Duş aldım, saçlarımı kremleyip kuruttum, cilt bakımı yaptım. Kış ayındaydık ama ev sıcaktı. Açtığım camların soğuttuğunu saymazsak tabi. Lila tişört ve camları kapatıp içeriyi tekrar ısıtınca değiştirmek üzere krem bir eşofman altı giydim. Belime kadar gelen saçlarımın tamamını boynumun sol tarafına çekip yandan bir örgü ördüm.

    

Böyle duş alınca insana bir ağırlık çöküyordu ki hiçbir şey yapası gelmiyor sadece uyumak istiyordu. Arkamda kalan yatağa kaydı gözüm. Sonra usulca saate doğru kafamı kaldırdım. Uyumak için etken bir vakitti. Uyursam gece uyanır bir daha uyuyamaz yarın verimli bir gün geçiremezdim. Bir de otuz iki vardı.

 

“En iyisi trileçeyi yapıp dolaba koymak Firu. Dinlenir hem.” Tatlı bile dinleniyor biz plan programla uyumaya çalışıyorduk. Mükemmel.

 

“Ben seçtim, ben. Sakin”

 

Mutfak yolları göründü bana. Severdim mutfakta bir şeyler pişirmeyi ve yemeyi. Yemeyi o kadar değil. Midem malum. Bazen öyle fena oluyordu ki kendi pişirdiklerimi bile yiyemiyordum.

 

Tatlı malzemelerini tezgahta bir kenara koydum. Sebzeleri de ayrı bir kenara. Kalanları dolaba yerleştirdim. Fırını açtım ki trileçenin pandispanyası fırın sıcakken girsin fırına. Sebzeleri sirkeli suya bastırdım.

 

Trileçe yapılırken aslında üç farklı süt kullanıldığını daha önce duymuş muydunuz? Sebebi de daha lezzetli olması içinmiş. Elbette bunun ustası olduğunu, asıl tarifin o olduğunu söyleyenleri anlayabilirim. Ama üç farklı sütün tatlarının aynı olmadığına beni inandırabilecek bir insanoğlu bu dünyaya gelmedi henüz. Biz yemek programlarında yapmadığımızdan tatlımızı tek çeşit sütümüzle yapmaya devam ediyoruz.

    

E tabiki de müzik dinlemek gerekiyordu. MP3’ten. Rastgele çalacaktı. İlk çalan da ~doldum dolana kadar~. Ortama uymuyordu belki ama ben pek ona takılmıyordum zaten. Çoğunlukla hüzünlü şarkılar dinlerdim. Çok hareketli şarkılar ben tekken beni etkilemezdi pek. Eşlik ede ede işlerime döndüm.

 

Sen güllerun eşisun

Yağmurların peşisun

Uşiyen yüreğmun

İsitan güneşisun

 

Doldum dolana kadar

Sarhoş olana kadar

Burdan gitmeyeceğum

Seni alana kadar

        

Keki hazırlayıp kalıplayıp fırına yolladım. Kremasını ve karamelini hazırladım sonrasında. Kekin olmasını beklerken salata yapmak için beklettiğim sebzeleri doğradım. Onu hazırlamam bitince kekin piştiğini haykırırcasına öterek anlatmaya çalışan fırını kapatıp keki çıkardım. Hızlı soğusun diye balkondaki ahşap masaya koydum elim yana yana. Fazla sıcaktı. Fırın eldivenini bile eritebilirdi. Ki korktuğum için kontrol ettim, yanmamış neyse ki. Soğuduğundan emin olduğumda hazırladığım krema ve karamelle birleştirip dolaba yolladım.

 

“Hadi dinlen bakalım. Görev vaktine az kaldı.” Kıkırdadım. Sizce deli miydim? Kendini tatmin için de tatlıyla konuşmazsın be Firu.

 

İyi hoş her şeyi halletmiştim de. Benim turunç reçelim nerelerde kalmıştı? Evin yolunu bulamayacak kadar ne yapıyor olabilirdi?

 

Mesaj attım.

    

Dönmedi.

    

Aradım.

    

Açmadı.

 

Peki ben polise gitsem şimdi beni kim suçlayabilirdi?

 

Kapıda anahtarın çevrilme sesi doldu kulaklarıma. Gelmişti. Sonunda. Ayaklandım hemen. Kalkarken de ayağımı masaya çarptım. “Ayyh. Ya….” Çok acıyor bilen bilir.

 

“Ben geldiiiim…” diye çok neşeli bir giriş yaptı Ayperi. Ama ben neşeli değilim Ayperi.

 

“Heh, memur bey şimdi geldi kendisi. Bakayım… valla inanır mısınız aynı evden çıktığı gibi. Ben sizi boşa meşgul ettim kusura bakmayın.” Kulağıma dayadığım telefonu gözlerimi Ayperi’den ayırmadan kapatıyormuş gibi yaptım. Tüm neşesini sömürmüşümcesine bana kısık gözlerle bakıyor yüzünü buruşturuyordu.

 

“Ha ha ha. Çok komik. Bak öl öl güldük biz buna.”

 

“Siz kimsiniz canım? İnşallah teksin ve tek parçasındır. Bak ikizleşen bir ruhun varsa ona da söylüyorum bunu.”

 

“Firuzeeee…” dedi tatlı bir edayla uzatarak. Bir o kadar da sitemli. Üstündeki kabanı çıkardı. Askılığa yöneldi.

 

“Ay ne Firuze? Merak ettim diyorum. Açmıyorsun telefonunu. Dönmüyorsun mesajıma.”

 

“Çocuk değilim Firu. Sen de beş dakika önce aradın. Asansöre binecektim zaten.” Bezgince yakındı. Ama üzgünüm Ayperi aynısını yapsam daha beterdi durumumuz şuan. Ben senden daha umursamazım.

 

“Bana bak. Bak bana bak. Çocuksun demedik sana Turunç. Merak dedim. Hiç bilmediğim birisiyle dışardasın tüm gün. Hiç yazmıyorsun bana da.”

 

Çizmelerini çıkarmasını izlerken bir yandan tepkimin hakılılığını ortaya koymaya çalışıyordum. Dolabın kapağını çizmelerini koyduktan sonra kapattı ve bana dönüp sevimlice gülümsedi. İlk halatı gevşedi yelkenlerimin kanatlarının.

 

“Ya Firuuu. Tamam dur. Hakkın merak etmek. Ama korkma. Korkulacak bir şey yok.” Fazla yapıcı ve tatlıydı. Yerdim. Öyle diyorsa yelkenlerim suya iniverirdi. İndi de.

 

“He öyle diyorsun?”

 

“Öyle diyorum. Yemek yedin mi?” Yedim ama seni ısırmak serbestse Ayperi alırım bir porsiyon. Ama sen bunu bilme. Yönü önce mutfak olacaktı sonra söylediklerimle vazgeçti. Salona yöneldi.

 

“Salata yaptım. Birazı duruyor hala. Açsan…”

 

“Değilim. Yedim. Yedik yani… Ay Firuuu gel sana anlatayım yaaa. Ben çok heyecanlıyım.” Fark ettim.

 

“Demek yediniz…. İyi beni zahmetten kurtardığı için müstakbel enişte aday adayına teşekkür etmeliyim o halde.”

 

“Aday adayı mı?” Durdu döndü bana yok artık dercesine bakışlarıyla. Napıyım öyle hemen olmaz yani Ayperi.

 

“Evet, aday adayı. Hakkında hiçbir şey bilmediğim biri direkt aday olamaz her halde.”

 

“Tamam gel otur anlatayım.” Sen anlat da ben bitirmedim daha dur.

 

“Ayrıca…” parmağımı kaldırdım yüzüne doğru salladım. “…sadece bilmem aday adaylığından çıkarmaz. Bir de onaylamam lazım. Sen şimdi aşırı bak aşırı diyorum nesnel bir şekilde bana anlat bakalım baştan sona her şeyi.”

 

“Tabi nesnel anlatacağım.” Yalan. “Yorumların öne-…” durdu tekrar bana baktı. Onu izleyişime, süzercesine izleyişime. O da beni süzdü baştan sona. Bakışlarımız birleşti. “… yani aslında korkutuyorsun beni biraz. Erkek düşmanlığınla. “

 

GÜLDÜM. KOCAMAN. ERKEK DÜŞMANLIĞI MI?

 

“Tatlım. Benim erkeklerle bir düşmanlığım yok. Düşmanım olacak kadar ciddiye alınacak varlıklar değiller.”

 

“Ve bu erkek düşmanlığı olmuyor öyle mi?”

 

“Aynen öyle.”

 

“Git işine Firuze ya. Ayrıca kaç düşmanın var senin bakıyım?” Arkasını dönüp holde ilerlemeye devam etti ben de arkasından.

 

“Düşüneyim…. Hmmmm…. Hiç yok. Demek ki hiç ciddiye alıcanak varlık yok etrafımda. Bak ne temiz hayat. Sana da öneririm.”

 

“Benim de yok düşmanım.”

 

“Senin bir flörtün var. Ay ağzıma ne kadar yakışmadı görüyor musun?” Flört mü? Ay o ne be öyle? Anneler ablalar nasıl sürüyor bunu yüzüne?

 

“Allah sana başka dert vermesin zaten bu yeter.”

  

“Cidden pes diyorum sana.” Salona girdik. Böyle üstüyle oturmasındı çünkü kalkmazdı. Ellerini de yıkamamıştı.

Oturmaya yeltendi ama durdurdum .“Hayır efendim oturmuyorsun. Ellerini yıka, üstünü değiştir sonra.”

 

“Ya ilk girdiğimde niye söylemedin o kadar yolu yürüttün bana?” Yüzünü ekşitti bana. Pestili çıkmışçasına davranıyordu. O kadar yol dediği beş metre bile olmayan holdü. Tembel.

 

“Bu kadar tembel olma diye. Gezdin durdun tüm gün Ankara sokaklarında. Şurayı da yürüyüver bir zahmet.” Sonra uflaması üflemesi son bulsun diye minicik bir ateşleyici sundum ona. “Hem bak dolapta trileçe var.”

 

“Yaaaa cidden mi?” İlgisini çekmek bu kadar kolay olabiliyordu. Neşesini geri getirmek de öyle. Kafamı salladım onaylarcasına. “Git çabuk gel ben hazırlıyor olacağım.” Uzandı yanağıma sulu bir öpücük kondurdu. “Sen ben sana flörtümü anlatırken yiyelim diye tatlı mı yaptın bize?” Ya öyle söylemese mi? Flört falan.

 

Yüzüm buruştu. “Böyle söyleyince benim iştahım kaçtı. Başka zaman mı yesek? Flört anlatmadığın bir an-… ahhh. Acıdı.” Koluma bir yumruk geçirildi karşımdaki siniri çabuk kafasının üstüne çıkan kişi tarafından.

 

“Yeter beee.. daha duymadan. Bak anlatmam kalırsın öyle. Kudurursun merakından.”

 

“Kim kuduracak ben mi?” Kudurmaz mısın dercesine baktı. Ben de o öyle bakınca düşündüm. Kudurur muydum? Hayır. Ne münasebet. Beter olurdum kudurmaktan. Helak falan olurdum.

 

“Tamam belki biraz ama hemen geçerdi.” Sıradaki bakış öyle mi bakışıydı. Öyle canım. Haydi bir git başımdan. “Hadi bir git ya. Ağaç ettin beni burada.” Gitti. Duşa da gireceğini söyledi. Onayladım ben de.

 

Mutfağa ilerleyip trileçeyi çıkardım dolaptan. Sonra kahve makinesinin tuşuna bastım. O kahve yapmaya başladı ben trileçeyi dilimlemeye. Tabaklarla tepsiye koydum. İki kupaya da kahveyi boşalttım. Salona geçtim. Kısık, sözsüz bir müzik açtım. Ayperi hala duştaydı. Çıkıp hazırlanması yanıma gelmesi biraz sürerdi.

 

Benim uykum geliyordu. Yapamam, uyuyamam. Açık kalın güzel gözlerim. Kahve içersen geçerdi belki. Yudumladım bir kaç kere. Temennilerim niyetlerim hatta önlemeye olan çalışmalarım şöyle dursun daha da bastırdı uyku. Fazla direnemedim. Özür dilerim Ayperi uyku beni esir aldı. Tamamen onun suçu.

 

Uyudum uzunca ve deliksiz. Bir ara üzerime bir pike örtüldüğünü hissettim sadece. Bir de mırıltılarla “Ben bunun böyle olacağını anlamıştım da neyse.” diyen Ayperinin ninnileri andıran sesi geldi kulağıma. Sonrası sabah yedi alarmıydı.

.

.

.

.

 

Eğer olur da bir gün doktor olup da nöbet tutacağınız bir branşı kazara seçerseniz diye otuz altı saat nöbet tutmanın ne anlama geldiğinden emin olarak seçimlerinizin doğruluğunu kontrol edebilirsiniz. Bakınız şekil bir A: Ben.

 

Ellerim ne kadar ince de olsa uykuya iradem zayıf. Benim için bu uzun nöbet günleri saat başı sütsüz şekersiz kahve içmek ve güzel kafamı hastalarım için çalıştırmaktan başka herhangi bir yaşam belirtisi içermiyor. Hayır, doğrusu şu içeremiyor.

 

Bu işten aile hekimi olarak hafifçe ve zaiyatsız kurtulmak vardı. Ama ben ne yaptım? İnce ellerimin hakkını verdim. Lütfen gelip bana doğrusunu yaptığımı biri söyleyebilir mi? Zira moralim şu an çook bozuk. Daha önümde tutmam gereken on dokuz tane inci gibi olan ama bana daha çok boynuma dolanmış ip adedi gibi gelen saat var.

 

Üstelik gün boyu ameliyathanenin tapusunu üstüme almışçasına ,ki az kaldı önüne masa sandalye atıp çay içecek tavla atacaktım, bir o yana bir bu yana koşturmuştum. Beni engelleyen de zaten buydu. Koşturuyor olmam.

 

Sabah erkenden dün tersleştiğim hastayı ameliyata almıştık. Ben tabi ki baş cerrah değildim. Ama yardımcı olabilecek tek kişi olduğumdan profesörümüz hasta yakınlarının ters eşliğinde beni ameliyathaneden içeriye sokmuştu. Bunun olacağını ben biliyordum. Ameliyatta yardımcı cerrah olacağımı. Hasta yakınlarının buna da müdahale etmek isteyecek olmasını hayır beklemiyordum.

 

Hasta yakınları dün ‘profesör yapacak ameliyatı’ dememi fazla kabullenmiş olmalılar ki kısa gerginliğin önüne kimse geçemedi. Aslında pek de kısa değildi. Açıklamalarımızı ve ısrarlarımızı dinlememişler üstüne Cem abiyi istediklerini belirtmişlerdi. Seslerini de gittikçe korkutucu çıkartıyorlardı. Ne olduğunu idrak edemediğim kısa bir anda ‘sözde başka bir ameliyata gidiyormuşum gibi’ içeri ittirildim profesörüm tarafından. Dışarıdakiler bunu yedi mi yoksa yemedi mi muallak. Galiba inandılar ki ameliyathaneyi basan herhangi bir kimse olmadı.

 

Kolay ve kısa süreli bir ameliyat olmadığı gibi bir hayli komplikasyon çözmüştü profesörümüz. Sonuç tabi ki başarılı. Çıkışta da ben hocadan sonra çıktım ki kimse benim ameliyatta olduğumu düşünmesin. Bana olmadığı kadar saygı duymuşlardı hocama. Öyle ki onlara kendi işinin bittiğini takibi benim yapacağımı söylediğinde mırın kırın etmişler sonunda kabul etmişlerdi. Bu sefer daha kolay olmuştu onları ikna etmek.

    

Oysa ben çok öfkeliydim. Kullandıkları dil hiç olumlu değildi. Birkaç tehdit cümlesi bile dökülmüştü ağızlarından. Cem abiye söz vermemiş olsam geri durmayı düşünmezdim. Sonuçları açıktı belki. Şiddet. Kavga. Kıyamet. Ne uğruna olduğunu tam anlayamadan hasta konumuna, yetmediği gibi belki de suçlu konumuna düşeceğim bir dizi olay silsilesi.

 

Sağlık dağıttığımızdan bahsetmiştim değil mi? Bunu yaparken sağlığımızdan olabileceğimiz birçok olay yaşadığımızın da altını şiddetle çizmek istiyorum. Bu ilk defa denk geldiğim bir olay değildi ama aralarında en zoru olmaya adaydı. Aday adayı değil direkt adaydı.

 

Allah bana sabır versindi. Taburcu olana kadar dayanayımdı. Kaza bela çıkmasındı.

 

Günün geri kalanı olaysız ama yorucuydu. Sorumlu tek doktor olmak zordu. Kimse size ne yapacağınızı söylemiyordu. Karar merci sizdiniz. Çok istisnai durumlar dışında tabi.

 

Az önceye kadar da bulduğum minik boşluğu değerlendirmeye çalışıyordum. Doktor odasında pek rahat diyemeyeceğim bir şekilde uykumdan eksiltiyordum. Ta ki koridordaki bağırma çağırma merasiminin sesi kulağıma gelene kadar…. Beni zerre şaşırtmayan bir durumdu ama yine de hazırlıksızdım.

 

Katta çok insan yoktu. Bir iki hemşire, ben ve bugünkü nöbetçi intörnüm. Ben buradaydım. Sessizce uyuyordum. O zaman ya hemşireler ya intörnüm. İntörnüm? Fatih’e ben söylemeden hasta odalarına gitmemesini tembihlemiştim. Ama hastalara diyemezdim. Birisi gelip olay çıkartmış olabilirdi. Kalktım hızlıca yerimden. İş ciddi olabilirdi. Umuyorum ki benim belalı hastam veya yakınları olmasındı bu tantananın sebebi.

 

Terliklerimi gelişigüzel fırlattığım yerden buldum ve ayağıma geçirdim. Makyajım hak getire olabilirdi. Umursayamadım o an. Rimel yoktu gözümde hemen bir ovuşturdum fazla bastırmadan. Seri adımlarla doktor odasından çıktım. Koridorda sesin geldiği yönü takip ettim. Oraya adımlamayı hiç istemediğim bir odaya doğru döndü adımlarım. Azad Dağhanlı’nın odasına.

 

İçimden siktir çektim böyle kocaman. Odanın kapısı açıktı. Korumalardan biri dikiliyordu önünde. Sanki biri gelir de girer, giremesin diye. Ya da çıkamasın diye de olabilirdi. Koridorun sonundaki bankodan bakan hemşireleri gördüm onlar değildi içeride olanlar güzel. Fatih yoktu yanlarında ama. Bu berbat. Demek ki içeride olan oydu. Hatta belki korumadan dolayı çıkamayan.

 

Hemşirelerden biri beni görünce öne doğru adım attı. Elimi kaldırıp durdurdum onu. Fazla kişi fazla riskti. Önlüğümün cebinden telefonumu çıkardım yarısına kadar. Gördü. ‘Güvenlik’ diyerek dudaklarımı oynattım. Aramasını söylemeye çalışıyordum. Başarılı olduğumu ispatlarcasına kafasını sağlayıp bankodaki kablolu telefonun ahizesini kaldırdı, kulağına dayadı. Umarım polisi de arardı, ihtiyaç duyabileceğimi hissediyorum.

 

Ben seri adımlarımın hızını kaybetmesine izin vermeden kapıdaki korumanın karşısına dikildim. Hangi yürekle hiç bir fikrim yok. Daha önce görmediğim, gördüklerimin de iki katı kadardı. “Çekil!” Kıpırdamadı bile. İçeriden sesler geliyor ama kim ne söylüyor anlamıyordum. Yalnız Fatih sakince yapamayacağını anlatmaya çalışıyordu. Sakin olması iyiydi. Fazla sakinse kötü. Önümde yüzünde zerre mimik barındırmayan ve çekilmeyen adam işimi zorlaştırıyordu. Boyu da benden uzundu. Kafamı kaldırmak zorundaydım konuşurken.

 

Dişlerimi sıkarak ve gözlerime öfkenin kanımda kaynamaya başladığını gösteren bir ifade çekerek “Sana çekil dedim.” diye konuştum. Faydasızdım ne yazık ki. Sesimi çıkarmayınca beni duymayacaktı. Demek ki sakinlik buraya kadardı. Kafasını bana doğru eğmemişti bile. Muhattap almıyordu beni. Ne hoş!

 

“Çekilmezsen buraya güvenliği yığarım. Anlıyor musun? Son kez söylüyorum çekil!.” Nihayet başardım ve bakışları bana doğru indi. Ancak erken sevinmiştim. Başarının kıyısından köşesinden geçmediğimi anlamam adamın bana bakması ve iki saniye bile sürmeden kafasını tekrar kaldırmasıyla dank etti bana. Ne güzel bir iletişim modeli.

“Sana diyorum çekil!” Az önce son kez söylüyorum demiştim değil mi?

 

Belki bu şekilde yaklaşmam doğru değildi. Belki daha sonrasında bana güzel geri dönüşleri olmayacaktı. Ama içeride onca adamın arasında henüz elinde resmî olarak diploması olmayan bir öğrenciyi ezmelerine izin veremezdim. Bu sağlık çalışanına saldırının dışında olurdu. Üstelik sabah konuşmamızdan anladığıma göre Fatih askeri tıp öğrencisiydi. Yani çarpı iki suç ve ceza. Ayrıca korkuyordum ki Fatih fazla sakindi. Ben kriz anlarında çok sakin insanlardan korkardım. Bence herkes de korkmalıydı. Akıllarından bir şey geçiriyor olurlar ve uygun anda uygulamaya çalışırlardı. Yani izlediğim filmlerde bu böyleydi. Film adı üstünde Firu. FİLM!

 

“Fatih! İyi misin?” Cevap gelmedi. Ben daha da hırçınlaştım. Nerede kaldı bu güvenlik? “Bana bak çekil dedim önümden. Hasta mısınız nesiniz? İçerideki çocuk daha doktor bile değil. Diplomasını almadı daha! Çekil şurdan polisi aratma bana.!” Yine çekilmeyecekti. İçeriden adı söylenmese arkasındaki açık kapıyı aratmayan cüssesi oynamayacaktı. “Bülent!” İsmini duyduğu an sola doğru adımladı ve kapı benim için tamamen açıldı.

 

“Ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Hastane burası. Saat gecenin bilmem kaçı! Tek hasta siz değilsiniz!” Sesim yüksekti, içerideki curcunayı susturacak kadar mı bilmiyorum çünkü belki gelişim de susturmuş olabilirdi onları. Kaale alınmayan bakışlar vardı üzerimde.

 

Yerde içindekilerin etrafa dağıldığı bir pansuman tepsisi vardı bir de telefon. Yanı başında intörn Fatih. Eli kanıyordu, sanırım kesilmişti. Derin miydi acaba çok? Muhtemeldi. Her yer kan olmuştu. Bunu görmek sinirlerimi daha çok bozdu. Alaycı bir gülüş yerleşti dudaklarıma. ‘Sağlıkçının kaderi’ adlı bir tiyatroda gibi hissettim kendimi. Önünde de muhtemelen tepsiyi elinden düşürmesinin ve elinin kesilmesinin sorumlusu başka bir koruma vardı. Bu koruma dün odadaki beş kişiden biriydi. Odaya girmem için izin veren kişi bu değildi ama. Yine dün odada olanlardan Mesut’tu. Ben odaya girince kısa süreli sessizlik oluştu. Bu da yerdeki telefondan gelen seslerin duyulmasını sağladı. Yine sanıyorum ki telefon Fatih’indi ve karşı taraftaki kişi fazlaca bağırıyordu. Gerçekten herkes sustu bir sen kaldın!

 

İlk gözlemimde fark edemediğim ayrıntılardan biri Fatih’in kolunun tutulduğuydu. Sert ve hızlıca kolunu silkeledi Fatih. Tutan kişi bıraksın diye. Başardı da. Eğilip yeren telefonunu aldı. Ben bu sırada sessiz ortamı bozmaya yeltendim yine fazlaca gür ve geri durmayan bir sesle.

 

“Müstakbel meslektaşımı bu şekilde hırpalayamazsınız. Bakın huzursuzluk çıkartıyorsunuz.” Elimi aldırıp elini gösterdim Fatih’in. “Zarar vermişsiniz ona, eli kesilmiş. Suç bu. Polisi arayacağım.”

 

Kısık ve mırıltılarla küfürler duydum. Sadece biri etmemişti kaç kişi olduğunu saymadığım odada. “Polisi arayacakmış duydunuz mu dedi?” Birisi. “Çok korktum.” Fatih telefonunu kulağına dayayarak konuştu. Cidden Fatih telefonun şuan bana hiç yardımcı olmuyor ya.! “Abi seni arayacağım.” Ve kapattı. Sonunda. Mesut denen adam öne doğru iki koca adım atıp aramızda iki adım boşluk bırakacak mesafede durdu. Benim adımlarımla iki adım kadar.

 

“Diploma var yok beni alakadar etmiyor. Burada çalıyorsa yapacak doktorluğunu.” Sözünü kestim. Bu onu daha da sinirlendirdi. Ama ben de ateş topundan farksızdım. Yine de sesime biraz umursamaz hava verdim. “Aksini iddia etmedim zaten. Ancak…” bu noktada hepsinde göz gezdirmek istedim ama fazla olduklarından sadece birkaçına bakabildim. “…o doktorluğunu yaparken ona engel olmanız yetmemiş, bir de şiddet göstermişsiniz.” Pansuman tepsisi her şeyi açıklıyordu. Nasıl üste çıkacaklardı?

 

“Engel olmaya çalışmadık. İşini yapması için onu teşvik ediyorduk.” Pardon? Nasıl bir teşvik?

 

“Nasıl bir teşvik onu bu hale getirebilir?” Halden kastımı anlamak için Fatih’e kaydırdı kara gözlerini. Baktı, gördü ama benim sorumu cevaplamadı.

 

“Cevap bile veremiyorsunuz değil mi? Gösterdiğiniz şiddeti yanınıza bırakmayacağım. Benim meslektaş adayım bunu hak etmiyor.” Durdum. Soluklandım. Sessiz kalması pek iyi değilmiş gibiydi.

 

“Bu ülkede hemen hemen herkes hastaneye gelir beyefendi.” Öyle söyledim ama aksine hiç de beyefendi değildi. Dağdan inmiş ayıdan farkı yoktu. ” Herkes tedavi olmaya doktora gelir. Doktorlar da seçmeden ayırmadan bakarlar. Amaçları hizmet etmek. Anlatabiliyor muyum? Siz gelin dağdan inip onları azarlayın, hırpalayın daha da ileri gidip öldürün diye yapmazlar bunu!” Sesim sonlara doğru yine yükseldi. Hatta odaya girdiğimden daha çok bağırıyordum şimdi.

 

Lakin benim bağırmam işleri biraz daha çıkmaza soktu. Mesut aramızda olan ,benim adımımla, iki adımı tek adımıyla kapattı ve yüzünü yüzüme eğdi. Bu yanımda göz hizamda olmasa da algılarımın açıklığından anladığım kadarıyla Fatih’in de bana doğru bir adım atmasına neden oldu. Onun yanındaki korumanın da tabi ki. Geri kaçmak istedim. Yapmadım. Korktuğumu zanneder diye yapmadım. Boyu uzundu kapıdaki koruma gibi kafamı kaldırmam gerekiyordu bu yüzden. ‘Senin maaşın benim vergilerimle ödeniyor’ lafını bekliyordum. Sanki ben vergi vermiyormuşumcasına. Öyle söylemedi. “Senin sesin fazla çıkmaya başladı doktor.” Dedi onun yerine. Bu da şaşırmayacağım bir tepkiydi oysaki. Dünden beri yeterince az tehdit edilmişim gibi buna da alaylı bir bakış yolladım.

 

“Hah! Haklısın. Doğruları söyleyince hep bu şekilde söylenir! ‘Senin sesin fazla çıkıyor!’ Sonra ne olur? Kesmeye çalışırsın değil mi? Kadınım, tekim. Kolay lokma bu. Boğazında kalacağını bilmeden saldırırsınız insanlara.” Ters ve iğreniyormuş gibi bir bakış kuşanıp kafamı biraz daha diktim. “Korktuğumu zannetmen ne acı!” Devam edecekti, belliydi yüz ifadesinden. “Bacıııımm….” Bir şeyler söyleyecekti. Belki kolumu tutacak sıkacaktı. Sadece kolunla kalsa yine iyi Firu. Fatih’in güdülerini düşündüm alakasızca. Çünkü sessiz olandan korkacaktınız dedim ya. Biraz da zaman kazanmak adına ilgiyi dağıttım.

 

Fatih’e doğru döndüm kafamı indirip. Karşımdaki hala olduğu yerde dikilerek bana ters gözlerle bakıyordu. Kırpmıyordu bile gözlerini. Umursamadan Fatih’le konuştum. “Çık dışarı eline baktır. Geliyorum beş dakikaya.” O da oralı değildi. Çünkü ben odaya girdiğimde sakinliğini kaybetmişti. Daha da gerginleşmişti. Sadece susuyor konuşmalarıma müdahale etmiyordu. “Fatih hadi!” Sessiz bir cevap verdi başını sağa doğru anlık olarak çevirerek. ‘Gitmiyorum.’ demekti bu. Kaşlarımı çattım. Cidden şu adamlar bitti bir de sana laf anlatacağız şimdi. İçimde kalmadı bu söylediğim dışa vurdum yardımcı olmasını beklediğimden. “Fatih! Cidden bir de sana söz geçirtmeye uğraştırma beni çık şurdan!” O da kararlıydı beni tek bırakmamaya tıpkı benim onu bırakmayışım gibi. Bunun minnoşluğunu sonra düşünmeye aklıma not ettikten sonra tam tekrar çıkmasını isteyecektim ki arkamdan duyan herkesin kulaklarının tırmalanacağına emin olduğum alay dolu bir gülüş geldi. Ardından alkış sesi. Yavaş ve tek tek ayırt edebileceğiniz vuruşlarla.

 

Bu sesle burnumun dibinde boğazıma her an yapışabilir diye beni tetikte bekleten adam geriledi ve ceketinin önünü ilikledi. “Mesut! Ne yapıyorsun lan? Doktor hanıma saygısızlık etme! Densiz herif!” Önce Mesut’a olabildiğince çattığım kaşlarla onu yakmak istercesine baktım sonra arkamı dönüp aynı bakışları hiç eksiltmeden yeni gelen ve kim olduğunu bilmediğim adama yoladım. O da benimle göz göze geldi direkt. “Bayanlara nasıl davranacağınızı bir öğrenemediniz am-.. afedersiniz doktor hanım. Kusuruna bakmayın siz bizim hergelelerin.” Bayan? Hergele? Kusur? Sadece kusur mu?

 

Karşımda gri takım elbiseli, kirli sakallı, esmer diyemeyeceğim ama kumral da olmayan, saçı soluna doğru taranmış, renkli gözlü -tam seçemedim sanırım kehribarımsı- boyu da 1.90 civarı olsa gerek, birisi vardı. İrrite edici kahkahası bitmiş alkışa devam ediyordu. Alkışlarken ceketinin kolları yukarı katlanıyordu. Söylediği cümlenin saçmalığı zihnimde döndükçe kendimi tutamadım.

 

“Öncelikle cümlenizdeki en az iğrenç olanla başlayacağım. Bayan denmez kadın denir bu bir!” Parmağımı ‘bir’ yapıp kaldırdım. Odağı yüzümden kayıp parmağım oldu. Alaylın ifadesi bu hareketimle sekteye uğradı. “Hergele demeniz de çok yanlış bu adamlar lisede kavga etmiyorlar, hastane burası bu iki.!”parmağımı bu sefer ‘iki’ yaptım ve etrafımdaki insanları gösterdim. En sonunda yine ona doğru çevirip havada tuttum. “Kusura bakmam çünkü bu yaptığınız sadece kusur diye adlandırılabilecek bir şey değil! Hastane burası.” Fatih’i işaret ettim sonra kendimi. “Doktoruz biz. Ama daha hastayla ilgilenmek için ordu gibi yığdığınız şu korumaları geçemiyoruz. Niye mi? Çünkü kadın düşmanı oldukları yetmiyor her şeye karışıyorlar. Bakın bu da üç!.” Parmağım bu sefer de üç oldu ve indirdim. Şimdi bir de ‘İndir o elini bacım’ naralarını çekemeyecektim.

 

Arkamda bıraktığım adamdan sessiz bir küfür duyuldu. Önümdeki adını henüz öğrenmedim ama ya daha kıdemli bir koruma ya da hepsinin sahibi olan adam bana bakmayı bırakıp arkamdaki adama kilitledi yüzünü. Gözünden geçen ifadeyi Mesut anlamış olacak, arkamdan uzaklaştı. “Burası bir hastane evet. Bu adamların sizin işinizi zorlaştırdığını da pek tabi görebiliyorum. Ama lütfen kadın düşmanı demeyin. Kırılırım.”

 

    Ne?!

 

Ne yaparmış?!

 

Kırılırmış…

 

Ama ben bunu….. Dur Firu. Sakin ol. Sakin.

 

“Kırılıp kırılmamanız zerre önemseyemeyeceğim. Polisi aradım. Gelecek. Suçlu olan suçunu söylesin. İntörnümün elinin kendi kendine kesilmediği ortada.” Baktı, baktı, baktı. Sonra Fatih’e döndü. Baktı, baktı. Ben inkar edecek ‘kaza olmuştur’ diyecek diye düşündüm o baktıkça “Hanginiz yaptı?”diye sordu. Gayet sakindi soruşu. Hatta diğerlerinin aksine ılımlı bir insan olduğunu düşünmeye başlayacaktım neredeyse. Cevap yoktu. Tekrar ama bağırarak “Hanginiz yaptı ulan?”diye sordu. Yanıldım ve kimse fark etmedi. Belki gecenin en çok sesi çıkan kişisi oldu bu bağrışla.

 

Beklemiyordum, irkildim. Gözle de görüldü bu. Fatih bir adım daha öne çıktı. Aptaldık birbirimizi korumaya çalışıyorduk. Cesurduk bize karşı çok kişi vardı. Ya da tam tersi sıfatlar.

 

İrkildiğimi fark eden adam öne doğru yarım adım geldi. Ceketinin açık önü eliyle hafifçe kapattı. “Korkmayın lütfen.” Kibar olmaktan uzak korkmamdan tatmin olmuşçasına. “Korkmadım.” İrkildim desem ne fark edecekti onun için ? Sustum daha fazla üstelemedim.

 

“Abi” diyen bir ses geldi yandan. Fatih’in karşısındaki korumaydı. Ben yaptım demek için seslenmişti sanırım. “Ensar, Ensar…. Öfkene hiç sahip olamıyorsun. Yakıştı mı sana şimdi? Doktor hanım bir görseniz pamuktur aslında bu çocuk böyle inci gibidir. Ama bakın babam ne kadar hasta ona morali bozuldu bu çocuğun.”

 

Pamuk olduğuna zerre inanmıyordum. Dün bile bir tersti. Sadece o değil hepsi. Görevi başında olan personelin onlarla muhattap olmamaya çalıştığını görebiliyordum. Bir şey sorsalar cevabını sanki hiçbir şey yokmuş gibi veriyorlardı ancak çekindiklerini biliyordum. Nazik de yaklaşsalar sert de yaklaşsalar tersleniyordu personel onlar tarafından. Bu da sadece iki günde tedirgin etmişti tüm kalp damar cerrahisi katını. Ayaklarını denk almalarını istiyordum. Böyle hastanede gezemez, buranın çalışanlarını azarlayamaz, tehdit edemez ve dahasına kalkışamazlardı.

 

“Devamında da lütfen meseleyi büyütmeyelim affedin mi diyeceksiniz?” Diyerek araya girdim. Cümlesinin devamı kaynayan kanımı daha da fokurdatmadan. “Hayatta olmaz. Şikayetçiyiz. Fatih ondan. Ben de şundan.”

 

“Hayır, lütfen demeyecektim.” Dedi pişkince. Lütfen demeyecek ama kalanını aynen söyleyecekti öyle mi? O da benden şikayetçi olabilir isterse çünkü üstüne atlayacağım birazdan. “Bu çocuğu anlıyorum.”dedi. “Ama siz neden Mesut’tan şikayetçi oluyorsunuz?” Pek kıymetli Mesut’una da sana da…. Tövbe.

    

Cevap gayet açıktı. “Çünkü beyefendi bu adam beni dünden beri tehdit ediyor. İmalarla. Az önce de bir kere daha söyledi. Hatta artık şahidim de var.” Fatih’e baktım. “Ben de onun şahidiyim. Oldu mu? Tatmin oldunuz mu bundan da?”

Zaten hele bir olmasındı.

 

Kısık ve sinsice bir gülüş belirdi yüzünde. Keyiflenmiş gibi ya da psikopatça?

 

“Haklısınız. Gerçekten…” Oysa gerçekten hak vermiyordu. Daha çok bu durumdan keyif almaya çalışıyordu. “… bu ikisiyle de ayrıyeten ilgileneceğim ve bir daha kimseye böyle bir şey yapamayacaklar. Dediğiniz gibi de olabilir.” Adamlarına doğru döndü. “Gidin polisi bekleyin dışarda. Yaptıklarınızı da anlatın. Amaaa önce..” gözünden aklına yeni fikir gelmişçesine bir pırıltı geçti. Şeytani bakışlarını etrafta geçindirip tam gözümün içine sabitledi. Aynı şeytanilikteki sesiyle “Babamın güzel doktorundan onu bağırttığınız için özür dileyin.” dedi. Babasının güzel doktoru alelade bir kelime değildi. Anlam çıkartmak için daha sonra düşünecektim.

 

Özür bekleyen yoktu. Özür hiçbir şeyi telafi etmezdi. Hele böyle bir durumda. Zaten içlerinden gelerek söylemeyeceklerdi. Ama sesi öyle korkutucu çıkmıştı ki sanki özür dilemezse bir daha hiç konuşamayacaklarmış gibi hissetmekten alıkoyamadım kendimi. Umarım öyle olmazdı. Çünkü özür dilemelerini istemiyordum. Ve diletmeyecektim. “Hayır, buna gerek yok. Telafi etmeyeceği için sadece çıksalar dışarı bize yeterli.” Yine de karşımda kararlı duran bu adam bakışlarına saniye saniye karalar bulaştırıyordu. “Bırakın..” dedi gözlerini kapatarak dişlerinin arasından. “…bırakın dilesinler. Emin olun telafi edeceği çok şey olacak.” Sonra güldü. Benim tahminlerim tutacak mıydı? Offf. Tutsun istemezdim ki. Fatih’le göz göze geldik. O da düşünüyor olmalıydı az çok benim düşündüklerimi.

 

Tamam bize bir hata yapmışlardı. Bunda sonuna kadar savunma yapabilirdim. Ama ceza çekmelerini istiyorsam ki istiyorum bunu devletimizin adaletine bırakarak yapmak isterdim. Her ne kadar o adalet terazisi sapmalara uğrayacaksa da uğraşmayacaksa da.

 

Kafamı sallamakla yetindim. Fazla mimik vermeyi ve duygularımı anlamasını istemiyordum. Nedenini çözemediğim şekilde doğrusu buymuş gibi geliyordu. “Fatih çık hadi eline baktır.” Bu sefer karşı çıkmasını engellemek için gözlerimi olabildiğince büyüttüm ve ‘seni gebertirim’ bakışları attım. Anladı. Yapmak istemediğini görebiliyordum ama ben buradaki orduyu aratmayan insanların ona dikkatini daha fazla versin istemiyordum. Ayrıca elinden yere kan damlıyor, hiç de durmuyordu. Dikiş atmalıydık. Ben yanına gidene kadar temizlese avantaj olurdu.

 

“Hoca-mm” dedi.

 

“Fatiiih..” dedim.

 

Telefonu çalmaya başladı. Israrla çalmasa belki çıkmayacaktı da odadan. O an arayana teşekkür etsem de sonrasında kızacaktım ama Fatih’e. Ben söyleyince niye çıkılmıyordu da arayana çıkılıyordu?

 

“Evet gelin bakalım şöyle siz.” Karşımdaki adını hala bilmediğim adam Fatih’e saldıran ve benim üzerime yürüyen korumasını yanına çağırdı. İkiletmeden ilerlediler. Gerçekten bunlara söz geçirmek bir şey anlatmak çok zordu. Dünden beri akla karayı seçiyorduk ama bu ikisi -aslında diğer hepsi de böyledirler.- bu adamın tek cümlesiyle dut yemiş bülbül edasıyla çaprazımda belirdiler. Ters bakışları ve kaşlarımı çatmayı hala bırakmamıştım. Sinirim geçene kadar da bırakmayı düşünmüyordum. Bu sinirin geçeceğine olan inancımı Levent’in Ela’ya nikaha beş kala aşka olan inancını kaybetmesi gibi kaybetmiştim.

 

“Abla…” diyerek söze girdi öbür adam. Az önce bacıydık ne ara abla olduk? Bir bana iki emri ona verene bakıyordu ikisi de.

 

“Affet bizi doktor hanım.” Dedi Mesut diğeri cümlesini tamamlamadan onun adına da konuşarak.

 

“Affetmek Allah’a mahsus. Siz ders alın yaptıklarınızdan yeter. Ha bu arada bu olayın bir benzeri daha yaşanırsa-….”

 

“Merak etme sen. Yaşanmayacak. Saygılı olmak ne demekmiş bilecekler.” Dedi adam. Hem cümlemi kesti hem sen dedi bana. Sen. Nereden bu samimiyet?

 

Kızgınlığım sinirim diriydi. Bu laubalilik fazlaydı. Çenemde de kemik yoktu. “Nereden ben oluyor pardon? Siz hiç suçsuzmuş gibi orada öyle dikilip emir veriyorsunuz da bu ikisi nerden yüz buluyor acaba?” Dedim. Demesem olurdu.

 

“O kadar haklısınız ki doktor hanımcığım… Bal damlıyor ağzınızdan resmen.” Zehir akmasını tercih ederdim. “Tanışmadık değil mi sizinle? Fersad Dağhanlı ben. Azad Dağhanlının oğluyum. Ve refakatçisi.”

 

Dün tutturdukları burda olmayan refakatçi bu adam olmalıydı. Fersad Dağhanlı.

 

“Aaa. Demek şu işleri olan refakatçi sizsiniz. Dün sizin olmayışınızla da sorun yaşamıştık. İyi oldu hatırlattınız.” Gözleri Mesut’u süzdü. O olayı biliyordu demek ki. “Ufak bir zamanlama hatası diyelim. E sağlık kadar aceleye gelen bir mesele olmasaydı muhakkak gelir görüşlerinizi dinlerdim.” Öyle yapmacık ve iğneleyiciyi ki sesi. Kibar maskesinin altında çok değişik biriydi. Kendini saklayan biri gibi. Neyden kimden saklıyor tabi kestiremedim.

 

“Ya siz? Bana isminizi söylemeyecek misiniz?” Yaka kartımda yazıyordu ordan okuyabilirdi. Çaktırmadan eğdim kafamı takılı değili. Olsaydı güzel laf sokabilirdim. Kör olup olmadığı ya da -dur bu ağır oldu- göz numarasının büyük olup olmadığı daha iyi olur. Tanışma seramonisi yapmak istemiyordum. Oyalıyordu beni. Atmam gereken bir dikiş vardı. Meslektaşıma.

 

“Firuze Feris Tunalı.”

 

“Babam böyle güzel bir doktoru olduğundan bahsetseydi tüm işlerimi bırakıp gelirdim. Yine de geç kalmış sayılmam umarım.” Densiz. Ben babanın doktoru değilim. Böyle konuşmaya da devam ederse polisin elinde bir şikayet daha olacaktı.

 

“Ben babanızın doktoru değilim. Mesut beye de sorabilirsiniz beni istemiyor kendisi. Ayrıca o konuyu da hatırlatmanız iyi oldu sabah ame-…”

 

“Babamın aklı pek yerinde değil.” Mesut’a döndü. “Değil mi Mesut bey?”dedi bastıra bastıra. Mesut sana sonra soracağım dercesine. Sevinip sevinmediğimi bana sorgulatacak şekilde.

 

“Öyle abi.” Dedi Mesut. Zorla söylediği her halinden belliydi.

 

“Ve doktor hanım ilginizi üstünden eksiltmeyin. Bakın sonra iyileşmez babam.” Duruşunu dikleştirdi, sesine alaycı bir ciddiyet kondurdu. “Çok üzülürsünüz sonra.” Üzülürsünüz? Ben? Kendi babası ama ben mi üzüleceğim?

 

“Üzülürüm demek istediniz sanırım Fersad bey. Ama merak etmeyin. Amacımın dışına kolay kolay çıkmam ben.” Her kelimeyi baskılaya vurgulaya tamamladım cümlemi. “Müsaadenizle. Meslektaşıma bakmam lazım malum eli.” Aynı vurgu burada da vardı.

 

“Buraya temizlik için birileri gelecektir. Bir de yapılmasına izin vermediğiniz pansumanı yapmaya gelirler. Umarım bu kez başarılı olurlar. İyi geceler.” Düz ya da ters başka hiçbir söz duymadan odadan çıktım. Beni odaya almayan izbandut herif hala kapının önündeki tek fark bu sefer yüzü odanın içine bakacak şekilde duruyor olmasıydı. Sol tarafından bir hışımla geçtim, geçerken de omzumla koluna çarptım. İtiraf ediyorum isteyerek yaptım ama aman yarabbim kolum çıkacaktı yerinden o nasıl kas.? Tuğla falan mı sokmuş ceketin koluna bu herif?

    

Yüzümü buruşturarak az önce çıktığım odaya ilerledim. Fatih’in burada olma ihtimali yüksekti. Umarım salaklık yapıp o elle acile inmeye uğraşmamıştı. Yoksa ona da söylenecek gece boyu susmayacaktım. Ben güzel dikiş atardım izi bile kalmazdı. Tabi o bunu bilmiyor. Bu gece öğrenir. Önce eline atayım o dikişleri sonra kafasına kafasına cümlelerimi dikecektim.

 

Kapıyı hışımla açtım. Tahmin ettiğim gibi buradaydı. Aferin. Gecenin ilk ve son aferiniydi bu. Gece boyu kafasını ütüleyecektim. Sonrasında o da benimle tekrar nöbete kalmamak için tüm arkadaşlarıyla konuşup nöbetlerini değiştirmeye ikna etmeye çalışacaktı. Nereden mi biliyorum daha önce de yaşadık aynısı.

 

Beni görünce eline yaptığı basıyı bile bırakarak aceleyle ayağa kalktı, kalkarken tökezledi. “Hocam ben…” ancak ben çok sinirliydim. Başkalarına olduğum kadar ona da sinirliydim. Uyarmıştım onu. Ben sana söylemeden kimsenin odasına gitme demiştim. Yaptığın her işlemi de söyle demiştim. Dakika başı söylemeye gelmesini elbette ben de istemezdim, tembihlerlerken amacım bu da değildi zaten. Baskı altında kalmamasını sağlamaktı. Ve tabi bu katta oluşabilecek herhangi bir kargaşada onu korumaya çalışmak istemiştim. O hariç burda öğrenci sıfatıyla bulunan biri yoktu.

 

“Sen… Fatih ben sana söylemedim mi? Uyarmadım mı? Bana nasıl haber vermezsin? Herkes bu kadar diken üstündeyken o odaya karşı, sen resmen dalmışsın bodoslama içlerine.” Sustum. O da diyecek bir şey bulamıyordu sustu. Derin bir nefes aldım. Nefes terapisi yapmaya başladım.

 

Fatih’in diğerleri kadar suçu yok Firuze. Fatih onlara uymadı Firuze. Yaralanmış Firuze. Dikmelisin Firu. Daha yeni öğreniyor bunları Firu.

 

“Geç otur bakalım eline.” Eğdiği kafasını kaldırdı. Zahmet etme diyecek diye düşündüm. Ve haklı da çıktım.

 

“Acile ineyim hocam siz zah-….” Gözlerime ona odadan çıkmasını istediğimde attığım bakışlardan çektim hemen. “Sakın! Bak sadece elini dikmekle kalmam o kulak kepçelerini de dikerim senin daha iyi duy diye.” Arkamı döndüm, duvarın köşesinde iki tarafa uzanan bir dolap vardı. Dikiş seti ve yarayı temizleyeceğim bir şeyler var mı baktım. Buldum da. Fatih’e doğru tekrar döndüm. Hala ayaktaydı. Mahçupta bakınıyordu. Böyle bakarsa yelkenlerimin direklerini kırardı ki. Bakmasındı.

 

“Otur şuraya hadi.” Oturmadı. Amacı beni daha da sinirli biri yapmaksa başarıyordu. Bakışları yelkenlerimi suya indirtecekti ama davranışları, sözümü dinlememesi geminin daha da hızlanmasına sebep oluyordu. “Bir kere de tekrarlatma beni! Bak sinirim senden çıkacak şimdi. Oysa hiç yapmak istemiyorum.” Yalan değildi. Sinirimi ondan çıkarmak aklımın kıyısından köşesinden geçmemişti. Biraz kızacak sonra gülecektim. ‘Bizim meslek böyle’ diyecektim kafasında normalleştirmeye (!) çalışacaktım.

 

Oturdu. Kafasını eğmeye devam ediyordu. Bu kadar mahçup olmasını beklemiyordum. Fazlaydı. Kimseye karşı böyle olmamalıydı. Hakkını savunan kıdemlisine bile.” Yeter kaldır başını. Eğme artık. Onlar eğdiler mi?” Kaldırmadı başını ama sağa sola salladı. Hayır diyordu. “Evet eğmediler. Senin de daha fazla eğmene luzüm yok.”

 

“Onlar kendilerini haklı sanıyorlar. Oysa ben suçum olduğunun farkındayım hocam. Ve suçum kadar eğiyorum başımı emin olun. Onların yerinde ols-…”

 

“Değilsin. Sen onlar değilsin. Olmazsın da eminim. Ve teşekkür ederim. Sana davrandıkları gibi davranmadığın için. Daha fazla büyütmediğini için olayları teşekkür ederim.”

 

Kaldırdı başını bu sefer kendi iradesiyle. “Teşekkür mü?” Kafamı salladım. Çocukça bir sesle söylemişti. Aptal ama tatlıydı. Ben de aptaldım gerçi. Önce söv sonra sev. Tabi kafası karışacaktı. “Teşekkür, evet.”

 

Sesim normale dönmüştü artık. Onun masumca ’Teşekkür mü?’ Diye sorması sanırım içimdeki bütün öfke denizini durdurmuştu. Ya da saman alevi dedikleri gibiydi içimdeki öfke ve sönüvermişti işte.

 

Daha sakin bir şekilde devam etmeye başladım. Bir yandan da ona doğru ilerliyordum. Yaralı olan elinin tarafına oturdum. Daha rahat tedavisini yapabilmek için. “Açıkçası korktum. Çok sessizdin çünkü Fatih. Sessiz adamdan korkacaksın demişler. Kim dedi bilmem sen de sorma.”

 

Güldü. Baya sırıtarak. “Çok dizi film izlemiş olabilir misiniz hocam?” Hayır ne alaka yani?

 

“Ben mi dedim canım? Demişler dedim.” Hala sırıtıyordu. Bozduğum surat ifademle tersledim bu kez. “Sırıtmayı bırakmazsan ağzını da dikerim başlamışken.”

 

Sağlam olan eliyle hayali bir fermuar çekti dudaklarının üstüne. “Sustum hocam.” Güzel.

 

Elini kavradım , evirdim çevirdim . Kemik sağlamdı. Ama kesi derindi. Beş dikişi rahat vardı. “Bak şimdi söyle bakalım ne görüyorsun bu elde? Kendini tedavi et hadi. Böyle bir durumla gelmiş olsa hasta sana ne yaparsın?” Böyle söylememe şaşırdı.

 

Eee aslan parçası her olay bir öğreti.

 

Kısa sürdü şaşkınlığı. Kendi elini evirip çevirmeye başladı. En sonunda “Kemik sağlam, beş dikiş yeterli.” dedi. Dikiş adedini söylemesi beni şaşırtmadı ama kemiğinin sağlam olduğunu bilmesi etkiledi doğrusu. Olayın sıcaklığıyla anlamaması muhtemeldi. Anlamıştı. İkinci aferini aldı benden. Son derken ben de son olacağına inanmamıştım zaten. “Aferin!”

 

Temizlemek için malzemeleri çıkardım. Kanını kendisi durdurmayı başarmıştı. Temizledikten sonra uyuşturdum. Lokalle.

 

“Evet bana olaylar vahiyle inmeyecek. Sen başlasan mı anlatmaya?” Gece uzundu iki üç defa anlatsa dinlerdim de. Elinin uyuşmasını beklerken başlasın diye yüzüne baktım. Yine hiç oralı olmadığını yüz ifadesinden okuyabiliyordunuz. Boğazına yapışsam ayıp mıydı?

 

Kafamı salladım hayırdır gibisinden. “Bak sen benim hiçbir sözümü dinlemiyorsun. Ben de seni burda alttan alıyorum. Sabır çizgim bu gece çok dalgalandı.” Zorlama demeye çalışıyordum biraz racon keserek. Aldığım cevap kafamı dağlara taşlara vurmaya gitmeyi düşündürttü bana “Hocam siz gerçekten çok film izlemişsiniz.”

 

Belki dağa taşa çıkmadım ama avuç içimle başıma şöyle vahlanır gibi vurdum. “Ay ben Türkçe konuşmuyor muyum? Ay ben yok mu oluyorum da beni kimse görmüyor tınlamıyor? İçerideki sonradan gelen ruh hastası herif bile beni kaale aldı be bir siz almadınız.” Vahlandım da vahlandım.

 

Ruh hastası herif deyince yüzündeki aptal sırıtış kayboldu. O adam gelince gerilmişti fark etmiştim. Ukalaca konuşuyordu gelen kişi. Neydi? Fersad. Amacı neydi anlamamıştım. Adamlarını geri çekmişti, polise ifade vermelerini sağlamıştı. Açıkçası o gelmese mesele uzardı. Mesut denilen adamı kışkırtmıştım. Laf etmesine izin vermemiştim ama edecekti. Belki şiddet belki başka bir şey. Yalnızca araya girmesinin sebebi bizi kurtarmak değildi. Saçma buldu belki de ondan yaptı. Bilemiyordum şimdi. Merasim bittiği için seviniyordum sadece ve önümdeki bu çaylaktan neler olup bittiğini öğrenmek istiyordum.

 

“O adam haklı olduğunu falan düşünerek yapmadı onca şeyi hocam. Tatmin etti egosunu. Eminim yarın o itlerimi çıkartır karakoldan.” Haklıydı. Kafamı sallayıp onu onayladım.

 

“Ama polis kendisi zorla götürseydi de çıkardı onlar yarın Fatih. Acı ama gerçek.”

    

Artık tamamen uyuştuğunu düşündüğüm elini dikmek için portegüyle iğneyi sabitledim. "Kendimi tekrarlamaktan gerçekten yoruldum. Anlat hadi daha bi de ifade vereceğiz.”

 

Derince soluklandı. Onun solulanmasıyla benim iğneyi batırmam aynı saniyede oldu. Hızlıca da verdi nefesini. Acı hissedemezdi ama iğnenin baskısını hissetmiş olmalı ki elini çekmek istedi tamamen refleks olarak. “Şşşt bir şey yok acı değil basısı sadece. Asker adam olacaksın alış bunlara.”

 

Başından beri böyle söyleseydim her şeyi yaptırabilirdim galiba ona. Duruşunu dikleştirdi, bakışlarını kararttı. Onun bu kadar ketum olmasını sağlayan galiba askerliğiydi de. Ancak şuan doktor olduğunu hatırlamalıydı.

 

“Fatih şu ketum damarını doktorken kullanamazsın! Şimdi sadece bana karşısın ama bak en basitinden bir hastan gelse ona hastalığını anlatman gerekse böyle uzun uzadıya o anlayana kadar ya da uzmanın fark etmediği bir şeyi fark etsen uzman onu bilmeden hata yapacak olsa mesela ? Nereye kadar susabilirsin? Ben seni anlıyorum. İki farklı meslek, iki farklı hayat gibi. Benzer olduğu noktalar elbette var ama başlı başına farklılar. Sen de o gün hangisini icra ediyorsan onun kurallarına uymalısın. Ve ikisinden de mezun olmamış olsan da bugün doktorsun. Benim meslektaşımsın ve paylaşıcı olman gereken noktadayız.”

 

Umarım bu konuşma kulaklarından geçmiş, geçtiği gibi beyninde anlamlı bölgelerde yorumlanmıştır da bu kez cevapsız kalmam.

 

İkinci dikişi atmaya geçtim. “Telefonum çaldığını gördünüz değil mi?”dedi. Onaylayan mırıltılı bir ses çıkardım. “Abimdi. Odaya girdiğimde konuşmuyordum odada aradı açtım. İsme bakmadan birisi çağırıyor olabilir diye. Sonra gelişti her şey. Daha iki kelime etmemiştim. Zaten sonra arayayım seni diyecektim ona da. Konuşmak gibi bir niyetim olmadı.”

 

“Ama zaten olay çıkartmak için an kolluyorlardı. Tuz biber oldu onlar için.” Dedim.

 

“Öyle” dedi.

 

“Abini aradın mı? Fazla bağırıyordu duydum da.”

 

“Şey…” ney?

 

“Umarım başıma bir de sinirli abi krizi çıkartmayacaksındır çünkü bugün kaosa yeterince doydum.”

 

“Yok o zaten burada değil. Doğuda. Helikopter kaldırtıp gelmeye kalkmazsa bu kadar kısa süre içinde burada olamaz.”

 

Helikopter kaldırmak mı? O nasıl oluyor? Aslında baya havalı hee.

 

“Uzakta diyorsun yani?”

 

“Evet öyle hocam. Türkiye’nin bir ucundadır sanırsam şuan. O da asker benim gibi.” Dedi. Sonra kazanılmış bir farkındalıkla düzeltti. “Ben onun gibi.” Bu çocuğa da konuş deyince şakıyor muydu bana mı öyle geldi?

 

“Bunları söylemen sorun olmuyor mu sonuçta o görev başında ya?”

 

“Olurdu. Şahsen sen eğer onun eşkalini tanıyacak kadar görecek olsaydın. Ama muhtemelen ikimizi yan yana hiç göremeyeceksin. Sorun yok yani.”

 

O bunu söyledi ama evrenin işleyişinden pek haberi yoktu. Ayrıca hayatımda ettiği sözün bu kadar hızlı ters teptiğini gördüğüm ilk insandı gerçekten.

 

Evren onu lanetlemiş olabilir mi? Kaç Firu ondan.

 

Elimdeki iğneyi üçüncü dikiş için eline batıracağım sırada şiddetle açıldı içinde bulunduğumuz odanın kapısı. Elimde portegü ucundan yere doğru düşen iğne, Fatih’in küfrü ve sonrasında kullandığı hitap şekli.

 

“Siktirr. Abi?”

 

Abi mi?

 

Helikopter kaldırtanından mı ?

 

Benim bu gece başıma daha ne gelecekti?

 

 

/bölüm sonu/

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlarınızı ve oylarınızı bekliyorum canlarım 🥰

 

Tekrar öpüldünüz💋

Loading...
0%